Etiket arşivi: mevlana

Namaza Nasıl Başlanır

NAMAZ BİR NİŞAN YÜZÜĞÜ

Namaz, bir nişan yüzüğüdür. Nişan yüzüğünü takan bir insan, nasıl bir sevgili ile nişanlanmış oluyor, bir sevgiliden başkasına ait olmadığı kesinleşmiş oluyorsa, namaza başlayan ve devam eden bir insan da Mahbub-u Bakî’sini, Ezelî ve Ebedî sevgili’sini bulmuş oluyor. Böyle bir insan namazıyla şunu demek istiyor: Ben Hakiki Sevgilimi buldum. Ki o Allah’tır. Ben Ondan başkasına ait değilim, ben sadece ve sadece O’nun kuluyum, başka hiç kimsenin kulu olamam. Beni O yarattı, ihtiyaçlarımı O karşılamaktadır. Hakiki yar ve gerçek sevgili O dur.

Namaz insanı, bir çok şeye kul olmaktan kurtarır, yalnız Allah’a kul eder. En büyük, en sağlıklı özgürlük de işte budur. Onun için Mevlânâ: “En büyük özgürlüğü Allah’a kullukta buldum.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Allahım! Köleler efendilerinden kurtulunca hür ve mutlu olurlar, bense Sana kul ve köle olunca hür ve mutlu oldum!

NAMAZ VE MAYA

Günlük 24 saat ömrün içinde beş vakit namaz için ayrılan bir saat, bir kaşık maya gibidir. Bir kaşık maya ile nasıl kocaman bir tencere sütü mayalar ve yoğurtlaştırırsınız, her gün namaza ayırdığınız bir saatle de o kocaman gününüzü mayalar ve 24 saatinizi namazlaştırmış olursunuz. Üstad Bediüzzaman’ın “Namaz kılan insanın dünyaya ait diğer mubah işlerinin hepsi ibadet olur.” sözünün anlamı da bu olsa gerek.

BEŞ VAKİT NAMAZ

Beş vakit namaz, mü’minin günahlarına keffaret, Allah’ın iyiliklerine teşekkürdür. Ruhun ab-ı hayatı, kabrin karanlığında kandildir. Ahirette, büyük mahkemede senet ve berat, sırat köprüsünde nur ve buraktır. Şeytanı ve şeytanlaşmışları çatlatan, Allah’ı ve Allah dostlarını memnun eden, Allah’ın cennetine ve cemaline kavuşturan bir ibadettir.

ÇAMURA DÜŞMÜŞ ALTIN

Namazsız insan, çamura düşmüş bir altın gibidir. Çamurda görülen bir altın nasıl alınır, silinir, parlatılır, layık olduğu yere konulur. Namazsız insan da günah çamuruna düşmüştür veya düşürülmüştür. Böyle bir insan her ne kadar bu çamura düşmüşse de bu bir insandır, denilmeli, tutup ordan kaldırılmalı, yunmalı, yıkanmalı, layık olduğu yere, namaz seccadesine taşınmalıdır. Çünkü namaz seccadesi bir asansör, namaz da alay-i illiyyine, yüceler yücesine Firdevs cennetlerine çıkmak için düğmeye basmaktır. Bu yardımı çamura düşmüşlere çok görmeyelim. Kızmak yerine, acıyalım. Batan gemiden denize saçılan petrole gırtlağına kadar gömülen, bu yüzden uçamaz ve yüzemez hale gelen martılara acıdığımız kadar, günah ziftine saplanmışlara da acıyalım, tevbe sabunu ve namazın berrak sularıyla temizlenebilmeleri için onlara yardımcı olalım. Böylece hem kendimizi, hem de onları kurtarmış olalım.

NAMAZ, İNSANIN ŞARJI, NAMAZ VAKİTLERİ DE ŞARJ OLMA ANI

Namaz, insanın Allah’la buluştuğu ve konuştuğu andır. Namaz, insanın Allah’ın feyziyle şarj olma anıdır. Şarj olmamış veya şarjı bitmiş cep telefonunu bir düşünün. Böyle bir telefonun tenekeden farkı var mı? Namazı olmayan bir insan, şarj olmamış veya şarjı bitmiş telefon gibidir. Böyle bir insanın yararlı hale gelmesi, görünen ve görünmeyen alemlerle iletişime girebilmesi için şarj olması lazım. Namaz insanın şarjı, enerjisi, düzeni, disiplini, canı ve moralidir. Namaz vakitleri de şarj vakitleridir.

