Etiket arşivi: Peygamber

İhlâs Kalbin Amelidir

İhlâs Kalbin Amelidir

İhlâs bir rûhtur ve kalbî bir ameldir. Rab ile kul arasındaki intisâbdır. Bu sırdandır ki;”Niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır.” der Bedîüzzamân Hazretleri. Niyetlerimizi de hayatlandıracak ve canlandıracak olan sır ihlâstır.

Risâle-i Nûr Külliyatında hiçbir Risâlenin girişinde “On beş günde bir okunmalıdır.” İhtârı yapılmadığı halde İhlâs Risâlesinin girişinde “Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.” Diye çok önemli bir ihtâr ve uyarı yapılmıştır. Çünkü ihlâs bütün amelleri hem nûrlandırıyor, hem canlandırıyor, hem de hayattar yapıyor. Bir nev’î amellerdeki niyetlerin rûhunu ubûdiyetin rızâ makâmına çıkarıyor. Böylece ameller hayattar bir mânâ kazanıyor ve kul kalbî miraçlarla evc-i âlâya doğru urûc ediyor.

Üstad Bedîüzzamân On Yedinci Lem’a’da “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamalı.” (On Yedinci Lem’a) şeklinde mükemmel bir tesbît yaparak îzâh etmiştir. Böylece kurtuluşun sadece ihlâsta olduğunu, ihlâsı kazanmanın, muhâfaza etmenin ve ma’nilerini def etmenin çarelerini İhlâs Risâlesi’nde ayrıntıları ile açıkladığını görüyoruz.

Bir fiilin bidâyetinde müyûlat-ı kalbîye, tesirât-ı hâriciye ve niyet vardır. Ancak o müyûlat-ı kalbiye ve niyetin amel boyutunda Allah’ın rızâsına kavuşmasının şartı ihlâs iledir. Çünkü ihlâs şartsız Allah’ın râzı oluşuna bakar. Ya’nî ön şartsız olarak niyet edilen fiilin Allah’ın rızâsı aranarak yapılması ihlâs iledir. Yoksa o fiilin rûhu söner ve o niyette Allah rızâsı kaçar, ancak nefsî ve dünyevî bir niyet ve fiil olmuş olur.

İhlâs karşılıksız olarak Allah’ın rızâsı için yapılan davranıştır. Sadece Allah’ın râzı oluşuna yönelmek ve sadece O (cc)’ndan istemek ve rızâsı dairesinde i’tikâd ve duruş yapmaktır. Bu duruş ve tavırdan sonra neticeyi düşünmemek hatta ve hatta amelini Allah’ın vazifesine binâ’ etmeden yapmaktır.

Peygamber hayatlarında ve kıssalarında hep bu duruş ve niyetin ihlâs izdüşümlerini görürüz.

Hz. İbrahim(as) ateşe atılırken Allah(cc) Cebrail(as)’i gönderip “Kulum İbrahim’e söyle benden bir isteği var mı?” Dediğinde Hz. İbrahim(as)’in duruşu ve sözü yine ihlâs sırrının zirvesini taşımaktadır.”حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ” “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.) sırrı ile Allah’ın rızâsına göre duruş yapmak ve sadece O(cc)’ndan istemek ve sebeplerin de Allah’ın emri altında olduğunu bilmek ve öyle bir teslimiyet ve ihlâs ile kulluğun zirvesine çıkmak. Böylece eşyanın esmâ ile olan ilişkisini ve âlemlerin Rabbine olan imân ve teslimiyetin sırrını aralamak ve anlamak.

Yine Hz.İsmail(as)’ın bıçak karşısında duruşu ve teslimiyetinde de aynı sırla karşılaşırız. Ön şartsız bir teslimiyet, imân ve ihlâs sırrı ile zahirde kesen bıçak kesmez olur. O imân ve ihlâs karşısında Yüce Allah kulu İsmail’i korumuş ve kesen bıçağa bu imân ve ihlâslı duruşun karşısında kesmemesini emretmiştir. Böylece eşyanın emir ile şekil aldığı ve Allah’ın kudretine boyun eğdiği hakîkati zahir olarak ortaya çıkmış oluyordu.

Demek ki ihlâs öyle bir iksir ve rûh ki ateşin yakmamasına ve bıçağın kesmemesine giden yolun mukaddimesi olabiliyor. Çünkü bütün sır âlemlerin Rabbini râzı edici duruşlar yapabilmekte ve öyle davranabilmekte. Ön şartsız bir imân ve teslimiyet sırrı sanırım ihlâs hakîkatinde yatıyor. Ya’nî, Allah’ı râzı edici duruşlar ve fiiller yapabilmek.

