Etiket arşivi: mevlana

İki Mesnevinin Mukayesesi

Tarihin farklı devirlerinde aynı davaya hizmet etmiş din büyüklerinde meşreb, üslub ve ifade farkları olmakla birlikte onlar aynı menbaadan sulanmakta aynı şeyleri insanlara sunmakta kutup yıldızı gibi yön vermektedirler.

Müceddidler din işlerinde mübtedi değil muttebi- dirler. Yani bidat ehli değiller, emaneti yeni usul ve anlatımlarla sadık tabiler olarak toplumlara ulaştırırlar. Kimi sohbet ve irşadlardan, kimi yazdıkları eserlerden kimide kurdukları eğitim sistemlerinden yararlanarak tecdid vazifelerine bütün varlıklarını ortaya koyarak çalışırlar.

Yaşadıkları devir, içinde bulundukları toplum, karşılaştıkları şartlar onların tarz ve usullerini şekillendirir. Bundan dolayıdır ki değişik asırlarda gelmiş müceddidler, irşad ve tecdid faaliyetlerinde farklılıklar gösterirler.

Biz bu yazımızda haddimizin çok üstünde de olsa Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevisi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevisini nazara vermek ve verdikleri mesajlarda bulunan benzerliklere ve farklılıklara bakmak istiyoruz.

Tarihte insanlığın iftihar ettiği büyük şahsiyetlerden biri de Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi‘dir. Mevlana’nın asıl adı Muhammed, lakabı Celaleddin’dir. Diyar-ı Rum denilen Anadolu’da Konya’da yaşadığı için isim ve şöhreti Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak tarihe geçmiş, o nam ile şöhret bulmuştur. Mevlana kelimesi “efendimiz” anlamına gelmektedir. Hünkar, Hazreti Pir, Mollayı Rumi gibi lakapları da vardır.

Babasının adı Muhammed Bahaüddin Veled’dir. Sultanu’l ulema diye anılmıştır. Annesi Belh Emiri Rüknüddin’in kızı Mü’mine Hatun’dur. Doğum tarihi 6 Rebiüllevvel 604, miladi 30 Eylül 1207 dir. İki oğlu oldu. Birine sultan Veled, diğerine de Alaaddin ismini verdi.

Mevlana, Şems-i Tebrizi ile mülaki olmadan evvel, babası sayesinde sayısız ilim ve tasavvuf büyüğü ile karşılaşmış, onlardan ilim, irfan ve tasavvuf feyizleri almıştır. Hz. Mevlana, Mesnevi’yi yazmadan önce sayısız arif ve veliden engin ilim ve feyizlerle mücehhez büyük bir alim, derin bir sofi, eşsiz bir edib ve hatip, büyük bir eğitimci, çok yönlü bir din büyüğü idi. Yani Mevlana infilak etmeye hazır bir “nur dağı” halinde idi. Beklediği, Şems-i Tebrizi’nin çakacağı kibrit yani bir kıvılcım idi. Şems, Mevlana’nın o muazzam potansiyelini ateşleyip açığa çıkaran kişidir.

Sonunda nurlarla dolmuş Mevlana barajının kapakları açıldı. Mesnevi’nin rahmet suları ovaları sulayarak cennet gibi manevi bağların, bahçelerin oluşmasına, irşad olmuş milyonlarca gönül çiçeklerinin açmasına sebep oldu.

MEVLANA’NIN MESNEVİSİ

Mesnevi, (sini) iki rakamını anlatan kelimeden türemiş ikili beyt manasından ismini almıştır. Aşktan, kahramanlıktan, hayatın her halinden bahseden sayısız mesneviler yazılmıştır. Mesnevi, beyitlerle sınırlanmadan birkaç beyitten onbinlerce beyte kadar yazılabilir. Fakat mutlak sıfat kemaline masruftur kaidesince mesnevi denilince ilk akla gelen elbette “Mesnevi-i Şerif” tir.

Hz. Mevlana’nın en büyük eseri Mesnevi-i Şerif’tir. 25618 beyitten meydana gelmektedir. Mevlana’da ve Mesnevi’sinde “Vedud” isminin tecellisi galib olup, coşkun ve cezbeli bir aşk ile baştan sona tevhid-i ilahi terennüm edilmekte, kainattaki bütün varlıklar ve olaylar, aşka dair ifadeler, ritüeller, temsil ve tasvirlerle ele alınmaktadır.