NAMAZSIZ İNSAN VE HUŞÛSUZ NAMAZ

Namazsız insan, şarj olmamış bir telefona, şarj olmamış bir telefon da tenekeye benzer, dedik. Huşusuz yani gafletle namaz kılanı da, şarj olsun diye prize takılan, ancak kablolarındaki kopukluk nedeniyle akımla temas sağlayamayan ve bir türlü jarz olamayan telefona benzetiyoruz. Siz telefonu şarja koymuşsunuz görünüyor ama, telefon bir türlü şarj olmuyor. Neden? Ya kablolarda kopukluk var. Ya da akım gelmeyen bir prize girmişsiniz. Huşusuz yani bilinçsiz namaz kılan adam da böyledir. Adam namaz kılıyor görünüyor ama namaz kılmış sayılmıyor. Neden? Çünkü kalıbıyla namazda ama kalbiyle namazda değil. Gövdesi namazda ama, aklı başka yerlerde. Telefon da şarj oluyor görünüyor ama elektrikle temas sağlayamadığı için bir türlü şarj olamıyor.

İmam kardeşlerimiz de bu hususta çok dikkatli olmalı, huşûsuz namaz kıldırmamalıdırlar. Aksi halde sadece kendi namazları değil, arkasına aldıkları cemaatin de namazlarının geçersizliğine sebep olurlar, ki Allah korusun bu çok büyük bir vebaldir. Cemaat böyle bir namazdan sorguya çekilmeyebilir. Çünkü onlar masumdur, hatta cemaatle namazın sevabını almak için koşmuş gelmişlerdir. Ve niyetlerine göre de bu sevaba nail olmuşlardır. Ama imam, o cemaatin namazından sorumludur. Çünkü cemaat imama uymuştur, ona güvenmiş ve ona teslim olmuşlardır.

BİN DOLAR BİR KİLO DOMATESE VERİLİR Mİ?

-Bin dolar, bir kilo domatese verilir mi?

-Verilmez.

– Biri kalkar verirse böyle birine ne derler?

-Parası çok, ama aklı yok, derler.

Şimdi soruyorum:

-Bin dolar mı kıymetli, insanın başındaki aklı mı?

-Bırakın bin doları, akıl, dünyadan da, hatta cennetten de pahalı. Çünkü akıl olmazsa ne dünyanın, ne de cennetin tadı çıkar.

-Madem öyle, dünyadan ve cennetten pahalı bir cevher, bir kadeh içkiye, üç-beş saniyelik bir zevke verilir mi? Kumarda ve gayr-i meşru eğlencelerde zayi’ edilir mi? Böyle şeylerle insan aklını ve huzurunu bombalar mı? Bu kadar basit şeylerle aklını ve huzurunu bombalayana akıllı denilir mi?

Öyleyse akıl neye harcanırsa değerini bulur? Akıl, dünyadan ve cennetten daha üstün, daha pahalı şeylere harcanmalı. Akıl, yaratıcısına, sanatkârına yani Allah’a harcanmalı. Akıl, namaza, cihada ve Allah’ın rızasına, Peygamber’e ve Peygamber’in davasına harcanmalı. İşte o zaman akıl değerini bulmuş olur. Böyle bir insan her şeyi kazanır. Böyle bir insanın arkasından cennet koşarak gelir. Böyle bir insanın dünyayı sevmesi, eşini sevmesi, çocuğunu sevmesi, işini sevmesi, evini, bahçesini sevmesi, yemeği sevmesi helal olur. Ama Yaratıcısına ve O’nun rızasına harcanmayan akıl, ne kazanırsa kazansın, neyi severse sevsin, Allah razı değil ise, kazandığı ve sevdiği her şey başına bela bulur.

Vehbi Karakaş

Kaybolan Sevgiler Şimdi Neredeler?

Bugün bir başkayım, ağlamaklıyım. Coştun yine deli gönlüm, göz yaşım gibi çağlar mısın. Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, biri çıksa da hatırlatsa bunları tek tek. Ağlamak gibi, sevmek gibi, dostluk gibi, vefâ gibi.

