Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Türk Edebiyatında Deneme – 2

İzlenimci eleştirinin edebiyatımızdaki temsilcisi Nurullah Ataç olarak kabul edilir. Onun bütün yazıları deneme niteliklidir. Dergilerde isimli derlemede dergi haberlerini bile eleştirirken öznelliğini korur. Onun denemelerini Fahir İz yorumlar.

” Onun bir çığır açıcı, yol gösterici, fikir kımıldatıcı, iyi ile kötüyü ayırt edici olarak birleştiği Şinasi ile Gökalp’tan ayrı bir yanı da var:

 Eski Osmanlı kültürü ile Batı kültürünü iyice sindirmiş olan, Avrupa’daki yeni akımları günü gününe izleyen, durmadan okuyan, düşünen, gelişen Ataç, çağının en güzel Türkçesi ile en iyi denemelerini yazdı. Onun çevresini kendi amacına kazanması, genç kuşakları inandırıp etkilemesi, yalnız kişiliği, yalnız ülküsüne içten bağlanışıyla değil, verdiği güzel örneklerle de oldu.” (Fahir İz, Söyleşiler s. VHI)
Nurullah Ataç, izlenimci eleştirilerinde çok zaman belgeden kaçınan, kişisel kırgınlıkları, fikri zıtlıkları önemseyerek yorumlar yapan bir eleştirmendir.

Prof. Dr. Himmet Uç - KonuşmaAsım Bezirci onun bu tavrını örneklerle değerlendirir. Onun başarısı karşısında muhalif bulunmayan bir dönemden ileri gelmektedir. Prospero ile Caliban, Okuruma Mektuplar’da amirane yerine göre dayatmacı konuşur. Mesela Tecer’in ” Besbelli ölümüm sabahleyindir” mısraı ile düpedüz alay eder. Üstelik o zaman Tecer yaşamaktadır. Sadece onun ile yaşayan bir dili savunur. Hem de mutlakçı bir tabiatla. Kullandığı birçok yeni kelime onunla birlikte ölür.

Tahsin Yücel günümüz eleştirel deneme yazarlarındandır.

 Tartışmalar isimli kitabında dil ve edebiyat sorunlarını bir iki de romanı eleştirir. Türkçe konusundaki hassasiyeti saygı değer bir tutumdur. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ından hareketle kullandığı dilin, Türkçenin yetersizliğini örneklerle anlatır. Nesnel bir eleştirmendir. Metinlere dayanmak onun eleştirisinin ana eksenidir.

Yazın Gene Yazın” da edebiyat ve sorunlarını örneklerle yorumlamaya bir ölçü koymaya çabalar. Nesnelliği elden bırakmaz.

” Büyük romancıları hep ağırbaşlı yazarlar olarak düşünmek, yalnızca Flaubert’i değil, neredeyse hiçbirini anlamamak ya da bu da aynı kapıya çıkar, neredeyse hepsini yanlış anlamaktır. Öyle ya ilk büyük romanlar Pantegruel, Don Kişot, Gil Blas de Santillane’ın Öyküsü, gülmece payının fazlasıyla ağır bastığı romanlardır. Romanın yazın türü olarak doruk noktasına ulaştığı XIX yüzyılda da büyük romanlarda alay ve gülmece payı gittikçe artar.” (Yazın Gene Yazın s. 47)

Daha hacimli olan Alıntılar isimli kitabında ise değer olarak diğerlerine oranla daha kısa, bir çırpıda vücut bulmuş eleştirel denemeler yer alır. Ama yazar hiçbir zaman hırçın, dayatmacı, kinci, amirane, hâkimane konuşmaz.

 Mizaç olarak Tahsin Yücel eleştirinin istediği ciddiyeti ve nesnelliği koruyan bir yazardır. O da Enis Batur gibi Batı ile kıyaslayan bir eleştirmendir.

Ama doğu dünyası ile Türk edebiyatı ile aynı oranda ilgileri olduğu söylenemez. Türk edebiyatı konusunda son yüzyılın belli bir süresini eleştirel gözlük altına alır.

 Edebiyatımızın bütün dönemlerini ele alan bir eleştirmenimiz yoktur.

Adalet Ağaoğlu aydın sorunlarını topluma yansıtan bir romancıdır, aynı zamanda bir denemecidir. Serinkanlı bir tutumla nispeten belgelere dayanarak yazdığı denemelerinde edebiyatımızın sorunları, eserleri ve şahıslar hakkında konuşur.

Yakup Kadri Ankara romanında Cumhuriyete geçiş yıllarımızı anlatır.

Adalet Ağaoğlu ise daha oturmuş, kültürel açıdan kimliğini ispat etmiş bir Ankara’yı anlatır, Ölmeye Yatmak’da.

Romanı hakkında denemelerinde de konuşur.

” Ölmeye Yatmak gerçi 1973’de yayımlandı, ama romanın benim kör tutkulu aşkım Ankara’yı bir isyan bayrağı ya da yeni edinilmiş bir mercek gibi adım adım dolaşışı 1968’dir. Her zaman belli bir arayla belleklerimizde gezinecek olan o büyülü zaman… İyicil bir anne gibi her karanlık gecede ” Sabah olunca… Sabah olunca…” diyerek çocuğunu avutmuş olan bu kentin umuduna artık inanmıyordum. Tutkuma başkaldırım ve yalnız ruhu, ülküsü ile değil Ankara’nın coğrafyasıyla da kıyasıya bir hesaplaşmanın ihtiyacını duydum. Romanın baş kişisi Aysel’in sabahın dördü ile tanyeri arasındaki birkaç saatlik Ankara yürüyüşüdür bu. Tarihiyle, coğrafyasıyla neredeyse özdeşleştiği bu kentin, hem Gençlik Park’ına, hem Anıtkabir’e bakan, başkentin yepyeni gökdelen otellerinden birinin üst katlarındaki odasında tepeden tırnağa silkelenişidir.” (Karşılaşmalar. s. 57)

Romancının haysiyetini de savunur

 “Ne zaman, bugünkü Türk romanlarından herhangi birini olumlamak İçin ” Tıpkı filanca İngiliz, falanca Güney Amerikalı romancı gibi yazıyor” olumsuzlamak için de yine “Falanca Alman romancısına özeniyor” biçiminde benzetmeleri bir yerlerde okusam, aklıma bunlar geliyor. Başka hiçbir ülkede, ne aşağılamak, ne övmek için kullanılır bu ölçüt.” (Aynı eser s. 93)
Adalet Ağaoğlu, Tanpınar’ın da zihnini meşgul etmiş olan eşik üzerinde, hayatımızın bu çok anlamlı mekânı ile ilgili yorumları vardır. Ama o Tanpınar’dan daha başka bir şekilde konuya bakar. ” Mikhail Bakhtin’in Karnavaldan Romana adıyla yayınlanmış seçmelerinin önsözüyle Sibel Irak’ın ondan aktardığı gibi: ” Eşik her zaman dönüşümlere gebe bir konum olduğu için, anın açık uçluluğunu, zamanın doğurganlığını da içinde taşır. Anlatıcı yazar (roman yazan diyelim) kahramanın bu konumunu (kahraman için eşiğe ilkin kendisini atan kişi diyelim) başka bir anın, başka bir mekânın sağladığı bir uzaklıktan bakarak betimlenemez. Ne deneyimlerini biriktirip olgunlaşmış bir bilinç olarak geçmişe bakan anlatıcı -kahramanlar, ne da kahramanın zaman ufkunu aşan bir anlatı perspektifi söz konusudur. Bu yüzden, anlatıcı yazarla kahramanlar arasında da tam bir eşanlılıktan söz edilebilir. ” (Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, s. 139)

 Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanının filme alınması onun sinema ile romanın farklarını belirten bir yorumuna neden olur .(Geçerken s.69)

 Romancılar üzerinde konuşur.

” Belli bir akım oluşturmayan ya da nesnel koşullan gereği, yönsemesi şu anda belli bir akım oluşturmamak olan bu, birbirinden ayrı yönelişler, ancak örnekleri üstünde tek tek durularak anlaşılabilir. Dursun Akçam’la Talip Apaydın romanları birbirine benzer. Fakir Baykurt’a benzemeye çalışanlar çoktur. Attila İlhan, Oktay Rıfat’a hiç benzemez. Ben, Attila İlhan’a benzemem; Selim İleri bana benzemez, Ferit Edgü, Oğuz Atay hem hiç kimseye hem birbirlerine benzemezler. Belki hepimiz Batı’dan bir şeylere benzetilebiliriz, ama o kadarıyla. Batı da birbirine benzer zaten. Aynı çağı yaşarken anlam ve teknik farklılıkları sonsuza dek de değişiklik gösteremez.” (Geçerken s. 118)

Edebi denemelerde nesnellik açısından ikinci grup oluşturan Adalet Ağaoğlu,

 Asaf Halet Çelebi, Ahmet Muhip Dranas, Tank Buğra, Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve Salah Birsel hareket noktalan bir olan denemecidirler.

Siyasetten uzak sanatı ve edebiyatı, portreleri değerlendirirler.

Orhan Veli kendi sanatını, farklılıklarını savunur.

Salah Birsel Beyoğlu’ndan geçen üdebanın sanki günlüğünü tutar,

 Asaf Halet üdebamızın pek görmediği klasik edebiyatımızın konularını değerlendirir, Dranas’ın yazıları tatsız ve kuru yazılardır.

 Tarık Buğra gazeteci gibi, ayrıca edebiyat muhabbetiyle konuşur.

 Cahit Sıtkı’nın bir tutam yazısı değer hükümleri itibariyle ciddi yorumlar taşır.

Asaf Halet Çelebi Hüsnü Aşk’ı müstesna bir dille ve yorumla tanıtır.

Sade Galip Dede’nin değil, Türk edebiyatının da büyük eseri olan Hüsn ü Aşk, hacminin yüz misli tutacak bir tahlil ve tenkit işine layık olduğu kadar, bin tane Mesnevi’den küçültülmüş denecek derecede sıkıştırılmış en mühim şiir abidelerinden biridir.

Yirmi beş yaşında iken bu muazzam şah eseri ibda eden Galib, kendisinden evvel gelenlerden hiç kimseyi taklit etmeğe tenezzül etmedi. Ne İran, ne Türk şairleri, hatta ne de şarkın tanınmış efsanelerine başvurmak aklından geçmedi.

Binlerce şark şiirine ilham kaynağı olan Yusuf Züleyha, Hüsrev-Şirin veya Leyla -Mecnun gibi meşhur lejantlardan zevk alacak onları yeni baştan tanzim edecek bir istidat ve kabiliyet olmaktan çok üstündü. Onun için hiç kimsenin yürümediği bir yol seçen Galip Dede, en tehlikeli olan tam mücerret bir mevzuu beğendi. Büyük şiirin lejantını kendi uydurdu.” (Bütün Yazılan s. 127)

Mevlana’nın giyimi ile ilgili konuşmaları çarpıcıdır. Mevlana başına  sol omuz üzerine sarkan bir destar sarardı. Bu destar Şems’in ölümüne kadar beyazken sonraları matem alameti olarak duhani duman rengi, siyah denilecek kadar koyu mor, renkle değişmişti.

Peygamberin de böyle giydiği nakledilir. Mevlevi külahından biraz daha alçak olan üstü dar altı geniş doğulmuş deve tüyünden yapılan bu serpuşu bazen Peygamber de giyerdi. Bunu bana merhum Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi Dede Efendi de şimdi ismini hatırlayamayacağım klasik siyer kitaplarından birinde göstermişti” (Bütün Yazıları s. 287)

Çelebi’nin yazıları kimlik dağıtma kurumudur.
Dranas’ın kısa deneme yazılan içinde Tanpınar’ın yaşadığı dönemde nasıl kıymetinin bilinmediği konusundaki yorumlan iç burkucudur. ” Sessiz sedasız, daha garibi, şaşırtmaksızın, ışıkla gölge arası bir kuytulukta yok oluvermek gibi bir ölüm silik ve uzak. Hamdi’nin hayatındaki gibi ölümdeki kaderi de bu oldu. Kendi ölümüne şahit olabilseydi, başlangıcına devamına uygun bu bitişi kendi de beğenir, kusursuz, hatta mükemmele ulaşık şekilde tamamlandım diye memnunluk duyardı. Anlamlarını başkalarına bıraktığı, sadece kelimelerine ve kelimelerin terkibiyle imajlarına önem verdiği şiirlerinin her el atana açılmayan kapılarından birinin ardında kaybolur gibi yok oluş. Bu yüzden, dün gece kitabını karıştırırken şiirlerinin penceresinden yan aydınlık yan karanlıkta, yitik ve pejmürde yüzü ile hep beni seyrediyormuş gibi bir duygu geldi içime. Yaşarken yaşıyor gibi değildi, ölünce de ölmüş gibi olmadı. Bana gelen duygu bu.

 Ölüm haberini gazetede okuduğum zaman içimin burkuluşunu adeta elimle tutarak Hamdi’ye yaraşır bir cümleyle Hamdi’sizliğim başladı, diye düşündüm ama içimin burkuntusundaki acılık bir başka acılıktı, belki de tada benzer bir şey. Ölüm ilk defa, uysal, yatkın, dostça yaklaşmıştı bana. Hamdi’li ölümün adeta bir lezzeti var gibiydi.

 Şiirlerinin tadı sinmişti, belki ölüme de, ama ne olursa olsun, bu marifeti göstermekte acele etmesine mahal yoktu. Hayatta, saçından tırnağına kadar vücudunu dahi düşünceye koymuş olmanın sonsuz tembelliği içinde yaşamaya alışkın Hamdi’nin ölüme girişteki bu tezliğini bir türlü akıl almıyor. En acele etmemesi gereken tek konu buydu.” (Yazılar, s.537)

Salah Bilsel, Cumhuriyet döneminin en velûd deneme yazarlarındandır.

Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nda üslup endişesi taşımayan Ahmet Rasimvari üdebanın hayatından garip kesitler sunar. “

Bedri Rahmi herkese Reis diye seslenir. Ama daha çok sevdiklerine söyler bu sözü. Onu sevenler de birbirlerine Reis demeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bedri o vakitler Tan gazetesinde Yukule’ye Mektuplar adı altında düzyazılar da yayınlamıştır. Çokları bu yazılan şiirlerine yeğler. Bedri’nin lafı açıldı mı hemen onlardan söz etmeye başlarlar. Nisuaz’da Sabahattin Kudret camın önüne oturur gözüne kestirdiği kızların ardına düşmek için hemen caddeye fırlayacak biçimde tetikte bekler” (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu s. 93)

Sait Faik’in hikâyelerini oluşturan dünyasını anlatır

” Sait’in tanımadığı insan yoktur. Caddede yürür, kahvede, meyhanede mayalaşırken boyna sağa, sola merhabalar yağdırır. Bu selamlardan herkes, işportacıdan tutun da kolacı çıraklarına değin bütün o küçük insanlar topluluğu, o yaşamlarını elle kazananlar, o bir gün çalışmazsa aç kalan işçiler, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, fahişeler, ozanlar yani o halkın ta kendisi olan yaratıklar nasibini alır. Sait bu selamlarla o canlı ve gerçek kişilere sanki şunu söylemek ister. Ben de sizdenim ha! Benim sizden ayrılan bir yanım yok” (aynı eser s 187).

Cahit Sıtkı günlük bir dille ama temiz ve arı bir dille denemelerinde bazı şahsiyetler ve eserler üzerinde konuşur.

Abdülhak Hamit’i ve eserini nasıl tanıdığını ve hayatında onun yerini bir roman kahramanını anlatır gibi canlı bir edayla anlatır.