Hz. Mevlana çok yönlü bir âlim ve muhteşem bir mürşiddir. Eğer bir kişi sadece sufilikte ileri gitmişse “zülcenah” denilir, kanatlı tabir edilir. Eğer zahiri ilimlerde de derecata sahipse iki kanatlı manasında “zülcenaheyn” denilir. Mevlana ve Bediüzzaman gibi ilimlerde çok yönlü ve iyi yetişmiş olanlara ise “zülecniha” denilir. Onun için Mesnevi’yi okuyan ve bir derece anlayan onun her beytinde her çeşit ilmin cevherlerinin fışkırdığını, hiçbir sun’ilik ve zorlama olmadan belagat ve edebiyatın bütün şahikalarında dolaştığını müşahede eder.

Mesnevi’nin meziyetlerini, özelliklerini ve güzelliklerini ifade edebilmek elbette bizim haddimizin çok üstündedir. Bizim bu makalede yapmak istediğimiz şey, tarihte yaşamış iki ilim, irfan ve irşad sultanının kendi misyonlarını icra ederken yazdıkları iki Mesnevide asırlarının şartlarına göre takip ettikleri yolda ki benzerlik ve farklılıklara bir nazar atfetmektir.

BEDİÜZZAMAN VE MESNEVİSİ

Bilindiği gibi Hz. Bediüzzaman, muhteşem Osmanlı İmparatorluğunun talihinin döndüğü, gerileme döneminde çırpındığı, her yönden saldırılarla sıkıştırıldığı, ardı arkası kesilmeyen savaşlarla bunaldığı, birçok toprağını kaybettiği, idari ve mali keşmekeşe sürüklendiği karanlık bir dönemde 1878 de dünyaya geldi.

Bitlis’in Hizan kazasının Nurs köyünde zihinlerin tamamen saf ve bakir olduğu, müşevveş fikir ve düşüncelerden ari bir çevrede, fakir bir çiftçi ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’dan aldı. Eğitimine küçük yaşta Tağ Medresesinde başladı. Fevkalade cevval ve yüksek zekasıyla her gittiği yerde verilen derslere çok kısa zamanda hakim olması, daha derin daha yüksek bilgi ve manalara ulaşabilmek için bir medresede aynı hocadan ders almak onun ilim ve irfan açlığını doyurmadı. Bu sebeple devamlı yeni arayışlarla birçok hoca, alim, şeyh ve mürşide ulaşmak için seyahatler yaptı. Her yerdeki ilim derecesini aştıktan sonra birçok ilim, irfan, tasavvuf büyüğünden feyz aldı. Çok küçük yaşta çok büyük alimlerle en zor konuları liyakatla konuşup tartışabilecek bir ilim ve irfana sahip mümtaz bir şahsiyet haline geldi. Katıldığı ilmi mübahaselerde o zamanın büyük alimlerini kendisine hayran bıraktı.

Bitlis hayatından sonra vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gitti. Orada on yıl kaldı. Bir yandan devlet işlerine muttali oldu. Diğer taraftan dünyada olup biten her şeyden haberdar oluyordu.

Böyle bir günde Vali’nin evinde okuduğu gazetelerin birinde İngiliz sömürgeler bakanı Gladstone’un elinde Kuran-ı Kerim ile kürsüye çıkarak “Bu Kuran Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hakiki manada hakim olamayız. Ya bu Kuran’ı tamamen gözden düşürüp Müslümanları ondan soğutmalıyız; ya da Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız.” Dediğini okur. Bir ilim, irfan ve fazilet ummanı olmasının yanında içinde kaynayan müthiş gayret ve hamiyet ummanı feveran ederek “Kuran-ı Kerim’in sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün aleme ispat edecek ve onun hakikatlerini dünyaya duyuracağım” demiş ve bu gayesine ulaşmak için kafasında oluşturduğu bir tarafı pers, diğer tarafı Arab, öbür yönü ile Türk dünyasını irşad edecek üniversitesini kurabilmek için bu yönde en uygun yer olarak Van beldesini düşünerek Dersaadet’e haraket etmişti.

İstanbul’a götürdüğü bu proje gerekli ilgiyi görmedi. Bu arada talebe-i ulum ve İstanbul uleması ile yaptığı sohbet ve münazaraların yankılarından rahatsız olan devlet erkanı onu tarasud ve takibe almalarına hatta onu Toptaşı’nda ki tımarhaneye kapatmalarına sebep oldu. Bu arada meşrutiyet ilan edilmiş, İstanbul’da birçok karışıklıklar, fikri ve siyasi münakaşalar meydana gelmiş, Bediüzzaman birçok konuşmaları ve basındaki yayınlarıyla yatıştırıcı ve yol gösterici olmuştur.