Hele vefâ, eski İstanbul’da belki de bir semtin adı şimdilerde. Yıllardır aradığım, bir türlü ulaşamadığım ilkokul öğretmenimi buldum nihayet. Kader karşıma çıkardı bir gün. Hayattalar, sıhhat ve afiyetteler. Sevgili anneciğiyle beraber yaşıyorlar. Kimi kimsecikleri yok, bir başınalar. Birbirlerine karşı hiç tükenmeyen sevgileri var.  Sevgileri dostlar başına. Hiç de yalnız değiller. Allah’la beraberler. Severdim öğretmenimi. Çocukluk duyguları işte, ayıp olur mu söylesem acaba? Çocukça, safça bir sevgi miydi bu? Yoksa platonik mi desem. Ama üzerinden kırk sene geçmiş.

Şimdi, bu sabah vakti arayıp da kendisine onu ne kadar çok sevdiğimi ve hâlâ yüreğimde adını yıllardır unutmayıp hep andığımı söylemek istiyorum. Söyleyemeyip de saklamanın ne manası var?

Bir kırk sene daha beklemeye zaman var mı? Bu sabah bir cesaret, bir kuvvet var içimde, Rabbime şükrediyorum. Yüreğimde resmini gördüğüm tüm dostlarıma, gönülden sevdiklerime, tek tek ulaşıp sevgilerimi söylemek istedim. Ve söyledim de. Oh, hayat varmış. Söyleyememek de ayrı bir azapmış.

Kalbimin tam ortasında günlerdir nasıl bir ağrıydı ki bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Gölge değil ki sessiz sedasız ardından gelsin. İçime oturmuş, ağır mı ağır çıkmıyor bir türlü. Perişan etti bu duygu beni. Bu derdi içimden atmanın sırrını, sevgili Peygamberimin bir tavsiyesinde buldum.

Hani bir gün ki sahabeden biri gelip; ‘Yâ Resulallah ben filân kişiyi çok seviyorum’ der. Hz. Peygamber ‘Madem bu kardeşini seviyorsun niye gidip de ona söylemiyorsun?’ Bu tavsiye üzerine o sahabe o adamın yanına varıp, sevgisini açıkça söyler ona. O da ‘sen gerçekten sadece ve sadece Allah adına mı beni seviyorsun, bunu söylemek için mi geldin?’ der. ‘Evet sadece bunun için.’ Adam da ‘Allah da ne muradın ve ne hayrın varsa sana versin.‘ der.

Selim Gündüzalp

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Yanlış Abdesti Düzeltmeleri

Mevlana (kuddise sırruhu), irşadında o kadar hassastır ki hiç kimsenin incinmesini, kırılmasını ve rencide olmasını istemez. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) sevgili torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (radiyallahu anhüm) hakkında nakledilen, yanlış abdest alan bir kimseye abdest almayı öğretişleri hem şekil hem de metot açısından onun hayran kaldığı bir davranıştır.

Hikaye ederler; Allah (celle celaluhu) ikisinden de razı olsun..

Hasan’la Hüseyin çocukken, birinin yanlış abdest aldığını gördüler; adamın abdesti şeriata sığmıyordu. Ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler.

Adamın yanına gittiler. Biri, ‘ Bu, bana yanlış abdest alıyorsun diyor’ dedi, İkimiz de huzurunda abdest alalım; bak, bakalım; ikimizden hangimizin abdesti şeriata uygun.

İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam da; “çocuklar” dedi, “sizin abdestiniz şeriata tam uygun, dogru, güzel; bu yoksulun abdesti yanlışmış” diyerek kendi yanlışının farkına varır ve düzeltme imkanı bulur..

Mevlana / Fihi ma Fih, S,135
Prof.Dr. Abdulaziz Hatip / Aşıkların Namazı

Namazda Şike!

Namaz her türlü kötülükten alıkoyup koruduğu bizat Yüce Allah tarafından belirtilmekdedir. Yıllar yılı görünüşte namaz kıldığı halde hala kötülüklerden çekinmeyen bir kimsenin namazında bir aksaklık olmalı.

