Etiket arşivi: hz. ali

Çok Eşlilik Dinimizde Tavsiye Edilmiş midir?

Geçen ay erkeklerin birden fazla eş alma konusu gündemdeydi. Herkes bir şeyler söyledi. Okuyucularımdan sorular geldi. Yazmak için ortalığın biraz durulmasını bekledim. Önce konu ile ilgili âyeti hatırlayalım.

Nisâ sûresi 3. âyet-i kerîme:

Eğer yetim kızların haklarını tam gözetemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helal olan kadınlardan ikişer üçer dörder nikah edin. Eğer yine adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız o zaman bir tane ile ya da sahip olduğunuz (cariye) ile yetinin. Bu sizin adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.

Bu âyet-i kerîmenin erkekler ilk yarısını, kadınlar ikinci yarısı görürler, genellikle. Şöyle bir bütününe bakalım. Âyetin başlangıcında Rabbimiz ikinci, üçüncü, dördüncü eşe kadar izin vermiş. Buna kimsenin itirazı olamaz. Âyetin devamında “Adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsınız bir eş ile yetinin.” buyruluyor. İki eş alıp adalete dikkat etmek çok kolay bir şey olmasa gerek ki Rabbimiz âyetin devamında uyarıyor. “Tek eş adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.

Erkeklerin birden fazla eş almalarına izin verilmiş; fakat Rabbimiz tek eş almayı tavsiye ediyor. Âyet-i kerîmedeki birden fazla evlenme emir değil, ruhsattır. Allah (c.c) çok eşliliği teşvik etmemiş sadece izin vermiş, dikkat edilmesi ve iyi düşünülmesi için uyarmış.

Adalet konusu çok önemlidir. Çünkü kul hakkı konusunda hesap vermek çok zordur. Kişi affetmedikçe Allah (c.c) affetmiyor. Adalet konusunda Nisâ sûresi 129. âyet-i kerîmede açıklama getiriliyor:

Ne kadar arzu etseniz kadınlar arasında (sevgi bakımından tam) adalet sağlayamazsınız. O halde (birine) tamamen yönelip diğerini muallakta gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve (gücünüz dahilinde haksızlıktan) sakınırsanız şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Sevgi konusunda adalet sağlamanın mümkün olmadığı bildiriliyor. Fakat eşlerin yanında sıra ile kalma, harcamalar gibi diğer konularda eşit olmak gerekiyor.

Peygamber efendimiz de adalet konusunda erkekleri ikaz etmiş. İki zevcesi olup da birine  meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir.” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Mace, Ahmed)

Hz Ali’nin ikinci eş almak istemesi üzerine, Hz Fâtıma peygamberimize durumu anlatmış, peygamberimiz Hz Ali’nin evlenmesine izin vermemiş. Kadın ya da velisi nikahta böyle bir şart koyabilir. Nikahta şart koşulmamışsa bile, âlimler, kadının kuma ile bir arada durmaya zorlanamayacağını ve ayrılmak isterse ayrılabileceğini bildiriyor.

Sevgili peygamberimiz ilk evliliğini Hz Hatice ile yapmış ve Hz Hatice vefat edene kadar yirmi beş yıl boyunca ne başka bir eşi ne de cariyesi olmuş. Üstelik o zaman Arap toplumunda çok eşlilik yaygınmış. Kırk eşi olanlar bile varmış. Peygamberimiz Hz Hatice’nin vefatından sonra çeşitli hikmetlere binaen birçok eş alıyor. Fakat eşlerinin kıskançlıklarından neler çektiğini de biliyoruz. Hepsine çok sabırlı, adaletli ve merhametli davranıyor.

Fakat kıskançlıkları önleyemiyor. Eşlerinin hepsi de çok mübarek, muhterem hanımlar fakat iş kıskançlığa gelince nefislerine yeniliyorlar. En nihayetinde kıskançlıktan dolayı çıkan bir olay üzerine peygamberimiz artık dayanamayarak hepsini birden bırakıyor. Bir ay boyunca hiçbirinin yanına gitmiyor. “Peygamberimiz eşlerini boşadı.” diye konuşuluyor Medine’ de. Kadınların hatalarını anlamaları üzerine Peygamberimiz onları boşamıyor.

Çok eşlilik peygamberimizi bile zorlayan bir konu olmuş. Bu konuyu erkekler için bir keyif ve eğlenceymiş gibi görenlere cidden şaşıyorum. Kadınlar için zor; ama erkekler için daha da zor bence. İki kadın arasında adaleti sağlamak, iki kadının ihtiyaçlarını gidermek, iki kadını idare etmek. Ben erkek olsam üstüne para verseler ikinci bir eş istemezdim herhalde diye düşünüyorum.

Bir de bu konuda toplumun kültürel yapısı, örf ve âdetleri çok önemli. Türk toplumunda çok eşlilik kabul edilen bir şey değil. Arap toplumunda çok daha rahat kabul ediliyor. Kadınların kocalarına eş bakmaya gittiği, düğün organizasyonunun bile ilk eş tarafından yapıldığı anlatılıyor.

Geçen yıllarda bir tanıdığımın anlattığı olay beni şaşırtmıştı. Eşi vefat etmiş bir beyi, arkadaşı Arap bir kadınla evlendirmek için aracılık yapıyor. Kadın; doktor, otuz yaşlarında ve güzel. Evlenecek olan erkek aracı olan arkadaşına soruyor. “Sor bakalım ilerde üzerine daha genç bir eş almamı kabul eder mi?” diyor. Böyle bir soruyu bir Türk kadına sorsanız ne der? Cevabı size bırakıyorum. Arap doktor “Bir istihareye (rüya) yatayım.” diyor. Güzel bir rüya görüyor, haber gönderiyor.”İstiharem güzel çıktı, ikinci eş almasına izin veririm, benim için bir mahsuru yok.” diyor.

