Etiket arşivi: hutbe-i şamiye

Din Stratejileri – Din Birliği ve Küresel Barış

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Arabistan yarımadasında doğmaya başlayan İslam Güneşi, Hz. Ömer devrinde Ortaasya ve Kafkaslardan Bizans hudutlarına kadar çok büyük bir alanı aydınlatıyordu. Onlarca Arap olmayan kavim İslam dairesine girmiş Muhammedî hakikati ikrar etmekteydi.

Hz. Ali’nin Halifeliğine, iktidar hırsı yanında, aşiret ve kavmiyet taassubuyla karşı çıkılmasıyla başlayan fitne, “ittihad-ı İslam”ı parçalamaya başladı. Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti ile zirveye ulaştı.

Kutlu Nebi’nin beyanı ile İslam hilafeti 30 yılı zor da olsa tamamladı ve “ittihad-ı İslam” da unutulmaya başlandı.

Abbasi Halifesi Kâim Biemrillah’in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055’te Bağdat’a girerek. Halife üzerindeki baskıyı kaldırıp, Büveyhoğulları’nın zulmünü sona erdiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin, İslam’ın Sancağı’nı eline alarak başlattığı İslam’ın Sancaktarlığı görevi yaklaşık 900 yıl sürdü.

16. yüz yıla geldiğimizde, İstanbul’daki medreselerde, bundan daha büyük, daha güçlü daha zengin devlet yok. İlimde, sanatta ve medeniyette daha büyüğü nasıl olabilir? “Bundan sonra okumaya ne gerek var” mantığı ortaya çıkmaya başladı. Süleymaniye ve Selimiye’nin yapıldığı sıralarda, “Medrese”lerde “geometri okumaya gerek yok” gibi, tartışmalar başladı.

Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l Hak” adlı kitabında eleştirdiği tartışmalarla başlayan ilimde gerilemeler, fen alanında da kendisini gösterdi. Asıl gerileme ilim ve fende oldu.

Bir zamanlar Haçlı Seferleri’nde başarılı olamayanlar, zenginliğini kaybetmeye başlayan Müslümanlardan yandaşlar, destekçiler bulmaya başladı.

Hırsız içerden olunca, öküz bacadan bile çıktı. Etnik milliyetçi, ırkçı düşünceler yanında farklı Müslümanlık anlayışları arttı ve batı Hıristiyan dünyasından bulduğu desteklerle güç kazandı.

Osmanlı küçülmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde, “bu kötü gidişe nasıl dur diyebileceğimiz”, soruları aklımıza geldi. İşte “ittihad-ı İslam” yani “İslam Birliği” fikri de bu arayışlardan biridir ve doğru bir taleptir.

Bu günlerde “üç kıtada toprakları bulunan son hükümdar” olarak anılan Sultan Abdülhamid Han “İttihad-ı İslam” için en çok çalışan ve bu fikri savunanlara en fazla destek vermiş “Hakan”dı.

İslam birliği konusunda Üstad Said Nursi’nin sözlerini hatırlayalım:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir; ve dürret-i beyzâsı Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Arap’tır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen, işte bak! …”[2]

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedî’nin cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de Îman’dır. Müntesibîni umum müminlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediye’dir. Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riyâ yoktur.

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır.

İttihad–ı İslâm’ın bütün müminlere şâmil olduğunu, bunun tahsis ve tahdit kabul etmediğini ısrarla anlatan Bediuzzaman, Yavuz Sultan Selim’in, Arabistan’ı Osmanlı topraklarına katmasını bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etme amacına yönelik bir çalışma olduğunu ve kendisinin de buna ittibâ ettiğini beyan eder.

19. asrın son çeyreğinde başlayan siyasi partiler serüveni, meşrutiyet ve Cumhuriyet’le devam etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra özellikle batıda yaygınlaştığını gördüğümüz demokrasi ve insan hakları uygulama ve iddiası İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaya ya eksik geldi, ya da hiç uğramadı.

Aslında bu iki kavram da Müslümanlara aitti. Kur’an ve Sünnet bunu tevsik etmekte; Veda Hutbesi tescil etmekte; “Raşit Halife”lerin seçimleri bunu tasdik etmekte iken bunları kaybettiğimiz veya unuttuğumuzu bile hatırlayamadık.

İsyana kalkışan Şeyh Said’e; “İttihad-ı İslam”ın yaşandığı 900 yıllık geçmişi hatırlayarak, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir”[3] diye mektup yazmıştı.

Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed ve O’nun ümmetinin yaşadığı bölgelere bol bol lütuf ve ihsanı olarak görülen yer altı kaynakları, özellikle petrol bulunduran bölgeler başta olmak üzere, küresel emperyalizmin ana hedefi olmaya başladı ve devam ediyor.

Halen yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın başında küresel emperyalizm, bizim dünyamızda, Müslümanlar arasında çatışmalar ve savaşlar çıkartma peşindedir.

Böyle bir zamanda “İttihad-ı İslam” yani İslam Birliğini konu alan bu toplantı, inşallah önce bizim, sonra da bütün İslam dünyasının uyanışına vesile olur.

İlk yıllarında siyasete olumlu bakan Bediuzzaman, daha sonra bu görüşünü değiştirir ve “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[4] der. Nur Allah’ın nuru’dur. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’dır, İslam’dır.

Ancak batı destekli güzel süslenmiş yalan ve maddi menfaatle kamufle edilmiş sapık fikirler; ırkçı görüşler ve ayrılıkçı düşünceler ortalığı kaplamış; siyaset, dinin önüne geçmiştir.

Hâlbuki “siyaset bir nur değil, aksine bir topuzdur”. “Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.

“Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz”[5] diyor.

Üstad gibi birinin yapamayacağını kim veya kimler başarır veya başarmaktadır?

Günümüzde en fazla üzerinde durulması gereken “imanî hakikat” budur.

