Etiket arşivi: insan

Dünyayı Kurtarmak Mı?

“Kâinatta en mühim vazife gönüllerle Allah’ı buluşturmaktır.” diyor büyüklerimiz.

“Zira Allah (celle celâlühû) en seçkin kullarını bu vazifeyle göndermiş. Daha büyüğü olsaydı o kullarını onunla serfiraz kılardı. Fakat böyle kudsî bir vazifenin imtihanları da elbette ağır olur.”

“Mağnem nisbetinde mağrem” yani “mükâfât oranında sıkıntı” sözleriyle ifade edilen bir hakikat elbette insanlığa hizmet vazifesinde de geçerlidir. Çünkü hayırlı şeylere zarar vermek için pusu kurmuş bir çok mâni vardır.

Bedîüzzaman Hazretleri bu yolda insanların karşılaşabileceği en önemli imtihanları “hücumât-ı sitte” isimli risalesinde değerlendiriyor. Şeytanın bu asırda insana yaklaşabileceği en tehlikeli alanlardır onlar. Şeytan, bu alanları değerlendiremediğinde daha masumca ve daha gizli düşüncelerle kendini insanlığa adamış Hak erlerini engellemeye çalışır. Zannediyorum bunlardan bir tanesi de gerek insanın kendi nefsinden gerekse çevresinden gelen “dünyayı sen mi kurtaracaksın!?” sözleridir.

Belki çoğumuzun başına gelmiştir; beraber bulunduğumuz insanlarla birlikte bir fedakarlık zemininde biraraya geldiğimizde ailemizden veya akrabalarımızdan bazı nasihatlar işitmişizdir.

Vaktini niye böyle şeylere harcıyorsun? Paranı niye gereksiz şekilde hem de karşılıksız olarak veriyorsun? Senden başka insanları kurtaracak yok mu? El-âlem nasıl yapıyorsa sen de öyle yap!” gibi nasihatlarla âdeta imdadımıza yetişmek istemişlerdir. Bazen böyle düşünceler nefsin hırıltıları olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Şeytan, “üç-beş tane insana yardım edip onların elinden tutmakla insanlık ne kazanacak sanki?” gibi düşüncelerle, yapmış olduğu vazifeleri insana küçük ve değersiz gösterebilmektedir. Halbuki Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), “bir kişinin hidayete gelmesini dünya ve içindekilerden daha önemli” görüyor. Buna işaret eden âyet-i kerîmelerde de “bir insanın ihyâ edilmesi bütün insanların ihyâsı gibi; bir insanın öldürülmesi de bütün insanların öldürülmesi” olarak değerlendiriliyor.

Her şeyden önce bütün insanlara fayda sağlayacak bir şeyler yapmak için mutlaka çok ses getiren veya herkesin haberdar olacağı şeyler yapmak gerekmemektedir. Topluma faydalı olmak sadece siyasî bir oluşumun içinde olmak demek de değildir. İnsanlara hizmet vazifesini hakkıyla yerine getiren insanların hayatlarına baktığımızda bunu daha iyi anlayabilmekteyiz.

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yeni bir dini tebliğ ederken büyük oluşumlara girmiyor teker teker fertlere anlatıyordu. Önce Hazreti Hatice validemiz, sonra da Hazreti Ebu Bekir efendimiz O’na inandı. Sonra da O’nun etrafında ilk safı teşkil eden insanların çoğu Hazreti Ebu Bekir efendimiz’in vesilesiyle İslamla tanıştı. Hazreti Hatice validemiz de servetini Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’a yardım için tüketmişti. Bütün insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilen bir zât bile senelerce bir kaç kişiyle davasını devam ettirdi. Demek ki önemli olan, eldeki fırsatları değerlendirmek ve gerek maddi imkanlarla gerekse bilgi, tecrübe ve rehberlikle, ulaşılabilinen insanların elinden tutmaktır.

Sahabe efendilerimizden asrımızın büyüklerine kadar birçok zât himmetlerini insan yetiştirtirmeye yoğunlaştırmış, eser telif etmiş ve bu vesileyle insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Ve biz bugün devletler kurup dağıtan insanlardan ziyade bu zâtların tesirini müşahede etmekteyiz. İmam-ı Âzam hazretleri yetiştirdiği bir çok talebenin yanında İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebu Yusuf gibi müctehit talebeler de yetiştirmiş ve bu gün milyonlarla insanın kabullendiği bir mezhebin oluşmasına vesile olmuştur. Onların gayretleri sayesinde bizler dinimizi daha iyi anlıyor ve yaşama imkanı buluyoruz. İslam tarihinde bu şekilde semere veren bir çok alim zât göstermek mümkündür.

