Etiket arşivi: insan

NEDEN ANLADIKLARIMIZI HAYATA TATBİK EDEMİYORUZ?

NEDEN ANLADIKLARIMIZI HAYATA TATBİK EDEMİYORUZ?

 

risaleBu mesele çoklarımızın çok zaman zihnini kurcaladığını tahmin ediyorum. Bu husustaki mülahazamı da yazmak istedim.

Bu efkarın temelde iki nedeni var.

  • Terakki etmiş olmak
  • Ne kadar okunsa da doğru okuma yapmamak

İnsan hakkında Risale-i Nur Külliyatında yüz sayfadan ziyade tanım ve vasıflar karşımıza tetkikat neticesinde çıkmaktadır. Böyle muazzam bir külliyatın muhatabı aklı başında olan zişuurlardır. Bunların içerisinde de muhatab-ı has olan nev-i beşerdir. Bunların içerisinde de aklı başında olup sebeb-i hilkatini merak edip o gayeye müteveccihen hareket edenler olduğu muhakkak ve musaddaktır.

“Sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.” [1] Böyle bir makam sadece insanlara mahsus kılınmıştır ki; kemalat, kainatın meyvesi ve hülasası, yaratılış gayesine dikkat etmesi nisbeti neticesinde makam sahibi, bahtiyarı ve mes’udu, mükemmeli ve bu sistemi koyan Halik-ı Kainatın halili ve muhatabı olabilecek bir durumdadır insan. Bu vb. hususlar ise sadece zişuurlara mahsustur. Melekler veya iblis ve taifesi bu makamlardan mahrumdur. Zaten bunun için değil midir ki iblis ve avanesi beşere düşmandır.

İblis ve avanesi Cehennemlik oldukları muhakkaktır. Edile-i Şer’iyenin iki temel kaynağı olan ayet ve hadislerle sabittir. Asıl ismi Azazil olan İblisin imtihanı Adem Safiyullah (as) ile olmuştur. Ateşten yaratılmış ve kainatta Allah’a secde etmediği yer kalmamış olan Azazil’e meleklerle beraber “Adem’e (as) secde et!” emri geldiğinde asi olup Allah’a itaat etmemesi sebebiyle Azazil ismi yerine Şeytan ve iblis gibi sıfatlarla tesmiye edilmiştir. Binaenaleyh netice verir ki Şeytanın ve avenesinin Cehennem ehli olma sebebi ben-i Ademdir (as). Akla mukadder bir sual gelebilir ki,

 S- Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

  C- Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[2] Şeytanın sistemi tamamen şerre çalıştığı için marifet ve muhabbet için yer kalmamaktadır.

  İnsanın düşmanı olan Şeytan sürekli sistemini güncelleyerek insanı hakikatlerin fehmine mani olmak için elinden gelen gayreti sarf etmektedir. Bu meşguliyetlerin artması neticelerinden bir tanesi olarak hakikatlerin fehmine mani olmaktadır. Bu mani olmanın neticesinde de hakikatleri insan zevk edemez hale gelir.

  Hakikatin zevk edilmemesi neticesinde ise insanlar lafz ile meşgul olur, lafzı anlar ama manasının zevkine varamaz. Nice bildiğimiz şey vardır ki mahza fazilet ve erdemdir, kemalattır. Ama biz onu yaparken çok zorlanırız veya isteksiz bir halde yaparız. İşte bu hal bizim o şeyleri zevk edemediğimizi göst

eriyor. Şayet zevk etmiş olsaydık hayatımızda tatbik etmemiz veya icra ederken zevk alır ve elimizden bırakamaz olurduk.

  Şu anda insanların akıl ve kalbini teknolojik esarete vermiş olması ve onun girdabı içine girip dimağın tahayyül ve taakkul mertebelerinde pembe esareti yağıyor olması, içtimai hayat ve süprüntüleri sebebiyle maneviyatı zevk edemez olmuştur. Lakin bunun farkında olmasına rağmen kafasının sersemliği sebebiyle bunun farkında değildir.

  Bizler de hakikatleri aklen anladığımız halde tatbik edememizin ikinci sebebi budur. Okunan eserlerin belki %90’ını anlıyoruz lakin lafzi olarak… Manasını anlamış olsak onun zevkine ereriz. Ve elimizden hakikatler düşmez, lisanımız bu manalarla tezyin olur. Zevkine ermek ise hem hal olmak, dem ve damarlarına karışıncaya dek meşgul olmaktır hakikatlerle. Zevkine vasıl olamayan lafzi olarak meşgul olur ve anlar ama tatbikatta zorlanır.