Buraya bir bal mumu yapıştırarak meselenin günümüzle ilgili boyutuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğu 20 Ocak 2001 tarihinden sonra geliştirdiği ve ABD tarafından halen uygulanmakta olan bir anlayış ve siyaset var.

Bu siyaset, Haçlı zihniyetinin çağdaş versiyonu ve/ya bilimsel olanıdır denilebilir bir stratejidir.

Beyaz Saray çevresindeki uzmanlar, dünyanın en büyük ve güçlü devleti ABD olduğundan, dünyanın tek hâkiminin Tanrı gibi algılanması gerekir. Bunun için de Tanrı dünyayı ve insanları ne ile nasıl idare ediyorsa, ABD başkanının da öyle idare etmesi gerektiği şeklinde bir algıyı bilim ve strateji dünyasına ve ABD politikalarına taşıdı.

Sırf bu amaçla geliştirilen “strategy of Religion” Din Stratejisi, “strategy God ”Tanrı Stratejisi” çalışmaları, asıl hedefin, sömürülecek ve kullanılacak ana kitlenin Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bu defa Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki menfaatlerini koruyabilmek ve geliştirebilmek adına, İslam’ı nerede, kime karşı, nasıl kullanacağı araştırmalarına yönelmiş ve böylece “strategy of İslam” orta çıkmıştır.
Bu konuda ABD’de onlarla kitap ve makale yayınlanmıştır.

İslam’ın hangi mezhebini, hangi tarikatını, hangi cemaatini, ne zaman, kime karşı, nasıl kullanacağını ortaya koyan çalışmalardan İslam dünyasında kaç kişi haberdardır?

Unutmayalım ki, Küresel emperyalizmin hedefi, Müslümanların yaşadığı “İslam Dünyası”dır.

Küresel emperyalizm, tıpkı Sovyetlerin çöküşünün, bir tek mantar tabancası patlatılmadan başarılması gibi, -hiç masraf etmeden- Müslümanı Müslüman’a kırdırarak amacını gerçekleştirmek istemektedirler.

Bunu ortaya atanlara göre İslam aşırı, marjinal, anarşi ve terörü besleyen bir dindir. Onun için de bunun terbiye edilmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi gereklidir.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu için icad edilip uygulamaya konulan ILIMLI İSLAM bu stratejinin en önemli uygulama bölümüdür.

21. yüzyılın başında içinde yaşadığımız tarih diliminde, İslam dünyasında çıkartılmak istenen Şii- Sünni ihtilafı veya çatışmasının kaynağı da aynı stratejidir.

– Çağın ilmini, fennini, sosyal, kültürel, siyasi ve diğer alanlardaki gelişmelerini bilmeden “ittihad-ı İslam” demekle bu birlik gerçekleşseydi, yaklaşık iki yüz yıldır çoktan gerçekleşmez miydi?

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını

– Diyen Mehmet Akif’i can-ı gönülden dinlemiş ve yeteri kadar çalışmış olsaydık, bu durumlara düşer miydik?

2006 sonu haccıydı. Mekke’de, Türkçe adı ile ”Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”nda, Vakfın o zamanki başkanı, Ummü-l Kura Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS ile üç yarım gün süren “Ehlibeyt Sevgisinin, İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının güçlenmesindeki rolü” konulu konuşmamız sırasında demişti ki;

“- Şu anda reel olarak bir İslam dünyasından bahsedemeyiz. İslam ülkeleri gibi görülen devletler, emperyalizm denizine batmışlardır, sadece Türkiye’nin başı emperyalizmin dışındadır. Onun da bedeni emperyalizme batmış görünüyor.

Emperyalizmden kurtulma umudu olan tek İslam ülkesi Türkiye’dir.

– Bir Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendisini koruyacağına inandığı bir güç olmasa, yüksek sesle ne “Müslüman’ım” diyebilir, ne de “Kelime-i Şahadet” veya “Kelime-i Tevhid”i okuyabilir. Mesela biz, Mekke’de, Kâbe’nin yanında bile bunu söyleyemeyiz. Emperyalizm bu derece etkilidir” dediğinde,

– Peki bu güç nedir, kimdir, bölgesel mi, küresel mi, diye heyecanlanmıştım. Cevap verdi:

– Bu güç sadece bir tanedir. Gücü, tarihi ve kültürel geçmişinden geliyor, dedi. Adı var mı diye sordum.

70 yaşındaki Seyyid cevap verdi:

– “Bu gücün adı, “ceyşu-l etrak” Türk Ordusu’dur. Kadere bakınız ki, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller!

O, Hakk’a erdi.

Son din ve son peygamber, “”güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“[6]

Ahlâk, Yaradan’dan başlayarak yaratılanı da sevmeyle başlayan, davranışlar bütünüdür.

Müslüman olarak diğer Müslümanları ne kadar seviyoruz?

Kutlu Peygamberin Eşi Hz. Marya Validemizin akrabaları olan Çingeneleri, Nakşilerle aynı silsileleri paylaşan Alevileri, en az bin yıldır beraber olduğumuz ve bölgede kurulmuş Türk devletlerinin vatandaşları olmuş Kürtleri, Arapları, Zencileri, Aptalları ve İslam’ın Sancaktarı olan büyük Türk Milletini ne kadar seviyoruz?

Sevgi olmadan birlik, ittihad, ne diyorsak, o nasıl olacak?

Şimdi, günümüzde, din adamları başta olmak üzere, hepimiz ahlâki problemler yaşamıyor muyuz?

Şimdi küresel emperyalizm, Müslümanlar arasında teslim alamadığı kaç şahıs ve organizasyon kalmışsa, onların peşinde koşmuyor mu?

– Müslüman olarak, diğer Müslüman’ın aleyhinde bulunmayı en önemli “tebliğ” zannedenlerimiz yok mu?

Mü’minler kesinlikle kardeştirler, (kardeşler arasında ihtilaf olduğunda) kardeşlerinizin arasını bulun, barıştırın, uzlaştırın onları. Ve Allah’tan çekinin ki, merhamet olunanlardan olun”[7] (Hucûrat:10). Ayetini başımız derde girmeden, toplumsal facialar ortaya çıkmadan hatırlıyor muyuz?