Hürriyetin yanlış algılanmasını ve uygulanmasından endişe ile doğru manadaki hürriyeti veciz ifadelerle tarif etmiştir. (Elhürriyetü atıyyetür Rahman-Hürriyet Rahman’ın, Hakkın vergisidir.) ( Hürriyet zillete düşmemek ve zillete düşürmemektir.) ( Hürriyet ne kendine nede başkasına zarar vermemektir.) (Başkasının hürriyetinin sınırı bizim hürriyetimizin sınırdır.) (Her kim Allah’a kulluk ederse kullara kul olmaz, Allah’ın kullarını kendisine kul etmeye kalkmaz) gibi ifadelerle insanı ne zalim nede mazlum etmeyen doğru hürriyeti tarif etmiştir.

Bu arada Osmanlı’da birçok değişiklikler, yıkım ve tahribatlar meydana gelmiş, Balkan Harbi ve 1.Dünya Harbi olmuş, Osmanlı önce parçalanmış, sonra yıkılmış. Kurtuluş Savaşı yaşanmış, koca imparatorluğun sadece bir bölümüyle yeni bir devlet kurulmuş, tamamen yeni fikirlerle işleyen bir sistem ortaya çıkmıştır. Padişahlık gitmiş, Cumhuriyet gelmiş medreseler, tekkeler kapanmış, toplumda çok büyük maneviyat zaafı ortaya çıkmış, dini eğitim adeta dumura uğramıştır. Dini tedrisat hizmetleri büyük zorluklar altında adeta bazı hamiyetli insanların omzuna yüklenmiştir.

İşte Bediüzzaman’ın eskiden telif ettiği İşaret-ül İcaz, Mesnevi Nuriye, Asarı Bediiye gibi eserlerinin ardından bu sefer dünyayı saran Ateizm, Materyalizm ve Komünizm cereyanlarının yaydığı inkar ve küfür, fikir ve faaliyetlerine karşı Risale-i Nur külliyatı adını verdiği bu asrın ihtiyaç ve sorularına cevap veren eserlerini telif etmiş, sadece eser yazmakla kalmamış o fikir ve bilgileri harika bir hizmet tarzı ile hayata geçirmiş, her türlü inkarın belini kırmıştır. Bediüzzaman Risale-i Nur’dan evvel telif ettiği Mesnevi Nuriye’nin çok büyük bir önemi haiz Risale-i Nur Külliyatının fidanlığı bu eserdir demiştir.

Mesnevi Nuriye

Daha evvel tarif edildiği gibi mesnevi daha çok Arapça ve Farsça yazılmış ikili beyitlerden meydana gelmiş kısa ve çok uzun ilmi, ahlaki, kahramanlık veya şehrin güzelliklerini anlatan eserlere verilen isimdir. Mizahi mesnevilerde vardır. Genelde manzum olarak yazılmakla birlikte nesir tarzında yani şiir cinsinden olmayan mesnevilerde vardır. Bediüzzaman’ın aslı Arapça olan Mesnevi Nuriye’si bu tarzın en muhteşem örneğidir. Dini, imani meseleleri hatta anlaşılması en zor konuları kısa kısa anlatımlarla birbirinden bağımsız olarak anlatmış ve ilerde ortaya çıkacak büyük Risale-i Nur ekolünün esaslarını içine alan ve bir fidanlığı, bir programı hükmünde olan çok kitapları özet olarak içinde barındıran bir eserdir.

Bu konuda söz söyleyecek en yetkili kimse elbette Mesnevi Nuriye’nin müellifi muhteremidir.

Kuran’ın Arabi bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Mesnevi-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altınla yazılmaya layık bir mecmua inşallah teksir edilecek. Bu çok harika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet icazkar olan ve kırk sene evvel telif edilen bu eserleri, o zamanın hakiki ve meşhur büyük ulema ve meşayıhi de tam takdir ve tahsin etmişler ve o risalelerden bir tek risale hakkında “Bu bir katre değil bir bahirdir, diyerek fevkaladeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan aciz olduklarını idrak etmemişler.” (Emirdağ Lahikası)

Risale-i Nur’un bir nevi Arabi Mesnevi Şerifi hükmünde olan bu mecmuanın mukaddemesi beş noktadır.

İKİNCİ NOKTA: … Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılâp etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: …Demek, bu Arabî Mesnevî mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dahilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: …Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…
Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş…”

MESNEVİ ŞERİF İLE MESNEVİ-İ NURİYE’NİN BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI

1) Mesnevii Şerif saltanatın merkezinde Selçuklu payitahtında o günün güçlü insanlarının takdir, tahsin ve teşvikleri altında telif edilmiş buna mukabil Mesnevi Nuriye, parçalanmakta ve çökmekte olan bir imparatorluğun harabe olmaya yüz tutan zor zemininde açan seher çiçekleri gibi ortaya çıkmıştır.