    Birinci sebep olan terakki etmek ise buna misal Kastamonu’da ehl-i takva bir zât, şekva tarzında dedi: “Ben sukut etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.”

    Ben de dedim: Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlahî; ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir.. tâ ucb ve gurura girmesin.” [3]

İnsan, terakki edince eski halleri ve zevkleri artık kendisini tatmin etmez olur. İmanı terakki etmiş; ama zevkleri aynı nisbette terakki etmemiş olması sebebiyle kendisinin şevk ve feyizden noksan olarak addeder artık. Zaten Risale-i Nur hizmetinde beş dönem söz konusudur. “Şevk, Muhabbet, Sebat, Sadakat, Sıddıkıyet” mertebeler arası terakki veya geçiş olunca yenisindeki halete insan hemen uyum sağlayamaz. Çünkü bilmediği sularda yüzmeye başlamış karşısına ne çıkacağını bilmemektedir. Tıpkı şehir değiştiren birisinin yeni şehirde her şeye ecnebi olması gibidir hali. Eski şehri ve ortamları ve tanıdık simaları arar.

“Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gideriyor; gittikçe inkişaf eder. … Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur‘un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım.” [4]

“Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor.

Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir.” [5]

    Hülasa: İnsanın okuduklarını hazmedip kendi ruh alemini ve bu dünya içinde kendi hususi dünyasını imar etmezse ve bu inşa zamanında doğru malzemeyi gerektiği kadar kullanmazsa alemi ve dünyası duhan içinde kalacak belki de tarumar olacaktır. Panik atak, buhran ve depresyonlar da bu duhan’ın alametidir.

Ülfetten kurtulmak için; düzenli okumak, sürekli okumak, mevzu okuması yapmak, taharriler yapmak, atıflı okumak, kelime düzeyinde okumalar yapmak, müzakere ve mütealalarda bulunmak elzemdir.

Demek tatbikattaki sıkıntılar, malayaniyatın kesreti, gayr-i zaruri olan şeylerin zaruri hükmüne gelmiş olması ve terakki edilen mertebeye insanın ecnebi olmasındandır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Şualar ( 15 )

[2] İşarat-ül İ’caz ( 67 )

[3] Tarihçe-i Hayat ( 434 )

[4] Şualar ( 60 )

[5] Şualar ( 76 )

 

www.NurNet.Org

 

Bir noktanda, güneş kadar zekâ var

 

Bir noktanda, güneş kadar zekâ var

 

Hakikatta, her damlada gizli birer derya var
Damla iken aslın senin, da
ğı taşı aşarsın,
Hem gökleri ke
şfedersin, sende ey Nur, böyle deha var.
Bir noktayı bir cihan yap, o cihana hâkim ol,
Zira senin bir noktanda, güne
ş kadar zekâ var.
Her zerrenin kâbesidir kalbi, yine kendine.. (
Sirac-un Nur, 249)

İnsan, on sekiz bin alemin kesişim noktasıdır. Yani alemde ne varsa insanda o muhakkak bulunmaktadır. İnsan aslında kainatta bir nokta olan dünya içinde daha küçük bir noktadır.

Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi birtek şey yapmak, her şeyin hâlıkına has bir iştir.” (Sözler, 61)

Bir noktayı insan kendisine cihan yapmalı ve o cihana hakim olmalıdır. Yani bir gaye-i hayali olmalı ve o gayesi için o işin en ince ayrıntısına dek öğrenmeli insan. Çünkü insanın bir noktasında güneş kadar zeka var. İnsan iman ile ve imanın verdiği ziya ile buna daha çabuk ulaşabilir. İstidat ve kabiliyetlerini, meyil ve emellerini o gayesine tevcih ettirerek inkişaf edebilir.

Gaye-i hayalden mahrum olanlar, insan sıfatına da eremezler. Nitekim bizler beşeriz yani kusurluyuz. Beşer, kusurlarını izale edip en asgari seviyeye indirgeyerek, günah ve malayaniyattan tecerrüt ederek insan sıfatına takarrub eder. Aksi taktirde beşeriyette kalır ve sıkıntılar içerisinde med-cezirde ömrünü geçirir ve araftan kurtulamaz.

Gayemiz, idealimiz, maksadımız ister maddi ve dünyevi, ister uhrevi ve manevi olsun bir hedef tayin etmezsek, hedef alınmadan mevzide rastgele ateş etmeye benzer ki bir işe yaramaz. Çok defa da başa bela getirir, ruha sıkıntı olur. Yapılan işte incelikleri öğrenmek, bir hedef tayin edip her şeyiyle o gayeye teveccüh etmekle ancak maddi veya manevi feyizlere, maksuda vasıl olunabilir.