İnsanın aklı, kalbi, vicdanı ve rûhu mutmain olmak için kalbin ameli olan ihlâs sırrına muhtaçtır. Çünkü yapılan ameller Allah rızâsı için sırr-ı ihlâs ile mayalanıyor ve netice veriyor. Böylece aklın marifetullah mertebeleri, kalbin muhabbetullah neticeleri ve rûhun hayattan mânevî gıdaları ihlâs sırrı ile iksirleniyor ve latîfe-i rabbaniyemiz tam gıdalarını almış oluyor.

İhlâs hakîkatini izâh ederken Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin çok değişik terkipler ve kavramlar kullandığını görüyoruz. Tespit edebildiklerimiz şunlardır.” Samimî bir ihlâs …(Yirminci Lem’a)”,” hakikî sırr-ı ihlâs…(Yirmibirinci Lem’a)”, ” hakîkat-i ihlâs…(Emirdağ Lâhikası)”,” ihlâs-ı tâmme (Barla Lahikası)”,” ihlâs-ı hakîkî …(Emirdağ Lâhikası )”,” tam bir ihlâs (Emirdağ Lâhikası )”,” bir parça ihlâs..( Yirmibirinci Lem’a)”,” büyük bir ihlâs ile…(İşârâtü’l-İ’câz )”,” sırr-ı ihlâs…(Emirdağ Lâhikası )” ve “samimî bir ihlâs…( Yirminci Lem’a)”

Evet, yukarıdaki değişik ihlâs terkipleri ve kavramları sanırım incelenmeyi ve derinlemesine tefekkür edilmeyi bekliyor olmalıdır. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri isrâf-ı kelâm etmez diye düşünüyorum. Muhakkak bu ihlâs izâhlarında kullanılan terkipler ve kavramlarında ayrı ayrı nüanslar olmalı ve bunları muhatapları incelemelidir.

Abdulbaki

www.NurNet.Org

Sünnet-i Seniyye Ne Demektir?

Sünnet, kelime itibari ile yol demektir. Istılâhta ise Peygamber Efendimizin (asm) yolu anlamına gelir. Hürmeten “Sünnet-i seniyye” (çok mühim ve kıymetli olan âlî yol) denilmiştir.

Sünnet-i seniyyenin menbâı üçtür: Akvâli, ef’âli ve ahvâlidir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) sözleri, fiilleri ve hâli sünnet-i seniyyenin kaynağıdır. Bu üç menbadan gelen sünnet-i seniyye, hüküm itibari ile de farz, nafile ve âdât-ı hasene olarak yine üç kısma ayrılır.

Farz ve vacib olan kısmına uymakla bütün Müslümanlar mükelleftir. Zira, Peygamberimiz de (asm) Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymakla mükellef olduğu için hem farz ibadet, hem de sünnet olmuş oluyor. Meselâ, farz namazlar, namazların farz ve vacib rükünleri, namazda Fatiha’nın okunması, bayram namazı, kurban kesmek gibi ibâdât, sünnet-i seniyyenin farz ve vacib kısmındandır. Bunların ittibâında büyük sevaplar, terkinde ise, azap ve ceza vardır.

Nevâfil, yani nafile olan sünnetlerde ise; namazların sünneti, duha, teheccüd gibi namazlar, Ramazan ayı dışında tutulan oruçları vs. sayabiliriz. Bu kısım sünnetlere ehl-i iman emr-i istihbâbî (müstehab olması) cihetiyle yine mükelleftir. Terkinde ceza ve azap yoksa da; büyük kârından ve o sünnetin nurundan istifadesiz kalmak vardır.

Sünnet-i seniyye dünya ve ahiret saadetinin temel taşıdır. Kemâlât-ı insâniyenin madeni ve menbaıdır. Konuşma veya yürüme kabiliyetini annesinin yardımıyla öğrenen bir çocuk gibi, nihayetsiz istidat ve techizâtla donatılmış, binler hissiyat kendisine ihsan edilen insan, bu maddî ve manevî cihazatını keşf edip, Rabbinin rızası dairesinde hayra sevk etmeyi öğreten Peygamberimize (asm) tâbi olmakla mahlûkatın en eşrefi olarak ahsen-i takvim vaziyetini alır.