 ” İlk edebiyat dersimde adını duyduğum ilk Türk şairi Abdülhak Hamit oldu. Mektepte hocanın telkinine evde babamın da telkini inzimam edince Hamit kafamın içinde Kaf Dağlarının arkasında ikamet eden devler gibi bir şey oluverdi. Edebiyat derslerim ilerledikçe ona Şair-i Azam, Dahi-i Azam sıfatlarının da verildiğini duydum. Çocuk saffetimle Hamid’e körü körüne inanışım, edebiyatı mektep dersi olmak sefaletinden kurtarıp gönlümde bir kara sevda, kafamda bir fikr-i sabit, hayatımda bir tek gaye haline getirinceye kadar devam etti. Vakta ki birçok şairlerin sofrasına oturarak o sagardan içip yandım, o iksir ile düştüm, anladım ki Hamid’e inanmak şöyle dursun, onu tanımış bile değilim.

Ondan sonradır ki kendisine Türk şiirinde en büyük payeler tevcih edilen, en murassa nişanlar takılan bu yarı reel yarı efsanevi şahsiyeti tanımak bende bir an evvel tatmini gereken bir ihtiyaç halini aldı ve bunun üzerine Eşber’in ordusuna gönüllü yazıldım, ummanlarda Davalaciro’nun bahtsız sırdaşı oldum, geldim Makber’ın başında Hamid’le bereber çömeldim, velhasıl hepsini değil de eserlerinin çoğunu okudum.” (Yazılar s.50)

Yahya Kemal’in gazellerinin farkını gösterir.

 ” Yahya Kemal de gazel yazar Edip Ayel de, ikisi de gülden bülbülden bahseder, ikisinin de tarihten ilham aldığı olur. Fakat Yahya Kemal şekli anlamış ve bu anlayışını şiirlerinde muvaffakiyetle tatbik etmiş müstesna bir şair olduğundan şiirlerini hayranlıkla okuruz.

 Edip Ayel’inkilere bir göz atmak lüzumunu bile duymayız.” (Yazılar s. 66)

Cemil Meriç’in denemeleri kendine özgü,

 Batı fikir hayatı ile karşılaştırmalı, Batı’nın bize yansımalarının eleştirildiği, zaman zaman objektif, bazen dayatmacı, duygusal, alaycı yorumlarla, sağlıklı endişelerle doludur.

 Ansiklopedik hafızası zengindir. Ama bu zenginlik Batı özellikle Fransız edebiyatı üzerindedir. Doğu ile özellikle edebiyatımız ile ilgili konularda denemeler yeterli belgeden mahrumdur. Bütün bu yönleri ile Cemil Meriç farklı bir üslubu ve konuyu ele alış tarzı olan büyük bir eleştirel gözlüktür. Mağaradakiler, Kırk Anbar isimli kitapları bir kitap gibi düzenlenmiş intibaını verirse de ara bölümler ve ana bölümler denemenin göreceli ve inadına hür yapısından kurtulamazlar. Onu, eleştirel mizacını şu satırlar iyi yansıtır.

“Avrupa’nın düşünce sefaletini belgeleyen bir kelime; Kültür.

Kaypak, karardık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana.

 Kelime değil, bukalemun. Kroeber ile Klukhohn, kültürün şimdilik 161 tarifini tespit etmişler.

 Bu uğursuz kelime dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızcadan, Amerikanca’dan. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı: İrfan.

Amerikanca kültürün: Medeniyet.

İrfan nedir?

Bugünkü Avrupa için, bazen bir fikirler hamulesi, bazen modanın gerektirdiği bir cila. Ama her zaman imtiyazlı bir zümrenin kendinden olanları tanımasına yarayan bir klişeler yığını” . (Mağaradakiler s. 38)

Politika-edebiyat ilişkisi içinde deneme yazanlar ise İsmail Habib Sevük, Yılmaz Karakoyunlu, Attila İlhan’dır.

Yılmaz Karakoyunlu Pembe Donlu Köstebek isimli siyasi denemelerinde zengin tarihi ve edebi bilgilerle günü aşamayan siyasi haberlere bir estetik ve zenginlik getirir. O günlerin getirdiğini günlerin götüremediği haline getirebilir.

” Osmanlı devletinin kuruluşunda ahiliğin yanı sıra, kaynağını Orta Asya’dan alan ve Ahmet Yesevi sufiliğine dayanan kadronun da etkisi büyüktür. Yesevi tarikatının temsilcileri olan Alperenler, Osmanlı devletinin temellerinde sufıliğin ilkelerine yer vermişlerdir.

Konur Alp, Turgut Alp, Hasan Alp, Abdal Murat, Geyikli baba gibi tanınmış Alperenler, Orhan Gazi zamanında savaşlarda Yeniçerileri yöneten önemli komutanlar ve tarikat şeyhleri olarak görevler üstlenmişlerdi.” (Pembe Donlu Köstebek s. 45)

Tarihimizdeki iltifat geleneğini de sorgular

“Yüce Allah’a şükranların ifade edildiği tevhidler ve münacatlar ile Peygamberimizi öven naatlar dışında devlet adamlarını göklere çıkaran methiyeler veya yerin dibine batıran hicviyeler ile süslenen zengin bir külliyat vardır. Hele kasideler Osmanlı Sarayının yağ çekme edebiyatının muhteşem örneklerini oluştururlar. Zaman zaman devlet büyüklerinin bu kasidelerle ilahlaştırıldığı bile olur.” (Aynı eser s. 127)

Siyasi denemenin ustası Attila İlhan’dır.

Gerçekçilik Savaşı isimli eserinde Cahit Sıtkı’yı yerden yere vurur. Muhtevayı esas almayan, toplum için olmayan edebiyatı kabul etmez. Sanatçının yüzünü topluma dönünce kişiliğini bulduğuna kanidir.

Yaşar Nabi’nin Fikret ile ilgili yorumlarına katılır.” Tevfik Fikret asıl şahsiyetini içtimai mevzulara alaka göstermeye başladıktan sonra buldu. Bugün Fikret’ten en çok okunan, büyüklüğünü meydana getiren şiirleri devrinin kötülüklerine isyan eden ileriye ümitle bakan gelecek iyi günleri hasretle anan, fazilet ve doğruluk telkin eden manzumeleridir.” (Gerçekçilik Savaşı s. 67)

 Değerlendirmeleri muayyen bir dünya görüşünün esas alındığı yorumlardır. Ama büyük oranda sağlıklı edebiyat eleştirileridir. O kendine has bir milliyetçilik penceresinden olaylara bakar. Hangi Edebiyat yürürlükteki edebiyatı bir millete ve topluma heyecan ve doku vermekten uzak gördüğünü biraz da alay ve üzüntü içinde anlatır. Sağdan çok solu yargılar.

İsmail Habib O Zamanlar isimli deneme kitabında neleri anlattığını kitabın başında belirtir.

” Bu kitapta toplanan yazılara O Zamanlar denmesi kıymetin yazılarda değil yazılan zamanlarda görülmesindendir. Milli Mücadele, İstiklal Savaşı gibi adlar verilen üç dört yıllık zaman bütün mazide yoktu; çünkü Türk milleti bütün mazisinde felaketin o kadar sonsuzuna düşmemişti ki o kadar sonsuz bir şahlanış fırsatı eline geçmişti diyebilelim. O zamanlar Türk milletinin kutsiyetidir. Hepimiz bütün küçük hislerin üstüne çıkarak hepimizin ayakları bu fani dünyanın çatlak maddiyatından ayrılmış, hepimiz büyük davanın humması içinde etten ve kemikten değilmişiz gibi yaşadık.” (O Zamanlar s, 5)

İsmail Habib olaylara zengin hatıralar ve anekdotlar  tarihi olaylar katarak onları zenginleştirir. “Çelebi Sultan Mehmet bir hastalığa tutulmuştu.

Zamanın bütün doktorları çalışmışlar onu tedavi edememişlerdi, padişahta bir iştahsızlık, günden güne vücuttan düşmüş bir za’fiyet vardı.

 Nihayet zamanın hem en iyi doktoru, hem de en büyük şairi olan Şeyhi padişahın marazını keşfetmiş, tedavinin uzviyetten ziyade ruhta aranmasını söylemiş, kazanacağı herhangi bir zaferle padişahın iyi olacağını temin etmişti: Nitekim Karaman oğluna karşı kazanılan bir zafer padişahı derhal iyi etti” (O Zamanlar s. 58)

Denemeler o günlerin heyecanını, coşkusunu verecek yazılardır.

Halikarnas Balıkçısı coğrafya, mitoloji, kısmen tarih bilgileri üzerine inşa ettiği denemelerinde farklı bir çeşni ve perspektiften konuşur. Merhaba Anadolu, Düşün Yazıları, Anadolu’nun Sesi, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri, Anadolu Tanrıları, Hey Koca Yurt, Arşipel, Bulamaç onun deneme kitaplarının isimleridir.

Hey Koca Yurt, Anadolu’un kadim tarihi, mitolojisi üzerine yazılardan oluşur.

Özdemir İnce’nin Gördüğünü Kitaba Yaz isimli deneme eleştiri kitabı siyaset, sanat, edebiyat üçgeni içinde kaleme alınmış orta düzeyde nesnellikler ihtiva eden bir eserdir.

Murat Belge’nin denemeleri Roman Üstüne,

Dünya Romanında Son Durum, Sanat ve Politika, Sanatçılar ve Sorunsallar, Eski Edebiyattan, Metin İncelemeleri, Epik Üstüne, Denemeler Değinmeler, İki Konuşma başlıkları altında, Edebiyat Üstüne Yazılar adıyla neşredilmiştir.

 İlk baskısı 1994 de çıkan eserde Murat Belge nesnel ve objektif bir kriter kullanır. Eserin önsözünde eleştirilerine hâkim olan felsefeyi anlatır

“Bütün bu tavır alışlarda, katı ve dogmatik olmayan bir konum oluşturmak istedim. Ayrıca ele aldığım eserin yakınına sokulmaya, birtakım kuşbakışı yargılarla değerlendirmeler yapmaktan kaçınmaya çalıştım. Bu Marksist eleştiri geleneğinde beni tedirgin eden bir üsluptur. Son analizde sanata dışsal bir yükseltide durup, falanca iyi, filanca kötü diye genellemeler yapmak. Ama sanat ürününe istediğim yakınlıktan bakmanın yöntemini Marksist gelenekte bulamadım doğrusu.

Dolayısıyla başka eleştirel disiplin ve okullar içinde aradım metne yaklaşma yöntemlerini. Örneğin Anglo Sakson eleştiri geleneğinin, yazar -anlatıcı-anlatı -metin ilişkilerinden yola çıkan yöntemleri. Bunda bir sakınca olduğuna inanmıyorum. İnsan aklının üretken olmasının tek bir kanalı yoktur, yöntem düzeyindeki eklektizm, bütünün eklektik olmasını da gerektirmez; neyi ne için ve nasıl kullandığını bilmektir sorun.

Sanıyorum eleştirmen olarak tanıdığım kadarıyla değindiğim dogmatik olmama çabasıydı beni tanımlayan. Bu çerçevede kendimi derdini anlatabilmiş saymam mümkün. Ama şimdi bir kitapta toplamak üzere bu yazılan yeniden okurken bir yığın devrimci basmakalıplık ettiğimi de görüyorum.” (Edebiyat Üstüne Yazılar s. 11)

Yazarın eleştirileri bu iddiasını doğrulayacak olgunluktadır.

Son dönemde yayınlanan Orhan Okay’ın

Silik Fotoğraflar isimli eseri sanat, edebiyat, akademik hayat ve tarihimizden önemli simaları yakın bir perspektiften ele alır. Titiz bir dil, berrak bir tespit, kaybettiklerimize karşı Tanpınar, Selim İleri tutumundan farklı bir nostalji ile yaklaşır. Fikir ve sanat hayatımız üzerinde izleri olan gibi yuvarlak ve ruhsuz bir kelime ile değil, manevi ve ruhi hayatımız ve kompozisyonumuzun bütünlüğü üzerinde izi olan kişiler buraya alınmamış seçilmişlerdir. Denemeci biyografi kitaplarından farklı bir üslup ile hatıralarla canlılık, kısmen de hüzün havası içinde konuşur. Muayyen bir dünya görüşü üzerinde sebat edemeyen ve iki yüz yıldır olumsuza doğru değişen bir toplumda muhafazakar aydınlar doğdukları cemiyet ile bulundukları cemiyet arasındaki mesafeyi görünce zorunlu olarak farklı tarzlarda hüznü hissederler.

Yahya Kemal’den aşağıya, hatta Namık Kemal’den itibaren bu acıyı tespit etmek mümkündür. Hocamın Akif ile ilgili değerlendirmeleri makalelerinden ve metin çözümlerinden farklı ve etkileyicidir. “Mehmet Akif öldüğü zaman beş yaşındaydım. Ne ölümünü, ne cenazesinin kaldırılışı hatta ne konuşulanlar hafızamda iz bırakabildi. Fakat daha sonraki yıllarda onun yakınında veya herhangi bir  vesile ile çevresinde bulunmuş olan insanları tanımak bahtiyarlığına eriştim.

Celal Hoca, merhum Mahir İz, kardeşi Profesör Fahir İz gibi Hasan Basri Hoca da bunlardandı. 1964 de vefat eden Basri Bey’in evinde ve derneklerdeki bazı konuşmalarından tanıdım.

1950’li yılların başında Malta taraflarında bir apartman dairesinde oturan Basri Hoca’yı Nurettin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Birinci Büyük Millet Meclisi’ne ait çok dikkate şayan hatıralar anlatmıştı. Bunların çoğunu yazmadı, yazamadı” (Silik Fotoğraflar. S. 31)

Küllüğün tarihi ile ilgili konuşmalarında Hilal Görününce romanında Kırım’ın haşmetli günlerini yâd eden ancak kırık mezar taşlarını ve yıkılmış sarayları gören roman kahramanına benzer.

“Önce küllük kayboldu (önce ekmekler bozuldu gibi) Bayezıt Camii naziresine komşu, bu aynı zamanda hem biraz uhrevi, biraz akademik mekânın İstanbul’un yüreğinden çekilmesiyle sanki bu büyük şehrin büyüsü de bozuldu. Arka arkaya gelen yıkım hareketleri sadece mekânlara ve binalara değil, sanki nesillerin hafızasına da musallattı. Bu hafıza dağarcığını artık izi bile kalmamış insanları, mezar taşları, çeşmeleri, asır dide çınar ve atkestaneleri, hatta külhanbeyleri hatta cinayetleri ile yeniden doldurma işi birkaç himmet sahibi yüklenseydi belki de bir toplumsal bunama illetine uğramayacaktır.” (Aynı eser s. 149)

Orhan Okay’ın Kültür ve Edebiyatımızdan isimli eseri de edebiyat meseleleri, eserler ve portreler üzerinde  yazılmış denemelerden oluşur.

Roman eleştirisi yazan yazarlarımız, eleştirmenlerimizin yazılan deneme türüne girer.

Bunlar roman eleştiri denemeleri olacak şekilde yorumlanmalıdır. Bu başlı başına bir konudur. Hilmi Yavuz, Gürsel Aytaç, Semih Gümüş, Fethi Naci, Berna Moran’ın yazılan bu alana girer. Bunların dışında E dergisi, Gösteri Dergisi, Türk Edebiyatı, Adam Sanat gibi dergilerde ve bazı gazetelerde yazı yazan denemecilerimizi de etüdümüze dâhil edelim. Nilüfer Kuyaş, Buket Uzuner, Elif  Şafak bunlar arasında en dikkati çekenlerdir.

Prof Dr. Himmet Uç

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul

Türk Edebiyatında Deneme – 1

Türk edebiyatında deneme Tanzimat ile başlar.