Nasıl ki yelkeni kırılmış, motoru kırılmış bir gemiye hiçbir rüzgar maksadına erişmek için fayda sağlamaz hatta maksadının aksine bile götürebilir. Ama motoru sağlam ve yelkenleri muhkem olan bir sefineye rüzgar fayda sağlar ve maksadına vasıl eder.

İnsan, fiziken bu koca kainat içinde küçücük bir noktadır. Eğer insan o küçük cismiyle kendi koca alemine hakim olabilirse hayaline sahip olup, latifelerini nurlandırabilirse o zaman alem inşallah baştan sona bir nur alemi olacak. Bir şeyden çok şeyler çıkar hakikatini de düşünürsek, güneş nasıl ziyasıyla her yerde varsa insan da davasının gayesinin inceliklerini öğrenerek bu güneş misali her yerde o davasına çıkan yollar görecektir.

Şimdi şuradan başlayacak olursak ki; “Bir noktayı bir cihan yap, o cihana hâkim ol.” Yani kendine bir hedef belirle, gayen olsun. Gayesiz hiçbir şey yapma, düşünme, hareket etme hatta uyku bile uyuma gayesiz olarak.

“Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücud da adem hesabına işler. En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa’y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!” (Sözler, 730)

Murakabe, tefekkür ehli için çok ehemmiyetlidir. Çünkü, murakabe bir şeyin şuurun

da olmak demektir. Yaptığı işin farkında ve bilincinde yaparak o işte muvaffak olmak ve daha fazla verim almasına bu murakabe denilen sistem sebep olmaktadır.

 

Murakabesiz tefekkür ve müzakere ve mütalaa da yapılmamalıdır. Çünkü, dipsiz bir kuyuya dalmaya sebep olur. Zahiren okunan şeyler insanın terakkisine değil inkisaf ve dumura uğramasına sebeptir. Afakidir ve harice nazar eder. Nefsinden başlamaz ve gaye-i ideali yoktur.

Lakin murakabe sistemini istimal edenlerin tefekkür ve müzakere ve mütalaaları feyizaverdir. İnkişafa ve inbisata ve kemalata vesiledir. Enfüsi tahliller, istinbatlara vesiledir, nuranidir. Bir mefkure sahibidir. Gaye-i ideali vardır.

Nefsini ikna etmek de ideal sahibi olmakla mümkündür. Mesleğimizce nefsi öldürmek değ

il ıslah edip ehlîleştirmek ve emareden, raziye, levvame, mutmainneye inkılab ettirmek esastır.

Ne mutlu o beşere ki, beşeriyet levazımatından sıyrılmak gayretindedir ve gaye-i hayal sahibidir.

Bedbahttır o beşer ki, beşeriyet levazımatı içerisinde deprenir durur ve bir ideali olmayıp hayatını batın ve fercin hizmetine münhasır etmiştir.

Selam ve selamet beşeriyet levazımatından tecerrüt edip, dimağında ahengini kurup feyizaver nurlarla meşgul olanlara olsun.

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

BACKGROUND VE İNSAN

BACKGROUND VE İNSAN

İnsan demek o kadar ihatası ve kapsama alanı geniş olan bir tabirdir ki hakkında on sekiz bin alemin envaı kadar yazılar yazılması, sarf-ı kelam edilmesi akıldan uzak değildir. Tabiki bu donanıma/background’a sahip olmak gerekir. Background nispetinde insanda iz’an ve iltizam hasıl olmaktadır. Bu ister şahsi ister içtimai isterse siyasal meselelerde olsun netice aynıdır. İnsanın istikameti background’u nispetindedir.

Background insana basiret ve feraset katmaktadır. Ama kazanılan bu basiret ve ferasetin önünde Alp – Himalaya Dağ silsilesi gibi duran manialar durmaktadır. Mesela, Taassub, enaniyet, cehalet, asabiyet, mevhumu mutlak zannetmek, bildiğine itimad etmek, senetsiz sözlere itibar etmek, muteber gördüğü insanlara aldanmak, tahkik etmemek, tembellik, aklını başkasının cebine koymak, aklını kullanamamak, fikren ve zikren başkasının ağzına bakıp kölesi olmak, aklı ipotek etmek, kendi anlayışından başkasını kabul etmemek, hazımsızlık, dar görüşlülük… ve hakeza insanların istidatlarının kabiliyetlere inkılab etmesine mani olan her ne varsa bu manaya su taşımaktadır.