2) Mesnevii Şerif teslimin kavi, iman ve şeriatın genelde kabul ve tasdik edildiği, ariflerin sözlerinin delilsizde olsa hürmetle kabul edildiği bir dönemde telif edilmesine karşılık Mesnevi Nuriye, Marksizm, materyalizm, ateizm ve komünizmin en kat’i iman esaslarını sorguladığı ve inançsızlığın ferinin her bir yeri ve dönemin olmadığı kadar organize olduğu sistemleştiği hatta büyük devletlerde rejim haline dönüşmeye başladığı bir dönemde yazılmıştır.

3) Bundan dolayıdır ki Mesnevii Şerifin mesajlarının merkezinde inanmış insanların gönüllerine ilahi aşkla cüşu huruşa getirmek esas olmuş. Buna karşılık Mesnevi Nuriye inhare, Mesnevii Şerif manzum olarak Farsça kaleme alınmış bir ihtimal Sünni Müslümanlar ile inanç merkezli Şii Müslümanların arasında bir muhabbet köprüsü kurmayı hedeflemiştir. Farsçanın çok zengin belagatından yararlanmıştır.

Mesnevi Nuriye ve onun muhterem müellifi eserleri ve teşebbüsleriyle İttihadı İslam için çalışmış Van’da temelini attığı fakat meydana gelen büyük muharebe ve yıkımlar sebebiyle sonunu getiremediği Medresetüz Zehra bu teşebbüsünün delilidir. Çünkü Van bu bakımdan hem Fars dünyasına hem Arap dünyasına hem Türk dünyasına hitap edecek, istikamet verecek. İttihadı İslam’ı inkişaf ettirecek büyük bir merkez olacaktır. Mısır da; Ezher Üniversitesi gibi Van’da ki Medresetüzzehra da onun kız kardeşi olacak, ulvi gayeye hizmet edecektir. Ne yapalım ki Kaderi İlahinin planı programı binaları olmayan kudret tanımayan şumulü bütün dünyayı saracak olan başka türde bir Risale-i Nur hareketinin ve evrensel bir nur hareketinin takdir ve tayin etmiştir.

Netice olarak her asırda gelen müceddidler bir çok yönleriyle birbirlerine benzedikleri gibi yaşadıkları zaman, zemin ve şartlar gereği bazı farklılıklarda ortaya koymaktadırlar.
Allah hepsinden razı olsun, makamları cennet olsun. Kendilerine ihsan edilmiş feyiz ve bereketlerinin hayırları kıyamete kadar devam etsin.

Abdülhamit Oruç

www.nurnet.org

Peygamberimize Hakaret İçerikli Yayınlara Karşı Duruşumuz?

Peygamber Efendimiz Sav Karşı Yapılan Hakaret İçerikli Yayınlara Karşı Hangi Tavrı Almayılız?

Son günlerde Peygamberimiz Sav hakaret içerikli yayınlar artmaya başlamışken en sonuncusu olan, film krizi hakkında yazarından politikacısına kadar herkes, yaralanan kalbinin ızdırabını bir türlü dile getirdi ve haklı tepkisini gösterdi. Yazılanların hepsi doğru, söylenenlerin hepsi güzeldi.

Ama aynı şeyi sokak nümayişleri için söylemek mümkün değildi. Çünkü iş fikirden eyleme döküldüğünde söz sokağın eline geçiyor ve çoğu zaman, söven kişilerle dövülen kişiler farklı oluyordu. Her ne ise… Olan olmuştu. Hisler galeyana gelmiş, akıl için bir köşede büzülüp beklemeden başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

Ben konuya bir başka yönüyle bakmak istiyorum:

O yönetme cevap vermek öncelikle papazlara ve Garbın şarkiyatçı öğretim üyelerine düşerdi. Çünkü onlar Peygamber Efendimizi (asm) çok iyi tanıyorlardı. Onun nurlu meyvelerinden bir kısmını da olsa incelemişlerdi. Gazali’yi çok iyi tanıyorlar, Geylani’ye hayranlık duyuyorlar, Mevlana’yı ciddi seviyorlardı. Bilim alanında bugün ulaştıkları seviyede İslam medeniyetinin Avrupa uzantısı olan Endülüs Emevi Devletinin büyük payı olduğunu inkar edemiyorlardı.

Onlar şunu da hayretle görüyor ve çerçevelerinden özenle saklıyorlardı: İslam dininde Hz İsa’nın (as.) peygamberliğini kabul etmeyen kişi dinden çıkıyor, küfre düşüyordu. Öyleyse bu din semavi olmalıydı. Aksi düşünülemezdi. Kim kendi taraftarlarına rakibini kötüleme yasağı getirebilirdi.