Kur’an Müslümanların temel kitabıdır ve Ahlâk, Kur’an ve Kutlu Nebi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ile tamamlanmıştır.

Kendisini, misafir olarak hacca davet etmek için görevli olarak gittiğim bir Alevi vatandaş bana sordu:

– Davetinizi kabul edersem, bana harcayacağınız para, bana helal para mıdır? Helal değilse ve gitmeye karar verirsek, son kuruşuna kadar bütün paramızı ödemek şartıyla bizi misafir sayar mısınız?

Hacca misafir olarak davet edilmiş binlerce insan içinde, sadece bir kişinin sorduğu ve sorulanı donduran bu soruyu, her yediğimiz lokmada, hepimiz sorduğumuzda, İslam birliği kendiliğinden kurulacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.

Bu ahlaki olgunluğa ulaşmak için, nefsimizden başlayarak, “Allah” diyen, “lailahe illallah” diyen, “Muhammedün Rasulullah” diyen herkesle barışmadan; paraya, ideolojiye; siyasete ve güce karşı zaaflarla “ittihad-ı İslam” lafta kalmaya mahkûmdur.

İslam’ı, elinde tutuyor gibi göstererek siyaset yapanlara ve İslâmî hassasiyetleri olanları da içlerine katmaya çalışanlara, hep birlikte Bediuzzaman gibi seslenmeliyiz:

İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”[8] demeliyiz.

Bunu diyebiliyorsa, mesele yok.

Hayır, bir elimle “nur”u, diğeri ile de ”topuz”u tutmaya devam edeceğim, diyorsak,

Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyorsun” diyenlere, verilecek cevabımız var mı?

Euzü billahi mineşşeytani ves siyaseh”.

Dr. Abdülkadir Sezgin / Risale Akademi

________________________________________
[1] Sosyolog (Soysal yapı ve Sosyal değişme Uzmanı), Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
[2] Münâzarât, s. 113

Husumetin tedavisi muhabbet, ihtilafın, çözümü ittifaktır

Hekimoğlu İsmail, Bediüzzaman Said Nursi’nin 101 yıl önce Şam’da irad ettiği hutbenin güncelliğini koruduğunu söylüyor. Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye adıyla ünlü bu hutbenin, hayatına uygulamaya çalıştığı unsurların başında geldiğini belirtiyor ve Yüzyıllık Müjde adlı kitabında anlatıyor.

-Şam bugünlerde kan ve gözyaşıyla gündeme geliyor. Her gün ölen yüzlerce insanın dramı yansıyor medyaya. Tam 101 yıl önce 1911 yılında Şam’daki Emeviyye Camii’nde Kürt kökenli bir İslam âlimi Arap toplumuna çok farklı bir hutbe okumuştu. Daha sonra Hutbe-i Şamiyye adıyla meşhur olacak olan bu hutbe o kadar ilgi görmüştü ki aynı hafta içinde iki kere tab’ edilerek halka dağıtılmıştı. 35 yaşındaki Bediüzzaman Said Nursi, Şam’da Arapça irad ettiği hutbede çağın hastalıklarını tespit ederek çözüm önerileri sunuyor ve bunu izah ediyordu. O gün onu 10 bine yakın insan dinlemişti. 39 yıl sonra bizzat Üstad’ın kendisinin Arapçadan tercüme ettiği ve eklemeler yaptığı Hutbe-i Şamiyye hâlâ güncelliğini koruyor.

1950’li yıllarda imkânlar ölçüsünde aldığım 15-20 kitapçığı arkadaşlarıma dağıtıyordum.” diyen Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye’den aldığı dersleri bugünlerde “Yüzyıllık Müjde” adıyla bir kitapçık haline getirdi. “Benim hayatım, Risale-i Nur hakikatlerini okumak, anlamaya ve yaşamaya çalışmaktan ibaret.” diyen Hekimoğlu İsmail, hayatına uygulamaya çalıştığı risalelerdeki prensiplerin başında da Hutbe-i Şamiyye’nin geldiğini belirtiyor. Manen tekâmül, maddeten terakki etmenin sırlarının bu kitapta toplandığını ifade eden Hekimoğlu İsmail’e göre ferdin, ailenin, milletin, devletin terakki ve tekâmülünün yolu bu eserde anlatılan hakikatleri yaşamaktan geçiyor.

Üstad, İslam âlimlerinin de bulunduğu bir mecliste âlem-i İslam’a verdiği, Müslümanların yaşadığı sıkıntıları anlatan hutbesinde altı hastalığa dikkat çekiyordu. Bunlar; ümitsizlik-yeis, hilekârlık, husumet-düşmanlık, ihtilaf, istibdat, ferdiyetçilik… Bediüzzaman’ın bu hastalıklara önerdiği tedavi yolları ise şunlardı: Ümitvar olmak, dürüstlük, muhabbet, ittifak, İslami değerler ve meşveret…

Bediüzzaman Said Nursi, İslam’a hizmetle vazifeliydi. Vazife ise tahkiki imanı temin etmekti.” diyen Hekimoğlu İsmail, “Üstad ne yaptı? Cami ile okulu birleştirdi. ‘Dinsiz ilim yoktur.‘ dedi. Seccade ile tezgâhı bütünleştirdi. Akıl ile vahyi birleştirdi.” şeklinde konuşuyor. Bir hatırasını da anlatan Hekimoğlu İsmail, 1950’li yıllarda yaşadığı olayı şöyle aktarıyor: “Şeriatçıyım’ diye beni mahkemeye vermişlerdi. Savcı diyor ki: ‘Dinciler şeriati getirip sistemi ortadan kaldıracaklar.’ Hâkim ‘Ne diyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Şeriat nereden gelecek, arabayla mı gelecek, uçakla mı gelecek?’ dedim. Hâkim bağırdı, ‘Doğru konuş.’ dedi. ‘Şeriat gelmez.’ dedim. ‘Şeriat yaşanır.’ dedim. Öylece beraat ettim.” Hekimoğlu İsmail, Türk-Kürt meselesine ise şöyle bakıyor: “Bediüzzaman Said Nursi Kürt’tür. Biz de Türk’üz. Allah Kürtlerden Said Nursi’yi gönderdi, Türkleri de ona talebe etti, böylece Allah Türklerle Kürtleri kardeş yaptı. Beraber yedik içtik. Bugünkü anarşik olaylar, Üstad’ı anlamamaktan kaynaklanıyor.