Görüştüğüm Özbekistanlı hanımlar var. Onlarda çok evliliğin normal karşılandığını söyledi. Eşi Türk olan Özbek bir hanım: “Biz evlendik, Özbekistan’da yaşamaya başladık. En yakın arkadaşım da evlenmeyi çok istiyordu. Eşime arkadaşımı ikinci eş olarak almasını söyledim ama kabul etmedi.” demişti. Profesör olan yakın bir arkadaşının da yakınlarda ikinci eş olarak evlendiğini anlatmıştı.

Araçlarda araziye uygunluk vardır. Tabanı yere yakın olan araçlar ancak asfalt yolda güzel gider. Araziye vurursanız, taşlı, engebeli yollarda gitmeye çalışırsanız, aracın kendisi de zarar görür, sizi de yolda bırakır. Tabanı yerden yüksek, cip gibi araçlarla dağ bayır tırmanmanız daha kolaydır. Fakat o araçların da sorun çıkarmayacağı konusunda bir garanti yoktur.

Türk kadınları ikinci, üçüncü, dördüncü eş konularında her araziye uygun olmayan araçlar sınıfına girer. Bu konuda ilk eş de ikinci olmayı kabul eden eş de sorun çıkarır. İlk eş kocasının hayatını burnundan getirir. İkinci eş ise daha geldiği ilk günden itibaren “Nasıl olur da ilk kadının ayağını kaydırır, tek eş ben olurum?” hayalleri kurmaya başlar. Hani kabul edip gelmiştin? diyemezsiniz, yüzlerce sorun sayar.

İlk kadının da işi zordur. Yetersiz kadın konumunda kalmıştır. Kendini diğer kadınla kıyaslar. “Benden daha mı güzel? Sarışın kadınları beğendiğini söylüyordu niye gidip esmerle evlendi? Bunca yıl boşuna mı saçımı sarıya boyattım.” Sürekli kafasında senaryolar yazar: “Bana tatlım dedi, ona da diyor mudur? Ona da böyle dokunuyor mudur? Fasulye yemeği sevmezdi ama o kadın yapınca yiyor mu acaba?”

Sevdiğini paylaşmak kolay bir şey değil tabi. Sevmediğini paylaşmakta zordur gerçi.

Bizim toplumumuz “El ne der?” diye yaşayan bir toplumdur. Zaten bu konuda da elin sözü hiç bitmez. Sürekli çok eşli adamı ve ailesini gözetlerler. “Erkek hangisine çok ilgi gösteriyor? Hangisinin evi daha güzel döşenmiş?” vb…

Yakından tanıdığım ikinci eş olan hanımlar var. Çok dertliler. Bu arada ilk eşler genellikle depresyonda. Kocalar da perişan. Vardır belki ama ben çok eşli olup da mutlu olan bir aile hiç görmedim. Kıskançlık yüzünden rekabet olup kadınların kocaya iyi davranması gerekirken çoğu zaman ikisi birden kötü davranabiliyor. Benim gördüklerimin ve bana yazanların evliliği öyleydi. İki kadın arasında aç kalan, ikisiyle de yatamayan, ortada perişan kalan adamları görünce “Çok evlilik erkek için bir keyif mi, yoksa ağır bir imtihan mı?” diye sormak gerekir diye düşünüyorum.

Kendisi çok çocuk seven ve çocuğu olmadığı için kocasının evlenmesini isteyen hatta kocasına eş bulmak için araştırmalar yapan bir arkadaşım, kocasının ikinci eş almasını kaldıramadı. Kocasının çocuklarını çok sevdi ama çok mutsuz. Depresyon hastası oldu, ilaç kullanıyor.

Bu biraz da bünye meselesidir. Kimi insan elli kiloyu taşır, kimi otuz kiloyu taşıyabilir, kimi yirmi kiloyu taşıyamaz. Elli kiloyu taşıyanı gösterip “Bak o taşıyabiliyor sen niye taşıyamıyorsun?” diye kıyaslama yapmaya hakkımız yok. Bu yüzden hiçbir kadın eşinin ikinci evliliğini kabul etmek zorunda değil. Kimi çok duygusaldır ağır gelir, kimi daha rahattır o kadar dert etmez. Her şeyden önce kişinin kendi ruh sağlığını koruması gereklidir. Boşandığında mı daha rahat olacak, evliliği devam ettirdiğinde mi? Bunları düşünmesi, enine boyuna tartıp “Kim ne der?” demeden en doğru kararı alması lâzım.

Kadın, evliliğini devam ettirme kararı almışsa da “helal olsun” demek gerekir. Fakat bu durum bizde kınanma sebebi. Ne üzerine eş alınan hanımın evliliğini devam ettirmesini ne de ikinci eş olmayı kabul eden hanımları kınamaya hakkımız var. Allah’ın kınamadığı hatta izin verdiği bir şeyi bizim kınamamız terbiyesizlikten başka hiçbir şey olamaz. Bazen ikinci eş olan hanımlardan “Belki kızacak, kınayacaksınız; ama ben ikinci eşim…” diye başlayan mailler geliyor, dertlerini anlatıyorlar. O kadar çok kınanmışlar ki.

Kadınların bu konuda çok ağır tepkileri var. Mesela kocalarının ikinci evliliğini yapan erkeklerle arkadaşlık yapmalarını istemiyorlar, kocalarının huyları bozulmasın diye. İkinci hanım olduğunu bildikleri hanımlara selam vermeyen, görüşmeyen, onların oturduğu masadan kalkan kadınlar var.

Onlara “Kınadığınız başınıza gelmeden ölmezsiniz.” Hadis-i Şerîfini hatırlatırım. Ya kendi başınıza gelir ya çocuklarınızda ya da sevdiklerinizde yaşarsınız. Şu dünyada hiç kimse için hiçbir şeyin garantisi yok. Her kadın, bir erkeğin sevdiği tek kadın olmak ister. Hangi şartların kişileri o aşamaya getirdiğini bilmeden bol keseden atmamak lâzım.

İkinci evliliğini yapan erkeklere zampara, cinsellik düşkünü muamelesi yapılırken, zina yapan gecelik ilişkilerle karısını aldatan erkeklere tepki az. Onlar modern oluyorlar. Bu da müslüman bir toplumda içler acısı bir durum.