Peygamber Efendimizin (asm) beşere getirdiği hidayet müjdesini kabul edip sünnet-i seniyyesine ittibâ eden ümmetinin sünnet-i seniyeye ittibâ ve dîn-i İslâm’a bağlılık nispetinde ulaştığı medeniyet seviyesi ve saadet, her daim “dîn-i İslâm” ve “sünnet-i seniyyeden istifade” nimetleri için şükretmeye vesile olmuştur.

Risale-i Nur Enstitüsü

Cevşen Delail-in Nur’da Zikredilen Salâvatların Faziletleri

Nebiy-i Zişan’ın (sas)makam-ı Mahmud’u ilahi bir maide ve rabbani bir sofra hükmündedir. Evet, tevzii edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofrada akıyor. Resul-u zişan’a (sas) okunan salavat-ı şerifeler o sofraya edilen davete icabettir. (Mesnevi-yi Nuriye)

1.Salavat: Salavat-ı Münciye; Âlemce meşhur ve gayet mücerreb ve umum aktapların mergubu bir salavat-ı şerifedir. (Salaten Tüncina salavatı)

2.Salavat: Bu salavat-ı şerifenin üç defası on bin salavat-ı şerife otuz bin salavat-ı şerife kıymetinde olduğunu ehl-i hakikat ve keşf haber vermişler.

3.Salavat: Bu mübarek salavat-ı şerifenin bir defa okunması otuz bin salavat-ı şerifeye mukabil denilmiştir.

4.Salavat: Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani(ks) hazretlerinin pek çok ehl-i keşfin ittifakıyla bin salavat-ı şerifeye mukabil daimi virdi ve meşhur bir salavatıdır.

5.Salavat: Seyyid Ahmed Bedevi’nin(ks) binler salavat-ı şerife kıymetinde bir salavatıdır. Ve âlem-i manada Resul-u Ekrem(asm)’ın işaretiyle en yüksek bir salavat-ı şerife olduğunu ehl-i keşf beyan etmişler.

6.Salavat: Aktab-ı Erbaa’dan (dört büyük kutuplar) biri olan Seyyid İbrahim Dessuki’(ks)nin gayet meşhur ve üç defası bin salavat-ı şerife kadar kıymetli bir salavatıdır.

7.Salavat: Seyyid taifeteyn ünvanıyla meşhur-u âlem, gavs-ı ekmel ve Kutb-u Azam Cüneyd-i Bağdadi’nin (ks) ehl-i tahkikçe bin salavat-ı şerife kıymetinde olduğu beyan edilen uzun bir salavat-ı şerifenin hülasasıdır.

8.Salavat: Salavat-ı meşyeşe namıyla meşhur ve Şazeli tarikatının evrad-ı meşhuresinden, müteaddid şerhleri bulunan gayet manidar bin salavat-ı şerife kıymetinde bir salavattır.

9.Salavat: Sıddık-ı ekber ahfadından Muhammed Hanefi(ks) namında bir kutb-u azamın gayet azim ve kıymettar bir salavat-ı şerifesidir.

10.Salavat: Maddi manevi şifa için gayet mücerreb bir ilac-ı manevi gayet kıymettar bir salavat-ı şerifedir.

11.Salavat: Münferice ve nariye namıyla meşhur çok kıymettar ve vüsul-u matlub(herhangi bir murad)için mücerreb bir salavat-ı şerifedir. (4444 defa okunur. Salat-ı Tefriciyye diye de bilinir.)

12-13-14-15. Salavatlar: Gayet meşhur ve kısa ve kıymettar ve mütedavil salavat-ı şerifelerdir.

16.Salavat: Bu salavat-ı şerife kısalığıyla beraber bin salavat-ı şerife kadar kıymetli olduğu beyan edilmiştir.

17-18. Salavat: Bu salavat-ı şerife ve arkasındakiyle beraber Eski Said’in Yeni Said’e (ks) inkılap edeceği zamanda hatıra gelmiş. On üç senedir halâvetini kaybetmediğinden ve usanç vermediğinden ve ondan sonra keşf edilecek esrar-ı Kur’aniye’ye işaret ettiğinden, sair meşhur evliya salâvatları derecesinde olmasa da, bir cihette onlara benzer hükmünde olduğu zannıyla buraya yazıldı. (Said Nursi)

*Ya vedud ya vedud ya vedud ile başlayan salavatın altında yazılacak dua, aslında salavattan olmayıp Peygamber-i zişan (sas)efendimiz Hazret-i Hasan ve Hazreti Hüseyin’e (ra) talim buyurmuşlar. İçinde İsm-i azam bulunması muhtameldir. Ahfad-ı resule (asm) talim olunan dua budur.