Üstadımız burada meşrutiyetten bahsediyor lakin biz meselemize tatbik edelim. “Zira sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki, vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtlarından bîçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.”[1]  Burada insanın inkişaf etmesine mani olan bazı şeyleri görüyoruz.

Önce üstadımız burada bir tasvir yapıyor ve “ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için[2] beşer yolculuğunda çevremizi betimliyor. Bu yolculukta neşv ü nemaya mani olacak şeylere nazar edelim.

  1. vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ..
  2. sarp dağ ve dereler,
  3. vahşet ayıları,
  4. cehâlet ejderhası,
  5. husumet kurtları

bunlar aslında herbirisi birer simge semboldür. Ifade ettiği manalar var. bu yolda bizleri bekleyen çevre “vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ” dır.

Manialar ise, “sarp dağ ve dereler” gibi çetindir yani kolay bir şeye gönderilmediğimiz.

Bizi bu yoldan geri koymak isteyen ise yol üstünde kurulan çöller ise, “vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtları..” olarak tasvir ediliyor. Korkunç ve ürkütücü olan kaba kuvvet taraftarları olan ayı fıtratlılar, cehaleti seven, insanların cehaletinden istifade ederek kendi anlayışını umuma “bu budur” olarak dayatan ve istediği olmayınca karşısındakine ateş püsküren erderhalar, insanlar arasına düşmanlık fitne ve fesad yayıp puslu bulanık havada avlanan kurt fıtratlı insanlar ise bu yolculuk esnasında karşımıza çıkacak olan şeylerdir.

Bu arada insanın siretinin bozulma meselesi dimağıma geldi. Başka yerlerde izah ettim sadece bu sıralamayı alıyorum. “Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.     Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri.” [3] insan manen/sireten bozulunca önce beden kötü bir koku yaymaya başlar. Sonra da taklit, kurnazlık, sinsilik, kaba kuvvet, manevi hiçbir şey kendisini alakadar etmez hale gelir.

Manen terakki ettikçe de “Eğer istersen hayalinle Nurşin karyesindeki Seyda‘nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar..”[4] olarak iz’an edebilir. “Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyurun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.”[5] Başkasının gözüyle bakabilmek de bir basiret ve ferasettir.

“Eğer siz tembel kalıpta onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”[6] Bu cümleyi şu şekilde meselemize tatbik edelim. Eğer siz tembel kalıp basiret ve feraseti ihtiva eden şeyleri ve tekemmülata dair elzem olanların gereğini yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene tamamen cemalini göreceksiniz. Bu ise vasati bir insan ömrünün üstündedir. Yani siz değil sizden sonraki nesil sizin birikimlerinizi devam ettirip bayrağı ötelere götürmek davasında olursa ancak gayenize nefesiniz değil nesliniz vasıl olur. Yok tembeliği seçip gayret etmezseniz zaten yolda size ayı, ejderha ve kurtlar parçalamak için size bekliyor olacaktır. O kadar çetin bir yol tabiki bu kolay olmayacaktır. Ama insan öyle idealist olmalıdır ki ya nefesi ya nesli o hedefe vasıl olacak şekilde gayret etmelidir. “muhtelif fehimler ve istidadlar[7] bunlar yerinde istimal edilmelidir.

“Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrutiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husumet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.”

Ezcümle: Bazı cezâ-yı sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.” [8] Şahsi ve içtimai meselelerde yol üstünde bekleyen şâki ve gevezeler ve enesi çiftelilerden sakınmak için formüller geliştirilmeli ve basiret ve feraset sahibi olanlarla beraber olup backgroundumuzu kısa zamanda genişletmeliyiz. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmaktayız. Sistemin karmaşası sebebiyle işin içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Bu sebeplerle insan donanıma/background’a sahip olması gerekir ki feraset ve basireti açık olup iz’an ve iltizam sahibi olsun ki sistemi analiz edebilsin. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.”[9] Bu hususta istifade etmeliyiz. İstidat ve kabiliyet sahipleri yeni farklı tarz ve metodlar insana arzedebilir..

Hülasa: İnsan demek bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır.  “insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[10]

Ne mutlu o insana ki istidad ve kabiliyetlerini hak yolda kullanıp tekemmülat-ı şahsiye ve insaniyeye gayret eder.

Bedbaht o insandır ki ne kendi sistemini çözmeye gayret eder ne de insanlığa bir katkısı vardır.

Büyük bir cinayet-i azimedir ki muhtelif istidad ve kabiliyetlerden istifade edip kendisini inşa edip backgroundunu inkişaf ve inbisat ettirmez ve var olan müstaidleri de çürütüp kaldırmaya önüne set tekil etmeye çalışır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

[1] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[2] İşarat-ül İ’caz ( 164 )

[3] Sözler ( 712 )

[4] Mesnevi-i Nuriye ( 263 )

[5] Sözler ( 176 – 177 )

[6] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[8][9] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

 [10] Mektubat ( 332 )

 

Yazarın Tüm Yazıları

İFRAT VE TEFRİTTEN RİSALE-İ NUR MEDRESELERİYLE KURTULUNABİLİR

İFRAT VE TEFRİTTEN RİSALE-İ NUR MEDRESELERİYLE KURTULUNABİLİR

Dershaneye Gitmek ve Cemaat Olmanın önemi – 2

 

            “Şayet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.[1] İnsanlar cehaletini izale etmekle tekemmül edebilir. Tekamül ise ancak kalb ve ruhun birbiriyle imtizacı neticesinde tezahür etmektedir. Bir insan ne kadar malumat elde ederse etsin bu malumatı tatbik etmediği müddetçe bu malumat ilme inkılab edemez. İlme inkılab etmeyen malumat ise insanı ifrat ve tefrit gayyalarına kapılmaktan kendisini alamaz. Çünkü malumat insanı tekebbüre yuvarlar, ifrat kapısını açar.

            Tekebbür eden kimselere bakıldığında kendisini adeta kainatta ne kadar ulum varsa hepsi madden ve manen üzerinde tecelli ediyor zannetmektedir. Kibir ve gururları sebebiyle adeta kendisini kusursuz zannedip, kendisinden maada herkesi esfel-i safilinde görmeye sebeptir.

            İlim tahsili yolunda olmayan kimseler ise bilmediklerini de bilmediklerinden tefrite yuvarlanıyorlar.

            Ne ifrat ne tefrit.. bu ikisi de insanı huzursuz ve tedirginlik içine sokmaktadır. Bunun neticesinde insan ne olduğunu bilmediği hâletlerle karşı karşıya kalması kaçınılmaz bir durumdur.

            İstikamet ise; ifrat ve tefrit gayyalarından uzak kalıp orta yol üzerine yürümekten ibarettir. Ama bu yazdığım şey yazılıp söylendiği kadar kolay olan bir şey değildir. Hem ilim tahsil etmek, hem de  bu malumatı ilme inkılab ettirmek için elden gelen gayret yapılmalıdır.

            İstikamet için yani ifrat ve tefritten insanın kendisini uzak tutmasının bir yolu da ehl-i sünnet vel cemaat üzere olmaktır. Ve Nur talebeleri için derslere devam etmektir. Çünkü ortak paye olan Risale-i Nur Medresinde derslere devam etmekle ifratlar ve tefritler ve müstakimler müşterek bir şahs-ı manevi teşekkül ettirerek herkes orta yolda istikamet üzere yürüyebilir. Medreselerden ve derslerden uzaklaşanlar şahsi okumalarını terk etmediği müddetçe ifrata doğru adım yürümekte, okumayı terk etmesiyle de tefrite yürümektedir.

            Bu halden uzak kalmak için en müstakim yol Risale-i Nur Medresesinden Nurların nuruyla boyalanıp sıbgatullah ile sıbgalanmak yolundan geçmektedir.

Elhasıl: Ne arasak, hep Risalet-ün Nur’da güneş gibi görünüyor. Risalet-ün Nur şakirdleri dikkat etseler, daha bu fâni âlemde iken Liva-ül Hamd-i Ahmedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) altında bulunduklarını inayet-i Hak ile anlarlar.” [2] Bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor..” [3]

“Sekiz-dokuz âyetlerde “Sırat-ı Müstakim“e nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kur’anın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur’andan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risalet-ün Nur tezahür ettiğinden..” [4]

Risale-i Nur Anadolu için belaları def’eder.”[5]Risale-i Nur asayişin temel taşına hizmet eden bir sadaka-i makbule hükmündedir. Maddî ve manevî tehlikelerden bu memleketi muhafazaya vesile olduğu tahakkuk eden bir hakikat-ı Kur’aniyedir.”[6]

Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatımla beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.”[7]

            Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Emirdağ Lahikası-1 ( 249 )

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 181 )

[3] Tarihçe-i Hayat ( 154 )

[4] Şualar ( 706 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 705 )

[6] Emirdağ Lahikası-2 ( 180 ) 

[7] Emirdağ Lahikası-1 ( 78 )

 

Kaynak: NurdanHaber

www.NurNet.Org