Mevlana (kuddise sırruhu), namazla elde edilen sevabı tahıl türü bir gıda maddesine, namaza manen zarar veren onu zedeleyen nefis ve şeytanı da fare ve haşerelere benzetir. Ambara bugdayı doldurmadan önce, delik ve gedikleri iyi kapatmalı, haşere ve parazitlerin buğdayımıza ulaşıp zarar vermesine, namazımızdan doğan manevi nur ve feyizleri birer birer söndürmelerine izin vermemeliyiz. Bunun İçin yüce Allah’ın himayesine sığınmalı, O’ndan yardım dilemeliyiz.

Ey Hak talibi can! Önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerim büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen sevgili Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem), Namaz ancak kalp huzuru ile tam olur‘ hadisini hatır da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalp huzuru ile namaza başla.

Eğer ambarımızda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibadet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgi ile sadıkane yapılan ibadetlerdan, iyiliklerden hasıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor?

Çakmak demirinden birçok kıvılcım şıçradı. İlahı aşkla yanan gönül onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor. Dünyada manevi bir çerağ uyanmasın diyei o karanlıktaki hırsız kıvılcımları söndürüyor.

Allahım, senin inayetin, merhametin bizimle beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsızdan (nefs-i emmare) ne korkumuz olur? Sen, bizimle beraber olup bizi korudukça ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi yoktur.

Prof. Df. Abdülaziz Hatip / Aşıkların Namazı

Kaf Nun Sergisi Yüzde Yüz Keşif

Birkaç yıl önce, bir gece tefekkürünün dünyama yansıyan ışıltılarını ifadelendirmeye çalışırken hepimizin içinden gelip geçtiği ama çabucak unuttuğumuz en tehlikeli serüvenimizden söz etmem gerekti.

Her birimiz bu dünyaya kimliğimizin var-yok arasında gidip geldiği, varlığımızın ölüm-kalım arasında sarkaçlandığı sessiz bir yolculuktan sonra gelmiştik. Öyleyse o günlere gidip ‘şimdi sahip olduklarımız’ı yeniden düşünmek ilginç olabilirdi. Derin bir yokluğun içinden varlığa doğru yolculuk gerçekten ilginç bir anlatıma da yol veriyordu. Örneğin, “Gözlerim yoktu, gözlerimin olmadığını görecek gözlerim de yoktu” gibi bir ifade, verilene henüz verilmeyenle tanıklık ederek, verilenin bizim malımız olmadığını açıkça ifade etmeye yetiyordu: “Gözlerim yokken, gözümüzün olmadığını da görecek olan ben değildim; öyleyse gözlerimin olmadığını bir Sen gördün.” Her birimizi varlık-yokluk arasındaki keskin çizgiye taşıyan bu ifadeler diğer verilenler için de dillendirilebilirdi. Ellerim için: “Elim yoktu, Senin ‘kudret eli’ne tutundu ellerim. Ben, ellerim ve elde edeceklerim, öylece ele avuca geldi.” Kulaklarım için: “Sağırdım, bana bir Sen kulak verdin. Herşeyi her an işiten Sen, ben kulak sahibi değilken, işitmek istediklerimi işittin.” Dilim için: “Dilim dönmüyordu, Sen bana söz verdin.” Dudaklarım için: “Daha dudağım dudağıma değmedi. ‘Ağzı var dili yok’ bile değilim. Bana rahmetinle bir Sen tebessüm ettin. İki dudak verdin, bir dil. Cümle dudakları gül eyledin. Gülücükler verdin, güller gönderdin.” Ayaklarım için: “Ayaklarım yoktu, beni varlığa Sen yürüttün. Yokluktan varlığa yürüttün Sen bedenimi. Hiç yoktan ayağa kaldırdın beni.”

Bir gece yarısı heyecanıyla kaleme aldığım (daha doğrusu, tuşa getirdiğim) “Bir Ceninin Hatıra Defteri” başlıklı makalede yüzüm için söyleyeceklerimi en sona bırakmıştım: “Gelmeye yüzüm yoktu, Sen bana yüz verdin. Beni tanımıyordu annem babam bile. Varlığımdan bile haberli değillerdi. Ben de bilmiyorum var olduğumu. Var olma arzumun bile farkında değilim. İnsan olduğumu da bilmem. ‘Anılmaya değer bir şey’ değilim. Kimse saymıyor beni. Adım yok, adam yerine koyulmuyorum.