19.Salavat: Şah-ı Nakşibendi(ks) hazretlerinin gayet nurlu ve nurani beş cümlesidir. Nur manasını ifade eden kıymettar bir salavattır.

20.Salavat: Bu salavat-ı şerife hem Gavs-ı Azam’ın (ks) hem Şah-ı Nakşibendi’nin (ks) her iki mübarek zatın (üstadın) gayet camii ve gayet kıymettar bir salavat-ı şerifeleridir.

21.Salavat: Bediüzzaman hazretlerinin(ks) yirmi bir adet mucizat-ı katiyye-i Ahmediyyeye (asm) işaret eden gayet kıymettar ve şirin ve zevkli bir salavatıdır.

22.Salavat: Gayet zevkli ve canlı ve kibar-ı evliyaullahın mergubu, Farisi bir salavat-ı şerifedir.

23.Salavat: Kibar-ı evliyaullah’ın merğubu ve Bediüzzaman (ks) hazretlerinin bir salavatıdır.

24.Salavat: Buseyri(ks) âlem-i manada Kasidey-i Bürde’yi Resul-u Ekrem (asm) efendimize okuduğu zaman, gelecek salavat-ı şerifenin yarısını okumuş, yarısını hatırlayamamış olduğundan, Resul-u Ekrem (asm) Efendimiz (ala habibike hayril halki küllihim) diye salavat-ı şerifeyi tekmil etmiş. Gayet kıymettar bir salavat-ı şerifedir.

25.Salavat: İmam-ı Ali (ra)’ın Risale-i Nur-a işaret ettiği Kaside-i Celcelutiye-yi meşhuresinin ahirinde gayet kıymettar zikr ettiği bir salavat-ı şerifedir.

Ahmed Tahiri Bitlisli / cevaplar.org

Doluveren Kap ve Taşmayan Umman !

57 yaşında bir adamcağızdı… “Ben senin baban yaşındayım, gel sana biraz, tasavvuf anlatayım” deyip lafa girdi. “Hz. Muhammed’in nübüvveti yüzeyseldi. (Haşa!..) İslam’ı getirdi tamam ama, ondan sonra değişik asırlarda yetişen alimler, ilim noktasında onu geçtiler” gibi (Sümme Haşa!) bazı safsafiyatı ağzından döküvermişti.

57 yaşındaki bir insana karşı su-i edep bir tepki yanlıştı, Peygamberime (Aleyhissalatü vesselam) yapılan bu saygısız cüreti susarak kabullenmek ise daha fenaydı…

Mesela, Rasulullah’ın “Seni hakkıyla tanıyamadık, Ya Ma’ruf !” demesine karşılık Beyazıd-ı Bistami’nin “Şanım ne yüce” vb. sözlerini ve hayrete varışını anlattı.

Hz. Bediüzzaman’ın tabiriyle Bayezid-i Bistami, “Şems-i hidayetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar” listesindeki münevver bir meyveydi. Ben de Hz. Mevlana’ dan iktibasla, Hz. Bayezid’ in kabının küçük olduğunu ve dolup taştığını, Rasulullah’ ın ise (Aleyhissalatü vesselam) ummanlar gibi olduğunu ve  O’ nda taşma olmayacağını ifade ettikten sonra, Risale-i Nur’daki diğer kısımlardan örnekler vermeye çalıştım.

Hz. Muhammed’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) ibtida ile intihayı  birleştirmesi (başlangıçta dahi mükemmel ve noksansız olma), ilim noktasında karşısına çıkan felsefecileri, devrin hâkim fikriyâtını, inançlarını, şairleri, edipleri ve diğer dinlerin ruhani reislerinin ilimlerini nasıl mağlup ettiğini ve benzeri Asr-ı Saadet hadiselerini naklettim.

57 yaşındaki bu adamcağız, tasavvuf için yıllarını verdiğini söylüyordu ve bana biraz “Kur’an’ın şifrelerini hesap makinasıyla çözümleyen kişilerden biri” hissini verdi. “Çok emek harcayıp yorulmasına rağmen, elde ettiği bir tutam saman” meselesini buna bakınca hatırladım. Ve Ehl-i Sünnet velcemaat yolunda yürümeye çalıştığım için sevindim, bu lakırdı karşısında hiç tereddüde kapılmadığım için şükrettim, Hz. Üstad Bediüzzaman’a rahmet okudum. Peygamberim’ i (Aleyhissalat ü vesselam) daha çok sevdim.