Altı hastalık nedir?

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimai-ye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum. (Risale-i Nur’dan)

Serhat Şeftali / Zaman Gazetesi

Hutbe-i Şamiye’ye Sosyolojik ve Eleştirel Yaklaşım ve Bir Bediüzzaman Sosyolojisine Doğru

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Dünyada büyük gelişmelerin olduğu dönemlerde bilim ve sanatın gereken önemi gördüğünü müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde, burada ise Hutbe-i Şamiye’de genel bir perspektifi var, yani her olayda onu yöneten temel bir prensibi var. Nereye baksa o temel noktadan hareket ediyor. Bilim ve sanata dayanmayan değişmeler kabukta kalmış ve toplumlara bir şey getirmemiştir. Son yüzyılda izmlerin toplum hafızasındaki kalıcı izleri ile dinlerin mükemmel eylemlerle temsil edildiği tarihi dönemlerdeki sanat ve ilim tesirleri kıyaslanamaz. Bediüzzaman medeniyet tarihini okumuş demiyorum, okumanın ötesinde medeniyetin neler üzerinde gerçekleştiğini görmüş. Bu yüzden temel argümanları her zaman her konuştuğunda veya yazdığında çeşitli şekillerde hissettirir, gösterir, hatta bazen ona ikazda bulunur.

GÖZLEMLERE DAYANAN KONUŞMALAR

Bediüzzaman bizde ayrıntısı verilmeyen şablon cümlelerden kaçınır. Onun siyasetnamelerinde yani toplumu reorganize etmeye yönelik toplumsal, sosyal eserlerinde kendisine gelinceye kadarki gelenekten ayrıldığı yön, gözlemlere ve ayrıntıya dayanarak konuşmadır.

Hutbe-i Şamiye’de değişimin sağlanması için iki ana bakış açısı ile bakar her şeye:
Birisi fenni diğeri ise sanatlı bakış.

Çünkü fenlerin ve sanatın bakış açısı ile evreni ve insanı yorumlamayan bir düşünceden insanın melekat birliği doğmadığı gibi toplumların devletlerin de birlikte olması imkânsızdır.

Osmanlı kültürünün hükmettiği coğrafyalarda sadece siyasi bir birliktelik değil edebi ve kültürel bir birliktelik üzerinde durduğu görülür. O siyasi anlamda bittikten sonra da onun asıl yıkılması kültürel ortaklık ve birlikteliği sağlayan eserlerin ve felsefenin yok edilmesi olmuştur. Onun yerine konan kültürün ve sanatın, bilimin ve fennin toparlayıcı bir yapısı olmadığından dolayı sonraki inhitatlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Onun fenni ve sanatsal bakış açısı her cümlesinde hissedilir.

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuştur ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41)

Burada iki büyük birliktelik sağlanmıştır.

Tarih boyunca ilimle din bir türlü bir araya gelmemiş, birinden dinsizler diğerinden mutaassıp insanlar ortaya çıkmıştır.

DİN İLİM ve SANAT PARALEL

Burada Bediüzzaman hem dinler tarihinin hem bilim ve fen tarihinin göremediği bir yorum yapıyor. Allah’ın esas maksadı ile fenlerin maksadı arasındaki göreceli olmayan ilişkiyi ortaya koyuyor. Sanatın maksadı: Güzellik ve hüsün ve mükemmeliyet.

Ama burada oraya gidiş yolu fenlerin araştırmalarıdır, Allah’ın da maksadı nihai noktada sanatın hedeflediğidir. Ama sanat bu sonuçlara varmak için dini göz ardı etmiş, Bediüzzaman ise olayın özünde fenlerin araştırmaları ile Allah’ın hedefi arasında birlikteliği yakalamış, bu da sanatın hedefidir. Burada din, ilim ve sanat arasında bir paralellik kurulmuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ – FATİH – YAVUZ SULTAN SELİM

Bediüzzaman’dan önce Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiğini gören siyasiler ve üdeba siyasetnameler yazmışlar.

Namık Kemal Evrak-ı Perişan isimli eserini padişahları ataları gibi davranmaya ve onlar gibi misyon ifade etmeye çağırır. Büyük Osmanlı ve İslam hükümdarlarını örnek gösterir. Bunlardan biri Selahattin Eyyübi’dir. Diğeri Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz, biri Fatih biri de Yavuz Sultan Selim’dir.

Devletin toparlanmasını yukarıdan bir mantıkla düşünür. Padişahın değişmesi ile ataları gibi yönlendirmesi ile imparatorluğun kurtulacağını örgütler.

Bediüzzaman ise böyle yukardan bir reçete ile değil, bizzat çözülmenin kaynaklarına nerede battığımızı gösterir, nereden hareketle yukarı çıkacağımızı birlikteliğimizi sağlayacağımızı anlatır.

Tanpınar bu biyografileri anlatır. “1872 ile 1873 arası ilk üç cüzü Selahattin-i Eyyübi, Fatih, Sultan Selim yazılan ve Devr-i İstila ile beraber Evrak-ı Perişan adı altında neşredilen bu biyografilere Kemal, Magosa’da ayrı bir mukaddeme ile Emir Nevruz’u ilave etmiştir. Söylemeğe hacet yok ki bu dört insanda Kemal, kendi fikirlerinin kahramanlarını görmektedir.