Aslında erkeklere birden fazla eş almalarına izin verilmesi, kadınların aleyhine değil lehinedir. Nikahsız ilişkilerde en çok kadınlar zarar görüyor. Kadınlar duygusal oldukları için erkeklere çabuk kapılıyorlar, hemen bağlanıyorlar. Fakat erkek o kadın için hiçbir sorumluluk almıyor, onunla bir süre birlikte oluyor ve bir süre sonra da ortada bırakıyor. Toplum önünde o kadının durumu pek iyi olmuyor.

Dinimiz erkeklere çok kadınla yaşamayı kolaylaştırmamış, tam aksi zorlaştırmış. Zina yapmak yok. Başka kadın istiyorsan yapacaksın nikahı, kadının sorumluluğunu üstleneceksin, ev açacaksın, çocuklarınla ilgileneceksin, adaleti gözeteceksin, sabırlı olacaksın… Adalet, sabır ve merhamet konusunda kendine güvenemeyenler, hiç ikinci eş hayalleri kurmasınlar. Dünyada eşlerinin hakkını gözetemeyip cennetteki hurileri riske atmasınlar.

Allah (c.c) kadınların kılmadığı namazı bile kocalarına soracak. O zaman erkek, ikinci varsa üçüncü ya da dördüncü eşlerinin hepsinden sorumlu olacak. Bütün eşleri ile ilgili dini ve dünyevi konularda hesaba çekilecek. Kavvam olmak hiç kolay bir şey değil. Erkek, iyilikle, güzellikle ailesinin her sorumluluğunu üstlenecek. Merhametli olacak. Yoksa diğer tarafta işi çoook zor olur.

Tabi bir de şöyle bir durum var. Boşanmalar arttı, dul hanımlar çok, hiç evlenmemiş hanımlar çok. Şu anda kadın erkek nüfusunda büyük bir dengesizlik yok ama erkekler nikahsız ilişkileri tercih etmeye başlayınca evlenecek erkek bulmak hanımlar için sorun olmaya başladı ve bu sorun zamanla daha da artacak gibi görünüyor. O zaman ikinci evlilikler dengeyi sağlamak için gerekli olabilir mi? Günümüz şartlarında erkekler bir evin yükünü zor taşırken, ikinciyi taşıyabilirler mi? Velhasıl zor ve karışık konular. Özellikle bu bölümü yorumlarınıza bırakıyorum.

Dedem rahmetli iki evliydi. Sürekli anlattığı bir fıkra vardı, yazıyı onunla bitireyim.

Bir adamın iki karısı varmış. İkisi arasında adaletli davranmaya çok dikkat edermiş. Olacak bu ya iki kadın aynı gün ölmüş. Adam bütün cenaze işlemlerini aynı anda yaptırmış. Cenazeler yıkanmış, hazırlanmış. Sıra kapıdan çıkarmaya gelmiş. Adamı almış bir düşünce. Hangisini önce çıkarsam diğeri sonraya kalacak haksızlık olacak diye. Aklına iyi bir fikir gelmiş. Hemen bahçe duvarını yıktırmış diğer kapının yanına bir kapı açtırmış. Cenazeleri aynı anda çıkarttırmış. Namazları kılındıktan sonra yan yana gömdürmüş.

O gece rüyasında eski kapıdan çıkardığı karısı yakasına yapışmış. “Duuuur bakalım” demiş. “Sen beni eski kapıdan çıkarttın, onu yeni kapıdan. Hakkımı helal etmiyorum, ahirette iki elim yakanda, seni sürüm sürüm süründüreceğim.” demiş.

Sema Maraşlı / Cocuk Aile

 

Ehl-i beyti severiz, ehl-i beyti sevenleri de severiz!

-Ehl-i beytin anlamı nedir, ehl-i beyt kimdir, ehl-i beyti sevmenin hükmü nedir?

-Ehl-i beyt, ev halkı demektir. İslam dünyasında ehl-i beyt denildiği zaman Peygamberimizin hane halkı, ailesi anlaşılır. Bir başka tanıma göre:

Ehl-i Beyt, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir. (1) Hz. Rasûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (2)

Peygamber Efendimizin ehl-i beytini sevmek farzdır. Müslümanların boynunun borcudur.

Ehl-i beyt, aynı zamanda ehl-i sünnettir. Yani Peygamberimizin yoluna, izine, âdetine, ahlakına ve emirlerine bağlı kimseler demektir. Bunların arkasından gidenlere, Peygamberin sünnetine bağlı yaşayanlara daha sonraları “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” veya kısaca “sünnî” denildi. Sünnî demek, Hz. Peygamber’in sünnetine bağlı, ibadette ve Kur’an’ı uygulamada Hz. Peygamberi örnek alan insan demektir. Öyleyse Peygamberimizin ehl-i beyti, yani başta Hz. Ali (r.a) efendimiz ve diğerleri sünnî idiler. Çünkü Peygamberin sünnetine herkesten daha çok bağlı kimseler onlardı.

Alevî demek, Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti sevmek ve onlara taraftar olmak demekse bu anlamıyla Alevîler de sünnîdir. Çünkü Hz. Ali (r.a) sünnî idi. Bu gün Sünnîler, Hz. Ali’yi seviyorlarsa ki bunda asla şek ve şüphe yoktur. Bu anlamıyla Sünnîler de alevîdir. Öyleyse Müslümanları alevî ve sünnî diye ayırmanın anlamı ne?

Hocam ama Alevilerin ibadet tarzları ayrı, bizim gibi namaz kılmıyorlar, bizim gibi İslam’ı anlamıyor ve yaşamıyorlar? derseniz; ben de derim ki:

-Sünnî olup ta nice namaz kılmayan ve İslam’ı yaşamayanlar var. Bunları ne yapacağız?

Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanıyan, inanan, seven, onların imanını ve İslam’ını yaşayanlarda değil. Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanımayan, inanmayan, sevmeyen ve onların imanını ve İslam’ını yaşamayanlardadır. Öyleyse gerek Sünnîlere ve gerekse Alevîlere düşen her şeyden önce ehl-i beyti tanımaya, tanıtmaya, Allah’tan gelen Kur’an’ı, Peygamberden ve Ashabdan gelen İslam’ı bir an önce öğrenmeye girişmektir. Herkes otursun, lütfen inandığı Kur’an’ı öğrensin ve örneğim dediği Peygamberini tanısın. Bunları öğretecek ve tanıtacak âlimlerin sohbetine katılsın, dersini alsın, aydınlansın, aydınlatsın.

SÜNNÎLERİN HZ. ALİ EFENDİMİZİ SEVMESİ

Sünnîler, Hz. Ali Efendimizi (r.a) ondan önceki üç halife kadar severler. Hatta bunları birbirlerinden ayırt etmezler. Camilerinin ve kalblerinin dört duvarına Allah (c.c), Muhammed (s.a.v)’in isimlerinden sonra dört büyük halifenin isimlerini yazmışlardır.

Hz. Ali’yi seviyorum deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı hayat sürenler ne alevî olabilirler ve ne de sünnî. Seyyidim deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı yaşayanların hakiki seyyid olamadıkları gibi.

Peygamberimiz, risalet görevine karşılık kimseden bir ücret istememiştir. Sadece ehl-i beytine sevgi istemiştir. (3) Peygamberimiz ehl-i beytini seviyordu. Kıyamete kadar devam edecek olan İslâmî hizmetlerin o kanaldan devam edeceğine inanıyordu. Ümmetin onları sevmesini de bu yüzden istiyordu. Dolayısıyla ehl-i beyti sevmek, Peygamberi sevmek, onları üzmek Peygamberi üzmek anlamına geliyordu.

Peygamberimiz, ahirete irtihal etmeden önce ümmetine iki şey emanet etti. Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’an, biri de ehl-i beyti idi. “Bu iki emanete (sahip çıkarsanız,) sımsıkı sarılırsanız Allah da size (sahip çıkacak,) sapmayacaksınız,” (4) buyurdu.

Şu halde Kur’an’dan sonra sahip çıkılması gereken en büyük emanet Efendimizin sünneti ve ahlakı, aynı zamanda sünnetini ve ahlakını yaşayan, yaşatan ehl-i beytidir. Peygamberimizin bu vasiyetini yerine getirmek, her Müslüman’ın boynunun borcudur.

SİNEMİZDE AÇILAN KERBELA YARASI BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN YARASIDIR

Ne yazıktır ki bunun tersi olmuş, zorbalıkla Müslümanların başına gelen zalim ve ırkçı yöneticiler -ki bunlardan biri Yezid’dir- Peygamber’in ehl-i beytine en büyük zulmü reva görmüş, Hz. Hüseyin’in ve yakınlarının katili olmuşlardır. Sinemizde adetâ kapanmayan bir yara açmışlardır.

Bu acı ve feci olay, sadece Caferîlerin, Şiîlerin ve Alevilerin acısı değildir. Bu acı Sünnilerin daha doğrusu bütün Müslümanların acısıdır. Bu sebeptendir ki hiçbir sünnî Müslüman, çocuklarına “Yezid” adını vermemiştir. Neden? Çünkü Yezid, Hz. Hüseyin ve yakınlarının katilidir. Ama bir çok sünnî Müslüman’ın ve çocuklarının adı Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir. Çünkü bunlar, bütün Müslümanların canıdır ve cânânıdır. Bütün Müslüman’lar, ehl-i beyti canlarından çok severler ve sevmelidirler. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için gerekirse canlarını bile verirler, vermelidirler. Çünkü bunları Peygamber yadigârları ve emanetleri bilirler. Sünnilere göre bunları sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek de Allah’ı sevmektir. Nitekim Kur’an da buna işaret etmektedir. (5)

Sünnî Müslüman’lar, elleriyle göğüslerini, zincirlerle sırtlarını dövmezler ama, Hz. Hüseyin efendimizin ve yakınlarının başına gelenlerden dolayı onların da içi kan ağlar.

Müslümanların birlik ve bütünlüğünden yana olan Caferî, Şiî ve Alevî kardeşlerden beklenenler şunlardır:

1-Hz. Hüseyin efendimizi (r.a) anma törenlerinde alevî-sünnî beraberliğine kuvvet verecek barış mesajlarına kuvvet verilmelidir.

2-Caferiliği, Şiîliği ve Aleviliği İslam’dan ayrı bir şey görenlere veya İslam’ın alternatifi bir din haline getirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir.

3-İlim ve bilimde tüm İslam kaynaklarından istifade edilmeli, “bunlar sünnîlerin kaynakları” diyerek uzak durulmamalıdır. Alevî, Caferî ve Şiîlerin çocukları da devletin Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde okumalıdır.

4-Alevilik, Hz.Ali’yi sevme düşüncesinden kaynaklanmış bir inançsa ki öyledir; Sünniler bundan rahatsız olmazlar. Tam tersi Hz. Ali Efendimizin sevilmesinden de, sevenlerden de memnun olurlar. Ama Hz.Ali’yi sevme uğruna diğer halifelere ve ashaba dil uzatılmasından, aleviliğin İslam’ın alternatifi bir din şeklinde takdim edilmesi gibi tekellüflerden, -bırakın sünnîleri- ne Hz. Ali Efendimiz memnun olur, ne ehl-i beyt memnun olur, ne Peygamber Efendimiz memnun olur ve ne de Yüce Rabbimiz memnun olur. İslam’da olmayan şeyleri İslam’a sokmaya çalışmak ne sünniye, ne de alevîye bir şey kazandırmaz. Tam tersi hem dünyada, hem de ahirette zarar getirir, azar getirir, gazap getirir, azap getirir.

Hz. Ali (r.a) Efendimiz, kendisinden önceki üç halifenin yani Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a) efendilerimizin 20 sene müsteşarlığını yapmış, onlar halife iken onlara hep yardım etmiş, destek vermiş, fitnenin baş kaldırmasına izin vermemiştir.