“Yüzüm yok. Çatık bir kaşım, gamzeli bakışlarım yok. Saçlarım, kirpiklerim yok. Kaşlarım kirli bile değil; yok. Yüzüme çamur bulaşmamış; çünkü yok! Şekilsiz, biçimsiz, kaba, belirsiz ve korkunç görünüyorum. Böyle görseydi beni annem, belki yüz vermezdi bana. Yüzüme bakamazdı.

“Yüzüme bir Sen baktın. Bana Sen yüz verdin. Yokluğun kirli, çirkin maskesini yüzümden indirdin. Rahman sûretini indirdin yüzüme. Annemin gözlerine değesi ‘bebek yüzlü’ tenler giydirdin ete kemiğe. Kirpiklerimin ucuna gamzeli bakışlar düşürdün. Ve yanaklarıma gülücükler saldın. Saçlarımı verdin, ‘zülf-ü yâr’ olası çizgiler çizerek; kaşlarımı eğri kıldın, yay gibi; bakışlarıma nur verdin, ay gibi. Karşısına vurulası aşıklar koydun. Güneşi gözucuma Sen getirdin.

“Bilmezdiler oysa varlığımı. Tanımazdılar beni. Sen yüz vermesen, yüzümü kalblerine âşina eylemesen, yüz süremezdim annemin yüzüne. Hayatı yitirdiğimde de, bana yeniden hayat verecek Sensin. Bir gün toprağa yüz sürdüğümde de…”

Daha sonraki ‘yüzde yüz keşif’ okumalarım ışığında, bu yazımda yüzün en sona kalmasının anlamlı olduğunu farkedecektim. Çünkü, sessizce geçip geldiğimiz bu ölüm-kalım serüveninden, varlık-yokluk seferinden ‘bu taraf’a taşıdıklarımız arasında, yüzümüz en açık varoluş kimliğimiz, en vazgeçilmez varlık sembolümüzdü… İhtimal ki, var sayılmak da, adam yerine konulmak da, hatırı bilinmek de yüzümüzde gerçekleşiyor, yüzümüzle mümkün oluyordu.

Çok geçmeden, sadece Türkçe’ye değil, farklı ifadelerle de olsa her dile yerleşmiş olan, ‘yüz’ ve ‘var olmak’ arasındaki derin ve yakın anlam akrabalığını da farkedecektim. Örneğin, birşeyin yüz göstermesi, belirmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, var olmak anlamına gelirken; yüzsüzlük ya da yüzü olmamak, yüze gelememek, utancın insanı yokluktan yana küçülttüğü, alçalttığı durumlara denk düşüyordu. En azından her sabah, kendi kişisel varlığımızı aynaya düşen yüzümüzle doğrulama ihtiyacı hissediyorduk: Her sabah ayinede gördüğümüz kendi yüzümüzdür. İnsan kalbinin zamanları aşan, sonsuzluğu kucaklayan sevdası da gelip yüze dayanıyordu: Her daim yüz yüze geldiğimiz/gelmek istediğimiz sevdiğimizdir. Dost meclisine yüz süreriz; dosta karşı hatalıysak varmaya yüzümüz yoktur. Gün olur, yüze geliriz; gün olur, yüz buluruz. Yüz çevirdiğimiz de olur, yüzüstü kaldığımız da. İşin içinden yüzümüzün akıyla da çıkabiliriz, yüzkarasıyla da kalabiliriz.

Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da ‘yüz’den yüz çeviremiyor olmalıyız ki, algılamak istediğimiz herşeye mutlaka bir ‘yüz’ bulmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Meselâ, ayağımızı bastığımız ‘yer’ her zaman vardır da; biz ona ‘yeryüzü’ deyince daha bir tanıdık gelir. ‘Gök,’ her daim başımızın üzerindedir, ancak ‘gökyüzü’ deyince daha bir tanıdık olur yıldızlar. ‘Yer,’ ne de olsa, biraz soğuk, biraz ilgisiz durur; ancak ‘yeryüzü’ hemen ayağımızın altına uzanıverir, kucaklar, sarar, sarmalar. ‘Gök,’ yukarıda ve uzaktadır belki; ancak ‘gökyüzü’ mütebessimdir, tanıdık çehrelidir, kardeşimizdir.