Üstad hazretleri de insanların imanlarının tehlikede olduğu bir dönemde yazdığı eserler ve yetiştirdiği talebelerle insanlığın imdadına koşmuş ve toplumda baş gösteren hastalıklara derman olmaya çalışmıştır. O, az sayıdaki talebesini çeşitli yerlere göndermiş ve o yerleri iman hesabına nurlu olarak görmüştür. Onun zamanında maddi imkanı olan bu imkanıyla ona destek vermiş, olmayan da bizzat kendisi işin içine girerek çalışmıştır. O gün o zatlar yaptıkları işin bütün dünya adına bir hizmet olduğuna inanıyorlardı ve sadece kendilerine düşen vazifeyle meşgul oluyorlardı. İnsanların önem verdiği meseleler onları hiç ilgilendirmiyordu. Bu gün biz onların sayesinde imanımızı takviye edip tahkîkî hale getirecek eserleri okuyabiliyoruz.

Bugün insanlığa hizmet etme ortamı bulunmaktadır. Belki günümüzde buna her devirde olduğundan daha fazla ihtiyaç vardır. Önemli olan bize bahşedilen lütufları değerlendirmektir. Dünyanın dört bir yanına hicret edip gönüllere ulaşmayı arzulayan gönül muhacirleri belki dünya için en mühim şeyleri yapıyorlar.

Kendisine hak ve hakikatın anlatıldığı dört-beş insan belki de ileride kendi ülkeleri ve kendi milletleri için faydalı olacak bir çok şeye vesile olacaklardır. Dolayısıyla hem anlatanlar, hem maddi imkanlarıyla yardım edenler, hem gönüllerinde bu muhacirleri ağırlayanlar ve hem de dünya kazanmış olacak. Dünyayı kurtarma iddiasıyla değil de kendini insanlığa hizmete adamış insanların içinde bulunma arzusu ve gayretiyle vazifelerimizi kudsî görmeli ve hakkıyla yerine getirmeliyiz. Zannediyorum şeytanın vesveselerine karşı da ancak böyle dayanabiliriz.

Abdullah Kadiroğlu/herkul.org

İyilikleri Kötülüklerini Geçen Sevilmeye Layıktır

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 49:10.)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi: 41:34.)

“Öfkelerini yutanlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamıştır.

Şöyle ki: “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)

“Mü’minlerde” deyimin genel anlamı, mü’minin iç dünyası ve ehl-i iman ile iyi ilişki kurma bağlamında önemli bir mesajdır. Uhuvvet insanlar arasındaki ilişkiyi güçleştirir. Hatta bu kardeşlik bağı devam edilmesi halinde sair insanların İslamiyet’in bu güzel hasletine özen göstererek İslama teveccüh artar. Aksi takdirde mü’minlerde nifak ve şikak gibi olumsuz bir sıfatın bulunması hem mü’minler arasında hem de cemiyette kin ve hasede sebebiyet vermektedir. Bu nedenle kin ve düşmanlığa yol açan olumsuz sıfatların insanlık için zararlı bir zehir olduğu belirtilmektedir.

Mü’minler arasında ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi, uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

Ayrıca Bediüzzaman’ın yukarıda verdiği örnekte, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu, uhuvvetin aynı zamanda adaletin önemli bir sonucu, adavetin ise zulüm olduğunu göstermektedir.

İnsanları zatı için değil, sıfatı için sevmek lazımdır. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Yani kişide bir tane olumlu sıfat dahi varsa, diğer olumsuz sıfatları için kin bağlamak ve ona düşmanlık etmek zulümdür. Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfatı için ona düşmanlık değil, belki o kötü hasletten kardeşinin kurtarılması için ona acımalı ve yardımcı olması gerekir. Bir kardeşini kötü bir sıfatından kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında kendini de huzurlu ve manen gönül hoşluğu içinde görür.