Hz. Alinin bu tavrı onun faziletindendi. Hâşâ bazı nâdânların dediği gibi takıyyesinden değildi. Zaten Allah’ın arslanı ve İslam’ın kahramanına takiyye yakışmaz. Eğer Hz.Ali, üç halifeyi haklı görmese ve onlara biat etmeseydi, asla onlara boyun eğmezdi. Nitekim oğlu Hüseyin (r.a) efendimiz, Yezid’i, hilafete layık görmediği için ona biat etmemiş; canını, doğru bildiği yolda feda ve kurban etmeyi göze almış, kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. Peygamberin ehli beytine ve ehl-i beyt severlere yakışan takıyye değil, sadakat, teslimiyet ve Allaha’a isyan edene isyandır. Velev ki sonunda şehadet bile olsa.

Hz. Ali Efendimize sormuşlar:

-Neden senden önceki üç halife zamanında fitneler, senin zamanındaki kadar çok olmadı? Cevap vermiş koca İslam kahramanı:

Onların zamanında ve etraflarında onları koruyan bir Ali vardı, ama benim zamanımda ve etrafımda beni koruyan bir Ali yoktu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181

2-Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. Beyrut, 1993

3-Şûrâ, 42 / 23

4-Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9; Tirmizî, M0065nâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26

Aileye Verilen Önem

Hz. Peygamber’in Aileye Verdiği Önem

İnsan için cemiyet, cemiyet için de aile ne kadar önemli ise Hak Din’in ve son ve en kâmil tebliğcisi ve uygulayıcısı Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de aileye o kadar önem ve değer vermiştir. Çünkü O’nun tebliğ ve tatbik ettiği dinin vâzı’ı ile kâinatın yaratıcısı birdir; Vahid, Ehad, Hakîm ve Alîm olan Allah’ın iki eseri (din ve insan) arasında çelişkinin bulunmaması, birinin diğerine elbise ile vücut gibi uyması tabiidir.

Resul-i Ekrem’in örnek uygulamasında kemaliyle tecelli eden İslâm’ın, aileye verdiği yer ve önem şu tedbirler ve talimat tablosunda açıkça görülmektedir:

1. Allah Teala’nın insanlığa örnek olarak sunduğu sevgili Resulü bizzat evlenmiş, aile kurmuş; baba, dede, eş, kayınpeder, enişte gibi aileye bağlı sıfatlarla örnek davranışlar ortaya koymuştur. İlk evliliğini yirmi beş yaşında iken, kendisinden onbeş yaş büyük ve dul olan bir hanımla (Hatice annemizle) yapmış, elli yaşına varıncaya kadar bütün gençliğini bu tek hanımıyla yaşamış, çevresinde yaygın bir adet olmasına rağmen ikinci bir eş edinmemiştir. Neslini devam ettiren çocuklarının da annesi olan sevgili eşi vefat ettikten sonra yaşlı, genç birden fazla hanımla evlenmiş ve geride kalan onüç yılını bu hanımlarına manevi zenginlik ve mutluluk bahşederek geçirmiştir. O’nun gençliğini yaşlı, dul ve tek hanımla geçirmesi evlilikte cinselliğin önüne geçen amaçların bulunduğunu ve gerektiren ciddi bir sebep bulunmadıkça ailenin tek hanımla kurulacağını göstermektedir. Daha sonraki eşlerini edinmesinde her birine ait siyasî, ictimai, ahlâkî, dinî sebepler ve hikmetler vardır. Ayrıca ümmetinde birden fazla hanımla evlenme bir sosyal vakıa olacağından bunlarla, Allah’a kulluk çerçevesinde bir aile hayatı yaşamanın eşi bulunmaz örneği verilmiştir…

2. Evlenmeyi teşvik etmiş, Allah’a daha fazla ve daha iyi kulluk edebilmek için evlenmeyi, aile hayatını terketmek isteyenleri bundan vazgeçirmiştir. Sahabeden üç kişi Resulullah’ın eşlerinden birine O’nun günlük ibadet hayatını sormuşlar, durumu öğrenince kendi ibadetlerini az bulmuşlar ve o andan itibaren kendilerini ibadete vermeyi kararlaştırarak; birisi gece sabahlara kadar namaz kılmaya, ikincisi her gün oruç tutmaya, üçüncüsü de aile hayatı ile ilgisini kesmeye azmetmişlerdi. Hz. Peygamber yaptıklarını öğrenince yanlarına geldi ve şöyle buyurdu: “Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah’tan korkar ve O’nun koyduğu sınırlara riayet ederim, fakat (aynı zamanda) nafile oruç tuttuğum da olur, tutmadığım da, gece namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenir aile hayatı yaşarım; imdi kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir.” (Buhari, Nikâh, 1). O gençlere hitaben şöyle buyuruyor: “İmkân bulanlarınız evlensin; çünkü gözü ve iffeti en iyi koruyan evliliktir…” (Buhari, Nikâh, 2-3.)

Resulullah’ın talimatından çıkan sonuca göre imkanı müsait ve evlilik hukukuna riayet edebilecek olan kimselerin evlenmeleri gereklidir.

3. Evlenmeyi kolaylaştırmış, şeklini, şartlarını ve maddi külfetini asgariye indirmiştir. Şahitler huzurunda yapılmak veya vekillerinin yahut da velilerinin bir araya gelerek irade beyanında bulunmaları (seninle evlendim, seni eş olarak kabul ediyorum gibi örf ve adete uygun bir ifadede bulunmaları) evliliğin oluşması için yeterlidir. Erkeğin kadına vereceği veya borçlanacağı mal (mehir) sembolik düzeyde olabilmektedir. Akit esnasında mehrin zikredilmemiş olması akdin sıhhatine mani değildir.