Mücadeleleriyle Haçlılar istilasını karşılayan Selahattin-i Eyyübi İslam birliğinin bir kahramanıdır.

Fatih ‘in dehası ona göre bir istilanın kazançlarını bir vatan haline getirir.

Sultan Selim safevilerle olan mücadelesiyle Mısır’ın ve Arabistan fethiyle Hilafetin İstanbul’a nakli ile yine i s l a m b i r l i ğ i n i n kahramanıdır. (Tanpınar, s. 400)

Bediüzzaman İslam birliği fikrinde Namık Kemal ile halef seleftirler, o da İslam birliği idealine çalışmış bu uğurda mücadele etmiş, eserler yazmış, tarihi eserler kaleme almıştır.

Dikkat edilirse onun sevdiği şahısları Bediüzzaman da sevmekte ve fikirlerini takdir etmektedir. Namık Kemal’in ileri sürdüğü iddialar bugün Bediüzzaman tarafından sahayı tatbike konulan düşüncelerdir. Evrak-ı Perişan bizi muharrirlerimizin kahraman ve vazife fikrine getirir.

O sade fertlerin değil cemiyetlerin dahi bir misyonu olduğuna kanidir.

Türk milleti onun nazarında ila-yı kelimetullaha memur olan bir millettir.

İslam ise ittihatla mükelleftir.

Dostoyevski’nin Tanrısını taşıyan milletine çok benzeyen bu düşüncenin Şinasi’den geldiği görülür. Kahraman topluma ait bu vazifeyi nefsinde en kuvvetli duyan ve duyuran adamdır.

Selahattin-i Eyyübi başa geçmekten o kadar çekinmesine rağmen emirliğe ve hatta hükümdarlığa muayyen bir işi yapmağa memur olduğunu anladığı için razı olur.

Yavuz tıpkı Selahattin gibi cemiyet hayatının kendisinden istediği şeyi yapmakla mükelleftir.
Fatih keza yukarda söylediğimiz gibi imparatorluğu tabii hudutlarına Anadolu’yu milli Rumeli’yi coğrafi birliğine kavuşturacaktır. O da misyona sahiptir.

Emir Nevruz misyon sahibidir Moğollar onun zamanında Müslüman olacaktır. Celal misyon sahibidir, Moğollara karşı İslam alemini muhafaza edecektir.” (Tanpınar, s. 403) Bediüzzaman zorunlarla İslam birliğini Namık Kemal ise şahıslarla, örnek şahıslarla savunur.

MADDÎ MANEVİ BATARYALARI GEREKENİ YAPAMAYAN İNSAN

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de insandan hareketle çözülmüş hayata bakış açısı karartılmış, maddi manevi bataryaları gerekeni yapamayan insandan hareket eder. Bediüzzaman toplumun birlikteliğine giderken bu güne dek geri kalışı “bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran” nedenleri anlatır. Bu eserin başlangıç noktasıdır, buradan hareketle ileriye doğru gider. Bu özellikleri kendinde taşımayan bir insan ve cemiyet elbette ne kendi birliğini ne de toplumun birliğini bunlardan ötesi İslam birliğini nasıl gerçekleştirsin.

Ümitsiz, sadakat hissini kaybetmiş, özellikle bu ikincisini söylerken üstü kapalı o dönemde İngiliz siyaseti ile Osmanlıyı arkadan vuran Müslüman ve Arap ülkelerini ikaz eder, çünkü burada sıdk ferdi bir arıza olmanın ötesinde siyasi bir hastalıktır. Çünkü yüzyıllarca birbiri ile birlikte yaşamış millet birbirini arkadan vurmaktadır.

Yemen de kaleye hapsedilen Osmanlı askeri acından ölmektedir, kumandan Molla olan yemen kumandanına bunların Müslüman olduğunu, acından öldüğünü hatırlatır, onun söylediği ise “Osmanlı burayı terk etsin, daha ötesini istemiyoruz” der zulmüne ve lakaytlığına devam eder.

Bediüzzaman “Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede ölmesi” ile bunu kasteder.

Adavete muhabbet, nurani rabıtalara kayıtsızlık, istibdad, şahsi menfaat fikri.

Şimdi bu altı özellik bir ferd için gerekli olduğu gibi toplumlar için de gereklidir. Bediüzzaman birlikteliği bu psikolojik, dini ve psikanalitik değerlere bağlarken, eleştirisini insan merkezli yapar.

Namık Kemal ve benzeri Tanzimat üdebası daha sonraki dönemlerdeki yazarlar ve siyasiler hep yukardan inme bir eleştiri yaparken Bediüzzaman insandan başlar önce onun kurtarılmasını ve bazı yapıcı özelliklere sahip olmasını düşünür ve fikirlerini insan üzerine kurar.

TARİHTEN HABERSİZ OLMAK

Bediüzzaman ferdi ve toplumsal anlamda eleştirisinin bir öğesi de tarihten habersiz olmaktır. “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” diyerek tarihin insanlar için zorunlu bir mukayese ve gelişme unsuru olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Japon başkumandanının tarihi tespitini kendi onaylar.

“Hakikat-i İslamiyet’in kuvveti nispetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini t a r i h gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-ı İslamiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” (Hutbe-i Şamiye, s. 24)

Metnin devamında tarih bize gösteriyor ki, tarihler bize bildiriyorlar gibi tekrarlar ile tarihe dikkat çeker. Bir ideal insan ortaya çıkarmak gerekiyor ve onunla toplumun ve İslamın birlikteliği sağlanacaksa o kişinin fikirlerini tarih ile müşavere etmesi gerektiğini anlatır.

ONARMAK İÇİN ELEŞTİRİ

Eleştirilerin zeminine aklı ile düşünen, Kur’an’ın akla hitab eden hitaplarını hesaba katan, ilim ve fennin verileri ile olayları yorumlayan bir insan istemektedir. Camii Emevi’deki insanlara ve ehli ilme bütünlük kazanmış bir insan, doğru düşünmek ve fikretmek için ideal bakış açıları ile cihazlanmış bir insanın bizi ve hepimizi kurtaracağını salık verir. Eleştirmek için değil, tamir etmek onarmak için eleştirir. Bediüzzaman’ın gözlem gücünü insanımızın nerelerden kaybettiğini uzun süreli takiplerle elde ettiğini göstermektedir.