Bütün peygamberler aynı davanın davetçileriydiler ve Müslümanlar o hak elçilerinin hepsine imanla ve hürmetle mükelleftiler. İslam dünyasında Hz İsa’nın (as) karikatürü çizilseydi, buna en büyük tepkiyi İslam alimleri gösterirlerdi. Aynı hassasiyeti Batının din adamları da sergileselerdi, İslam aleminde her gün biraz daha tırmanışa geçen Hristiyan düşmanlığı yönünü değiştirecek, “ateizm düşmanlığına” dönüşecekti.

Bu film neyin nesiydi? Film seneryo edenin inanç alemi nasıl bir görünüm arz ediyordu? Bunu başkaları namına ücretle mi yapmıştı? Yoksa kendi sapık ruhunun bir isteğini mi ortaya koymuştu?

Bana göre olay ideolojik değil ekonomik ağırlıklı olmalıydı. Çünkü dünyanın bu günkü gündeminde ağırlık ekonomideydi.

Bu olayla İslam’ın Avrupa’da her gün biraz da gelişmesine perde çekilmek de istenmiş olabilirdi.

Öte yandan Türkiye’nin Avrupa birliğine girmesini engellemenin hedef alınmış olması da ihtimalden uzak değildi.

Bu ve benzeri tüm art niyetler bizim için karanlık bir dehlizdi

İkinci ihtimale gelince, bu noktada şöyle bir soru hatıra geliyor: Bu adam mutaassıp bir Yahudi mıydı, Hıristiyan mı yoksa dine düşman bir ateist mi? Ben bu ikinciye daha fazla ihtimal veriyorum. Çünkü, Batı aleminde çoğu insanın artık teslise inanmadıklarını, papazların günah affetme hurafelerini gülünç bulduklarını ve bu yüzden ateizmi tercih ettiklerini biliyorum.

Bu adam belki de Peygamber Efendimizin (asm) verdiği bir haberden çok rahatsız olmuştu. Ahir zamanda Müslümanlar, Hristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak edip müşterek düşmanları olan dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdi. Yoksa bu adam o haber verilen düşmanların safında mıydı?

Bu adam bir uyuşturucu müptelası da olabilirdi. Çünkü yaptığının akılla uyuşur yanı yoktu. İhtimaller çoğaltılabilir.

Şu var ki ben bunları sıralarken bir şeyi unutuyordum: Bu çirkin fiilin, şöyle veya böyle, bir fikir mahsulü olduğunu düşünüyor, ona izah getirmeye çalışıyordum. Halbuki ortada bir fikir yoktu. Bu “peygamber düşmanlığı” bir makale içinde sergilenseydi, o yanlış düşüncelere karşı cevap verilir, iddiaların delillerle çürütülmesi yoluna gidilirdi. Ama ortada fikir değil kin, haset, ahlaksızlık ve inanca hürmetsizlik vardı. Bunlara ise ilmen cevap vermenin anlamı olmazdı. O halde ne yapmak lazımdı? İşte ben bu “lazımı” düşünürken birden içimde garip bir his hakim oldu. Hiç düşünmediğim ve heveslenmediğim halde ” keşke” dedim kendi kendime “iyi bir karikatürist olsaydım ve bu adama bir karikatürle cevap verseydim”. Bu isteğimi şu hayali karikatür takip etti:

“Yan yana dört tane dikdörtgen.

– Birincisinde: İnsan bedeni giymiş bir canavar, güneşe öfkelenmiş, ona karşı var gücüyle bağırıyor, hakaretler yağdırıyor.

– İkincisinde: Öğle vakti başlayan bu bağırtı akşama kadar aralıksız sürüyor.

– Üçüncüsünde; Güneş batmak üzere, o ise öfke ile karışık bir sevinçle iğrenç görevini yine sürdürüyor.

– Dördüncüsünde; Güneş batmış, o ise aksi istikamete doğru neşeyle yürüyor ve kendi kendine şöyle söyleniyor:

“ Batırdım onu!..”

Gerçekte güneş batmış değildi. Kendisine sırt çevirenleri karanlıkla baş başa bırakmış, başka beldeleri aydınlatmaya başlamıştı.

Risale Ajans

Yaz Kur’an kurslarının hatırlattığı misaller

Kur’an’dan ayetler ezberleyenlerle ezbersiz kalanların farkını anlatmak için verilen misalde deniyor ki:

-Yolda yürürken yerde gördüğünüz bir kâğıdın üzerinde Allah adının yazılı olduğunu görürseniz basıp geçemez, hemen eğilip alır, kâğıdı hürmetle korumaya çalışırsınız değil mi? Çünkü üzerinde Allah ismi celalini taşımaktadır bu kâğıt. O kutsal isim o kâğıdı hürmet edilecek dereceye yükseltmiştir.