Namık Kemal’in Hürriyet ve İbret’te yayınlanan yazıları makale olarak nitelendirilse de deneme nitelikli yazılardır.

 Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa için de aynı değerlendirme geçerlidir.

Namık Kemal’in Evrak-ı Perişan’ı da yine deneme nitelikli. Bir de Beş Şehir’i andıran insan portreleridir.

Tanpınar şehir portrelerini, Namık Kemal ise insan portrelerini çizmiştir.

Türkiye’de bir deneme külliyatı onlardan yapılacak seçimlerle zenginleşecektir.

 Meşrutiyet döneminde Halide Edip, daha sonra Yakup Kadri, Peyami Safa ünlü deneme üstadları olarak görülür.

Çok partili dönemde deneme daha da zenginlik kazanır. Demokratik edebiyatın bir öncüsü olur. Her yazar ilgi duyduğu alanda ülke şartları doğrultusunda serbest konuşur.

 Batı edebiyatındaki deneme örneklerindeki zenginlik bizim denemecilerimizde olmamakla birlikte dikkate değer denemeler yazılmış ve yazılmaktadır.

Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat’de yayınlanmış yazılarının içinde önemli denemeler vardır. Mesela İstanbul’luların  çok sevdiği “Lüfer” ile ilgili yazdığı yazı, “Paris” hakkındaki yazısı yüzlercesinden bir ikisidir.

 Mithat Efendi’nin bütün yazıları ile birlikte bunlar arasındaki denemelerin neşri büyük fikir ve sanat adamımızın önemli bir cephesini ortaya çıkaracaktır.
Servet-i Fünun döneminde farklı bir kulvarda edebiyat ile meşgul olan Ahmet Rasim örneği olmayan bir deneme yazarımızdır.

 Bizim hayatımızın orijinal yönlerini iyi bir gözlemden geçirerek nakleden Ahmet Rasim döneme ışık tutan belgeler de sunmuş olmaktadır.

Şehir Mektupları, isimleri mektup olmakla birlikte müstakil hayat tablolarını anlatırlar. Mektuplarda her türlü insani hal ve tavır görülmüş, çok farklı yansıtma şekilleriyle anlatılmıştır. Mesela şu ifadeler ulvi bir perdeden, günlük hayatın ayrıntısına iner.

“Ezeli Nakkaş olan Cenab-ı Hak, kudretinin gönül açıcı boyası ile bütün mahlukları ve eşyayı duygu ve mana kainatını azametiyle renk renk boyayarak beyaz, sarı, esmer, buğday, yağız, kara, kırmızı, tunç rengi, turuncu, al, mor, pembe, gül, mavi, semavi, nefiska, kestane, fıstıki, fındıkî, cevizi, gümüşi, altın rengi, güvez rengi, billur rengi, kâfur rengi, toz pembesi, lal rengi ve bunlar arasındaki bütün nüansları canlılara ve güneş tayfına katılan bölüm bölüm ve belirsiz tekmil renkleri de eşyaya mahsus kıldığından dolayı insanlar dahi Tanrı’nın lütufkar sanatından nasip alarak öte beri boyadıkları gibi, bugünlerde dahi nakkaşlar beyi, katipleri, hizmetçileri ve yardaklar ile beraber on günlük yavrular boyamayı arzuladıkları ve bunun için de her şeyden önce bir ilan kağıdı ile göz boyamağa çıktıkları basına ait geçitlerde kulaktan kulağa çarpan renkli havadislerdendir.” (Şehir Mektupları s. 129)
Muharrir Bu Ya isimli eseri de denemedir ama birtakım tarihi edebi bilgilerle zenginleştirilmiştir. Meseleler tarihi olaylar ve kişilerle birlikte edebiyatımızın bazı sorunlarını da irdeler.

                                                Düşünce Ustalığı Var mı?

 Özellikle orta oyunu ve geleneksel tiyatromuzla ilgili yazılar, belgesel denemelerdir. Bunlara hâkim olan en bariz duygu yazarın alayları ve iğnelemek istedikleridir. İronileri çok nazikâne olmamakla birlikte sosyal ve toplumsal eleştirileri de içine alır. Bilhassa yazma konusundaki monolog yazarın hayat felsefesini ve yazma teorisini ortaya koyar.

“Laf değil, yazarlık bu!… Yaz! Hem çalakalem yaz! Durma yaz! (Dışarıdan sesler: Yaz) Bütün tarih, tabiat ilimleri, sosyoloji, ekonomi, politika, matematik, sanayi sana boyun eğmiştir. Daha ne istersin a şaşkın budala durma yaz. (Dışardan sesler durma yaz!) Hem kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz! Çekinme; kelime, kaide hatalardan sakın korkma; fikir yanlışlıklarına aldırma, prensip şaşkınlıklarına kulak verme; bir makalede yazdıklarını öteki makalende boz, (Dışarıdan sesler: Yaz ama) çekinme, meydan senindir; yaşa be yazar! Yaz da ne yazarsan yaz! Saçma sapan da olsa da yine bir değeri vardır. Çünkü herkes saçma sapan söylemesini bilmez, çünkü saçma sapan söylemekte de bir düşünce ustalığı vardır!” (s. 11)

Kitapta birbiriyle az irtibatlı altmışa yakın mesele ve gözlem vardır. Ahmet Rasim açtığı kapıyı kapamış adam.

Gülüp Ağladıklarım ise daha çok diyaloglar olan toplumsal tablo nitelikli denemelerdir.

Nabi zade Nazım, Mehmet Celal ve birçok Mutavassitin’in yazıları denemedir.

Yahya Kemal’in Eğil Dağlar isimli eseri de İstiklal Harbi Yazıları ismiyle neşredilmiş denemelerdir.

Yahya Kemal ciddi tavırlı bir denemecidir. Endişeleri milli ve toplumsal nedenlere dayanır. Toplumsal yıkılışlar ve arkasından onların inşası için çalışan kahramanlar ile bozguncular bu yazılarda yer alır. Yazılar vazgeçilmez okunması gereken değerlerdir.

Bir milletin mukadderatının tayin edildiği günlere tutulmuş aynalardır. Yahya Kemal’in deneme nitelikli diğer kitapları da vardır.

                                      Bakmak İle Görmenin Farkı
Ahmet Haşim edebiyatımız en usta deneme yazarlarındandır. Bize Göre, İkdam’daki yazıları, Gurabahane-i Laklakan ve diğer yazıları özellikle bir estetikçinin eşyanın, nesnelerin, insanların sosyal sorunlar dışında yorumlarına dayanır. Ancak onları Haşim gibi sosyal olaylara ve hayata mesafeli duran insan görebilir.

Siyaset ve günlük endişelerle kirlenmemiş denemelerdir. Bu yazılar içindeki deneme nitelikli yazıların ayrı bir basımı sanata daha çok hizmet edecek, insanlara bakmak ile görmenin farkını anlatacaktır.

 Haşim iki gözü ile değil sekiz on göz ile eşyaya ve insanlara bakan adamdır.

“Bir ilk bahar seherinin titrek aydınlığında, kuşların uzak ağaçlarda cıvıldaştıklarını dinleyerek, bahçelerde çiçeklerin yekdiğeriyle konuşmakta olduklarına hiç şahit olmadınız mı? Çiçek muhabbeti hayvanın insanlaşmaya doğru attığı ilk adımdır. Sevgilisine ilk çiçek destesini hediye eden ilk insan, hayatın kaba ihtiyacatını hatıra getirmeksizin faydasız çiçeğin zarif faydasını idrak etmiş olmakla şiir ve sanat diyarına ayak basmış oluyor.

 Ey bahçelerde anların seyrine göre sallanan sevimli çiçekler, ey yıldızların gözyaşları! Bana söyleyiniz, sizi bekleyen haşin taliden haberiniz var mı?

 Elinizden geldiği kadar tahayyülata dalınız, sallanınız, gülüp oynayınız, zalim bir el boğazınıza yapışıp sizi saksınızdan koparacak; yapraklarınızdan ayrılacaksınız, parçalanacaksınız, sakin inzivagahınızdan uzak bir yere götürüleceksiniz. İhtimal ki kaderiniz güzel, fakat kalpsiz bir kadının siyah saçlarına takılmak veyahut insan olsanız yüzünüze bakmağa cesaret etmeyecek bir adamın ceket iliğini süslemek olacaktır.” (Ahmet Haşim Bütün Eserleri s. 183)

 İki ciltlik bu eserin Ahmet Haşim’in Denemeleri adı altında yayınlanması bizim de bir Montaigne’miz olduğunu daha net ortaya koyacaktır.

 Batılı deneme ustaları ile birlikte bizim deneme ustalarımıza topyekûn bir bakış Haşim’in farkını ortaya koyar.

Haşim’in arkadaşı Yakup Kadri’nin

Erenlerin Bağından isimli denemeleri edebiyatımızda örneği nadir bir deneme alanında söylenmiş ve yazılmışlardır. Dini ve tasavvufî eleştiri edebiyatımızda nadir örnekleri olan bir alandır.

Yakup Kadri burada ılımlı bir tasavvuf telakkisiyle bir zamanlar ilgili duyduğu bir kültür alanından inciler döker.

” Rabbim, o da ben de senin hidayetine muhtacız. Bize kan ağlatan aynı elemdir; sana aynı cehennemin dibinden aynı sesle bağırıyoruz. Ukubetine duçar olduğumuz takdirin diktiği ateşten sütun etrafında birbirine dolaşmış, birbirini sokan iki yılan gibiyiz; lakin bir zamanlar cemalinin aydınlattığı alemde iki sermest güvercin olduğumuzu unutmadık; Rabbim, ya bu çölü o cennete çevir, ya bu hatırayı gönlümüzden sil, zira halimiz yamandır.” (Erenlerin Bağından s. 49)

Mehmet Akif’in makaleleri adı altında yayınlanan denemeleri içinde edebiyatın, hatta modern edebiyatın bazı sorunları hakkında Akif çarpıcı görüşler öne sürer. Edebiyatta inşad, tasvir, teşbih, plan, icad, mevzu gibi konularda yazı yazabilmek oldukça zordur.

“Plan” konusundaki makalenin esas cümlesi büyük bir tesbittir” Osmanlıyı garplılardan bu kadar geride barakan esbabın en birincisi, şüphe yoktur ki plan meselesidir.” (Makaleler s. 154)

Akif in yazılan içinde deneme özellikli olanlar denemeler adı altında neşredilse daha çok etkileyeceği kesindir.

Orhan Veli sanatının teorik temellerini Denize Doğru isimli denemelerinde anlatır.

 İnsanlar, eserler, olaylar birbiri içinde bir özel yorum tarzı ile birleştirilirler. Özellikle Garip isimli şiir kitabının savunması olan satırlar edebiyatımız için önemlidir. Orhan Veli kendine güvenen, fikirlerinin doğruluğunda ısrarlı ve iddialarını örnekleriyle besleyen tutarlı bir şahsiyet imajı verir. Bizde oyun bozmaya ve yeni bir oyun kuralı, sanat kuralları ortaya koymaya yeterli olduğunu ispat eden nadir şahsiyetlerdendir. Şu satırlar onun sanat telakkisini, yaşam biçimini, derbederliğini, samimiyetini, alçak gönüllüğünü ortaya koyar.

” Karşınızda şiir hakkında birkaç söz söylemek fırsatını elde ettiğim için bahtiyarım. Ama üzülüyorum da. Güzel, belki de kıymetli saatlerinizi benim saçma sapan sözlerimi dinleyerek öldüreceksiniz. Çarşıda, pazarda görülecek işleriniz olabilirdi, deniz kenarında dolaşabilirdiniz, eğlenceli bir yere gidebilirdiniz.
Sizin halinizi ben de sizin kadar bilirim. Bakmayın karşınıza bir konferansçı olarak çıktığıma; ilk defa konferansçıyım. Senelerdir ben de dinleyiciydim. Hiçbir konferansa zevkle gittiğimi hatırlamam. Üstüme bir ukalalık çöker ki hiç hazzetmem. Konferansa gitmekle ilmi, sanatı yahut felsefeyi himaye ediyormuşum gibi olurum. Biz münevverlerde bu gibi vazifeleri ihmal ederek o zavallıları kim düşünür, diyormuşum sanırım. Sonra, konferansın bir esaret oluşu da hoşuma gitmiyor: Sigara içemezsin, konuşamazsın, çıkıp gitsen ayıp olur. Sırası gelmişken söyleyeyim; içinizde sıkılacaklar varsa o hürriyeti kendilerine lütfen şimdi bağışlasınlar.” (Denize Doğru s. 98)
Deneme alanında edebiyat eleştirmenlerimizin vardığı ortak bir kanaat Tanpınar’ın Beş Şehir isimli eserinin eşsizliğidir. Tarihimizin önemli beş şehrine zengin bir ansiklopedik bilgi  ile çok renkli bakışlar sanatçının eserini eşsiz kılar. Denemeler koca bir kültürün özetidir. Aşılması eşsiz bir şaheserdir.
     İstanbulun Asıl Şairleri Kimler?

Yakup Kadri’nin mahalleyi kaybettiğimize dair Ankara’daki küçük sızlanmalarının yerine Tanpınar daha ileri  bir yorumla mahallenin kaybedilişine üzülür.

 ” Mahallenin kendisi de kayboldu. Eski mahalleyi Neşet Halil’den okuyunuz. Bütün İstanbul semtlerinin sırrını acı bir hasretle yeni bir hayat aşkının birbirine kenetlendiği bu güzel ve derin yazılarda bulursunuz. Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerini hatırını sormak bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmetlere katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler… Bence İstanbul’un asıl şairleri onlar” (Beş Şehir s. 27)

Tanpınar bu denemesinde modernizm ile geleneksel hayatımızın takıştığı noktada kaybolan hayat nizamımıza ağlar gibi davranır. O bizim erken postmodernistimizdir. Kaybolan haşmetli ruh düzenimizin mersiyesini söyler. Yahya Kemal de işaretleri olan hüzün onda daha netleşir.
Yaşadığım Gibi Tanpınar’ın bir diğer denemeler kitabıdır.

 Tanpınar’ı ve kitabını tanıtan

Mehmet Kaplan’ın onun hayatını ve sanat anlayışını özetleyen cümleleri de bir sanat adamının deneme tarzında özetidir.

 “ 1901’de doğan Tanpınar, çocukluk yıllarım kadı olan babasıyla beraber, henüz Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunan Kerkük ve Musul’da, Karadeniz ve Akdeniz kıyısındaki şehirlerde, doğu, orta ve batı Anadolu şehirlerinde geçirmiştir. Onun dış âleme karşı son derece hassas olan ruhu bu şehirlerden pek çok intibaı hafızasında saklar.

 Mütareke yıllarında üniversitede Yahya Kemal’in talebesi olan Tanpınar ondan Batılı bir gözle Türk tarih ve sanatına bakmasını öğrenir. Daha sonra o asıl metinlerinden Batı’nın büyük şair, romancı ve fikir adamlarını okur.

Tanpınar’ın sevdiği en mühim kelimelerden biri ‘dikkat’tir.

 O dehayı bu kelime ile izah eder.

Derin bir tabiat ve güzellik duygusu, zengin bir muhayyile, geniş bir kültür ve duygu ve düşüncelerini sanatkarane bir şekilde ifade etme gücü..

İşte Tanpınar’ı Cumhuriyet devrinin en kudretli yazarlarından biri haline getiren bu müstesna kabiliyetlerin terkibidir.

Onun şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında ve denemelerinde bu müstesna kabiliyetlerin parıltılı akislerini bulursunuz.

Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki Tanpınar, Türk edebiyatının bugüne kadar yetiştirdiği en zengin kültürlü yazardır.” (Yaşadığım Gibi, Mehmet Kaplan s. 11)

İlk denemenin ilk cümleleri Tanpınar’ın fikir dünyasının derinliğini belirler.