KENDİ GELENEĞİNDEN KOPAN AYDIN

Türk sosyologlarının bugün tartıştığı bir mesele batıya bağımlı düşünmektir. “Eleştiri ve tartışma fikre büyük değer katar, katkı sağlar. Ülkemizde bağımsız düşünme ve birlikte harekete geçme olanaklarının kısıtlı oluşu geliyor. Türk düşüncesi 200 yıldır batıya göre biçimlenmiştir. Kendi geleneğinden bağını koparmıştır. Türk aydını entelektüeli dünyayı kendi gözleriyle görmüyor, referansları farklıdır. Bir ülkenin aydını ve entelektüelinin bağımsız düşünme alışkanlığını kazanması gerekir. Gerçek anlamda bağımsız entelektüel etkinliğin yolu da bağımsız ipoteksiz düşünmekten geçer.” (Sosyoloji Yıllığı 20/57)

Bediüzzamanın sosyal organizasyonları, cemiyeti ve dini yeniden toparlamaya dayanan fikirleri tamamen ülkenin kendi insanı ve şartlarına göre yapılmıştır.

Münazarat da aşiretleri masaya bir anatomist gibi yatırmış oradan bakmış.

Muhakemat da din, edebiyat ve sanat, kelam ve daha başka konulardaki mutadı eleştirmiş,

Hutbe-i Şamiye’de ise İslam milletlerini oluşturan insanları ve toplumları bir Caminin penceresinden görmüş ve eleştirmiş ideal olan duruş ve davranışları belirlemiştir. Onun farklılığı sosyal bakışının harikalığı buradadır.

Sosyolojimiz Bediüzzaman’a özel bir sayfa açmalıdır, bugün olmasa yarın bu muhakkak olacaktır. Çünkü onun bütün eserlerinin sosyolojik yanları vardır, hepsi yerinde yorumlanacaktır. En büyük sosyolojik yönü dinin toplumda algılanma ve değerlendirme tarzındaki yanılgıları ülfet, gaflet ve dalaletleri tamir etmektir, bunu yapmıştır, diğerleri de buna ilave edilebilir.

Bir Bediüzzaman Sosyolojisi oluşturulmalıdır. Türk aydınının körlüğü gittiği gün bunu bütün çıplaklığı ile görecektir. İbni Haldun’dan Ahmet Rıza’ya sonra Cumhuriyetin kültürel yapısını oluşturan Ziya Gökalp’a kadar bütün sosyologların bakış açıları ve toplumu etüd etmeleri ile Bediüzzaman’ın fikirleri karşılaştırılmalı ve yeni bir toplum ortaya çıkarma veya düşüş ve çözülme dönemlerindeki toplumu sağlıklı bir yapıya kavuşturma konusunda onun fikirlerinin fevkaladeliği ortaya konmalıdır ve konacaktır.

İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN PORTRESİ

Bugün Mustafa Kemal ve onun arkasında Ziya Gökalp’ın görüşleri ile Bediüzzaman’ın görüşleri sosyolojik açıdan karşılaştırılmalıdır. Çünkü şu an Anadolu sahnesinde olan onların görüşleridir. Yüzeydeki kavgaların ve çekişmelerin aslında bu ikili duruş ve hareket vardır. Bu yüzden bir adamın kabul edilmemesi reddetmek tarzında değil de onun karşısındaki en makul duruşa revaç vermekle ve onun fikirlerini avami bir din hareketi gibi değil, entelektüel bir birikim tarzında yorumlamak ve Türk ve dünya aydınına onun görüşlerini akademik ve ilmi bazda anlatmak gerekmektedir.

Müslüman Anadolu toplumu ruhsal telakkileri ve iştiyakı ile hangi tür bir toplumsal tedavi mekanizmasını kabul ettiğini ve neyi reddettiğini bugün içinde bulunduğumuz durumda göstermektedir. Bu gün Türkiye bir kültür ve siyaset krizinin çeşitli sancılarını yaşıyorsa bunun nedeni klasik sosyoloji reçetelerinin tedaviyi geçersiz veya bu yapıyı onların ortaya koymasıdır.

Bediüzzaman’ın kendinden önceki büyük sosyologlardan farkı o değişimi fertten başlayarak yukarıya doğru düşünür. Onun gayreti bütün Risale-i Nur da şu anda Hutbe-i Şamiye’de kişiden hareket etmektir. Hutbe-i Şamiye’de bütün anlatılan bahisler eleştirilen ve yerilen bir insan portresi ile onun yerine konan ideal bir insan ve Müslüman portresidir.

İbn-i Haldun, Ahmet Rıza ve Ziya Gökalp yukardan bir mantık ile toplumu düzeltmeyi ve yapıyı organize etmeyi düşünürler. Mesela altı büyük hastalık insana ait arızalardır, bunların yerine hangi olumlu özellikleri yüklemek gerektiğini anlatır. Kötülerin yerine yenileri ikame eder. Yirminci sahifeden başlayan altı arıza ve onların yerine konulan müspet vasıfların izahı elli sahife sürer. Demek Hutbe-i Şamiye toplumsal düzenleme insan üzerine mükemmel bir insan portresi üzerine kurulmuştur. Bütün eleştiriler ve önerilen yeni vasıflar insanı kurtarmak, toplumu kurtarmak, İslamı kurtarmaktır. Ferdi anlatılan özelliklerle donatmadıktan sonra yukardan aşağıya hangi düzenlemeyi getirseniz yeni bir şey yapamazsınız.