İşte insan kalbi de aynen bu kâğıt gibidir. İnsan kalbinde ezberlediği herhangi bir ayet yoksa kendini kıymetlendirecek bir değerden de mahrum demektir. Onu kıymetli kılacak bir yazı yoktur çünkü. Böyle değil de, en azından namazlarda okuyacağı kadar Kur’an’dan ayetler, sûreler ezberlemiş, yani kalbine Allah’ın kelamını yazdırmışsa, artık o kimse ayak altına düşecek boş kâğıt değersizliğinden çıkmış, üzerinde Allah ismi yazılı değerli kâğıt kutsiyetine yükselmiştir. Hem öylesine yükselmiştir ki, Rabb’imiz de kelamını ezberleyerek kalbine yazdırmış olan hafız kulunu, cennetine layık görmekle kalmıyor, ayrıca şefaat etme izni vereceğini de vaat ediyor.

Nitekim meşhur hadis kitabı İbni Maceh’te zikredilen hadiste Peygamberimiz (sas) Hazretleri Kur’an’ı ezberleyip manasıyla amel eden hafızın şefaat etme iznine sahip olacağını şöyle haber veriyor:

Kim Kur’an’ı okuyup ezberler, ezberlediği Kur’an’ın emirlerine de uygun şekilde yaşarsa, o hafızı Allah Teala ezberlediği Kur’an hürmetine cennetine almakla kalmaz, ayrıca akrabalarından (Cehenneme gitmesi kesinleşen) on kişiye de şefaat etme izni verir!..

Evet, ünlü hadis kitabından (İbni Maceh) alınan hadis aynen böyle haber veriyor Kur’an’ı önce okumasını öğrenen, sonra da ezberleyerek manasıyla da amel eden hafızın şefaat iznini.

Kur’an kursuna giderek ya da evinde özel gayretle Kur’an öğrenerek bazı sûreleri ezberleyip hafızasına yazdıranlar, bu müjdeden hissedar olabilirler. Tatil devresinin böyle bir fırsatı değerlendirme devresi olduğu unutulmamalıdır.

Bu konuda Hazreti Mevlânâ’dan vereceğimiz şu saygı misali de Kur’an’ı ezberleyenin değerini daha da net şekilde anlatmış olmaktadır.

Huzuruna giren bir genci ayağa kalkarak karşılayan Hazreti Mevlânâ, bununla da kalmaz, genci makamına çağırıp oturtur, kendisi de karşısına geçip iki dizi üzerine çökerek hürmetle dinler.

Çevredekiler Mevlânâ’nın makamını bir gence terk edip de karşısında hürmetle diz çöküşünü uygun bulmazlar da itiraz yollu sorarlar. Büyük insan, gence bu hürmetin gerekçesini şöyle açıklar:

-Bu genç der, Kur’an’ı ezberlemiş bir hafızdır. Kalbinde Kur’an yazılıdır. Siz sokakta üzerinde Allah yazılı bir kâğıdı görünce hemen hürmet göstererek eğilip alıyor, yüksek bir yere hürmetle koyuyorsunuz. Ben de kalbine Kur’an’ın tamamı yazılı bir gence ayağa kalkıyor, hürmet gösteriyorum. Sizin hürmet gösterdiğiniz kâğıt üzerindeki yazıdan daha fazladır bu gencin kalbinde yazılı Kur’an!..

Hazreti Mevlânâ, sözlerini şöyle tamamlar:

-Sadece ben değil Allah (cc) da kelamını ezberleyerek amel eden hafızlara büyük değer veriyor, cennetine almakla kalmıyor, akrabalarından cehenneme gidecek on kişiye de şefaat ederek kurtarma hakkı tanıyor!.. Yeter ki o hafız ezberlediği Kur’an’la amel etmede bir ihmale düşmesin.

– Ne dersiniz, bu tatil devresinde böyle özel ve güzel müjdelerden bizler de hissedar olsak mı? Biz de kalbimize Kur’an’dan namazlarda okuyacağımız ayetler, sûreler yazdırarak kendimizi değerli insan haline getirsek mi? Yoksa hiçbir şey ezberlemeden boş kâğıt gibi kalma değersizliğine düşmeye razı mı olsak?

Takdir elbette tercih edenin olacaktır. Ama hiç olmazsa namazda okuyacağımız sûreleri kalbimize yazdırma değerini kazanmalıyız bu tatil devresinde..

Yoksa gönül razı olmuyor kendimizin de çocuklarımızın da boş bir kâğıt parçası gibi ayaklar altında değersiz halde kalmamıza..