4. Evlenmek, aile kurmak isteyip de maddi, manevi engeller yüzünden bunu gerçekleştiremiyenlere yardımcı olmuş, evlenmelerini sağlamıştır. Kendileri bir gün ashabı ile birlikte bulunurken bir kadın yanına gelmiş ve mehirsiz olarak O’nunla evlenmek istediğini bildirmişti. Peygamberimiz (s.a.) kadına baktı, sonra tekrar başını önüne eğdi, kadın O’nun, evlenme konusunda bir hükme varmadığını görünce bir kenara oturdu. Sahabeden biri ayağa kalkarak “Ya Rasûlallah! Eğer siz onunla evlenmek istemiyorsanız benimle evlendirin” dedi. Efendimiz -adama- kadına verecek birşeyinin olup olmadığını sordu, olumsuz cevap alınca da “Git bir ailene bak, belki birşeyler bulursun” dedi, adam gitti ve eli boş döndü. Resulullah “Bak, demirden bir halka da olsa olur” dedi, adam gidip aradı yine eli boş döndü ve “Demirden bir halka yüzüğüm de yok, yalnızca üzerimdeki alt giysim (izarım) var” dedi (adamcağızın üst giysisi bile yoktu). Efendimiz “Alt giysini nasıl vereceksin; sen giysen o giyemez, o giyse sen çıplak kalırsın” dedi, adam yerine geçip oturdu, aradan uzunca bir süre geçince de ümidini keserek kalkıp gitmeye yöneldi. Peygamberimiz onu geri çağırtarak Kur’an-ı Kerim’den ezbere bildiği kısımların olup olmadığını sordu, birkaç sureyi ezbere bildiğini öğrenince de şöyle buyurdu:

Haydi al da git, bildiğin surelere karşı bunu sana veriyorum” (Buhari, Nikah, 14).

O’nun ve eşlerinin büyütüp yetiştirerek, cariye ise azad ederek, engeli varsa yardımcı olarak evlendirdiği birçok erkek ve kadın olmuştur.

5. Ailede eşlerin amaca uygun olarak seçilmesi çok önemlidir. İnsanların eş seçiminde kullandıkları ölçüler farklıdır ve çoğu kez geçici hevesler ve zevklerin etkisi sözkonusudur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) Efendimiz ümmetini eş seçimi konusunda uyarmış ve sağlam ölçüler getirmiştir. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kadın dört özelliğinden dolayı seçilir: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; evlilikten hayır görmen için eşin dindarını seç!” (Buhari, Nikah, 15)

Ashabı ile beraberken yanlarından bir adam geçti. Efendimiz “Bu adam hakkında ne dersiniz?” diye sordu, “Bu kişi bir kızı isterse verilir, bir iş için aracı olursa geri çevrilmez, konuşursa dinlenir” dediler. Bir müddet sükut ettiler, sonra müslümanların yoksullarından biri geçti, Efendimiz “Bu adam hakkında ne dersiniz” diye sorunca sahabe: “Bu adam birinden kız istese vermezler, bir iş için aracı olup ricada bulunsa geri çevirirler, konuşsa dinlemezler.” cevabını verdiler. Peygamberimiz “Bu fakir, öbür zengin gibi dünya dolusu insandan daha hayırlıdır.” buyurdular. (Buhari, aynı yer).

Zengin ve güzel bir dul kadınla evlenmek istediğini söyleyerek fikrini soran bir sahabiye kadının doğurgan olup olmadığını sormuş, çocuğu olmadığı cevabını alınca “çocuğu olanı tercih et” buyurmuştur.

Peygamberimizin bu değerlendirmelerine göre eş seçiminde öncelik dindarlık ve ahlaka verilecek, diğer iyi ve güzel vasıflar önem bakımından ikinci sırada tutulacaktır.

6. İstikrarlı, huzurlu, verimli bir aile hayatı için gerekli bulunan hukukî ve ahlâkî düzenlemeleri ilahi irşad doğrultusunda yapmış, aile hayatının değişime açık yönlerini örf, adet ve gelişmelere bırakmıştır. Kitab ve sünnetten hareketle ortaya konmuş bulunan İslâm aile hukuku (münâkehât, mufâraqât) ciltlere sığmayacak zenginliktedir. Ailede roller, yardımlaşma, nafakanın kemmiyet ve keyfiyeti, sosyal ilişkiler gibi konularda değişime açık bulunan hüküm ve uygulamalar örf ve adete bırakılmış, bunların ma’rufa (müslümanların iyi, güzel, uygun bulmalarına) göre yürütülmesi istenmiştir. (Nisa: 4/19).

7. Kurulmuş ailenin fertleri arasında çıkan anlaşmazlık ve problemler ile ilgilenmiş, bütün imkânları aileyi sürdürme ve huzuru sağlama yönünde kullanmıştır. Ümmetini de bozulan aile ilişkilerini düzeltmeye teşvik etmiş, bu maksatla gerektiğinde yalan söylemeyi bile caiz görmüştür (Tirmizi, Birr, 26).

Bizzat kendi yakınlarında, daha doğrusu en yakınında, Hz. Ali ile eşi Fatıma arasında meydana gelen bir kırgınlıkla nasıl meşgul olduğunu şu olayda görüyoruz.

Birinin babası, diğerinin amcazadesi olan Efendimiz bir gün Fatıma annemizin evine gelmiş ve Hz. Ali’yi evde bulamamıştı. Kızına “Amcamın oğlu nerede?” diye sorduğunda şu cevabı aldı: “Aramızda bir şey oldu, bana kızıp dışarı çıktı, öğle istirahatini benim yanımda yapmadı.” Bu cevap üzerine Peygamberimiz birisini, Hz. Ali’yi aramak üzere gönderdi, arayan kişi biraz sonra döndü ve onun mescitte uyumakta olduğunu haber verdi. Efendimiz mescide geldiğinde Hz. Ali hâlâ uyuyordu, üzerinden ridası kaymış, vücudu toprağa bulanmıştı. Sevgili kayınpederi bir yandan mübarek elleriyle vücudundaki toprağı silerken diğer yandan “Kalk toprak babası, kalk toprak babası (Ebu Türab)” diyerek onu kaldırdı, beraber eve gittiler, kırgınlık ortadan kalktı, mutlu hayatın akışı kaldığı yerden devam etti. (Müslim, Fedailu’s-sahabe, 38). Hz. Ali bu tatlı hatırasını yadeder ve en sevdiği adının “toprak babası, topraklı” mânâsına gelen “Ebu-Türab” olduğunu söylerdi.