Tanpınar örneği az olan düşünen adamlarımızdandır. Aynı mihver etrafında mütemadiyen her gün aynı şeyleri söyleyen görkemli içi boş aydın türünün aksine, o düşünen ve yazan adamdır.

” Diyalektik insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasi, mantıki ve sadece teessüri mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif. “İnsan bir tezatlar mecmuasıdır”, “İnsan bir ahenktir” tarzında epeyce müphem hatta bazen karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi manasız izahlar hepimizin hatırındadır.

Pascal’ın insan hakkında verdiği “düşünen saz” tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en manalısıdır. İnsanoğlunun, en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını, kader karşısındaki aczini birleştirir. Böylelikle üçüncü bir unsuru teessür şuurunu da içine alır. Ruhumuzla, idrakimizle ne kadar büyüğüz ve gene bu yüzden -kaderi yenemediğimiz için- ne kadar biçareyiz! İşte Pascal’ın istediği şey. Belki hatta muhakkak, ebediliğin gözünde böyleyiz. Bütün bu kâinat bizim idrakimizde yayar. İnsan düşüncesi zaman ve mekânın yaratıcısıdır.
Herşey onunla başlar ve galiba onunla biter. Bir anı bitmez tükenmez bir ülke yapan ihsasların cenneti, bütün teessüri hayat, sanatlar, işler.. Bütün bunlara rağmen kâinatın yanında neyiz? Bizim nabzımızı dinleyerek bulduğumuz şuurunu beraberinde getirdiğimiz ölçtüğümüz, biçtiğimiz, her şekilde tasarrufa çalıştığımız, her türlü icat, ihtira, ihtiras vehim, vesvese, şiir ve sanatı, her şeyi içine attığımız halde bir türlü dolduramadığımız zamanın karşısında ne kadar küçüğüz.”(Yaşadığım Gibi s.21)

Tanpınar bir kişilik prospektüsü yayınlamıştır.
Son dönemde yaygınlaşan bir deneme türü eleştirel ve belgesel edebiyat denemeleridir. Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden, İnci Engin ün’ün Kitap ve Edebiyat, Hilmi Yavuz ‘un Kara Güneş, Murat Belge’nin Edebiyat Üstüne Yazılar, Enis Batur’un Yazının Ucu, Smokinli Berduş isimli eserleri bu alandaki bazı eserlerdir.

Enis Batur, çok farklı alanları, şahısları, eserleri, edebiyat problemlerini kucaklayan ve yorumlayan yazılan ile deneme edebiyatımızda özel bir yere sahiptir. Onun eleştirel ölçüleri bizde seksenli yıllardan sonra değişen daha bağımsız batı sanatının ölçüleridir. Soğuk savaş döneminin kesin sınırları olan yorumları onda görülmez.

” Tanpınar’ın Yahya Kemal’ini okurken,

Walter Benjamin’in Baudelaire’i aklımdan çıkmadı. Tanpınar ile Benjamin’in yalnızlığa ve umarsız sevgilere, kentlere ve dönüşüm dönemlerine, şiire ve eleştirel söze yönelik ortak dünyalarının paftasını çıkarma özlemi doğuyor işte” (Smokinli Berduş, s. 206)

 Kitabın adı da şairin, yani entelektüel aylakın ters çevrilmişidir. Enis Batur eski edebiyat metinlerimize bu perspektifle baksa edebiyatımız çok yeni orjinallikler yakalayacaktır. Yazının Ucu ve diğer deneme kitapları da onun fildişi kulesini gösterir.
Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden isimli eseri edebi denemeler vadisini ilk keşfeden yazılardır. Küçük hikâye boyutundaki bu denemeler bir ağacı bir çekirdekte toplayan bir nizama tabi olmuşlardır.

Asaf Halet ile ilgili satırları onun farklılığını ilk keşfedenin kendisi olduğunu anlatır. Şiirimiz onunla aleladeden kurtulmuştur. “Om Mani Padme Hum”u okuduğumuz zaman şairin, günlük alelade intihaplarından çok başka, geçmiş ve uzak medeniyetlerin havası içinde yaşadığını, birbirinden çok ayrı hayat görüşlerine sahip olan insanlıkla, hatta yalnız insanlıkla değil, hayvanlık ve nebatatlıkla kaynaşmak istediğini görüyoruz. İslam, Mısır, Çin, Hind, Afrika ve kısmen Avrupa medeniyetlerinden gelen çeşitli unsurlar ve tabiatın derin ve esrarlı sembolleri, şairin trajik ve metafizik mizacı ile birleşerek yeni, garip ve acayip bir şiir vücuda getiriyor.” (Edebiyatımızın İçinden s. 168)

                                    Bin Yıllık Geleneği Olan Eski Türk Kültürü

 Kaplan’ın Nesillerin Ruhu ve Kültür ve Dil isimli eserleri de aynı niteliktedir. Nesillerin Ruhu, bir nesle ruh verecek kültürel öğeleri yorumlar. Konu yine ağırlıklı olarak edebiyat ve dildir

” Cahit Sıtkı, Orhan Veli nesli eski yazıyı bilen ve kısmen de olsa eski kültüre aşina son nesildir. Onlardan sonra gelenler bin yıllık bir geleneği olan eski Türk kültürüne tamamen yabancıdırlar. Sait Faik, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli’nin eserlerinde görülen berrak Türkçe ile 1950’den sonra fazla orijinal olma iddiası taşıyan gençlerin eserlerindeki üslup arasında büyük bir fark vardır. Bu sonuncular yalnız gelenekten değil, halktan da ayrılmışlardır.” (Nesillerin Ruhu s.24)

Özellikle Kültür ve Dil’de din, edebiyat, tarih, musiki, plastik sanatlar, kültür konuları görülür. Edebiyat tarihi, tarih ve kültür tarihinin olayları ve bilgileri ile donatılmış olan eser bir ulusal perspektif ihtiyacına cevap verir.
İnci Enginün’ün Kitap ve Edebiyat isimli deneme kitabı gözlemler, anlamalar ve yorumlara dayanan değerli bir deneme kitabıdır. Eser Türk edebiyatını bir kısa film perspektifinde bir solukta özetleyen, ama bir ömrün aynası olmuş bir hoş sadadır. Binlerle yılı bir melek saflığıyla geçtiğini anlar insan onları okurken. Zengin bilgilerle donatılmış olmaları onların en belirgin vasfıdır. Yorumların tutarlılığı eseri alanında önemli bir yere koyar.

Nurullah Ataç’ın denemelerindeki görecelikleri burada yoktur. Tanpınar hakkındaki şu cümleleri belki de onu en iyi ifade eden satırlardır.” Tanpınar’ın hayatı mesleğini sevmeyen ve istediğini yapamayan bir sanatçının trajedisidir.” (Kitap ve Edebiyat s. 184)
Hilmi Yavuz’un Kara Güneş isimli en son denemelerini içine alan kitabı yeni dönem yorumculuğunda bir uzlaşma kitabı gibidir. Hakkında daha önce hüküm verilmiş şair ve yazarlarımız hakkındaki hükümleri yontmak daha uzlaşmacı tutumlar ortaya koymak yazarın asıl amacıdır.

Hilmi Yavuz birbirinden kesin farklarla ayrılmış

Türk kültür ve sanat hayatında bir uzlaşma köprüsü olmaya çabalar. Yorumlarda felsefe ağırlık kazanır.

Tanpınar, Necip Fazıl, Haşim, Nazım gibi Türk şiirinin büyük zirvelerinden aşağı inmeyen Hilmi Yavuz gelenekten ziyade belirlediği noktalardan üst bakışlar gerçekleştirir. Şiirin yanında roman da deneme yumağı içinde yer alır.
Resim, tiyatro ve plastik sanatların perspektifiyle edebi eserlere ve plastik sanat eserlerine bakan denemeciler ise çok değildir.

 Bunlar Sabahattin Eyuboğlu, Bedri Rahmi Eyuboğludur.

Azra Erhat’ın derlediği Sabahattin Eyuboğlu’nun denemeleri altı yüz sahifeyi tutar. Aynı yazarın Kızıl ve Kara İsimli eseri değer ve nitelik olarak Azra Erhat’ın derlediğinden düşük bir seçimdir. Yorumları zengin denemelerdir. Bütün sanatların değişmez ilham kaynağı olan tabiatı değerlendirir.” Avrupa kültürü ile temasa geldiğimiz tarihten itibaren fikir dünyamızda ehemmiyet kazanmaya başlayan yeni mefhumlarından biri ve bilhassa sanat bakımından en zengini tabiattır. Bugün tabiat kelimesini kullanırken düşündüğümüz şeylerin çoğu Avrupa tefekkür tarihine aittir. Bu kelime adeta Tanzimat’tan sonra zihni iktisaplarımızın bir mahzeni ve yeni dünya görüşümüzün bir ma’kesi olmuştur. Fikir ve sanat hayatımızdaki her hamle tabiat mefhumuna yeni bir ufuk açmıştır.” (S .Eyuboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, s. 380)

Yazarın Mavi ve Kara isimli eseri ise siyasi polemik ağzı ile kaleme alınmıştır denebilir.
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun denemeleri Bilgi yayınevinden çıkmıştır. Bu Anadolu Varya, Tezek, Kültür Yokuşu, Delifişek bunlardan bazılarıdır.

 Bedri Rahmi şiirlerinde olduğu gibi yüreği kaynayan, neredeyse denetlenemeyen okyanus gibi bir adamdır. Denemelerinde en zengin duygusal taşkınlıklar ve yorumlar olan sanatçımız Bedri Rahmi’dir. Her gün karşılaştığımız nesneler, insanlar, mekânlar, tabiat öğeleri onun dilinde hayret edici bir objeye dönüşür.

                                     Bakmak İle Görmek ve Yorumlamak

Mesela, kağnı ” Karşıdan kağnılar gözüktü.. Akıl gemi azıya aldı korkudan kalem ürktü, dil tutuldu, boyun büküldü. Bir yandan tepkili uçakla Hacca giden Hacılar, bir yanda inim inim inleyen kağnılar. Kağnı gıcırtısını duyar duymaz en külüstür otobüs birden gözüme tay gibi, sıpa gibi şirin gözüktü. Varsın arasıra gaz çubuğu kinisin, yahut tekerleklerinden birisi alıp başını çekip gitsin… Gider a! Allah selamet versin, varsın koskoca kamyon kırk kişiyle yan yatsın, yatar a! Allah rahatlık versin, ne olursa olsun yeter yeter ki yollarımıza, yüreklerimize benzin kokusu sinsin, memleketimiz yola kavuşsun, makineye ısınsın. Allah cümlemizi kağnı gıcırtısından kurtarsın. Amin! Amin demesi kolay ama kağnı gıcırtısını sineye çekmek zor, bu zıkkım pek yenilir yutulur şey değil ki
Gene de düştü yollara kağnı dizisi
Dağların taşların kara yazısı
Canlının cansızın yürek sızısı
Sen hangi motordan dem vuruyon?
On beş bankonod fazla ediyor bugüne bugün
En çok gıcırdıyan kağnı mazısı (Tezek s. 18)
Bakmak ile görmek ve yorumlamak için bu denemeler bir ders kitabı  olacak düzeydedir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

15 Ocak 2013 Salı 15:04

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul

Kılıçlı ve Silahlı Kahramanlar Yerine “Kitaplı Kahramanlar”!

Bediüzzaman tarihimize ve cihat telakkimize bir yenilik getirmiştir.

Malumdur İslam tarihinde ve bizim tarihimizde kahraman, atı üstünde, kılıcı elinde düşmana saldıran ve cengâverlik yapan kişidir. Bunların yaptıkları cengdir ve fütuhattır.

Bediüzzaman özellikle bu fütuhat kelimesini kullanarak, yeni bir fütuhat nevine vurgu yapar.

Mesela Hacı Hafız Mehmet‘in,

 Sav ve diğer köylerde yaptığı hizmet hizmetin inkişafına sebeb olur. Risale-i Nur’u yazanların adedi  birden bine çıkar. Kadın erkek çoluk çocuk demeden herkes risale yazmaya başlar. Bediüzzaman bu yapılanı fütuhat olarak niteler. Bu kelimeyi birkaç yerde kullanır.

Bizim tarihimizdeki fetihlerden farklı bir fetihtir, bir coğrafyanın, bir ülkenin değil bütün dünyanın manen fethidir Risale-i Nur. Bugün o sözün manası daha iyi anlaşılmalıdır.

 Dolayısı ile Bediüzzaman fütuhat sözünü kullanırken bilerek yaptığını kastederek kullanır.

                                    Dalalet ve Gafletin Yokedilmesi

Eğer ruhlar kâinatın anlamını çözemiyorsa, dalalette ise o kılıçla yapılan fetihlerde öldürülür, öldüren şahıs da gazi olur.

Bediüzzaman Nurların yayılması ile ruhlardaki dalalet ve gaflet putunun öldürüldüğünü bunun fütuhat olduğunu vurgulamak ister. Kelimede ısrarı buna manayı süreklilik için edebiyatta leitmotiv(temel motif)tekrarlar denir.

Kur’an da bazı kavramları defalarca zikretmekle vurgusunu ve Allah’ın hedefini, ısrarını ortaya koyar.

Bediüzzaman, Risale-i Nur ve kahramanların başarılarını fütuhat olarak niteler, mazide büyük kumandanların yaptıklarını fütuhat olarak niteler.

Mesela Hazreti Ömer’in çok fütuhat yaptığını söyler.

 Bir çok büyük insanın fütuhatından bahseder.

 Şimdi bu kelimeyi farklı bir şekilde talebelerinin yaptıkları işlerde kullanır.

Bediüzzaman bunlara “fütuhat-ı Nuriye” der.

“Risale-i Nurun fütuhatı” der.

“Zülfikar ve  Asayı Musa‘nın fütuhatı” der.

“Medresetüzzehra’nın fütuhatçı mahsulatı” der.

“Nurların parlak fütuhatı” der.

“Ayet ül Kübranın fütuhatı” der.

 “Hakaik-i imaniyenin fütuhatı” der.

“Risale-i Nur külliyatın mazhar olduğu ilahi fütuhat, kalemlerinizle hasıl olan fütuhat…” der.

 Fetih ve fütuhatın mazideki kullanışından farklı bir yolda kullanır.

Bediüzzaman en ölü ruhları, dalaletteki en bozuk insanları, irtidad edip İslam’dan çıkmış insanları öldürmeden İslama kazandırır, bu onun fütuhat anlayışının farkıdır.

 O hem arkadaşlarının hem eserlerinin yaptıklarını fütuhat olarak vasfeder.

 Bediüzzaman’ın talebeleri ellerinde eserler ile ruhları fethederler.

Bediüzzaman Ayet ül Kübra isimli eserinin önemini ve değerini anlatır, kendi eserinin telifat-ı sabıka içindeki durumunu anlatır.

“Birinci kelime, Lailahe illallah”tır.

 Bundaki hüccet ise matbu Ayet ül Kübra risalesidir.

 O emsalsiz hüccetin harikalığı içindir ki  İmam-ı Ali (ra) Nurun eczalarından haber verdiği sırada

“Ve bi’l-ayatil Kübra eminni minel fecet” deyip  o

 Ayet ül Kübra’yı şefaatçi yaparak Nur şakirdlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraat kazandırmaya sebeb olduğu gibi

onun gizli tab’ı da şakirtlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasıyla İmam-ı Ali’nin (RA) hem keramet-i gaybiyesine hem Nur şakirtlerinin bedeline duasını pek zahir bir surette tasdik etti.