Bizim modern dönem dediğimiz batılılaşma serüvenimizde bütün değişim devlet üzerinden yapılır, çürümüş bir ferd ve ondan doğan aile mahalle ve şehir ve ülke nasıl ayağı kalkabilir. Bediüzzaman’ın bu bakışı kendinden öncekilerde yoktur. O mesele ve dejenere olan ile iyi bir empati kurmuştur.

Ziya Gökalp Osmanlıyı yıkmaya çabalayan bir mantık içinde yıkılıştan sonraki toplumun sosyolojisini yapar, Bediüzzaman ise geleceği gören biri olduğundan Osmanlının inhitat döneminde de o yine Osmanlı ve ittihad-ı İslama inanmış bir insandır, şartlar bunu gerçekleştirecek bir boyutta olmadığı halde o yine onları gerçekleştirmenin yorumlarını yapar. Cumhuriyet kurulduğunda dahi batı menşeli bir cumhuriyet fikrinde ısrar eden o günün insanlarının sa’ylerinin heba olacağını söyler, ama onlar artık yollarına girmişlerdir. Bediüzzaman sosyal bir elbisenin ömrünün ne olacağını bildiği için “Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyat ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Şimdi o gün daha taze bir devletin ömrünün nereye kadar olacağını ilahi bir deha gözü ile görmüş ve zaman onu haklı çıkarmıştır. Onlardan ayrılmış, ama o Cumhuriyetin eksiği olan mana ambarını telif ettiği eserleri ile doldurmuş, sonra iflas etmiş bir uygulama, mükemmel bir uygulama ile rövanşı ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman’ın mecliste okuduğu bahis içinde Ziya Gökalp’ın kültür ve devlet felsefesi vardır. Çünkü da harici düşünür, batılı sosyologlardan aşırma düşünür.

Prof. Dr. Himmet Uç

Said Nursi’nin Sözleri Duvara Asılmalı

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez, Risale Akademi ve AKAV tarafından 4 Şubat 2012 tarihinde düzenlenen “Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış” konferansına katılarak bir konuşma yaptı.

Görmez, Bediüzzaman Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye eseriyle hocası aracılığıyla tanıştığını, aradan 100 yıl geçmesine rağmen hala güncelliğini koruduğunu söyledi. Görmez, bazı cümlelein hattatlar tarafından yazılarak duvarlara asılması temennisinde de bulundu.

İşte o video:

Kaynak: Risale Haber

Şam’dan Ankara’ya Esen Rüzgar

Bir şarkı vardır;

Boş yere ağlama

Kalbini bağlama Ankara rüzgârına

Ankara rüzgârı ile kastedilen bir sevgilinin sevda rüzgârının rüzgâr ile başka bir coğrafyaya gitmesi midir? Çünkü rüzgâr bizim kültürümüzde haber götüren getiren manalarına da gelir.

Urfa’nın medar-ı iftiharı Hazret-i Nabi, Cenab-ı Nebi-i Zübde-i Âlem için söylediği bir kasidesinde, rüzgâra bir haber yükler, Hazret-i Nebi’nin memleketine yollar.

Ey bad-ı saba, uğrarsa yolun semt-i haremeyne

Tazimimi arzet o Resul-i Sakaleyne

Der. Habibullaha kendi muhabbetini rüzgâra yükleyerek gönderir.

Fuzuli-i Bağdadi:

Ne yanar kimse bana ateş- i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı

Yalnızlığında dostu olarak saba rüzgârını görür. Kimseleri olsaydı Fuzuli olmazdı, çok fazla dostu olanın ruhsal varlığı talan olmuş olur. Ne kadar üretici zekâ varsa içine kapanmış, kitabı gözlemi kendine rehber etmiş.

OTUZBEŞ YAŞI ve ŞAM HUTBESİ

Şam tarih boyunca İslamın büyük camisinin bir hitap kürsüsü olarak yorumlanmış, devirler değiştikçe büyük âlimler o kürsüden değişen dünya ve din mantığına paralel olarak konuşmuşlar.

Bu geleneğin son devirdeki temsilcisi Bediüzzaman Şam’da Hutbe-i Şamiye isimli eserini irad etmiş. Selaniğe, Kostruma’ya İstanbul’a Makedonya’ya, Ankara’ya çeşitli vesilelerle giden bu büyük zat acaba otuzbeş yaşında Şam’a giderken neler düşündü?

Orada konuştukları mutasavver mi idi, yoksa irticali olarak mı bunları konuştu.

Çünkü konuşulan metin İslam dünyası ve özellikle İslam dünyasını temsil eden insanın üzerinde derinlikli olarak düşünmüş bir büyük münevverin fikirlerini yansıtıyor.

Bediüzzaman cüzi olaylardan değil çok yüksek bir noktadan toplumun içinde bulunduğu durumu görüyor.

Avrupalılar son dönem Osmanlısını Hasta Adam olarak isimlendirmişler. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren gittikçe artan bir hızla hasta adamı pasta adam yapıp yemeyi planlamışlar, adeta geçmişte yaptıkları haçlı seferlerinden daha dessasane hücumlarını bu dünyaya yöneltmişlerdir. Bediüzzaman da Osmanlı’nın hasta olduğunu biliyordu.

Değişik coğrafyalardaki seyahatlerinde bunu izliyordu. Çünkü siyasi çalışmalarının maya tutmayan süt gibi eline gelmesi onu rahatsız ediyordu. İngiliz müstemlekat nazırının Kur’an’ı kaldırmak konusundaki fikri ona hastalığı tedavi edecek ilaca sarılmayı sağladı. Biri hasta adamı anlamış onu öldürmek ve bölüşmek istiyordu, ama Kur’an oldukça bunun zorluğunu anlıyor, hastayı diriltmemek üzere öldürmeyi planlıyordu. Önünde engel Kur’an ‘dı .

MÜSLÜMAN İNSANI DİRİLTMEK

Ne gariptir İngiliz’in mantığı ile 20 li yıllardan sonra Kur’an’ı kaldıran, çocuklara elifba okutan kadınları ve erkek hocaları nezarethanelerde öldüren bir mantık ile aynı idi.