Saçları ağarmış bu adamcağız, anlattıklarıma “dogma” deyip önemsememişti. Ve ben de bunun üzerine, Hz. İsa’ nın (aleyhisselam) ahmaklardan dağa doğru kaçması kıssasını hatırlayıp oradan usulca uzaklaştım..

Ali Nureddin

www.NurNet.org

Hz.Yunus Kıssasından Bize Mesajlar

Hz. Yunus (a.s) Risaletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, ona kulluk etmelerini ilan etmeye başlamıştı.

Taptıkları putların onlara bir faydasının olamayacağını,  kendilerine fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan putları terk etmelerini, insanlara bildirdi. Kavmin inkârcıları onun aleyhine devam ettiler. Yunus ( a.s) insanların ilahi mesaja olan duyarsızlığına ve gördüğü haksız tepkilere öfkelenmiş, rahatsız olmaya başlamıştı; Aslında onun bu hali Peygamberlerin müşfik vasıflarından biridir. Onun derdi, kavminin Allah’a itibar etmeyerek, şirkte ısrar etmeleri bu durumun onları helake sürüklediğini gördüğü içindir.

Kavmin inkârcı tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (a.s) o sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah’tan bir emir olmaksızın öfkeyle kavmini terk ederek kaçmış, Kur’an’da Peygamberlerin müşfik vasıflarını şöyle beyan eder; “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; Kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Yunus (a.s) kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişmiş: “Dolu bir gemiye kaçmıştı.” gemide olanlarla karşılıklı kur’a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.”Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.’’  ‘’Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” “Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.’’ (Saffat süresi,ayet,140-141-142-143-144-145)

Hz.Yunus (a.s) balığın karnında iken hiçbir maddi imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenab-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu munacaatta bulunmuştur. ‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ (Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)’’(Enbiya süresi,21/87)

Hz.Yunus (a.s)’ın Risaletle görevlendirildikten sonra kavmine İlahi emirlerin tebliğinde muvaffak olamaması, öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenab-ı Allah’a munacaatı ve sahil-i selamete çıkması tamamen ilahi bir sır ve hakikattir. 

Cenab-ı Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer acizdir.  Konuyu Kur’an,  sünnet ve müçtehitlerin tebliğ ve fehmine havale edelim. Hz.Yunus (a.s) kavmine karşı sabırla ve tahammül ile sabretmesi lazım iken,  kavmine kızarak öfkeyle kaçmasında da elbette İlahi bir hikmet vardır.

Hz.Yunus (a.s)’ın kıssa-i meşhuresinde bizim de alacağımız birçok ibretler vardır. Maddi cihetle bakıldığından, sosyal ve içtimai hayatımızda her aile reisinin veya her yöneticinin dikkatine celp edilmektedir.  Aile reisi ise ailesini, yönetici ise maiyetindeki halkını idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve adaletli davranmaktır. Yoksa sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçmak bir nakıslıktır.

Bediüzzaman: Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetmektedir. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtmektedir.

Nazar-ı gaflet: Bir şeyin manasını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etme, unutma anlamlarını da taşır. Gaflet asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenab-i Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedi hayatımızı karartıyor.’’Bizim hutumuz Hazreti Yunus (a.s)’ın hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ İşte Hz Yunus aleyhisselamdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedi bir hayatın kazanması hadisesidir.

Bediüzzaman, konuyu şöyle izah etmektedir: ’’Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselama iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin demeliyiz”. Ve devamında da diyor ki: “Hazret-i Yunus aleyhisselam’a o munacaatın neticesinde hutu ona bir merküb, bir taht-el bahr ve denizi güzel bir sahra ve gece mehtablı bir  latif suret aldı.Biz dahi o münacatın sırıyla Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minezzalimin demeliyiz.

’Lailaheillaente cümlesiyle istikbalimize, Sübhaneke kelimesiyle dünyamıza, İnni küntu minezzalimin fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Ta ki nur-i iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin’’(1.ci Lem’alar) 

lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke’’ (seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet var, “inni küntu minezzalimin” (gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum) ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenab-i Allah’a sığınarak, Kur’an-ı Hakim’in sergisinde yapılan manevi bir gemi ile İslamiyetin içine girip selametle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selamete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkürümüzü sevindirerek ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimizin esaretinden kurtulur, nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebediyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenab-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus (a.s)’ın munacaatında dediği gibi, bizde ‘’Lailahe illa ente suphaneke inni kuntü minnezzalimin’’ demeliyiz.                                     

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır                                            

8 Nisan 2011

www.NurNet.org