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti, mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lazımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13.Lem’a-13.Nota.3. İşaret)

Hane-i rabbaniye ve Sefine-i ilahiye(ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda(ruhunda benliğinde) İman, İslamiyet, komşuluk gibi dokuz değil belki bir çok masum sıfat(özellik) varken sana çirkin gelen ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o vücudun manevi hanesinin boğulmasına ve yanmasına teşebbüs veya arzu etmen fena ve zalimcedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

11.05.2011

Çağımızın Önemli Bir Hastalığı: Gurur

Gurur, çağımız insanının en önemli hastalıklarından biridir. Kendini biraz güçlü hissetmeye başlayan, biraz gücü ve itibarı artan, biraz cebi ve cüzdanı dolup mal mülk sahibi olmaya başlayan, biraz makam mevki sahibi olup, biraz şan şöhret elde edenler hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp gurur hastalığına yakalanıveriyor ve kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyor.

Zira çağımızda insanoğlunun kendine duyduğu güven zirveye ulaşmış ve beşeriyetin katettiği gelişmeler insan enesini adeta nemrutlaştırmaya başlamıştır. İnsanoğlu büyüklüğün sadece Allaha mahsus olduğunu unutur ve büyüklük davasına cüret eder olmuştur. Gurur hastalığı maneviyatı zayıf insanlara mahsus olmayıp, maalesef dindarlık iddiasındaki kişiler bile bu amansız hastalığa düçar olmaktadır.

Lügat ta kibir, aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek ve kendini başkalarından üstün tutmak anlamlarına gelen gurur, Kuran’da ve Hadis-i şeriflerde telin edilmiş ve insanlar şiddetle sakındırılmıştır. Cenab-ı Hakk, Kuran-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler… (el-A’râf, 7/146). “Allah bü yüklük taslayanları sevmez” (en-Nahl, 16/23).

“Kim, Allah’a kulluktan, O’na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır” (en-Nisâ, 4/172).

“Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. “ (Lokman, 31/18). Buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerine göre; Gurur ile insan maddi manevi kemalat ve mahasinden mahrum kalır,eğer gurur saikasıyla başkasının kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse,o insan nakıstır. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır.

“Büyük Görünme Küçülürsün! Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…” (Lemaat)

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur’an-ı Kerîm’in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır.

“Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Bediüzzaman, Risale-i Nur’da insanı gurur hastalığına yakalanmaktan veya aşağılık kompleksine kapılmaktan kurtaracak çok sağlam bir ölçü veriyor:

“Ey insan! Kur’anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler.” (Lemalar, 17. Lema)

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır. Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır. (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Yaptıklarınla Gururlanma

Bir çok insan vardır, yaptığı ile gururlanan. Bir çok insan vardır, yaptığı ile övünen. Bir çok insan vardır, yaptıklarından dolayı insanları küçümseyen.

Bir çok insan vardır, başardıklarını nefsinden bilen. Bir çok insan vardır, Allah’ın ona nasip ettiğinden bihaberdir. Ve çok az insan vardır, yaptığı bütün güzellikleri Allah’tan bilen.

İnsanın yaptığı güzel ve mükemmel şeylerle gururlanmaya ve kendini övmeye hakkı yoktur. Çünkü başardığı iş her ne olursa olsun, o işi nasip eden ve o işin olması için sebepleri yaratan yüce Allah’tır. Meselenin daha güzel anlaşılması için bir ressam örneğini verelim.

Çok ünlü bir ressam, muazzam güzellikte bir tablo yapmış olsun. Ondan sonra bu tablosunu sergilemiş olsun. Sergiye gelen insanlarda tabloyu beğenip, tablonun çok mükemmel olduğunu söylemiş olsunlar. Bu gelişmelerden sonra, tabloyu yapanın kendini üstün görmeye ve gururlanmaya hakkı var mıdır? Hayır, hakkı yoktur.

Çünkü;

1- Tabloyu yapma yeteneğini ona Allah vermiştir.

2- Tabloyu yapmayı Allah nasip etmiştir.

3- Kağıt ve kağıdın ham maddesi olan ağacı yaratan Allah’tır.

4- Kalemi, fırçayı ve boyayı yaratan Allah’tır.

5- Ressamı yaratan Allah’tır.

6- Ressamın o tabloyu yapmak için kullandığı;

a- Gözü yaratan Allah’tır.

b- Ellerini yaratan Allah’tır.

c- Duygularını yaratan Allah’tır.

d- Aklını yaratan Allah’tır.

e- Ayaklarını yaratan Allah’tır.

f- Hislerini yaratan Allah’tır.