Demek bir yeni düzen kurulmuş ama arkasında hükmeden yine aynı İngiliz mantığı idi, yoksa kurulan yeni gecekondunun efkârını da onlar mı belirlemişti. Perdenin arkası hem karanlık hem aydınlık! Bir dönemin büyük adamları yoksa figüran mı ha ne dersiniz.?

Bediüzzaman o dönemin toplum mühendisi olan yazarlar gibi, kurtarıcı reçeteyi ırkçılık olarak görmüyor, ırkı ne olursa olsun Osmanlı olan toplumu diriltmek, hasta olan devleti değil, yapı taşı hasta olan Müslüman insanı diriltmek istiyordu. Zannedersem o Şam’a giderken bunları düşünüyordu. Bu fiktif tespitimi onun konuşma metninden çıkarsıyorum.

Bediüzzaman bir tabib, bir doktor, onun Hastalar Risalesi diye bir eseri var, bedensel açıdan hasta ruhsal açıdan direncini kaybetmiş insanların bedenini ve ruhunu yatalak olmaktan kurtarıyordu. Ne kadar ileri görüşlü bir adam ki o hastanın yerine yine bir önemli Hastalar Risalesi yazmıştı.

Hutbe-i Şamiye, evet o da bir hastalar risalesi idi.

Çünkü devleti milleti temsil eden insan hasta idi, altı yönden büyük yaraları olan bir insandı. Bütün üdebamızın bir hüzün ve trajik senfonisi gibi ağlaştığı bir dönemde Bediüzzaman hasta milleti kurtarmak ve onunla İslam ittihadını gerçekleştirmek istiyordu, buna basiret desen az gelir, sonra basiret abla sanırlar. Akif bu ümitsizliği hissetmiş;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

Diyor ama zihninin ve coğrafyanın bütün ümit kapılarının kapalı olduğunu düşünüyor, ağlıyordu.

Anadolu’yu karış karış dolaşan büyük insan kurulan gecekondunun tahtalarının perişanlığını görüyor, bu gecekonduda oturmam diyip başka bir eve taşınıyordu.

Bediüzzaman da gecekonduyu görüyordu, ama dünyanın büyük işler yapan bir millet kompleksini koruyan bu yeni gecekonduyu terk etmek istemiyor, her türlü zulme rağmen onu kurtarmayı azmediyor. Bütün çileli hapishane yıllarında bu milleti diriltmek için çareler çeşitli ilaçlar yazıyordu reçetelerine.

Haşirde insanı farelere yem değil semavatta bir sakin olmanın manasını anlatıyor,

Tevhid bahislerinde kâinatı başıboşluktan kurtarıp bir büyük elin emrine veriyordu, semayı boşluk içinde değil âlemdeki harika icraatları seyreden büyük seyirciler olduğunu anlatıyordu.

İşte Bediüzzaman hasta adamın hasta ferdini kurtarmak için Hutbe-i Şamiyede altı çare ortaya koyuyor, sonra ona yataktan kalktıktan sonra âleme dini, sanatsal, ilmi bir göz veriyor bununla bak âleme diyordu.

Böyle olan bir insanın ittihadı gerçekleştirmek için kendinde yeterli gücü bulacağını gösteriyordu.

Muhtaç olduğu kudret kurtulduğu hastalık ve gözüne gelen yeni güçle elde ediliyordu.

Ankara’da Şam rüzgârı birlikte estiler, Şamda’ki rüzgâr Ankara’dan bütün dünyaya bir daha esti,

Necip Fazıl;

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Artık ey kahpe rüzgâr ne yandan esersen es

Diyorsa biz de Hutbe-i Şamiye ile esen rüzgârın ruhlarımızdaki ve ülkemizdeki insanların ruhuna yeni ruhlar üfleyeceğini düşündük ve öyle azmettik.

Diyanet işleri başkanı Sayın Görmez büyük hakikatı görmüştü, o göreceğini görmüş büyük babanın oğlu, bizim ülfet ettiğimiz metne yeniden bakmış ve elinde büyük kâğıtlara duvarlara asılacak büyük yerlere asılacak büyük cümleleri asmanın gereğini anlatıyor ve harika bir fon içinde Bediüzzaman’a hayranlığını ve büyüklüğünü temsil ediyordu.

Hocası ona Arapça bilgisini test için Hutbe-i Şamiye’nin Arapça’sını verir, o da kendini onunla test eder.

Merak ettim kendisine sordum bu şahıs, yani hocanız kim dedim, “ Babam Mehmet Şerif Efendi “dedi.

Kızım sende Fatihler doğuracak yaştasın diyen şair gibi, Mal Hatun’dan Osman’ın soyu çıkmış, ana getir ki evlat doğura.

Büyük Doktor Bediüzzaman hasta olan aşiretlerin tedavi çarelerini ortaya koydu,

Münazarat’ı yazdı.

Aynı Bediüzzaman, sanat ve edebiyatı ve kelamı hasta toplumu Muhakemat ile tedavi ediyordu.

Diğer eserleri de bu paydada toplanabilir.

Bütün konuşmalarda bu hastalar risalelerinin yeni şubesinin şifa şubeleri tartışıldı, büyük bir zerafet içinde, İsmail Benek ve ekibine böyle bir rüzgârı estirdikleri için ne desek azdır.

Sonra bu yazıyı yolda yürürken tasarladım ve içimden bu büyük hakikatler herkesin hakkı, nasıl edelim de bunları onlara ulaştıralım. Allah hizmet aşkı versin diğer aşklarımızı öldürsün, çünkü bir kalpte iki sevgi yaşamaz, Hafız Ali Tahir Abiye :

“Bir yolda iki ayakla yürünür”

Demiş o da bütün malını mülkünü icara vermiş kapanmış büyük Üstadın rahle-i marifetine, Şam’da masatın trajik rüzgârını Allah Hutbe-i Şamiye’nin Ankara rüzgârı ile söndürsün. Âmin

Prof. Dr. Himmet Uç