Yine aynı yüce aileye, müminlerin sevgilisi ehl-i beyte ait bir başka örnek, Hz. Ali’nin, eşi Fatıma üzerine -ikinci bir eşle- evlenme teşebbüsünde ortaya çıkmıştır. Bunun Hz. Fatıma’yı üzeceğini, günaha sokabileceğini (fitne), ailenin huzur ve mutluluğunu gölgeleyeceğini düşünen Hz. Peygamber (sa.) yangını ilk kıvılcımında önlemek üzere derhal harekete geçmiş, “Ali eşi Fatıma’yı boşamadıkça üzerine o kadını alamaz” demiş, sevgili damadı da eşini ve kayınpederini üzmemek, aile mutluluğuna gölge düşürmemek için bu teşebbüsünden vazgeçmiştir. (Buhari, Nikah, 109; Ebu-Davud, Nikah, 13; Avnu’l-Ma’bud, c. VI, s. 76-81).

8. Çocukların eğitim ve istikballerinden birinci derecede aileyi sorumlu tutmuştur. Allah Teala’nın “Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim: 66/6) buyruğunun nasıl yerine getirileceğini ümmetine öğretmek üzere hem kendi ailesinde uygulama örnekleri vermiş, hem de değeri zamanları aşan sözler söylemiştir:

Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. Yönetici çobandır. Aile reisi erkek ailesinin çobanıdır. Kadın evin ve çocuğun çobanıdır… Hasılı hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz.” (Buhari, Nikah, 90).

Hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın, sonra ana-babası onu yahudi veya hıristiyan, yahut mecusi… yaparlar. Tıpkı bir hayvanın kendi cinsinden ve azası tam bir yavru dünyaya getirmesi gibi, siz onda hiçbir eksiklik görür müsünüz? Fakat kendiniz onun kulağını, kuyruğunu keser değiştirirsiniz.” (Müslim, Kader, 22-25).

Çocuk yedi yaşına gelince ona namaz kılmasını telkin edin, on yaşına gelince zorla da olsa kıldırın.” (Ebu Davud, Salat, 24).

Malik b. el-Huveyris anlatıyor: Ben ve aynı yaştaki genç arkadaşlarım Resulullah’ın yanına gelmiş, yirmi gün kadar kalmıştık. Kendileri çok merhametli ve anlayışlı idiler, ailelerimizi istediğimizi veya özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordular, onları kendisine bildirdik, şöyle buyurdular: “Aile ocaklarınıza dönün, onlarla beraber kalın, bildiklerinizi onlara öğretin, gerekli talimatı verin… Namazı beni kılarken gördüğünüz gibi kılın, namaz vakti girince biriniz ezanı okusun, en büyüğünüz de size imam olsun.” (Buhari, Salat, 18).

9. Yakından uzağa bütün aile fertlerinin aile bağlarına, bu bağın gerektirdiği hukuk ve edebe riayet etmelerini emretmiştir. Bu emir, muhtaç olan akrabanın geçimini sağlama (nafaka) gibi konularda bağlayıcı bir kanun hükmündedir. Şöyle buyurmuşlardır:

Öncelikle annenin rızasını gözet ve ona iyi davran, öncelikle annene, öncelikle annene, sonra babana, sonra da yakınlık derecelerine göre diğer akrabana.

Amellerin en değerlisi vaktinde kılınan namazdır, sonra ana-babaya iyi davranmaktır, sonra da Allah yolunda cihaddır.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: Ben Allah’ım, ben Rahmanım (Rahmetimin sınırı yoktur), akrabalık bağını yarattım ve ona kendi ismimden bir isim vererek “rahim” dedim. O bağı devam ettirenle bağımı devam ettiririm, kesenle de bağımı keserim.

Üç kızı veya üç kızkardeşi olup da onlara karşı iyi davranan, onları hoşnut tutan herkes cennete girer.

Bir kimsenin çocuğunun terbiyesi ile meşgul olması sadaka vermesinden daha hayırlı ve ecirlidir.

Hiçbir kimse çocuğuna, güzel ahlaktan daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 1-10, 33).

10. Ailenin bir okul, bir ibadethane, sıcak ve aydınlık bir yuva, bir sığınak, bir sosyal rabıta birimi ve bir keyfiyetli nüfus üretim kaynağı olabilmesi için diğer aile fertlerinden önce karı-koca arasında karşılıklı sevgi, saygı ve şefkatin bulunması gerekir. Bu sebeple birbirini sevmeyen, birbiri ile geçinemiyen, birbirinin haklarına riayet etmeyen çifti bir arada tutmanın mânâsı yoktur. Bu gerçekten hareket eden İslâm, başka çare kalmadığında boşanmaya izin vermiş, bunun da aile sırlarını dışarıya açmadan, İslâm kardeşliğine ve geçmiş hukuka zarar vermeden yapılmasını istemiş, bu maksatla aile meclisi ve hakemlik kurumuna yer vermiştir. (Nisa: 4/35).

Allah Resulü’nün boşanmaya, aile bağına son vermeye bakışını şu cümlesi beliğ bir şekilde ifade etmektedir: “Allah’ın en sevmediği helal, boşamaktır.” (Ebu Davud, Talak, 3).

Ve Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “… Kadınlara iyi davranın. Onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa bilin ki, bir şey sizin hoşunuza gitmediği halde Allah sizin hakkınızda onu çok hayırlı kılmış olabilir.” (Nisa: 4/19).