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Hz. Mevlânâ’dan günümüze mesajlar…

Hz. Mevlânâ 738. vuslat yıldönümünde yine gündemimizi güzelleştirmekte, yaşadığı özel ve güzel örneklerden bazılarını tekrar etmeye yine ihtiyaç duymaktayız. İşte günümüze mesaj yüklü misallerinden bazıları…

****

Mevlânâ Hazretleri, ziyaretine gelen bir genci kendi oturduğu makamına buyur eder, kendisi de gencin karşısına geçip iki dizi üzerine yere oturmayı tercih eder. Çevredekiler Mevlânâ’nın makamını bir gence terk edip karşısında hürmetle diz çöküşünü fazla bularak bunun sebebini sorarlar. Şöyle açıklar Mevlânâ bu saygının sebebini:

-Bu genç der, Kur’an’ı ezberlemiş bir hafızdır. Kalbinde Kur’an’ın tamamı yazılıdır. Siz sokakta üzerinde Allah yazılı bir kâğıdı görünce hemen hürmetle eğilip alıyor, üzerindeki tek kelimenin hatırı için onu yüksek bir yere koyarak saygı gösteriyorsunuz. Ben de kalbine Kur’an’ın tamamı yazılı bir gence hürmet ediyor, hafızasındaki Kur’an’a karşı saygımı ifade ediyorum…

Kur’an’a böylesine derin saygı içinde olan Hz. Mevlânâ, bir ara güzel sesli hafızın okuduğu ayetleri dinlerken gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. Bu sırada yanında uyuklamakta olan biri de ansızın uyanıp baktığı Mevlânâ’nın gözyaşlarını görünce şaşkın halde sorar:

– Efendi Hazretleri niçin ağlıyorsunuz der, gözyaşı dökecek ne var ortalıkta?

Mevlânâ uykulu adamın anlayacağı dilde anlatır ağlama sebebini:

-Güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an sesi bana Cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da ondan ağlıyorum, der…

Esneyen adam da başını sallayarak, “Bana da öyle geliyor!..” der.

Mevlânâ küçük bir düzeltme yapar:

-Senin işittiğin ses, der, Cennet kapısının açılış sesi değil kapanış sesi olmalıdır. Çünkü der, açılış sesi ağlatır, kapanış sesi uyku getirir!

****

Bir talebesi evlenmiş, hayata karışmıştı. Ziyaretine geldiğinde kılık kıyafetinden talebesinin ihtiyaç içinde olduğunu anladı. Fakat halkın içinde mahcup etmeden nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. Bu sırada oturduğu kapının arkasından kalkıp gitmek üzere olan talebesine seslendi:

-Osman! dedi, sen eksiden çok mütevazı biri idin, gelip elimi öperdin. Halbuki şimdi uzakta oturuyorsun, ne yanıma yaklaştığın var ne de elimi öptüğün!

Osman mahcubiyetle Mevlânâ’nın yanına gelip eline sarıldı. O sırada avucu içine önceden hazırladığı altını kimsecikler görmeden Osman’ın avucu içine koyarak elini kapatan Mevlânâ, şu tembihte bulunmayı da ihmal etmedi:

– Osman dedi, ben el öptürmeyi çok severim, sık sık gelip elimi öpmeni istiyorum, anlaşıldı mı?!.

Osman avucu içindeki altını sıkı sıkıya tutarak çıkıp evin yolunu tutarken bu zarif anlayış karşısında öylesine duygulandı ki, yol boyunca gözyaşlarını durduramadı…

****

Bir defasında Mevlânâ da zikir halkasına katılmış, çevresiyle birlikte zikrediyordu. Tam bu sırada bir sarhoş da halkaya girip zikretmeye başladı. Ancak sarhoş dengesini tutamıyor, yanındakilere çarpıyor, rahatsızlık veriyordu.

Tutup dışarı atmak istediler. Sarhoş çıkmak istemeyip direnince zorlamalar başladı. İş tekme tokada kadar varınca Mevlânâ sordu:

-Ne yapıyorsunuz öyle?..

-Sarhoştur dediler, aramızdan ayrılmak istemiyor, biz de çıkarmaya çalışıyoruz.

İşte bu sırada söyledi tarihî sözünü:

– Demek şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.

Ne muhteşem bir uyarı bu! Hem de kitaplık çapta uyarı!..

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!

Anlaşılan sarhoş da olsa saf dışı edilmesini istemiyor, hor hakir görülerek dışarı atılmasına razı olmuyordu…

Bu sebeple tarihî uyarısına şu cümleyi de ilave ediyordu:

-Düşene herkes tekme atar, bir tekme de siz atmayın!

****

Bir gün yolda giderken kendisini gören bir papaz oturduğu yerden hemen ayağa kalkıp sonra iki büklüm halde aşağı eğilerek saygıyla selamladı kendisini. Bu tevazuu gören Mevlânâ ise papazdan daha aşağıya eğilerek selamına karşılık verdi. Bu duruma itiraz eden bir Müslüman, “Bir papaza karşı bu kadar aşağıya eğilmek olur mu?” deyince:

– Elbette olur, dedi ve gerekçesini şöyle anlattı:

-Tevazuda da papazı geçmemiz gerekir!