Evet, Ayet ül Kübra Şua’ı otuz üç icma-ı azimi ve külli hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip her bir hüccet-i külliyede hadsiz burhanlara işaret ederek, başta semavat yıldızlar kelimeleri ile, arz, nebatat ve hayvanat kelamları ve cümleleriyle git gide ta kainat mecmuası, müştemilat ve mevcudat ve hudus ve imkan ve tagayyür hakikatlarının kelimeleriyle Vacib ül Vücudun mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda ve gündüz katiyetinde ispat ediyor.

Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılıç arayanlar Ayet ül Kübra’ya müracaat etsinler.” (Külliyat 1117)

Fütuhat kelimesinden sonra eserini bir kılıç olarak isimlendirir, düşman ise dinsiz anarşistliktir. Bediüzzaman cihat ve fütuhat ve kahraman kelimelerine yenilik getirmiş, kılıç yerine kitabı, hakikatı getirmiştir.

 Isparta Kahramanları kitaplı kahramanlardır, kılıçlı değil.

Prof. Dr. Himmet UÇ

25 Aralık 2012 Salı 07:43

himmetuc@hotmail.com

Peygamber ve Eazımın Sahabeti (Isparta Kahramanları -2)

Bediüzzaman’ın eserlerinin ortaya çıkması için Hz. Peygamber ve Hz. Ali, İmam-ı Rabbani ve Gavs-i Geylani’nin sahabetleri vardır.

 Şükrü Efendi Bediüzzaman’a köşkünü tahsis etmiş.

Hazret-i Peygamber Bediüzzaman’ın yaptığı ile alakadardır, onun müzahereti bu insanları şoka sokar.

Şükrü Efendi, köşkü verdikten sonra rüya görür. Rüyada ona diyorlar ki “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber (asm) gelmiş. O da koşarak gidip Hazret-i Peygamber (asm)’ı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.

Tensibatın tarafları Hz. Ali, Abdülkadir Geylani,

 İmamı Rabbani,

Nebiyyi Zişan Efendimizdir.

Gölgesinde olmayı şeref telakki ettiğimiz bu azametli eşhas Bediüzzaman’ı bu işi yapmaya hazırlayan ve yazması için şartları hazırlayan heyet-i azime-i beşeridirler. Bediüzzaman onların önünde helâket ve felaket asrının mebusudur.

Celcelutiye, Dua, Mektuplar, Rüyalar bu sahabetin delilleridir.

Kahramanlar seçilmiş özel insanlardır

Kahramanlar seçilmiş insanlardır¸ Bediüzzaman’ın tabiri ile m ü n t e h a p t ı r lar. Hulusi Bey ve Sabri Efendi’yi anlatırken bu kelimeyi kullanır, seçen kendisi değildir, demek bir büyük dava ve telif ve mücadele için insanlar gaybi bir seçici tarafından seçilmiş ve Bediüzzaman’ın etrafında yer almışlardır.

Risale-i Nur’un telifi büyük bir hadisedir.

Taraf-ı ilahinin tensib ettiği bir mebhastir.

 Din-i mübinin güneşi küsufa tutulmuştur,

Müslümanların gafleti

batılı şerli komiteler,

 felsefe, dinsiz sanat, fen ve

irtidat insanlığın zihninden silinmesi gerekir.

Baharı mahzen-i erzak bir vagon olarak insanların behimi ihtiyaçlarına gönderen bir İlah, itikatsız, münkir, mürted, gafil insanlara elbette yeni bir ışık gönderecektir.

1911’li yıllarda gördüğü rüyada ona: “İcaz-ı Kur’an’ı beyan et” emrini verenler, taraf-ı ilahide bu konunun önemli bir bahis olduğunu ortaya koyuyorlardı.

 Bediüzzaman yetmiş yıllık tezi olan bu bahsi en olumsuz şartlarda gerçekleştirmiş ve müsterih olarak dar-ı uhraya göçmüştür.

 Eserleri basılırken “bugünler benim bayramım” derken onun ömrünü geriye doğru bir sinema gibi gözden geçiren bunun ne kadar harika bir bayram olduğunu anlar.

Yapılanlar “fütuhat” diye nitelendirilir?

Hacı Hafız Mehmet,

 Sav ve diğer köylerde yaptığı faaliyet, hizmetin inkişafına sebeb olur.

Risale-i Nur’u yazanların adedi birden bine çıkar. Kadın erkek çoluk çocuk demeden herkes risale yazmaya başlar.

 Bediüzzaman bu yapılanı fütuhat olarak niteler. Bu kelimeyi birkaç yerde kullanır. Bizim tarihimizdeki fetihlerden farklı bir fetihtir, bir coğrafyanın, bir ülkenin değil bütün dünyanın manen fethidir Risale-i Nur. Bugün o sözün manası daha iyi anlaşılmalıdır.

Dolayısı ile Bediüzzaman Fütuhat sözünü kullanırken bilerek yaptığını kastederek kullanır.

Bediüzzaman Risale-i Nur ve kahramanların başarılarını f ü t u h a t olarak niteler, mazide büyük kumandanların yaptıklarını fütuhat olarak niteler, Mesela hazret-i Ömer’in çok fütuhat yaptığını söyler. Birçok büyük insanın fütuhatından bahseder.

 Şimdi bu kelimeyi farklı bir şekilde talebelerinin yaptıkları işlerde kullanır. Bediüzzaman bunlara fütuhat-ı Nuriye der.

Risale-i Nurun fütuhatı der.

Zülfikar ve Asa-yı Musa’nın fütuhatı der.

Medresetüzzehranın fütuhatçı mahsulâtı der.

 Nurların parlak fütuhatı der.

 Ayetü’l-Kübra’nın fütuhatı der.

Hakaik-i imaniyenin fütuhatı  der.

Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu ilahi fütuhat,

 kalemlerinizle hasıl olan fütuhat.. der fetih ve fütuhatın mazideki kullanışından farklı bir yolda kullanır.

Alternatif kahraman üretimi 

Bediüzzaman’ın eserlerinin de kahramanları vardır, onun eserlerindeki birinci şahıslar kahramandırlar.

 Mesela Haşir risalesinde iki kahraman vardır, bunlar aralarında münazara münakaşa ederek haşir hakikatinin sübutunu sağlarlar.

 Ayetü’l-Kübra’daki seyyah bir kahramandır, o da kâinatı sorgular ve her şeyden Allah’ı sorar.

 32 Sözün birinci mebhasindeki farazi şahıs da yine bir hakikatin vuzuhu için üretilmiş bir şahıstır.

Küçük hikâyelerde hep kahramanlar vardır, bir hakikati açıklığa kavuşturmak için konuşurlar konuşturulurlar.

Bediüzzaman romanın alternatifi metinler üretmiştir. Dolayısı ile gerçek kahramanlar üretmiştir, macera peşinde insanlar değil gerçeğin, itikadın, hakikatin peşinde olan kahramanlar.

Bediüzzaman Kahraman kelimesini farklı yerlerde kullanır.

 Bu leitmotiv(temel motif) tekrarlar onun kimlerin kahraman olduğu konusunda bir tezi olduğu gibi, kendi kahramanlarını da meydana getirmiştir.

 Abdülkadir Geylani’nin irşadı ile hidayete ermiş olan Şehbaz-ı Kalenderi bir kahramandır.

 Tarik-i Nakşî’nin önde gelen bazı büyüklerini kahraman olarak isimlendirir.

 Hz. Ali bir şecaat kahramanıdır.

Sa’d İbn-i Ebi Vakkas bir kahraman-ı İslam’dır.

Abdullah ibn-i Zübeyr bir kahraman-ı âli-şandır, Haccac’a karşı dayanmıştır.

İmam-ı Rabbanî silsile-i Nakşî’nin bir güneşi ve kahramanıdır.

 Hz. Ali Esedullah unvanı kazanmış bir kahramandır.

Kadınlar şefkat kahramanlarıdır.

Cengiz’in ordusunu sayısız mağlub eden Celaleddin Harzemşah bir kahramandır.

Hz. Eyüb sabır kahramanıdır.

Talebeleri Medresetüzzehra kahramanlarıdırlar.

Hasan Feyzi Denizli kahramanıdır.

Hz. Ali ve Şah-ı Geylani kudsi ve harika kahramanlardır.

 Merhum Abdurrahman Nurun birinci şakirdi ve kahramandır.

 İslam ve vatan için ölenler milyonlar kahramandır, başlarını feda etmişlerdir.

 Zübeyr Abi Konya kahramanıdır.

 Risaleleri tashih edenler kahramandır.

 Hüsrev Abi kahramandır.

Elmas kalemli ve kahraman kalpli muavinlerdir Bediüzzaman’ın arkadaşları.

Tahiri Abi bir kahramandır.

Bu milletin ecdatları kahramandır.

 Bediüzzaman milleti kahraman milletin evlatları olarak vasıflandırır.

İslamiyet’in en kahraman milleti Türk milletidir, onun terminolojisinde.

Hazret-i Ali bir şecaat kahramanıdır.

Ecdadımız dindar ve bir milyar kahramandır.

Atatürk bu kahraman hoca bize lazımdır diyerek Bediüzzaman’ı birlikte çalışmaya çağırmıştır.

 Nur talebeleri iman yolunda bu asra meydan okuyan kahramanlar kafilesidir.

 Bütün peygamberler kutsi kahramanlardır.

Risale-i Nur’un bir şehid kahramanıdır Hafız Ali.

İmamı Rabbani kahraman bir imamdır.

 Sav ve Homa kahramanları, Isparta ve civar kahramanlarıdır.

Bu millet bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bir millettir.

 Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’ân’ına sahiptir ve sair ehl-i İslâm’ın dindar büyük bir kardeşi ve Kur’ân hizmetinde kahraman kumandanıdır. Fatih devrinde kahraman İslam hâkimi Hızır beydir.

 Tarihimiz, Yıldırım, Fatih, Süleyman, Selim’in kahramanlıkları ile doludur. Bediüzzaman küfre karşı sedd-i K u r ‘a n î tesis eden muhteşem bir kumandandır. Bediüzzaman’ın varisleri on iki kahraman kardeştir.

 Nur talebeleri Medresetüzzehranın ve Nur Fabrikasının kahramanlarıdır.

 Türk milleti İslamın kahraman bayraktarıdır.

Eski zamanda mücahid kahramanların kılıçlarıyla hizmet ettikleri gibi nur kahramanları da kalemleriyle hizmet etmişlerdir.

Adnan Menderes bir İslam kahramanıdır.

Isparta kahramanları Türklerin yine İslamın kahramanıdır kanaatini yenilemişlerdir. Risale-i Nur İslamın iki kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirecektir.

Tahiri Abi yazı yazarken bir kuş pencereye konar o da kahramandır.

Bediüzzaman Isparta’nın taşını toprağını neredeyse kahraman ilan eder.

Ayetü’l-Kübrayı  tab’ edenler kahraman kardeşlerdir.

Nurs köyünün sakinleri Bediüzzaman çocukken de kahraman tavırlıdırlar.

 Sungur Abi Nurları ilk tanıdığında Eflani’nin küçük kahramanıdır.

Demokratlar da kahramandır.

 Sungur Abi ilk dönemlerinde küçük bir Hüsrev’dir ve kahramandır.

 Sav köyündeki bin kalem hepsi kahramandır.

 Risale-i Nur yazan masum çocuklar da küçük kahramanlardır.

 Bediüzzaman ölümü istihkar eden bir kahramandır.

Üstad talebelerinin kahraman Üstadıdır.

Nur şakirtleri kahraman ecdatlarından aldıkları kahramanlığı Risale-i Nur uğruna ettikleri fedakârlıklarla devam ettiriyorlar.

Nur talebeleri hakikat kahramanlarıdır.

Bediüzzaman’ın divan-ı harpteki müdafaası kahramanca bir müdafaadır.

 Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları beş para faide vermemiştir insanlığa.

Tarikatı hizmete tercih edenler Isparta kahramanlarına yetişemezler.

Bu millet cihangir Asya ordularının torunlarıdır.

Mustafa Kemal Üstad için “sizin gibi bir kahraman hoca bize lazımdır” demiştir. Şeyh-i Geylani kahramanlar kahramanıdır.

Nur talebelerinin yolu milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Kahraman kelimesini bu kadar iptilalı bir şekilde kullanan Bediüzzaman eserlerini okuyanlara kahramanlık telkin eder, roman ve tiyatro, sinemanın lanse ettikleri sahte kahramanların yerine onları ikame eder, alternatif bir kahraman dünyası vitrinine koyar.

Felsefe, sanat, roman ve tiyatro kahramanlar üretmiştir

Bu kahramanlar yüzlercedir, binlercedir. Avrupa romanında her millet romanlarında insanlığın başına bela olan kahramanlar üretmişlerdir.

Dinlerin ürettiği kahramanlar bu edebiyatın sanat ve felsefenin ürettiği kahramanların karşısında tutunamamıştır.

Bediüzzaman eserlerinde ürettiği kahramanların hepsi bunlara alternatif kahramanlardır.

Isparta kahramanları bu metinleri okuyan o metinlerdeki kahramanlara göre kahramanlaşan insanlardır.

Hem kahramanlıklar yapan hem de okuyup yaşadıkça kahramanlaşan insanlardır. Barla Lahikasındaki 300 mektup bu okumaların talebelerin ruhunda meydana getirdiği kahraman itikadı ve ruhunu anlatır.

Barla Lahikasında yaklaşık üç yüz civarında mektup vardır.

Bediüzzaman 71

Hulusi Bey 40

Hüsrev Abi 34

Hafız Ali 10

Binbaşı Asım Bey 10

Yüzbaşı Refet Bey 11

Hoca Sabri 31

Zekai 12

Tamamı 220 mektup, bir de bir veya iki mektubu olan mektup sahipleri var, tamamı yaklaşık 300’ü bulur.

                       

Maharetli Bir İlişki, Dava Münasebeti ve Hizmeti

Bu mektuplar birbirlerine cevap tarzında kaleme alınmışlardır, yazılan mektuplara verilen cevaplardır.

Bediüzzaman talebeleri arasındaki ilişkileri ve dava ile olan münasebetleri de yöneterek büyük bir maharet göstermiştir.

Okuyucu, eleştirmen ve takdirkârdırlar, bu yönü ile de kahramandırlar.

Orijinaldirler ve eserlerin kıymetini objektif olarak tesbit etmişlerdir.

 

Hafız Ali bir arkadaşına,

 “Sen ayaklarına demir çarık giysen, tayyare ve şimendifere binip dünyayı gezsen ne böyle bir eser ne de böyle bir hizmet bulabilirsin, sen bu eserleri yazmaya devam et.”

Hulusi Ağabey te’lifde

Bediüzzaman’ın müşaviri ve yorumlamada eserlerin eleştirmenidir.

Bediüzzaman onun eserleri hakkındaki kanaatlerini merak eder. Bu da Barla lahikasında yazdığı kırk mektupta telif edilen eserler hakkında ilk yorum ve değerlendirmeleri yapar, Üstadına bildirir.

Üstad da yazdığı yetmiş adet mektupta yer yer onu muhatab alır, ona cevap verir.

Bediüzzaman onu ve Hakkı Efendiyi yüz talebe hükmünde görür.

 Biz Üstad ile bu zatın görüşmelerin hakiki mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilemiyoruz. Risale-i Nur gaybi bir tasarımdır, o tasarımın en büyük mutasarrıfı Bediüzzaman’dır ama eserlerin telifi konusunda iki şahsın ilişkilerini kaleme dökmek mümkün değil. Bediüzzaman müsaade ettiği kadar ifade edebiliyoruz.

                                               Barla ve Sözler İki Güneş

Üstadın ilk ve daha sonraki talebeleri içinde Üstadın yazdıklarının felsefecilerle olan ilgisi konusunda en hakimane sözü o söyler. Bu onun iyi bir eleştirmen ve değer biçici olduğunu gösterir.

“Hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan” der Sözler isimli eser için.

Barla ve Sözler iki güneş gibi, Barla bir güneş, Özellikle S ö z l e r isimli kitap oradan doğmuş ve dünyayı etrafında gezegenvari dolaştırmıştır. Kur’an-ı Azimüşşan’dan nebean eden hiçbir eser Sözler kadar dünyayı etkilememiştir ve etkilemeye devam edecektir.

Bediüzzaman özellikle ondan eserleri hakkındaki kanaatlerini merak eder, umumun eserlere nasıl bakacağını onun beyanlarına göre değerlendirir, çünkü ikisi de farklı yerlerden gelmişlerdir.

Bediüzzaman ile onun kanaatleri Nurların oluşturulma ameliyesinin, harcının bir sentezlemesidir.

 Bu da gaybi bir iştir.

 Çünkü her sabah onun yanında her akşam birlikte olan bir mülakat kim bilir bizim bilmediğimiz nelere neden olmuş, neler birlikte yoğrulmuş ve insanlığa sunulmuştur.

Dinler, bilimler, felsefe tarihinin bu büyük sorgulaması olan Bediüzzaman’ın eserleri elli yıl okuyarak karihasını elde etmiş bir insanın kafasından dışarı çıkarken Hulusi Abi ilk muhataptır.

Üstad onun kendisine Barla’ya motorda giderken gösterildiğini söyler. Sene 1924 onunla muhatap olduğu yıl 1929 beş yıl öncesinden o ona yolda gösterilmiş, bunun da izahını biz nasıl yapalım.

 Barla’ya giderken Hulusi Bey ona gösterilir.

 Barla’da ilk muhataplarından biri Şamlı Hafız Tevfik, diğeri Santral Sabri’dir, gaybi bir el her şeyi hazırlamış, ne söyleyeyim. Bunları bilse en muannit insan bile Bediüzzaman’a teslim-i silah eder.

Hulusi Bey’in şu cümleleri Üstad’ın merak ettiği şeylerdir.

Üstad da bir insandır, hiçbir şey geleceği ile garanti edilip önüne sunulmamıştır, her yazar gibi onun da eserlerinin akıbeti hakkında düşünmesi normaldir. Ümidin genel bir kanavası varsa da kanavanın  içini doldurmak başka bir konu.

Barla’da telif ondan sonra hukuki mücadele, hapisler, arkasından Bekir Bey’in savunma yılları… Bu yüzden bu eserler kadar tarihte hiçbir eser çile çekmemişlerdir. Zulüm çözülmüş, deccaliyet iflas etmiş, prangalar eskimiş, Bediüzzaman ve talebeleri ortaya çıkmıştır.

Şimdi Hulusi Abi’nin ifadeleri:

“Üstadım müsterih olunuz. Bu Nurlar ayakaltında kalamazlar. Onları Dellal-ı Kur’an’dan enzar-ı cihana vaz eden Halık (CC) bizim gibi kimsenin ümit ve tahayyül edemeyeceği aciz insanlarla bile neşir ve muhafaza ettirir.”

Dr. Yusuf Kemal Durakoğlu,

 Hulusi Abi kanalıyla nurları tanımıştır. Hulusi Abi ona Miraç bahsini okumuş, nasıl olduğunu sormuş. Çünkü Üstad da ondan sorarmış. Yusuf Kemal eser için,

 “Eserin büyüklüğünü takdir etmek için İslam olmaya bile lüzum yok, insan olmak kâfi.” Nurları nasıl takdir ettiğini bizzat Üstad’a anlatır.

“Hocam emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki gelecek hafta takdim edeceğim çünkü küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı ve aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki cüz’i külli bir alaka hâsıl olabilsin.

Ya Rab o ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki:

“Ah üstadım bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnettarım.”

“Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı aliyeleri unutulmaz ve şaheser hatıradır. Mezarıma kadar dini akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım sizin Sözler’iniz benim dini muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecraya sevk etti. Şimdi bendeniz,  doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.”

                                      Cenab-ı Haktan İntibah İstemek

Bediüzzaman doktorun bu müdakkikane nazarını ve değerlendirmelerini beğenir. Ona yazdığı mektupta anlatır.

“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimi ve aziz dostum.

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhi şayan-ı tebriktir….

Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen malumatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz odun yığınları gibi camid şeyler bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o f e n n î malumatı o f e l s e f î maarifi faideli nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lazımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin.”

Sabri Efendi yüksek zekâya ve karihaya sahiptir.

 “Hikmetü’l-istiaze’nin ikinci kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin iksir bir ilacıdır ki:

Âlem-i faniden bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi, zahirde bir şeye benzeyip, hakikatte ele avuca girmeyen hayali itirazat-ı muannide yaparlar. Onlara karşı en rasin tahassüngah ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek halis sikkeler bunlardır.” (Barla Lahikası, s. 183)

Bütün Isparta kahramanları hem okuyucu, hem yazıcı hem de ders yaparlar.

 Hulusi Bey dersler hakkında bilgi verir, Refet Bey ve Asım da aynı şekilde, özellikle Sabri Efendi okuyan ve değerlendiren bir zekâdır.

Refet Bey okuma sırlarını da anlatır.

 Eserlerin tenkid edilemeyecek kadar yüksekte olduğuna dair bir beyanda bulunur. “Bütün eserlerinizi takdir ve kemal-i istihsan ile karşıladığımız malum-u âlileridir. Esasen tenkid edecek kudret-i ilmiye değil bizde T ü r k i y e  u l e m a s ı n d a  olmadığı hadisat ile sabittir.” (Barla Lahikası, s. 192)

“Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözlerin tedkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Ş i m d i  g a y e t  y a v a ş  ve dikkatli o k u y u p anlamaya çalışıyorum… Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi dördüncü sözün birinci ve ikinci dalında çok tevakkuf ettim. Layıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümüzde bu iki dalın şifahen izahını rica edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucib oluyor.

Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz, o izahda da muhtac-ı izah noktalar bulunuyor. Öyle latif ve şümullü cümleler ile cevap veriyorsunuz ki o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki Sözlerinizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.” (Barla Lahikası, s. 192)

Bediüzzaman’ın Barla lahikasında talebeleri ile olan diyalogları Bediüzzaman’ın talebeleri ile kurduğu eğitim ağının ayrıca araştırılması gerekir. Bediüzzaman bir iletişim ağı kurarak davayı çok yönlü oluşturmuştur.

Kahramanların oluşturulması 

Bediüzzaman Barla’da eserleri telif ederken, bir milletin kültür ve dinini tamamen tesirsiz hale getiren faaliyetler yapılıyor, ezan Türkçeleştiriliyor, alfabe kaldırılıyordu. Bunlar yeni nesli kültür ve dini buhrana itecekti ve daha sonra da öyle olmuştur.

 Santral Sabri Bediüzzaman’ın yaptığı işin bu tahribat karşısında aynı tarihle bir kal’a tesis etmek olduğunu, Isparta kahramanlarını da bir t e ş k i l a t –ı  n u r a n i y e  v e  m ü h i m m e olarak tavsif ettiğini görüyoruz.

 Şöyle der: “Kavanin-i ezeliye-yi subhaniyeyi bilkülliye hedm ve imha etmek amal-i batıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalalet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada k e ş f – i  k a b l e l v u k u olarak işbu ç e l i k  k a l ‘a  tabir ettiğimiz Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın müfessir ve mümessili olan  Nur deryası zahiren otuz üç adet  manen otuz üç milyon elmas ince mücevherat-ı  mütenevvia  ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra  asıl kal’anın bu teşkilat-ı nuraniye  ve mühimme  dairesinde  tanzim ve tarsini iktiza ettiği bir hengamda.” (Barla Lahikası, s. 107)

Onun dilinde Isparta Kahramanları 

Bediüzzaman yapılan işin önemini gördüğü için tarikata meyleden bir talebesine, “Seni bir gavs derecesine çıkaran bir mürşit gelse sen Isparta kahramanlarına yetişemezsin” der. Çünkü onlar savaş meydanlarında yenilemeyen kahraman bir milletin manevi bataryalarını boşaltan güçlere karşı onları yaratılış ve Allah karşısında sorumluluk bilincine götüren bir faaliyetin matbaa harfleriydi, bu yönleri ile onlara kimse yetişemez.

 Tarihimiz büyük zaferlerle doludur, ama bu zaferler arkasından milletlerin maneviyatı kültür ve dini bataryaları tahrib edilmemiştir, Isparta kahramanları bu tahrib edilen nesli kurtarmak için bir kalede kalemleri ile geleceğin nesilleri manevi ve cehennem ateşinden ve dünya zelzelelerinden koruyan büyük işler yapıyorlardı. Bunlarla bu milletin tarihinde hiç kimse kahramanlıkta yarışamaz.

Savaştan kahraman olarak evine dönen insanlar ezanlarının, dillerinin kaldırıldığını ve Kur’anlarının kaldırılmak istendiğini görünce ne dediler, birçoğu bu ülkeyi terk ettiler, Bediüzzaman ise Mekke- Medine’de bile olsam buraya gelecektim derken buradaki kahramanlığın farkını anlatıyordu. İşte bunun için Isparta kahramanları büyüktür.

Barla’da neler oldu? Asıl kahraman, Barla’nın asıl kahramanı eserlerdir

Bediüzzaman 1 Mart 1927’de Barla’ya sürgün edilir. İlk gecesi bir karakolda geçer. Daha sonra Yokuşbaşı Camii’nin imanı Muhacir Hafız Ahmet ‘in evinde kalır. Bir haftası burada geçer.

Üçüncü mekânı mahallenin toplantı yeri olan iki odalı bir menzildir. Burası dinden koparılmış bilim ve sanatın, özellikle tesadüflere hamledilmiş dinin, akaidin bin yıllık buhranının çözümleneceği bir mütevazı evdir.

Bediüzzaman sekiz yılı aşkın bir zamandan sonra burada eserlerinin dörtte üçünü yazmış olarak çıkacaktır. Özellikle Sözler genel olarak Barla yıllarında yazılmıştır,1926-54. 1960’ta Sinan Matbaasında basılan Sözler 760 sahifeden oluşur. Isparta’ya naklinden sonra Sözler ve Mektubat Barla’da yazılmış, Lem’alar’ın da ekserisi yazılmış, eserler 119 parçadır. 1958’de yine Sinan Matbaasında basılan Mektubat da 540 sahifedir, Lem’aların da üçte ikisi yazılmış olsa o da üç yüz sahife eder. 1600 sahife, Barla lahikası da bunlara ilave edilirse 2000 sahifeyi aşkın eser Barla’da bu Allah’ın harikası mekânlarla çevrili evde yazılmıştır.

Bediüzzaman orada dualarla, niyazlarla geçen ömrünün en güzel meyvesi olarak bu 2000 sahifeyi yazmıştır. Yetmiş yıldır tasarımında olan bir proje orada gerçekleşmiştir, bu onun ifadesidir.

 1 Mart 1927, 24 Temmuz 1934 tam sekiz buçuk yıllık bir süre yaklaşır 3200 gün. Ortalama her gün üç yüz kelime civarında yazılmıştır. Büyük bir telif faaliyeti.

Hiç boş durmamış tamamen önceki yüzyılların telif mantığı ile yazılmamış, gözlemlere dayalı orijinal eserler meydana getirmiştir.

1927’de Barla’ya gönderildikten sonra

Risale-i Nurları telif etmeye başlar, bu yılın içinde onun şaheserlerinden biri olan -master piece-   Haşir Risalesini kaleme alır. Aynı yıl içinde Küçük sözlerin tamamı yazılır. Bunları Yirminci, yirmi birinci ve yirmi ikinci sözler takib eder. Ondan sonra On sekiz ve Yirmi beşinci Sözler gelir. Mucizat-ı Kur’an’iye ve Haşir Risalesi iki büyük eseridir. Bediüzzaman’ın en verimli yılı bu yıldır denebilir.

Yirmi ikinci Söz de tevhid bahisleri içinde çok özel bir yeri olan eserdir.

Küçük Sözler’deki dokuz bahis de küçük hikâyeler tarzında yazılmıştır,

İslamın bütün önemli emirlerini kurmaca biçiminde anlatır, yeni bir tefsir ve yorum metodu ile sanat ve edebiyat ile tefsiri birleştirmiştir.

Hem anlatım şekli hem anlatılanlar büyük bir yeniliktir. 1911 den beri “icaz-ı Kur’an-ı beyan et”  amirane emrini alan Bediüzzaman gecikmiş bir işi yerine getiriyor gibi ciddi çalışmıştır bu yıl içinde.

                                         Gerçek Kahraman Bir Kitap : SÖZLER

Sadece bu yıl yazılan eserler bile onu Bediüzzaman yapmaya yeter de artar bir eserlerdir. Selimiye Sinan’ın şaheseridir, büyük bir mimari misyondur.

Sözler kitabı bu büyük milletin tarihinde her gittiği yerde ruhları mimarisi ile düzlüğe çıkaran gerçek kahraman bir kitaptır. Bütün zulümler ve kıyametler bu kitaba tahammül edemeyen çevrelerin şamatasıdır. En büyük Isparta kahramanı Sözler kitabıdır ve bahisleridir.

Bu yıl içinde en zorunlu ve en mübrem konuları kaleme almıştır, tevhid, haşir, Kur’an. Ve öğretisinin bütün temalarını yüklediği ismi küçük ama anlamı, muhtevası çok büyük Küçük Sözler.

1928 yılında bu büyük milletin ne tür tehlikelere maruz kaldığı ortadadır.

 Allah Allah sadaları ile batının emperyalist emellerini yıkmış birçok cephede istiklalini elde etmek için evinde evlat bırakmamış, yaşlı nineler ve dedeler, babalar savaş meydanından dönmeyen evlatlarını bekleyedursun, 1928 de Türkçe hutbe verilmeye başlanır. Aynı yıl içinde bin yıllık mazinin tarihin ve dinin aleti durumundaki bir dil yerini başka bir dile terk eder.

 Anayasadan dinle ilgili hükümler çıkarılır. 1928 ile 1930 arasında Yirmi Dokuz, Otuz, Otuz Birinci, Otuz İkinci, Otuz Üçüncü Sözleri yazar.

Yirmi ve Yirmi Dördüncü Mektuplar tahrir edilir. 1929’da On üç, On Dokuz, Yirmi Yedi  ve Otuz Üçüncü mektupları yazar. Bunlara Yirmi Yedinci Söz eklenir.

1929 da Hulusi Bey ile Barla’da görüşür.

Barla Lahikasının başında Hulusi Abi’nin ilk mektubunda Bediüzzaman’a Mukaddime ‘deki yorumlara karşı mukabil yorumlar vardır. Sözler 1930 ‘da büyük oranda tamamlanmış bir eserdir. Hulusi Bey bu mektubu 1930 da yazmıştır büyük ihtimalle, çünkü tamamlanmış bir eser ile tamamlanması muhtemel bir telif hayatından bahsedilir.

Bediüzzaman Hulusi Bey’den vazifesinin bitip bitmediği konusunda fikrini sorar. Demek Bediüzzaman da görevinin bittiği kanaati bir nebze oluşmuştur. Çünkü üç eseri neredeyse tamamlanmış bir telif hayatı kanaatini verir. Haşir, Tevhid, Namaz, Yaratılışın topyekün anlamı, Kur’an’ın mucize olduğu gibi temel konularda daha sonraki dönemde ancak zeyl olabilecek şeyler söylenmiştir, asıl şeyler ise tamamlanmıştır.