Şu kısacık dünya hayatımızda, şu daracık yeryüzünde, insan yüzü en sık muhatap olduğumuz, en çok yüzyüze geldiğimiz yüzeydir. Ancak, bu yüzeyde diğer tüm yüzeyler için geçerli olan bir kuralın tersiyle yüzleşiriz. Sık sık baktığımız herhangi bir yüzey bir süre sonra bıkkınlık getirirken; insan yüzüne baktıkça, bıkkınlık değil, mutluluk duyarız. Şükür ki, en çok sevdiğimiz yüzler en sık baktığımız yüzlerdir. En çok da, âşinası olduğumuz yüzleri özleriz. Ara sıra ‘yeni yüzler’e yolculuk etsek de, ‘yeni yüz’de, ‘yeni olan’ başka şeylerin aksine, derin ve tarif edilmez bir yakınlık ve alışıklık hissi yaşarız. Örneğin, daha yeni yüz giyinmiş kendi çocuğumuz bir bebek yüzü ile dünyaya yüz sürdüğünde, sanki binlerce yıldır onunlaymışız gibi hiç itirazsız ve kolayca kabulleniriz bu yüzü. Bir kere yüz yüze geldikten sonra da onun yüzünü görmeden edemez, o yüzden yüz çeviremeyiz.

Ünlü düşünür Çiçero’nun kısacık ifadesiyle “Herşey yüzde” olmalı. Yüz insanlar arasındaki tüm iletişimlerin ve etkileşimlerin en kolay okunan ve en zor anlaşılan mesajıdır. Yüz en sık gördüğümüz, fakat belki de en az farkettiğimiz aynadır. Yüz, en alışık olduğumuz, fakat en az tanıdığımız mekândır. Yüz en çok sefer ettiğimiz, fakat en az keşfettiğimiz coğrafyadır. Yüz, genel hatlarıyla en sabit ve değişmez bildiğimiz, fakat detayları ve ifadeleri en çok değişkenlik gösteren bir iklimdir. Yüzümüz varlığımızın aynasıdır, varlığımızı her daim yüzümüzde gezdiririz. Bazen bir maskedir yüz, bazen açık bir mektup.

Hemen her zaman ‘ben’ derken yüzümüzü kastederiz. Hiç şüphesiz bu yüzden, kimliğimizi, hep yüzümüzü doğrudan gösteren vesikalık fotoğraflar ispatlar. Bedenimizin başka herhangi bir bölgesinde, yüzümüzde toplandığı kadar toplanmaz kimliğimiz. Çoğu zaman var olmak istemediğimiz yerlerde ve zamanlarda başımızı öne eğer, gözlerimizi yere çevirir, yüz ifademizi olabildiğince silikleştirip fiziksel olarak olmasa da, duygusal olarak ‘bir kenara çekiliriz.’ Çocuklar küserken yüzlerini saklar, gözlerini yere çevirir, yüzünü başka yöne dönerler: Yüz ifadesini azaltmaya yönelik her hareket “Ben yokum!” mesajı taşır. Derin mahcubiyetlerde olduğu gibi.

Bir yabancının üzerine kazara kahve döktük diyelim. Utandık, mahçup olduk. “Yerin dibine geçsem” diyerek itiraf ettiğimiz gibi, utanma duygusu varlığımızı silmeye ve küçültmeye ayarlanmış gibidir. Gerçekten de varlığımızı temsil eden yüzümüz utanma duygumuzun ayarına göre biçim alır: Önce, burnumuzun bir yanını hafifçe kaşır gibi yaparak elimizi yüzümüze götürürüz, yüzümüzü kısmen saklarız. Bakışlarımızı yere çeviririz. Yüzümüzün detaylarını en belirgin biçimde yansıtan gözlerimizi kısmen de olsa görüntüye kapatırız. Aynı anda omuzlarımız daralır; yüzümüz gibi bedenimizi de küçültmeye çalışırız. Doğuştan getirdiğimiz bu tavır, insanın varoluşunun yüzle gerçekleştiğinin bir başka ifadesidir.

Depresyon hastaları, kendilerine atfettikleri ‘değersizlik,’ ‘işe yaramazlık’ gibi duyguları yüzlerine ifadesizlik olarak yansıtırlar. Yok olma, intihar edip varlıktan çekilme arzusu, hastaların yüzünden okunur. Yüz ifadeleri yokluktan yana durur, iletişimi kapatan gölgeden örülü bir maske takmış gibidirler.