Ne dersiniz, bize de mesaj var mı bu örneklerde?..

Ahmed Şahin / Zaman

Allah Yakını Olmanın Yolu ve Ödülü

Kur’an, Allah’ın sözü, insanlığa gönderdiği son mesajı, son uyarısı, son çağrısıdır. Bu çağrıya kulak verenler, cennete gitmek üzere kalkmaya hazırlanan uçağa ve gemiye binmiş olacaklar. Kulak vermeyen ve uyarıları dikkate almayanlar ise, treni veya uçağı kaçırmış olacaklar, uzun mahşer yolculuğunda aç, susuz, sefil, sahipsiz ve araçsız kalacaklardır.

Namaz kılabilecek kadar Kur’an öğrenmek ve ezberlemek farz-ı ayindir. Kur’an’ın tamamını ezberlemek farz-ı kifayedir. Bir kısım insanlar Kur’an’ın tamamını ezberlerse Müslümanların tamamını sorumluluktan kurtarmış olurlar. Kur’an’ın tamamını hiç kimse ezberlemezse, bütün Müslümanlar günaha girmiş olur. Öyleyse:

1-Ya Kur’an’ın tamamını ezberleyeceksiniz, yani hafız olacaksınız;

2-Ya çocuğunuzu hafız yapacaksınız,

3-Ya da hafızlık yapanları, hafızlık yaptıran kurumları destekleyeceksiniz, yani Kur’an kursları açacaksınız, mevcut kursları geliştireceksiniz, güzelleştireceksiniz, modernleştireceksiniz ve yaşatacaksınız. Onların bekçisi, neferi ve hizmetkârı olacaksınız.

Bu yol insanı, Ehlullah yani Allah’ın ailesinden olmaya götürür. Ehlullah olmaya giden yolun:

Birinci basamağı, Kariu’l- Kur’an olmak. Yani Kur’an’ı usulüne göre yanlışsız okumak.

İkinci basamağı, hafizu’l-Kuran olmak. Yani Kur’an’ı usûlüne göre ezberlemek.

Üçüncü basamağı, hadimü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an’ın hizmetkârı olmak, Kur’an’ın okunduğu, okutulduğu kurumların inşasında, ihyasında rol almak, hizmetkâr gibi çalışmak.

Dördüncü basamağı, hamiyü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an okuyanları, okutanları, Kur’an kurslarını korumak, Kur’an kursları açanlara, onlara hizmet edenlere yardım etmek, onların işlerini, hizmetlerini kolaylaştırmak, geliştirmek.

Beşinci basamağı, ehlü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an’la konuşmak, konuşmasını Kur’an’la yapmak, Kur’an uzmanı olmak, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak, Onunla düşünmek, Onunla yaşamak, Onu yaşama biçimi olarak tercih etmek

Altıncı basamağı, ehlullah yani Allah ailesinden, Allah dost ve yakınlarından olmaktır. İlk beş basamak insanı işte bu noktaya çıkarır. Yani insanı Allah Teala’nın yakınları arasına sokar. Ki onlar Allah´tan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Herkes şahlardan, padişahlardan çekinirken padişahlar da onlardan çekinir ve onlara saygı duyarlar. Onların sohbetine devam ederler, ahirete ciddi çalışır, günahların tuzağına düşmekten kurtulurlar.

Mevlana’nın huzuruna bir hafız girince Mevlana hemen ayağa kalkmış, onu en üst köşeye oturtmuş, sonra da: “Kur’an’ı nasıl rahle ve kürsünün üzerine koyup hürmet gösteriyoruz Kur’an’ın lafzını ezberleyen hafızlar ve manasını ezberleyen alimler de öyle hürmet görmeli ve en üst noktaya oturtulmalıdırlar,” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu bir kâğıt, nasıl yerden kaldırılıyor ve ateşe layık görülmüyorsa, Kur’an ayetlerini ezberleyenler ve Kur’an ahlakıyla ahlaklananlar da böyle hürmete layık görülecek ve cehennemde yanmayacaklardır.

Hattâ Peygamberimizden gelen hadislere göre böyle hafızlara yakınlarından on tane cehennemliği cehennemden kurtarma hakkı verilecektir.

Kur’an ayetlerini ezberleyip te onlarla amel etmeyen, yani Kur’an’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen hafızlar için de: “Demek cevizleri iyi sayıyor ve koruyorlar ama kabuğun içindekilerden haberleri yok, yazık.” buyurmuştur.

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze