Etiket arşivi: Peygamber

Gözümün Nuru Peygamberim (A.S.M.)

Ahmed-i Mahmud-u Muhammed  Aleyhisselam,           

Alemin Nuru’dur, ederim mâlum-u i’lam,

Leyl ü nehar Peygamberime göndersem selam,

İçim güler senin için ciğerim yansa da.

 

kırmızı gülSen bizi kurtarmaya geldin gönderdi Rabbim,

Mübarek Nurunu görmeye çarpıyor kalbim,

Yüce dergâhını temaşaya doyamadım,

Geldim ama tam hisse alamadım Ravza’nda.

 

Bir sensin  bu kadar mucize ile övülen,

Pak dâvan için Mekke’den de sürgün edilen,

Miraca uçturuldun Aksa ve Medine’den,

Birçok velilerin saf tutar senin arkanda.

 

O mübarek ayağının tozu olabilsem,

Sönmez Nurunu, bari menamda görebilsem,

Mecnun gibi o Nur dağına  tırmanabilsem,

Deruni hislerim nurlanırdı o makamda.

 

Peygamberime muhabbetle kendimi yaksam,

Hislerimi pür nur eylerim nuruna baksam,

Yardımınla Rabbimin rızasına kavuşsam,

İsminize hürmeten daim kalsam kıyamda.

 

Büyük bir şeref, risaletini  ispat etsem,

Münkirleri birkaç mu’cizeyle ıskat etsem,

Mülhidlere  Nur’dan berahin gösterebilsem,

Sevinirim sünnetini yaşasam dünyada.

 

O mübarek derdinden bir katre alabilsem,

Ruhum gitmeden dinine sadik kalabilsem,

Burada ağlasam da, orada gülebilsem,

Senin aşkın ile durmadan koşsam bu yolda. 

 

Kur’anı Allahtan getirdi büyük Peygamber,

Bu dünyada hiç yoktur ondan güzel bir haber,

Allahım Onu yaşamak için yardım gönder,

Yoksa bize karşı düşman hücumda her kolda.

 

Allah’ım! Son müceddidinden ayırma bizi,

Vermek için Nur hizmetine biz kendimizi,

Nurlu kervana rehber eyle rahmetinizi.

Mahvolmayalım gönder Habibini imdada.

 

Abdülkadir HAKTANIR

İmanın Şartları (Şiir)

İmanın şartlarından ilki ALLAH’A İMAN
Allah vardır ve birdir O’dur Rahim ve Rahman

Her eşyayı yaratan O’dur Rabbül Alemin
O’na inanmak ile ancak olunur mü’min

İmanın diğer rüknü MELEKLERE İMAN’dır
Meleklerse masum ve latif varlıklardandır

Allah’a muti olup emrinden hiç çıkmazlar
Verilen emri asla yarıda bırakmazlar

Diğer bir şartı ise İNDİRİLEN KİTAPLAR
Tevrat, Zebur ve İncil Kuran-ı Kerim bunlar

Bir de Peygamberlere yüz Suhuf gönderilmiş
Bunlarla insanlara doğru yol gösterilmiş

PEYGAMBERLERE İMAN imanın şartındandır
Onlar da birer insan ve emin kullardandır

Uyarmışlar insanı olmuşlar birer rehber
İlahi emirlerden getirmişlerdi haber

İmanın mühim rüknü AHİRETE İNANMAK
Ölümden sonra tekrar dirilerek canlanmak

Dünyada ekilenler orada biçilecek
Cennet – Cehennemlikler orada seçilecek

KADERE İMAN ise insana huzur verir
Tevekkül eden kişi hayat ona hoş gelir

Kadere iman eden kederden emin olur
Her iki dünyada da mesut bahtiyar olur

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Peygamberler, Dönemin Darwinistleri İle Fikri Cihad Etmiş, Kan Dökmemişlerdir

Cihad, Allah’ın dinini tebliğ etmektir ve en büyük farz ibadettir. Tarih boyunca tüm elçi ve peygamberler, bulundukları kavme Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmış, onları azaba karşı uyarmışlardır. Hiç bir peygamber cihatında asla kan dökmemiş, zorlama ve baskı uygulamamış, fikri olarak mücadele etmiştir. Yalnızca Hz. Muhammed (sav) müşriklere karşı savaşmak zorunda kalmış ve 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca yalnızca 2 ay savaşmıştır. Yaptığı savaşlar da taarruza yönelik değil, savunmaya yönelik olmuştur.

Hz. Nuh (as)’dan Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün elçi ve peygamberlerin ortak özelliği, dönemlerinin Darwinist, materyalist zihniyetleri ile mücadele etmiş olmalarıdır. Bu mücadelelerinde kan dökmemiş, akılcı taktiklerle vicdanları harekete geçiren fikri mücadele vermişlerdir. Yine Allah’ın emri ile tarihin en azılı kafiri olan Firavun gibi azgınlara dahi yumuşak ve güzel sözle tebliğ yapmış ve kimseye şiddet ve baskı uygulamamışlardır.

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)

Örneğin Hz. İbrahim putperest bir kavimde yaşıyordu ve kavmi, tıpkı günümüz Darwinistleri gibi Allah’ı bırakıp uydurma yalanlara tapıyorlardı. (Hz. İbrahim) Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz? Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz? (Saffat Suresi, 85-86) Hz. İbrahim inkarcı topluluğu kendinden uzaklaştırdıktan sonra kavminin tapmakta olduğu putların yanına giderek ”…yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. (Enbiya Suresi, 58)

Hz. İbrahim’in, putların sadece birini sağlam bırakmış olmasının da önemli bir hikmeti vardı. Putlara bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu anlayan kavmi ondan intikam almak için onu arayıp buldular ve ilahlarına bunu neden yaptığını sordular. Hz. İbrahim ise “Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” (Enbiya Suresi, 63) Müşrikler, Hz. İbrahimin bu akılcı tebliği üzerine  putların konuşmaya güç yetiremeyeceğini ister istemez düşündüler ve anladılar. O güne kadar bu taş parçalarının hiçbir gücü olamayacağını anlatan Hz. İbrahim’e inanmayan bu insanlar, onun bu hikmetli planı ile bu gerçeği kavradılar. Ancak Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler... (Neml Suresi14)

Tüm peygamberler tıpkı Hz. İbrahim gibi akılcı taktiklerle, dönemlerinin darwinist zihniyetlerine karşı fikri mücadele vermiş ve asla şiddete ve zorlamaya başvurmamışlardır. Hz. Nuh da 950 yıl kavmine tebliğ yapmış, ancak bu süreçte asla kan dökülmemiştir. Hz. Hud, Ad kavmine, Hz. Salih Semud kavmine tebliğ yapmış, düşmanca tavırlarla karşılaştıkları halde  kan dökmemişlerdir. Hz. Musa Firavun gibi bir zorbaya yumuşak ve güzel sözle Allah’ın dinini tebliğ etmiş, Firavun’un baskılarına rağmen onunla savaşmamış, kan dökmemiştir.

Tıpkı şu anki evrimcilerin iddia ettikleri gibi Firavun da canlılığın Nil’in çamurlu sularında başladığını iddia etmekteydi. Hz. Musa, dönemin darwinistleri ile mücadelede Allah’ın yardımı ile galip gelmişti. Firavun’un büyücülerinin ilüzyonlarına karşı asasını attığında asa, büyücülerin ilüzyonlarının hepsini yutan bir yılana dönüşmüştü. Tıpkı günümüz evrimcilerinin sahte çizimler ve makaleleri ara fosil gibi göstermeye çalışması ve 350 milyon Yaratılışı ispat eden fosilin tüm sahtekarlıkları yutması gibi…

Hz. Süleyman da, güneşe tapan Sebe kavmini uyarırken kararlı ve akılcı yöntemler kullanmıştır. Materyalist zihniyetteki insanların etkilendiği zenginlik, ihtişam ve gücünü Allah yolunda kullanmış ve tebliğinde asla kan dökmemiştir.

Hz. Muhammed (sav), neredeyse tamamen bozulmuş ve yozlaşmış bir kavme gönderilmiştir. O devirde insanlar ahlaki değerlere önem vermiyor, şeytanın etkisi altında olduklarından her türlü günahı işleyebiliyorlardı. İnsanlar Allah’a  iman etmiyor, putlara tapıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki evrimcilerin tesadüf putunu ilah edinmeleri gibi. Dönemin azgın müşrikleri, peygamberimize ve müminlere tuzaklar kurmuş ve saldırıda bulunmuşlardır. Hz. Muhammed ve yanındaki müminler de Allah’ın izni ve emri ile müşriklere karşı kendilerini savunma amaçlı savaşmak durumunda kalmışlardır.

…Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)

Kuran’da tüm peygamber kıssalarında bildirilen tebliğ yöntemi akılcı taktikler, iman hakikatlerinin anlatımı ve materyalist felsefelerle mücadele üzerine kurulmuştur. Tüm elçi ve peygamberler fikri cihad etmiş ve silah kuşanıp kan dökmemişlerdir. Bu kıssalardan elbette hepimizin alması gereken hisseler vardır. Öncelikle darwinizmle mücadeleyi önemsiz görmeden, peygamberlerin sünnetine uyarak bu sahte teoriyi akılcı taktiklerle yok etmemiz gerekir. Çünkü şu an yaşayan müminlerin mücadele konusu, dönemin putu olan ‘Evrim Teorisi”dir.

Müslüman kardeşlerimizin yaşadıkları zulmün sebebi darwinist-materyalist felsefeler ve yobaz zihniyetlerdir. Bu zulüm ancak fikri mücadele ile son bulur. Bunun için silah kuşanmak yerine bilim ve bilgi ile kuşanıp fikri cihad etmek gerekir. Zira 100 milyon kişiyi öldürseniz de, geride aynı zihniyette milyonlarca insan olduğu unutulmamalıdır. Kafaların içindeki fikirler değişmedikçe o kafaları koparmak çözüm değildir.

Dünya üzerinde yaşanan zulmün temelini oluşturan bu felsefe ve akımlara karşı tek silahımız ilmimiz olsun.  İslam’ın ışıl ışıl, sade, sanata ve bilime önem veren, adaletli, hoşgörülü, akılcı ve herkesi kavrayan bir din olduğunu tüm dünyaya tebliğ edelim.

Zaman, İttihad-ı İslam zamanıdır.

Zaman, İslam’ın dünyaya hakim olma zamanıdır.

Zaman, fırsat varken ecirleri toplama zamanıdır.

İslam dünyaya zaten hakim olacaktır.

Önemli olan, bu şerefli görevin bir ucundan tutmak, Allah’ın ipine sarılıp Kuran’la mücadele vermektir. Buna bizim ihtiyacımız vardır.

İbrahim Akın

www.NurNet.org

Ne Gözden Iraksın, Ne Gönülden Uzaksın

Kim demişse demiş; ‘Gözden ırak olan, gönülden de uzak olurmuş‘ diye. Kimin için söylenmiş, neden söylemişler bunu? Birileri için doğru olsa da bu söz, Senin için yalan yâ Resulallah. Sen ne gözümüzden ırak, ne de gönlümüzden uzaksın. Gönül evim Seninle, hatıranla dopdolu. Ey uzaklarda zannedilen, Mekke’de, Medine’de aranan Şanlı Nebî. Adınla ve hayatınla gönlümüzde yaşıyorsun. Adını duyduğum ilk andan beri, o küçücük yüreğime sevgin güneş oldu, içime doğdu. En başta anacığımın ve çevremdeki insanların, dillerinden düşmezdi adın. Kimdin Sen, o adı dillerden hiç düşmeyen. En güzel, en seçkin bir kelimeydin, saygıyla söylenirdin. Mübarek adın anıldığında eller kalplere doğru götürülürdü. Bir dua yükselirdi dillerden; ”Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” Küçüktüm, bilemezdim o zamanlar bu sırrı. Büyüdüm, düştüm izinin, sırrının ardına. Anlayanlar anlamışlardı, bütün esrarın anahtarının Sende olduğunu. Düğümleri Sen çözebilirdin, şifreleri Sen açabilirdin ancak. Kimdin Sen, adı dillerden hiç düşmeyen? Adın bile hayatın kadar nurdan bir alev olup, gönülleri tutuşturuyordu. Kimdin? Nasıl biriydin ey Nebî?

Bilemezdim o zamanlar. Sonra, çok sonraları da Seni doğru dürüst anlatana pek rastlayamadık hayatımızda. Fâni bir şahsiyet gibi geçiliyordun. Yaptıklarının üstünde hiç durulmuyordu. Hâlbuki o güzel adın vardı dilimizde, hayatımız kadar kıymetli. Anlamasak da hissediyorduk. Bu her şeyi anlatmaya yetiyordu ama gönlümüz daha fazlasını istiyordu. Bulamıyorduk, öğrenemiyorduk bir türlü. Nice insanlar çıkarıldı karşımıza. Tarihler, kitaplar, birçok meşhur simalardan söz ediyordu uzun uzun ama Sen yoktun onların arasında. Nice maharetli eller, nice bin ustalıkla bir yerlere atıvermişlerdi Seni. Tarihin tozlu sayfalarında unutturulmaya çalışılıyordun. Onlar gizledikçe aklım ve kalbim el ele verip, Senin hayatını en ince noktasına kadar öğrenmenin ve bilmenin heyecanına düştüler. Ve sonra gökyüzü kadar berrak bir mavilik içinde, bembeyaz pamuk gibi bulutlarla çerçevelenmiş bir hayat çıktı karşıma.

Sen kitaplara sığamayacak kadar büyüktün, onu anladım çok şükür. O Sendin işte, O Senin hayatındı. Bulutların arasından doğan bir güneş gibi içimi ferahlattın. Kalbimdeki sıkıntıları bir bir yıktın attın. Varlığım varlığınla anlam kazandı. Şefkat ve rahmet ülkene misafir oldukça çoğaldım, büyüdüm, geliştim. Kısacık ömürde hiç kimsenin yapamayacaklarını yapmıştın. Küçük büyük herkes sevdalındı Senin. Anasından, babasından, nefsinden, her şeyinden çok sevmişlerdi Seni insanlar. Hak ediyordun bunu çünkü. Sen de onları herkesten çok seviyordun. Bütün insanların bütün zamanlardaki dertleri için çırpınmıştın. Akıl almaz çileler çekmiş, binbir cefaya göğüs germiştin bir melek safiyeti içinde. Çok şükür kavuştum aradığıma. Buldum artık Seni, bırakmam peşini. Çocukluğumda kulağıma öpüşle fısıldanan adın, nakış nakış ninnilerle ruhuma işlenen o güzel ismin, bir tohum gibi büyüdü içimde. Vaktini bekliyordu açmak için. Sen biricik Gönül çiçeğim, iç huzurum oldun benim. Ne tarihlerin ne de onların anlattığı gibi değildin. Okudukça, tanıdıkça hayatına hayran kaldım. Asla asla değildin. Hoyrat ellere yüreğimi iyi ki de bırakmamış büyüklerim. Senin sevgine açıkmış kalbim ve bekliyormuş yıllardır.

Seni beklemişim, Seni özlemişim. Ey Sevgili, her şey o güzel adınla başladı hayatımda. Adını günde beş defa okunan ezanlarda da duya duya büyüdüm. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’im. Bir gün bir sözüne rastladım. ‘Benim adım Tevrat’ta Ahyed, İncil’de Ahmed, Kur’an’da Muhammed’tir’ diyordun adını unutturmaya çalışanlara. Senden önce gönderilen kitaplardan ismini silmeye, yok etmeye çalışanlara inat doğru adresi gösteriyordun. ‘Getirin eski kitaplarınızı, açın sayfalarınızı, onlarda benim adım var,’ diyordun. Kendilerince değiştirdiler, çıkardılar, attılar, ama adını silemediler, unutturamadılar. Onlar Seni sadece bir isimden ibaret zannettiler. İşte orda yanıldılar. İşaretlerini, sıfatlarını göremediler. Nice lüzumsuz işlerin ve şifrelerin peşinde koşup ömürlerini tükettiler bir hiç uğruna. Kâinatın bütün şifrelerinin, esrarlarının ve anahtarlarının Sende olduğunu bilemediler. Ömürlerini boş yere tükettiler. Arayanlar buldular, işaretlerini okudular. Bilenler bildi, görenler gördü Seni. Şifrelerini çözdüler. Şeytan ve cahil nefis insanların içindeki merak duygusunu sahtesine çevirmekte hiç boş kalmadılar. Ama hangi hakikat var ki unutturulmak istendikçe açığa çıkmamış olsun, gizlenmek istendikçe aşikâr olmasın. Rabbin bu oyunları bozdu, boşa çıkardı. Senin için hazırlanan her tuzağı yerle bir etti. Adının yanıbaşında yükseltti adını. Doğmamış ruhlara aşıladı, kalplere kazıdı, tüm kâinata taşıdı. Sana gelen Sana çıkan yollar, varmak isteyenler için çok kolay.

Yeter ki bir adım atsın insanlar. Yaradan Seni methetmiş getirdiğin

 kitapta. Adınla, risaletinle, elçiliğinle bu son kitabını mühürlemiş. Kim Allah’ın bildirdiğinden başka mana çıkarırsa hüsrandadır, ziyandadır. Çünkü bütün şifrelerin anahtarı Sendedir. Peygamberlik halkasına son noktayı Seninle koymuş Rabbim. Hatemennebî’sin Sen. Yüce görev Seninle tamamlanmış ya Resulallah. Senden sonrası hüsran, Senden başkası yalan. Ey canlı güneşimiz! Sen varken, mumların ışığı altına girer miyiz biz. Azdırmak, saptırmak şeytanın işi, aldanabilir aklıselim olmayan kişi. Kur’an ile yolumuzu aydınlattın ışıl ışıl. Yolun, en doğrusunu gösterdin bize. Ben Senin getirdiğin bu kitabı nasıl okumam, nasıl sevmem ya Resulallah. Kur’an’ın ve kâinat kitabının en büyük âyetisin Sen. Kur’an’ınla kendini, kendinle beni bağladın. Adınla yüreğimi dağladın ya Resulallah.

Şimdi, bir gece yarısı dağdayım. Mekke’yi seyrettiğin yerdeyim. Pırıl pırıl parlayan o büyük mucizeni, işaretini okuyorum ayın parlak yüzünde. Hira’dayım, yıllardır hasretini çektiğim yerdeyim, oradayım. Seni misafir eden o dağın, Hira’nın misafiriyim bu gece. Gökyüzüne bakıyorum, kâinatı heceliyorum. Mekke’yi, Kâbe’yi okuyorum buradan. Sırlar seninle çözülüyor. Şifreler anahtarsız çözülmüyor. Bütün esrarın anahtarları Sendedir ya Resulallah. Sen bize Yaradan’dan armağansın, bu sevinç yeter de artar bize. Zaman zaman gölgelense de nurun, ebediyen silinmeyecek adın. Silemeyecekler. Yaradan’ın yazdığı silinir mi hiç. Sen Muhammed’sin, Mustafa’sın. Sevgilimizsin, Efendimizsin. Yâ Resulallah, adını anmadığım zaman uzak, çok uzak çöllerde tek başına kalmış bir yolcu gibi şaşkın ve biçareyim. Ümidini yitirmiş bir divaneyim. İnsanların çektiği sıkıntıların nedenini anlayabiliyorum. Senden uzak olmak, güneşten mahrum kalmak demek, ışıksız yaşamak demek. Karanlık bir gecenin, bir anın ızdırabı bile yeter insanı çıldırtmaya. Bizim cılız ışıklarımız, evlerimizi ve şehirlerimizi aydınlatmaya yetmezken, Senin nurun kâinatı aydınlatıyor, gönülleri ışıldatıyor. Usul usul girdin hayatıma, güneş gibi kırmadan, incitmeden yâ Resulallah. Yer ettin gönlümde ebediyen.

Seni sevmek de bir ibadetmiş adını söylemek de, onu bildim onu anladım bu gece. Bu gece oradayım, Hira’dayım. Bir kutlu gecede bir şeref payesi sunsun biz gibi dertli gönüllere. Korkutan karanlıklar silindiler. Kâinatla kardeş oldum, vahşetten kurtuldu ruhum. Kimsesizlikten, yalnızlıktan kurtuldum. Allah’ım, Sen varsın. Sen varsın ya başka şeyler hiç olmasa ne gam. Habibin, Sevgilin var ya yeter bize. Sen nasıl gözden ırak, gönülden uzak olabilirsin ki ya Resulallah. Ey şanlı Nebî. Miraç gecesinde dualarının içinde selâmımızı unutmayan gönül sultanı. Bu iyiliğin bile ebediyen hatırlanmayı hak etmiyor mu? Saçtığın ışığın, gönüllerde yaktığın parlak ateşin yanında her ışık sönük kaldı. Battı, gitti nice ışıklar, nice güneşler, nice aşklar, o aşkın yaktığı mecnun âşıklar gitti birer birer. Bir tek Sen kaldın ey Sevgili. Gönül semamızda sönmeyen, batmayan ebedi Güneşimiz. Sen varken uzaklık yok. Gönül ki, Senin için. Diller ki, Senin için var. Uzaklık mı olur, mesafelerin hükmü mü kalır, sevgimizin Sana ulaşan hızının, süratinin yanında.

Ah ya Resulallah. Perişan, harap bir haldeyiz. Bir yanımız yıkık Seni özlüyoruz. Medine’ye, evine misafir olduğum gün ettiğim duayı Rabbim kabul etsin. Amin. Yanımda, gönlümde, dilimde adları yazılı olanlarla beraber. Sevdiklerimle. Bugün bir daha Seni yeniden anladım, Seni yeniden tanıdım. En küçük bir hatıranı dahi özlemişim. Yanına yaklaştığımda, huzuruna vardığımda fark ettim bunu. Şefkatli yüreğinin atışını duydum bizler için. Bütün insanları, Senin kadar kim sevebildi, başka kim sevebilir ki? Sen Rahman ve Rahim olan Allah’ın yeryüzündeki son elçisi, Rahmet Peygamberisin. Yakînin olmak, bu duyguları tekrar tekrar huzurunda yaşamak, bir daha misafirin olmak ne büyük şeref. Sakladığım o inci tanelerini burada döküyorum, Sana elimi uzatıyorum, biat ediyorum. Davana baş koymak ne şeref. Mademki ümmetinin onca derdine, sıkıntısına kefilsin, bizleri düşünmeden asla edemezsin. Derdimizle dertlenmeden yapamazsın, şefkatinin kanatlarını üzerimize germeden duramazsın. Bizi Senden başka kim anlayabilir ki ya Resulallah.

Ey şefkatli Resul, bir Sen varsın yakınımız, yeryüzündeki rahmetinin tecellisi olan Rabbimizin. Biz kendimizden bile habersizken, bizi düşünen o incelerden ince, gözü yaşlı dualarla bizim için atan kalbin şimdi bize emanet. Makam-ı Mahmud’un adına, Rabbimizin katındaki o yüce merteben hürmetine, rahmetinle yıka içimizi. Tertemiz et bizi. Terkedilmişler, bir kenara itilmişler, öksüzler, yetimler, binbir dertle inleyenler adına ne olur yetiş imdadımıza. Her şey Senin gelişini bekliyordu, Sana hazırdı, muntazırdı. Gelişinle dünyayı şereflendirdiğin o kutlu gecenin sabahında dünya bir daha yeniden yaratıldı Seninle. Âdem babamız bile ‘Gel ey evlat yetim kaldık, anlat kâinatın sırlarını, anlat da kurtar bizi dertten‘ diye Senin cennet kapılarında yazılı olan adını görüp dualar ediyordu. İlk peygamberin dualarında Senin adın vardı. Adın O’nun da dilindeydi. O’ndan binlerce sene sonra dünyaya teşrif ettiğin halde Hz. Âdem’e bile uzak değildin, bizden mi uzak kalacaksın ya Resulallah. Ne gözden ne de gönülden ırak ve uzak değilsin Sen. Kâinatın sırlarını açtın, âyet âyet okuttun gizli kalmış ne varsa. Bir damlacığım ben de, Rahmet denizine ulaşmaya çabalıyorum. Sana varamamış bir damlacık, çöllerde kurumaya mahkumdur.

Kalbimden, ruhumdan gözüme, gözlerimden elime düşen bu bir damlacığı da, o güzel adını Hira’da andığım şu anda umman olan şefkatine, rahmetine katıver gitsin. Seninle çoğalmayan, gösterdiğin pencereden bakmayan gözler ışığı göremiyor. İçimizdeki şefkat ateşini yakıyor, yandırıyor o zaman. Bir damlayı ummanına kat. Coşkun bir deniz olup çağlayayım Ebubekir gibi. Bütün insanlar adına cehennemin içinde bile yanmaya razı olabilelim o kahramanlar gibi. Cehennemden betermiş şefkat ateşi. Onu Söndürecek Sensin, Marifetullahtır ancak. Yetiş imdadımıza ey Resul, yetiş. Yanan kalbe devasın Sen Bulunmaz bir şifasın Sen Habib-i Kibriya’sın Sen Muhammed Mustafa’sın Sen… Yâ Resulallah! Yanmak mukaddes bir gaye uğruna, gösterdiğin yolda yanmak, tutuşmak güzelmiş meğer. Senden uzak kalmak, Senden ırak olmak nasipsizliğin en beteridir. Su Sende, şifa Sende, serinlik, ferahlık Sende.

Adını bir kerecik olsun anınca sönüyor yüreğimizdeki ateş, diniyor sızılar yâ Resulallah. Kim demişse demiş ama biz demedik; ‘Gözden ırak olan gönülden de olurmuş’ diye. Bu söz kim için, hangi zaman ve hangi mekânda söylenmiş olursa olsun asla doğru diyemiyorum. Senin için ise büsbütün yalan yâ Resulallah. Senin için yalan Sevgilim. Biz Seni unutmadık ya Resulallah. Sen bize içimize çektiğimiz bir nefes hava kadar yakınsın. Farkında değiliz, dört bir yanı kuşatan ışığının. O uçsuz bucaksız rahmetinin farkında değiliz. Rabbim Senin elinle, dilinle uzatmış rahmetini bize. 124 bin peygamber arasından, Sana ümmet etmiş bizi. Bu şeref yeter bize, yeter de artar ya Resulallah. Biz Seni hiç unutmadık. Sen gönül tahtımızın tek sultanısın. Ne gözden ırak, ne de gönülden uzaksın yâ Resulallah. Sen bize bu kadar yakınsın işte…

Selim Gündüzalp

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi Nasıldı?

Sultan İkinci Murad’ın vasiyeti, hamdele ve salvaleden sonra şöyle deniyordu: “Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500’ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur’ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500’ü Mescid-i Aksa’da Sadre kubbesinde 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur’ân okuyanlara harcansın.”

Ve yıl 1453… Genç bir serdar, Efendiler Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için İstanbul surlarının önünde otağını kurmuş… Fetihten sonra, Allah Resulü’nü hicretten sonra evinde misafir eden “Mihmandâr-ı Resûl”un kabrini Akşemseddin Hazretleri’ne sorar ve kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir. Onlar sadece Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O’nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve “Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah’ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid’in selâmı var… Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz…” diye söylemesini tembih eder.

Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’e atfen şu mısraları kaleme almıştır:

“Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını

Fethetti bir seferde nebiler diyarını

Sahrayı Mercidabık’a nakş etmiş kader

İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını…”

 

Yavuz Cennetmekan, kendisi için hutbelerde “Hâkimü’l-Harameyn” kullanılması üzerine, bu ibareyi “Hâdimü’l-Harameyn” olarak değiştirmiştir.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman‘ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

 

Sultan İkinci Ahmed, Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”

O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı

Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”

 

Sultan Abdülaziz bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Yanındakilere “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.

İkinci Abdulhamid Han, Hicaz demiryolu projesini hayata geçirmiştir. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Keçe döşenen raylar, günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Osmanlı padişahlarının neden Hacc’a gitmediği sorusu akla gelebilir. Üç ay civarında süren yolculuğu, sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği ve İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler..vb. hususlar bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, yerlerine birkaç defa vekil gönderdikleri de bir gerçek..

Hira dergisi, 18. Sayı (Ocak-şubat-Mart 2010)

www.herkul.org