7- Ressamın o tabloyu yapmak için esinlediği görüntüyü yaratan Allah’tır.

8- Ressamın o tabloyu yaparken tükettiği oksijeni ve havayı yaratan Allah’tır.

9- Ressamın o an ayakta durması için destek olan iskelet sitemini yaratan Allah’tır.

10- Ressamın o an yaşıyor olmasını nasip eden Allah’tır.

11- Ressamın fırçayı hareket ettirmesini nasip eden Allah’tır.

12- Ressamın o anda vücudunda meydana gelen milyonlarca olayı (solunum, kan akışı, vitamin dengesi…) düzenleyen ve onların doğru çalışmasını sağlayan Allah’tır.

Kısacası bir zerre dahi Allah’ın izni olmadan hareket edemez ve kendi başına bir şey yapamaz. Bir zerre için bu böyle olursa koca insan için böyle olmaması hiç mümkün müdür? Hayır, asla mümkün değildir. O zaman insanın yaptığı güzele şeylerle övünmeye hakkı yoktur. Sadece ve sadece Allaha şükür etmelidir.

Ey Nefsim, Ey ressam efendi ve Ey kabiliyetli kardeşlerim dikkat edelim, şeytanın ve nefsimizin oyununa gelmeyelim. Aklımızı başımıza alalım ve her daim Allah’a şükredelim.

Yüce Rabbim hak yol olan Kur’an’dan ve hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’ın Sünnetinden bizleri ayırmasın ve güzellikler yurdu olan ebedi Cenneti nasip etsin. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org

Kuran’ın Nuru

Kur’an’ı Kerim, insanlığa yol gösteren son ilahi kitaptır. İnsanlık ancak ve ancak onun gösterdiği yönde hareket ederse kurtuluşa ermiş olur. Onun gösterdiği yönde hareket etmeyen her toplum bataklığa düşüp, boğulmaya mahkûmdur.

Yüce kitabımızın bu özelliğini daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Kapkaranlık bir çölde kaybolmuş iki insan düşünelim. Bulundukları alan, bataklık ve tuzakları çevrilidir. Eğer bunlar kısa zamanda kurtulamazlarsa vahşi hayvanlara tarafından parçalanacaklardır. İşte böyle korkunç bir durumda, bu iki insana yüce bir varlık tarafından bir el feneri gönderiliyor. Bu el fenerin özelliği ise tuzakları ve bataklıkları anında tespit edip, yok etmesidir. Vahşi hayvanlara karşı yaydığı sinyaller vasıtasıyla onları korkutup uzaklaştırmaktadır. Bunun doğru olup olmadığını denediler ve hakikaten doğru olduğunu anladılar.

Bu iki insan bunu öğrendikten sonra bir tanesi ahmaklık edip inkâr ediyor. Ben kendi kendime kurtulurum diyor ve oradan ayrılıyor. Daha birkaç adım atmadan tuzaklarından birine yakalanıyor ve vücudu vahşi hayvanlara tarafından parçalanıyor.

Aklı başında olanıysa buna inanıp, el fener ile yolunu bulup, oradan kurtuluyor. Yüce varlığın dediklerine inanıp onun rızasına mazhar olduğu için kendisine mükâfat olarak Cennet veriliyor. Orada sonsuz ve mutlu bir hayat yaşıyor.

İşte ey insan, bu dünya bir bataklık ve tuzaklarla dolu bir yerdir. Yüce Allah, kurtuluşa ermemiz için Kur’an’ı bize rehber olarak göndermiştir. Onu hayatımıza uygulamamız ve anlamamız içinse iki cihan güneşi hazreti Muhammed a.s.m’i uygulayıcı ve tanıtıcı olarak göndermiştir. Bu gerçekleri bildikten ve öğrendikten sonra bu yolu takip etmemek çok kötü bir durumdur ve bile bile cehenneme yönelmedir.

Ey insan, Kur’an’ın verdiği ışığı ve sünnet-i peygamberi (peygamber a.s.m’ın yaşayış yolunu) takip et ve kurtul. Dikkat et! Eğer bu yolu takip etmezsen ikinci adam gibi olursun. Hem dünyada hem ahrette sonsuz azap ve sıkıntı çekersin.

Yüce Rabbim Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olan Hazreti Muhammed a.s.m’in kıymetini anlamayı ve hayatını onlara göre yaşamayı nasip etsin inşallah. amin..

Bahattin