Sonuç: Genişten dara doğru birbiri içine girmiş, biri diğerini tamamlayan ve koruyan insanlık, ümmet, kavim, kabile ve aile halkalarının çekirdeğini İslâm’da vazgeçilmez bir kurum olarak aile teşkil etmektedir. İslâmın ve Hatemu’l-Enbiya Efendimizin (s.a.) ona verdiği önem ve bu önemle mütenasib eğitim, yönlendirme ve düzenlemeler sayesinde İslâm ailesi, asırlar boyu kendisinden bekleneni vermiştir, vermektedir.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Cevşen Delail-in Nur’da Zikredilen Salâvatların Faziletleri

Nebiy-i Zişan’ın (sas)makam-ı Mahmud’u ilahi bir maide ve rabbani bir sofra hükmündedir. Evet, tevzii edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofrada akıyor. Resul-u zişan’a (sas) okunan salavat-ı şerifeler o sofraya edilen davete icabettir. (Mesnevi-yi Nuriye)

1.Salavat: Salavat-ı Münciye; Âlemce meşhur ve gayet mücerreb ve umum aktapların mergubu bir salavat-ı şerifedir. (Salaten Tüncina salavatı)

2.Salavat: Bu salavat-ı şerifenin üç defası on bin salavat-ı şerife otuz bin salavat-ı şerife kıymetinde olduğunu ehl-i hakikat ve keşf haber vermişler.

3.Salavat: Bu mübarek salavat-ı şerifenin bir defa okunması otuz bin salavat-ı şerifeye mukabil denilmiştir.

4.Salavat: Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani(ks) hazretlerinin pek çok ehl-i keşfin ittifakıyla bin salavat-ı şerifeye mukabil daimi virdi ve meşhur bir salavatıdır.

5.Salavat: Seyyid Ahmed Bedevi’nin(ks) binler salavat-ı şerife kıymetinde bir salavatıdır. Ve âlem-i manada Resul-u Ekrem(asm)’ın işaretiyle en yüksek bir salavat-ı şerife olduğunu ehl-i keşf beyan etmişler.

6.Salavat: Aktab-ı Erbaa’dan (dört büyük kutuplar) biri olan Seyyid İbrahim Dessuki’(ks)nin gayet meşhur ve üç defası bin salavat-ı şerife kadar kıymetli bir salavatıdır.

7.Salavat: Seyyid taifeteyn ünvanıyla meşhur-u âlem, gavs-ı ekmel ve Kutb-u Azam Cüneyd-i Bağdadi’nin (ks) ehl-i tahkikçe bin salavat-ı şerife kıymetinde olduğu beyan edilen uzun bir salavat-ı şerifenin hülasasıdır.

8.Salavat: Salavat-ı meşyeşe namıyla meşhur ve Şazeli tarikatının evrad-ı meşhuresinden, müteaddid şerhleri bulunan gayet manidar bin salavat-ı şerife kıymetinde bir salavattır.

9.Salavat: Sıddık-ı ekber ahfadından Muhammed Hanefi(ks) namında bir kutb-u azamın gayet azim ve kıymettar bir salavat-ı şerifesidir.

10.Salavat: Maddi manevi şifa için gayet mücerreb bir ilac-ı manevi gayet kıymettar bir salavat-ı şerifedir.

11.Salavat: Münferice ve nariye namıyla meşhur çok kıymettar ve vüsul-u matlub(herhangi bir murad)için mücerreb bir salavat-ı şerifedir. (4444 defa okunur. Salat-ı Tefriciyye diye de bilinir.)

12-13-14-15. Salavatlar: Gayet meşhur ve kısa ve kıymettar ve mütedavil salavat-ı şerifelerdir.

16.Salavat: Bu salavat-ı şerife kısalığıyla beraber bin salavat-ı şerife kadar kıymetli olduğu beyan edilmiştir.

17-18. Salavat: Bu salavat-ı şerife ve arkasındakiyle beraber Eski Said’in Yeni Said’e (ks) inkılap edeceği zamanda hatıra gelmiş. On üç senedir halâvetini kaybetmediğinden ve usanç vermediğinden ve ondan sonra keşf edilecek esrar-ı Kur’aniye’ye işaret ettiğinden, sair meşhur evliya salâvatları derecesinde olmasa da, bir cihette onlara benzer hükmünde olduğu zannıyla buraya yazıldı. (Said Nursi)

*Ya vedud ya vedud ya vedud ile başlayan salavatın altında yazılacak dua, aslında salavattan olmayıp Peygamber-i zişan (sas)efendimiz Hazret-i Hasan ve Hazreti Hüseyin’e (ra) talim buyurmuşlar. İçinde İsm-i azam bulunması muhtameldir. Ahfad-ı resule (asm) talim olunan dua budur.

19.Salavat: Şah-ı Nakşibendi(ks) hazretlerinin gayet nurlu ve nurani beş cümlesidir. Nur manasını ifade eden kıymettar bir salavattır.

20.Salavat: Bu salavat-ı şerife hem Gavs-ı Azam’ın (ks) hem Şah-ı Nakşibendi’nin (ks) her iki mübarek zatın (üstadın) gayet camii ve gayet kıymettar bir salavat-ı şerifeleridir.

21.Salavat: Bediüzzaman hazretlerinin(ks) yirmi bir adet mucizat-ı katiyye-i Ahmediyyeye (asm) işaret eden gayet kıymettar ve şirin ve zevkli bir salavatıdır.

22.Salavat: Gayet zevkli ve canlı ve kibar-ı evliyaullahın mergubu, Farisi bir salavat-ı şerifedir.

23.Salavat: Kibar-ı evliyaullah’ın merğubu ve Bediüzzaman (ks) hazretlerinin bir salavatıdır.

24.Salavat: Buseyri(ks) âlem-i manada Kasidey-i Bürde’yi Resul-u Ekrem (asm) efendimize okuduğu zaman, gelecek salavat-ı şerifenin yarısını okumuş, yarısını hatırlayamamış olduğundan, Resul-u Ekrem (asm) Efendimiz (ala habibike hayril halki küllihim) diye salavat-ı şerifeyi tekmil etmiş. Gayet kıymettar bir salavat-ı şerifedir.

25.Salavat: İmam-ı Ali (ra)’ın Risale-i Nur-a işaret ettiği Kaside-i Celcelutiye-yi meşhuresinin ahirinde gayet kıymettar zikr ettiği bir salavat-ı şerifedir.

Ahmed Tahiri Bitlisli / cevaplar.org