Bu yüzden Bediüzzaman görevinin bitip bitmediği ve eserleri hakkındaki kanaatlerini sorar. Ama verilen cevaplar bitmediği konusundadır. Evet, görevi ölümüne kadarki mücadeleli hayatı ile bitmemiştir.

Bundan sonra eserlerin halk ve insanlık nezdine çıkması ve eserlerin hukuki mücadeleyi kazanması gerekir, telif kadar mahkemeler ve hukuk mücadelesi uzun ve elemli yılları almıştır.

Elli yaşlarındaki Bediüzzaman vazifesinin bitip bitmediğini merak ederken daha otuz beş yıl daha yaşayacak daha çok şeyler görecek, çok zulümlere maruz kalacak ama davasını umduğu noktaya getirecektir.

Bayrak yarışı ondan sonra talebeleri tarafından devam ettirilecektir.

1930’da İkinci, Üçüncü, Dördüncü, Beşinci, Altıncı, Dokuzuncu, On Altıncı ve On Yedinci mektupları kaleme alır.

1931 de On Altıncı Mektubun Zeyli, Yirmi Altıncı Mektubun İkinci Kısmı, Yirmi Sekizinci Mektubun ikinci kısmını yazdı.

 Bu yıl içinde İstanbul’daki camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı.

1934 ‘de Barla’dan Isparta’ya getirildi. Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmı ile Onuncu, On İkinci, On Dördüncü, On Altıncı, On Sekizinci, Yirminci, Yirmi Birinci, Yirmi İkinci, Yirmi Dördüncü, Yirmi Beşinci ve Yirmi Altıncı Lem’alar’ı yazdı. İktisat, Hastalar ve İhtiyarlar Risalesi yazıldı.

Bu büyük eserlerin yanında kötü işler de yapıldı. Türkçe Kur’an okundu ilk kez. Ayasofya Camii Kapatıldı.

Hizmetin merkezi ekseninin oluşumu

Şamlı Hafız Tevfik, Muhacir Hafız Ahmet, Süleyman, Hulusi Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali, Refet Bey, Asım bey.

Barla’da Üstad matbaanın üyelerini bulur, nasıl çalışacağını, eserlerin nasıl dağıtılacağını planlar ve başarır, dünyanın en olumsuz şartlarında dünyanın en büyük eserlerini ortaya koymak bu da bir planlama ve stratejidir. Üstelik çevresindeki insanlar böyle yazarlık ve çizerlik gibi alanlarda hiçbir tecrübeleri yoktur.

Şamlı Hafız Tevfik, Muhacir Hafız Ahmet, Sıddık Süleyman, Marangoz Mustafa Çavuş,  Hafız Halid, Muallim Ahmet Galip, Mübarek Süleyman, İlamalı Sabri, Tüccar Bekir Bey, Abdullah Çavuş,  Şemi Güneş onun Barla çevresinin önemli şahıslarıdır, her biri işin bir tarafını arkalamıştır, bir iş bölümü vardır.

Şamlı Hafız ta tensibat-ı ilahiye ile çocukluğunda

Bediüzzaman’a tahsis edilmiş bir zeki insandır. Resmindeki görüntü âlim ve her şeyin farkında bir kişilik ciddiyetini gösterir. İstanbul da tahsil görmüş, Bediüzzaman’ın ilk ziyaretine gidenlerdendir. Kadere bak büyük eserler yazan büyük insana bir kâtip bir ayaklı matbaa lazımdır, o hangi şartlarda Barla’ya gelmiş ve hemen onu bulmuştur. Kader bir şeyi planlarsa insanlar ne yapabilir.

Hem kâtib, hem muhatab, hem müsevvid, hem mübeyyizdir, çünkü bunları yapacak iktidarı ve iradesi vardır.

 Nurların telifinde yerini alır, Hatt-ı Arabisi de Kur’an’a uygundur onda da görev alır.

Üstadın Barla’daki çevresi hizmetkârlar ve telifte görev alanlar diye ayrılabilir.

Muhacir Hafız Ahmet onu evinde ilk misafir eden ve hizmet eden şahıstır.

 Onun hizmetinden Üstad-ı muhterem o kadar memnundur ki “o zat çoluk çocuğuyla layık olmadığım öyle samimi hasbi bir hürmet etmiştir ki eğer muktedir olsaydım bin altın mükâfat verirdim” der.

Yıllar sonra Barla’ya döndüğünde onu gördüğünde “şimdi ötelerden cennetten bir davet vuku bulsa Şamlımı almadan gitmem” demiştir.

Sıddık Süleyman Üstad-ı Ali himmete sekiz yılı aşkın hizmet etmiş, onu hiç gücendirmemiş ve Sıddık unvanı ile ödüllendirilmiş bir büyük insandır. O da onun hizmetkârlarındandır.

 Onlara karşı duygularını gizlemez Bediüzzaman

“ Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u Muhacir Hafız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler.”

Camisinin hizmetinde bulunan bir yaranı da vardır. Marangoz Mustafa Çavuş,  sekiz sene hususi hizmetinde camiine soba, gazyağı, kibritine kadar tedarik eder Üstadın hizmetinde bulunur. Bizim bu insanlar ve bütün insanlığın bu insanlara saygı duymamız gerekir, çünkü onlar Bediüzzaman’a sahip çıkmış hizmetinde bulunmuş eserlerini yazmış ne yapılması gerekirse yapmışlardır. Ne mutlu onlara, ne mutlu bu hizmette bu başlangıç döneminde Üstad-ı harikaya sahip çıkmışlardır.

Bediüzzaman “Bu köy namına Cenab-ı hak Mustafa Çavuş‘u bana ihsan etti “ demişlerdir.

Muallim Ahmet Galip eserlerin tebyizinde çalışmış,

 Nur matbaasının önemli bir azasıdır.

İlamalı Sabri Bediüzzaman ile sabah namazı kılmak için İlama’dan Barla’ya kadar yürür her gün, bir gün çok ıslanır ve genç yaşta sevgisinin aşkına vefat eder.

 Ölürken “Ben ölmüyorum uçuyorum der, eşi “beni de al der” o da “hayır kadro doldu” der.

Eserlerin basımı için zengin biri gerekir

 Rabb-i Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kâinatın nazımı böyle bir tasarımı eksik bırakır mı, o kim dersen Tüccar Bekir Bey “Nur risalelerini matbaalarda bastırmakla Nurun ilk naşiri unvanını alan bahtiyarlardandır”

Üstadın sadık bir arkadaşı da

Abdullah Çavuştur, onu arkadaş olarak kabul etmiştir. Bu şahıslar özel olarak seçilmiş kişilerdir, özel hizmetinde olanlar, arkadaşları ve matbaasının kâtipleri, tashih ve tebyiz unsurları, şimdi bu insanlara kahraman demek ne kadar az gelir değil mi?

 Her okunan eserde onların hazinesine nurlar akıyor, Allah’ım ne mutluluk değil mi?

Barla’da münakaşalar fazla yok,

Bediüzzaman eserlerinin nasıl telakki edildiğini edileceğini merak ettiğinden Hulusi Bey’i bu telakki tarzının tercümanı olarak görür onun eleştirilerini kale alır ve ona cevaplar verir zannedersem tatmin olur, artık eserleri umumi kabulü görecek bir şekildedirler. Bundan sonra savunma ve daha çileli yıllar gelir, bir nevi davanın pekişmesi ve davayı oluşturacak dayanıklı arkadaşların bulunması bir savunma hattının oluşturulması gelir.

Bediüzzaman’ın Barla yılları telif yıllarıdır, sonraki dönemlere göre olaylar fazla değildir. Ama beklenmedik bir şekilde eserler ortaya çıkınca onu oraya süren komiteler şaşkınlığa düşmüşler onu daha denetlenebilir bir yere çekmişlerdir.

Hulusi Abi, Refet Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali bunlardandır.

 Bunlar birçok özelliği kendilerinde taşırlar ve büyük hizmetlere neden olmuşlardır.

 Hafız Ali Bediüzzaman gözünde o

 “Nur fabrikası nam sahibi Hafız Ali”dir. Bediüzzaman mektuplarında ona bu tavsifle hitab eder. Onun hizmetteki yerini ifade eder.

“Onun fevkalade hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı, Kur’an’a ve İslamiyete büyük bir zayiat olurdu”

 O yüz senelik bir vazife-yi imaniyeyi görmüştür.

Haşirdeki mahkeme-i kübrada Nur talebelerinin alemdarıdır. Alemdar bir gurubun önünde onları temsilen giden kimse demektir.

Üstad yine onun için  “o benim yerime gitti” der.

Hem karakter hem dehadırlar, Isparta kahramanları 

Karakterlerden biri de Tahiri Mutlu’dur.

Tevafuk mucizesini gösteren Kur’an’ın basılması hususunda gösterdiği gayrettir. Atabey de arazisini ve evini satıp tevafuklu Kur’an’ın tab’ı için vermiştir. Eniştesi Büyük Hafız Zühtü de Kur’an’ın yazılmasına hizmet etmiştir.

Onu Bediüzzaman büyük bir veli ve kutup kabul  eder. “Tahiri dolu bir testi su gibidir” der. Hiçbir zorluk onu hizmetten alı koymaz. Üstadı ile hapislere girmiştir. Has ve halis bir Nur talebesidir, Üstadın dilinde.

Bir karakter Hulusi Ağabeydir.

 1928 yılında Eğridir Dağ Talimgâh Birliği’ne tayin edilir. O onu nur talebeliğine tayin olarak kabul eder.

Bediüzzaman’ın talebeleri içinde başından sonuna kadar büyük bir karakter olarak kalacak ve anılacaktır.

1929 da Üstad’ı ziyaret eder, bir buçuk yıl içinde Üstad ile altı defa görüşür. Büyüklüğüne hürmeten Abdülkadir Geylani ona 800 yıl önceden işaret etmiştir.

 Bediüzzaman ona kullandığı övgü cümlesini ondan başka hiç kimseye kullanmamıştır.

“Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe bir muin tayin etmiştir” der. Bizim anlamakta muktedir olmadığımız bir buluşma tarzları da vardır. Bediüzzaman “Sabahları ben senin yanında akşamları sen benim yanımda hazır olursun der. Günde iki defa görüşürüz.

 Bunun tamamlayan bir garip cümle daha vardır. “Yanına ziyarete gittiğimde ‘Kardeşim sen sabahleyin burada idin’ derdi. Hâlbuki benim bundan hiç haberim bile olmazdı”.

Bediüzzaman kendisinin  yazdığı eserlerin

İslami temalar ve bahislerin tarihi farklılıklarını bildiği için, “Eğer siz eski zamanda olsaydınız bu dersleri, hakikatleri öğrenebilmek için bir ay mesafeden diz üstü sürüne sürüne gelirdiniz. Belki bizimle görüşmeden geri dönecektiniz.” Üstad ile ikisi sanki bir müellifin paylaşımıdır.

 Üstad onu yanında olmasını istediğine göre belki de eserler yazılırken onun şahsı ile eserler konusunda bizce meçhul görüşmeler yapmıştır.

Karakterlerden biri de Santral Sabri’dir.

 Abdülkadir Geylani ondan Hulusi-i Sani diye bahsettiği zattır. Risale-i Nur’un hizmetinin her safhasında bulunmuştur. Yazılmasında, çoğaltılmasında,  dağıtımında kahramanca çalışmış, adeta Üstad’ın gören gözü, işiten kulağı olmuştur.

 Risale-i Nur’un hizmetinde ömrünün sonuna kadar bir s a n t r a l gibi çalışmıştır. Yazılan Nur nüshaları Barla’dan gelir, onun eli ile çoğaltılarak her bir nüsha Atabey, Eğridir, Kuleönü, Sav köylerine gönderilir. Bu yüzden Santral ismini vermiştir Bediüzzaman ona. Üstad’da mevcut olan bir yaratılıştan gelen bir nişan onda da vardır. “Nur’un erkânından ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur’un santralidir.”

Üstad Barla’ya gidip gelirken, Bedre mevkiinden geçerken Sabri Hoca’nın ruhuna Fatiha okur, öyle gider. Bunlar çok yönlü karakterlerdir.

Hem aşırı duyarlıdırlar, hem samimidirler, hem de dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini önemli bulurlar. Yönetici ve yönlendiricidirler.

 Hafız Ali Nur Fabrikası’nın sahibidir.

Yani üretilen bütün eylemlerin, yapılan bütün işler onun sahabetinde meydana gelir. Fabrika sahibi demek ile Bediüzzaman onun dehasal rolüne işaret eder. Yaptığı işlere bakınca bütün işleri temel hedefe ayarlamak gibi yüksek bir yönetim erki göstermiştir. Ona Bediüzzaman’ın verdiği bu unvan çok düşünülmüş bir unvandır.

Sabri Efendi, Nur Santralı unvanı ile anılmıştır.

 Santral bütün işlerin birleştiği ve dağıtıldığı bir noktadır, bu da bir deha formasyonunu gerektirir. Üstad ona Santral derken yaptığı işi tavsif etmiştir. Sadece bununla kalmayıp Risale yazım ve dağıtım, tashih ve tebyiz gibi işleri de yapmıştır.

Hulusi Abi Üstadın hem gizli hem esrarlı hem de açık en ciddi muhatabıdır, Bediüzzaman’a zaman zaman eşdeğer bir misyon takib eder, işinin bitip bitmediğini eserlerini nasıl telakki ettiğini edileceğini onun gözüyle ve yorumu ile görmüştür. Bu ciddi bir nurani dehadır.

Bir deha da Tahiri Mutlu’dur sürekli ihtilafların dışında kalabilen ve

Bediüzzaman’ın bir talebem yok mu feryadına onu göstermekle Allah onun karakterini ve dehasını ortaya koymuştur. Fedakârlıkta görülmemiş bir cömertliğe sahiptir.

Hacı Hafız Mehmet Avşar da davaya nezaret etmede bir dehadır, bin kişinin risale yazdığı Sav köyünün bütün yazım ve yönetim işlerini tek başına yapar,

Bediüzzaman onu ve köyü çok sitayişle yâd eder.

 Fevkalade mesrur olur ve yaptıklarını fütuhat olarak niteler. Onların fütuhat kılıçları kalemleri o kadar uzundur ki kıyamete kadar tesiri devam edecektir. Kalem kılıçtan daha keskindir sözü bunlar için söylenmiştir. Sıradan insanlar baskıyı enerjiye dönüştüremez,

Bediüzzaman ve talebeleri baskıyı enerjiye çevirirler bu onlara verilmiş özel bir Allah vergisidir.

150 yılı aşkın tarihimizde bütün yenilikler şekli oldu

Osmanlının yenilik hareketlerinin fikir ve insana taalluk eden yönü biçimseldir. Redingot giymek, sarığın yerine fes giymek, askerin giyim tarzını yenilemek, okullardaki ders programlarındaki kargaşa, Cumhuriyet devrindeki kıyafet yenileşmeleri, hep kabukta kalan yenilik hareketleridir. Biri fesi giymiş, bir başkası şapkayı giymiş, çarşafı çıkarmış mantoyu giymiş, hepsi modernizmin karikatür yanıdır.

Cumhuriyetin memur kadrolarının okulu yoktur, kuruluş döneminde hepsi İstanbul hükümetinin kalmış memurlarıdır.

Cumhuriyet köy enstitülerinde garabet bir alternatif nesil çıkarmıştır, bütün değerlerin iflas ettiği bir nesil, bu nesli solcu romancılar tipleri ile ifade etmişlerdir.

O dönemin birçok romancısı bu kene gibi kahramanları köylü çocuklarına dayatmış tamamen dinsiz ve ruhsuz bir nesli ortaya çıkarmışlardır.