Aynı şekilde, zihinsel ya da fiziksel nedenlerle yüz ifadelerini kaybeden hastalar, kimliklerini ifade etmede, varlıklarını kabul ettirmekte hayli zorlanırlar… Birçok insan, Parkinson hastalarıyla birlikte olmayı sıkıcı bulur, çünkü Parkinson hastaları yüzlerinde fiziksel olarak oluşan donuk ifade yüzünden, asıl duyguları farklı da olsa, kendilerini ifade edemezler, ruhlarını ortaya koyamazlar, duyguları donuk yüzlerin arkasına hapsolmuş gibidir. Doğuştan yüz ifadesi yeteneklerini yitiren Möbius sendromlu hastalar, kendilerini ifade edememek ve anlaşılamamak yüzünden kendi varlıklarını sanki geçersizmiş gibi algılarlar.

Yüz bedenden ruha açılan bir pencere gibidir. Bu yüzden, yüzün ifadesizliği, algıladığımız insan bedeni ile göremediğimiz ancak her zaman algılamak istediğimiz insan ruhu arasında bir perde gibi durur. Duygularımızı her an yüzümüze taşırırız, yüzümüzde ruhumuzu taşırız. Bu yüzden olsa gerek, maskeli bir yüzle konuşmak hayli zor, sıkıcı ve yorucudur. Her an karşımızdaki yüzden bir tepki bekleriz. Tepkiyi göremediğimiz yerde sözümüzün de, görüntümüzün de, varlığımızın da, yakınlığımızın da âdeta bir karanlıkta yittiğini düşünürüz.

Yüz adı konulmamış bir elçi gibi işler aramızda. Bir insanın simasından ruhunun simyasına doğru geçeriz. Bir insanın veçhesinde tüm duyguların tılsımını çözeriz. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi’ni yazarken ruhun yüzle olan yakınlığından hareket eder. Romanın başkahramanı Dorian Gray, hep kötülük yaptığı halde, sırf yüzünün temiz görünümü ve masum ifadesi yüzünden asla suçlanmaz, asla şüpheye konu olmaz. Ettiği onca kötülüğe rağmen, kendisi sürekli genç ve masum kalır, onun yerine portresi yaşlanır ve çirkinleşir.

Tıpkı dibinde inciler saklayan dipsiz bir deniz gibi yüzümüz. Yüzümüzün yüzünden yansıyanlar hemen her zaman derûnumuzdan haber verir. Ruhumuzun derinliklerinden kopup gelen her sır, yüreğimizin köşelerinden sızıp gelen her duygu hemen yüzümüzün detaylarına taşınır. Bunun tersine de doğrudur. Yüzümüzün detaylarında biçimlenen her ifade önce kendi yüreğimizi okşar, önce kendi ruh dünyamızın diplerine kayıp gider. Bu yüzden olsa gerek, insan gönlü, sûret ile sîretin uzaklığına, uyuşmazlığına razı olmaz. Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” davetiyle en başta sûret ile sîreti birlemeye çağırıyor olmalı. Olduğu gibi görünmeyenlere ya da göründüğü gibi olmayanlara ‘ikiyüzlü’ denmesi de, ihtimal ki, riyakârlığın saf bir ayine olan yüzün tekliğine gölge düşürmesini kayıt altına alıyor. Yoksa, aynı Mevlana, “Sima ruhun sırdaşıdır” der miydi?

Dudaklarımızla konuştuklarımız yüzümüzle konuştuklarımızın yanında öylesine yetersiz kalıyor ki. Bu yüzden dudaklarımızın değdiği yerde, dilimizin uzandığı yerde yüzümüzün en çarpıcı ifadesi inşa olunur: tebessüm.

Tebessüm yüzün bütün detaylarının gelip durulduğu bir ifade gölüdür; yüzün bütün detaylarını aydınlatan tarifsiz bir güneş gibidir. Dudakların ucundan başlayıp göz kenarlarına kadar yüzün yüzeyini biçimlendiren tebessüm, gözlerin derin bakışından içeriye doğru derinleşir, bakışı derinleştirir.

Tebessüm sırasında insanın yüzü âdeta şeffaflaşır, ruhun soyut güzelliğine, kalbin içten muhabbetine doğru kocaman bir pencere açılır. İçten bir tebessüm, hiçbir zorlamanın ve haricî kuvvetin teshir edemeyeceği kadar ele avuca sığmaz bir eylem, ancak dilin ifadelerinin erişemeyeceği kadar aşikâr bir ifade, ruhta derin ve kalıcı izler bırakacak kadar güçlü bir imajdır.

Said Nursî, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında, esmâ-i hüsnanın algılanmasına eksen oluşturmak üzere verdiği ‘güzel bir çiçek’ ve ‘güzel bir hasnâ’nın sûret ve heykeli misalini anlatırken, insanın ‘güzel isimler’e olan ayinedarlığını insan yüzünde zirveleştirir ve yüzün nihaî yansımasını da tebessüme taşır. Güzel bir çiçek ile güzel bir kadının sûretini esmâ-i hüsnanın tecellileri üzerinde inşa ettiği bu eşsiz anlatımda, çiçeğin cisimleşmiş bir lütuf oluşu kadar, heykele kazandırılan ‘tebessüm vaziyeti’nin o ‘güzel kadın’ı et ve kemikten bir lûtfa dönüştürdüğünü de okuruz. Said Nursî’nin anlatımını tersinden okursak, sade ve içten bir tebessümün cisme ve bedene keremi konuk ettiğine; mütebessim bir çehrenin ardında kendini sevdirme duygusunu saklayan kerem gibi soyut bir hüsnü somutlaştırdığına, elle dokunulur, gözle görülür eylediğine tanık oluruz. Aslında, her tebessümümüzde paha biçilmez bir cevherin kutusunu açıyor, gören gözleri onun parıltısına davet ediyoruz.

Yüzümüz ne kadar kendi kimliğimizi temsil ederek, âdeta başkalarına ismimizi okutuyorsa, bir o kadar, hatta bin o kadar, bizi Var Edenin varlığımızda görünür kıldığı güzel isimleri okutur, yansıtır. İnsan yüzünün yaratılmasıyla, kâinatın en mütebessim yüzeyi gün yüzüne çıkar, tebessümün biçimlenmesiyle insan yüzünde kâinatın en güzel ve en özel çiçeği açar. İnsan yüzü, ‘Rahmân’ın sûreti’ne doğru yanaşır. Saf bir ayineye dönüşür, insan ruhunda gizli tüm duyguları gün yüzüne çıkarır, yeryüzünde dağılmış bütün gülleri bir Ehadiyet buketinde toplayıp yansıtır.

Her birimizin yüzünde, diğer yüzlere çevireceğimiz böylesine büyüleyici, böylesine teshir edici, böylesine eşsiz bir ayine vardır işte. Her âşina yüzde Rahmân’ın sûretiyle birlikte, Rahîmiyetin selamı düşer gözümüze. Rahmeti resmetmeye kalksaydık, herhalde bir insan yüzü çıkıverirdi karşımıza.

Rahmet, tıpkı insan yüzü gibi, herkese ve herşeye bolca verilmiş; ama herbirimiz için özel, her bir şey için apayrı. Rahmet, insan yüzü gibi, yokluktan hiç sebepsiz çıkageliyor; ama hep tanıdık, hep sıcacık. Rahmet, insan yüzü gibi, tarifsiz ve sınırsız; ama hep bildik ve âşina. Rahmet, insan yüzü gibi, vazgeçilmez, yüz çevrilmez ve reddedilmez; ama her daim karşılıksız, sebepsiz ve gerekçesiz veriliyor. Rahmet, insan yüzü gibi, görünüşte aynı ve değişmez; ama her bir insanda farklıca yaşanıyor, ayrıca biçimleniyor. Rahmet, tıpkı insan yüzü gibi, gözle görülür, elle tutulur birşey; ama her an gözden kaçabiliyor, ele avuca sığmıyor.

Bugün aynaya baktığımızda rahmetin tebessümünü okuyabiliriz yüzümüzde. Tıpkı adımız gibi net, yüzümüz gibi apaçık. Aynaya düşen ışığın yüzümüzde yeniden aydınlandığını görelim bugün. Yüzümüzün sırrıdır ışığı da karanlığa düşmekten kurtaran. Tıpkı güneşin de güneşi gibi. Rahmet gibi. Yüzümüz. Yakın, yalın, tanıdık, bildik, sıcacık, aydınlık, apaçık. Aynada yüzümüzden daha öte aydınlık var mıdır? Yüzümüzde Rahmân’ın sûretinden haber var mıdır?

Senai Demirci