Bediüzzaman’ın

 zihniyet,

 fikir ve iman,

 kâinata bakış tarzına önem vermesi ve

 yanlış fen ve felsefe telakkileriyle zehirlenen bu nesilleri kurtarmak istemesi

 onun ve Isparta kahramanlarının gayreti iledir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Son Güncelleme ( Çarşamba, 02 Ocak 2013 21:17 )

Isparta Kahramanları Sempozyumu Açış Konferansı -1

Tarihimiz ve kahramanlık kelimesi 

Kahraman kelimesi tarihimizde çok kullanılan bir kelimedir. Kahramanlık sıradan insanı  aşan bir niteliktir, faaliyettir. Bu farklılıktan ötürü böyle bir isimlendirme olmuştur. İslam tarihinde, Selçuklu, Osmanlı, arkasından Cumhuriyet döneminde birçok insana kahraman denmiştir.

Kahramanlar toplumların tarihi beklentilerine cevap vermişlerdir, çözülemeyen sorunları çözmüşlerdir.

Tıkanmaları açmışlardır.

Huzursuzlukları gidermişlerdir.

Kelime daha çok tarihi kişilikler için kullanılmıştır. Ama bilimsel yenilikleri yapanlar için de kullanılabilir.

Kahramanlar toplumun beklentilerine cevap verirler, olağan üstü niteliklere sahiptirler.

Bediüzzaman’ın bu kelimeyi ilk talebelerinden itibaren zaman zaman bazı insanlar için kullanması, kelimenin kendisine gelinceye kadar ki manasını bildiğini ve o kahramanlardan farklı insanlar onun etrafında oluştuğunu ortaya koyar.

Kahraman kelimesi bir alternatif kelime olarak kullanılmıştır.

                                     Bir Kahramanda Aranılan Vasıflar

 Bir kahramanda aranan bütün anonim özellikler onun kahraman dediği şahıslarda mevcuttur. Yani onlara Isparta kahramanları demek emanet bir tavsif değil onların yaptıklarını yansıtmayacak kadar da dardır.

Bediüzzaman onlara kahraman demekle kahramanlık bunların yaptıklarıdır der. Barla sürgününden sonra onun yanında yer almak başlı başına bir kahramanlıktır. Çünkü Allah rızası ve Peygamber şefaatinin ötesinde garip bir adamın onlara vereceği dünyevi bir şeyi yoktur.

Sadece yapılan zulümlere birlikte tahammül için mektuplarında yaptığı psikolojik dayanıklılık telkinleridir.

Sizden öncekiler içinde kimse sizin kadar az çile ile büyük neticeler almamıştır, gibi.

Kahraman kimdir, ne özelliklere sahiptir?

Kahraman nedir, kahraman en olumsuz şartlarda en olumlu eylemi gerçekleştiren kişidir.

Kahraman bir büyük ideal uğruna en büyük sıkıntıları, çileleri çekmiş olan kişidir, Barla, Isparta ve havalisinde Bediüzzaman’ın yanında yer alan onun davasının bir tarafından tutan insanların çok azı hapse girmemiştir, hepsi bir değil birden fazla hapse girmiş büyük zulümlere maruz kalmışlardır.

Terzi Mehmet Üstad Hazretleri’nin naşının Urfa’dan nakli sırasında tevkif edilmiş ve doksan gün tutuklu kalmıştır.

 Kahraman bir ideali paylaşmaya gönüllü olmanın ötesinde bir ruh ile katılandır. Bunların hepsinin katılma şekilleri risk almaları olağanüstüdür.

Kahraman kâinatı anlamlandırmayan insanların birden bire bir kahraman yorumu ile karşılaşınca kaybettiklerinin azametini görerek o insanın etrafında halkalanmasıdır.

Kahraman koca kâinatın içinde hayatı basit ayrıntılar ve gailelerle geçirmeyi esas maksat yapan insanların birden bire bu hayatın bu kadar basit bir gaye uğruna gidemeyeceklerini fark etmeleridir, bu farkı bir kahraman ortaya atabilir, o farkı fark eden de kahraman olur.

Kahraman fedakâr demektir, bir inanç uğruna menfaatlerini, rahatını, huzurunu, bedenini terk edebilecek yüksek fedakârlık örnekleri vermelidir.

Bediüzzaman’ın etrafındaki insanlar ne istenmişse ne gerekiyorsa onu hiç endişe etmeden verebilen insanlardır.

Süleyman Rüştü Çakın teksir makinesi tedarikindedir. Bediüzzaman harika bir şekilde anlatır bunu.

“Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan K a h r a m a n Rüştü’nün a c i p bir el makinesi (teksir makinesi)  celbine çalışması ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriye’nin mukaddemesidir.

Teksir ile çoğaltılmayı f ü t ü h a t olarak görüyor.

Fetih kelimesi ile hep ülkeler fethine alışmışız, Fatih’e İstanbul’u fethettiği için Fatih demişiz, Bediüzzaman fütuhat kelimesine yeni bir mana yükler.

Bozulmuş, inkârcı, gafil kalpleri kazanmak coğrafyaları kazanmak ile bir tutulur mu kalpleri kaybederseniz ülkeleri kaybedersiniz. Ki hep öyle olmuştur.

 Bu gün bu ülke beş yüz yıllık inhitat devrinden daha güzel bir devre çıkmışsa işte bu fütuhattan dolayıdır. İşte Bediüzzaman bu kelimeyi bunun için kullanmıştır.

                                    Davası İçin Hizmetkarlık Yapanlar

Kahraman saltanat peşinde olmayan hizmetkârlık etmeyi bir davayı büyütmeyi kendine gaye edinen, hizmetkârlığı ve tabiiyeti her türlü debdebeye feda edebilen büyük insanlardır.

Bediüzzaman’ın çevresindeki insanların farklı özellikleri vardır. Bunlardan biri Süleyman Rüştü Çakın’dır.

Bediüzzaman Isparta’ya getirildiği vakit, onun sobasını yakan, suyunu getiren, yemeğini pişirenlerdendir.

Bediüzzaman onu mertlik ve misafirperverlikte âli bir seciyede görür. Ve Bediüzzaman b e n i m  g i b i  g a r i p b i r  a d a m ı n der.

Çünkü gurbettedir, kendisi de garip bir adamdır. Benim gibi derken de farklı bir garipliğinin olduğunu vurgular.

Kahraman ebedi hayatını düşünen onu lekedar edecek davranışlardan kaçan, o yardım eden faaliyetlere meclup ve mecnun gibi giden adamdır.

Kahraman kahramanlık gerektiren işlerin en hassas yönlerini gören ve fedakârlığı ile davayı ileri götüren kimsedir.

                                    Bediüzzamanda Herkese Görev Var

 Burhan Çakın ümmidir, ama ümmiyim deyip bir kenara çekilmez. Bediüzzaman her kimi bulursa ona bir görev bulur.

Ümmi Burhan Çakın kardeşi Rüştü’nin ömrü hapishanelerde geçtiği için onun çocuklarına bakmış ve ayrıca da risaleleri saklamak suretiyle büyük bir koruma görevi üstlenmiştir.

 O zaman Risale saklamak önemli bir iştir, ne önemlisi çok çok önemli bir iştir. Erzurum’da öğrenci iken 1973’lü yıllarda Üniversite yurdundaki kitapları baskın olabilir diye sürekli yerlerini değiştirir, şehirden yurda yurttan şehre getirirdik. Bu bizimkinden kırk yıl önceki olaydır.

Bediüzzaman ona “ümmi ve gizli kahraman” der. Bugün elimize alıp okuduğumuz kitaplar dile gelip kaderlerini anlatsalardı utancımızdan nereye kaçardık.

 Dünya tarihindeki kitapların hiç biri Bediüzzaman’ın kitapları kadar acip ve garip kaderlere maruz kalmamışlardır.

                                         Isparta’da Müjdeli Bir Rüya

Kahraman bir gizli elin “arkanızdayım deyip sürekli onları teşvik eliyle hedeflerine hazırladığı “insanlardır.

Üstad Eskişehir’den Isparta’ya getirildiği vakit Nuri Benli’nin otelinde sekiz on gün kalır. Şimdiki ev kiralanır, Üstad paytonla eve getirilir. Ev Üstad’ın hoşuna gider. Evin sahibi Fıtnat Hanım Üstad için bu zat kimdir diye sorunca, o da bu Zat Bediüzzaman’dır der. Bunları Mehmet Ali Babacan anlatır.

Fıtnat Hanım Babacan’a bir rüya anlatır. “Ben birkaç gün evvel Peygamberimizin (asm) kabrini yukarıdaki odanın ortasında gördüm. Demek rüyamın tabiri bu olsa gerek.”

                                           Yol Gösteren Kahramanlar

Kahraman kelimesi ve kelimenin anlamı doğu ve batı düşüncesinde çok kullanılmıştır.

 İnsanlığın önündeki tıkanmışlıkları açan, onlara yol gösteren kişilere kahraman denmiş. Peygamber kelimesi ile kahraman kelimesi mana ve muhteva itibariyle yakınlık gösterir, peygamberler ilahi tensib ile kahramanlar ise farklılık gösteren bir seçim ile ortaya çıkmışlardır.

Savaşlar, yenilik hareketleri hep bir şeylerin eksik olduğunu gösterir. Barla da bir neslin düşünce yapısı oluşturulurken, köy enstitülerinde de bir nesil oluşturuluyordu.

Çanakkale, 93 Harbi, Allahuekber dağlarında ölen binlerce insan istiklallerini korudular. Ama bu istiklalini kazanmış neslin çocukları savaştıkları milletlerin kültürünün esiri haline getirildi. Savaştığında onu başarıya götüren değerler tamamen yeni nesillerin elinden alındı.

İşte bu yüzden Isparta kahramanları Çanakkale’nin, Allahuekber dağlarının, Sakarya’nın boyutunda bir kahramanlık zinciridir.  Çünkü o savaşlar istiklali elde etmekti bu savaş ise dini ve kültürü kurtarma savaşı idi.

Bediüzzaman dinin ve kültürün kurtarılmasından yana bir şahsiyet. Bediüzzaman bir yandan hatt-ı Kur’anî’yi koruyor bir yandan da batı felsefesi, sanatı, edebiyatı ve biliminin dejenere ettikleri nesilleri kurtarıyordu, işte bu yüzden Isparta kahramanları mukabil bir kahraman neslin olmadığı bir nesildir.

1850’lerden beri yeni bir nesil için üdeba din adamları düşündüler ama ortaya batı karşısında İslamı savunacak bir nesil meydana getiremediler.

Yüz yıla yakın bu ülkenin aydınları nasıl bir yeni nesil gerekir diye binlerce sayfa teorik mülahaza ortaya koyup ortaya bir nesil koyamamışken, Ankara hükümeti kurulurken memur kadrosu yoktur, İstanbul hükümetinin memurlarını Ankara’ya transfer etti.

Bunu Yakup Kadri söyler, onların her şeye alışmış

İstanbul hükümetinin memurlarını kullandığını söyler. Bu memurların nasıl yeni devletin imkânlarını çarçur ettiğini yine Yakup Kadri anlatır. Değişen sadece kesilen sakal, giyilen fötr şapka ve fraktır. Bunları da Yakup Kadri söyler.

 Bediüzzaman ortaya bir nesil koyamamış sadece uygulamanın adını değiştirmiş bir idareye nesiller hazırlamak için çalışmış, bugün bu ülkede o kahramanların ortaya çıkardığı -onlar kadar olmasa da- kahramanlar Isparta kahramanlarının fedakârlıkları sayesindedir, bu yüzden onlar eşsiz kahramanlardır.

Kahraman kelimesi, sadece bizim değil dünyanın başına da bela olmuş bir kelimedir. Bediüzzaman’ın eserlerinde bu kelimeyi çok farklı alanlarda numune-i imtisal olmuş insanlar için kullanması bir alternatif mana ve kelime üretmek ve gerçekleştirmek içindir.

Dünya romancıları özellikle Avrupalı romancılar herkes kendi dünya görüşünü ve hayat felsefesini ürettiği tipleri ile topluma lanse etmiştir.

 Roman hasta bir toplumun edebiyatı olduğu için bu tipler de umumiyetle hastalıklı tiplerdir veya bir tecrübenin çemberinden geçtikten sonra kısmen iyileşmişlerdir.

Romantik roman, realist roman ve natüralist, psikolojik, materyalist, komünist roman kahramanları dünyanın başına çok işler açmışlardır.

Kahramanlaştırmak kahraman olmanın önemli şartlarından biridir

Bediüzzaman’ın kahramanlaştıran bir özelliği vardır, en sıradan insanlar onun tasarruf alanına girdiği anda birden bire olağan üstü işler yapan insanlar durumuna gelirler.

Barla da karşılaştığı Risale-i Nur’un telif teksir ve dağıtımında yer alan bütün şahıslar, en olağan üstü gayreti gösterirler. Hapis, zulüm, baskı ve aşağılamalara dayanırlar. Ve hiç sapma olmadan kahramanlıklarına devam ederler.

Bu Bediüzzaman’ın kahramanlaştıran mıknatıs ruhu sayesinde olur. Tıpkı peygamberimiz sıradan bedevileri nasıl büyük işler yapan karakterler haline getirirse, onun varis ve vekili olan Bediüzzaman da aynı şekilde dokunduğu insanı İslam için her şeyi yapabilecek duruma getirir. Evini terk eder, işini terk eder, heveslerini, malını, mülkünü, menfaatini, ailesini ne gerekirse terk eder onunla birlikte çalışır ve gayret eder.

 Bediüzzaman bir insan mimarıdır, nasıl ki Mimar Sinan taşları mabetlerde yer alacak şekilde terbiye edip onları yüzyıllara sanat eseri olarak kabul ettiriyorsa, o taşlara sıradan insanlar nasıl taş deyip geçmişlerse, Sinan’ın onlardan farkı onları değiştirmek ve büyütmektir. İşte bu yüzden onlar Isparta kahramanlarıdırlar…

Eksiği görme konusunda farklılık

Kahramanlık yüzyıllardır tarih sahnesinde gerekli rolünü oynayamayan milletin, neden rolünü oynamadığını sanatçılar, siyasiler, edebiyatçılar tartışırken, Bediüzzaman asıl boşluğun bütün zaferlerin, fetihlerin kaynağı olan imanın olmadığını veya yeterli olmadığını görür, batı felsefesi ve ilmi karşısında itikat tutunamaz. Bediüzzaman bu küçük köyde bir şirin evde bütün itikadî buhranların fenni ve felsefi yanlış yorumlamaların hepsine neredeyse cevap vermiş.

 Temalar o güzelim tabiat içinde kafasında gitmiş gelmiş ve eserlerini yazmış, yazarken de bu kahramana ve bu eserleri yazmak gibi eşsiz kahramanlığa sahip çıkmış insanlar.

Bediüzzaman kahraman ihtiyacını anlatır

Bediüzzaman yıkılmış bir devletin, ülfetin ve cehaletin altında kalmış dinin ve bunların arkasından oluşmuş yeni gibi bir devletin kahraman ihtiyacını anlatır.

”Evet Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir filozofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukabele eden ve her asırda Kur’ân’ın pek çok k a h r a m a n  ve  m a n e v i  k a l ’a l a r ı vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki-üçe inmiş.

Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır.” (Şualar, s. 631)

 Geçmişte Yahudilerin, Hıristiyanların ve dinsizlerin hücumlarını defeden kahramanlar ve manevi kalalar var. Şimdi niye yok, yukarıdaki saldırı kaynaklarına cevap veren Risale-i Nur bir manevi kale olduğu gibi talebeleri ve özellikle eserlerin oluşturulma ve telif safhasındaki talebeleri kahramandılar. Bu yüzden kahraman ihtiyacı gereklidir.

 Bediüzzaman’ın Isparta kahramanlarına kahraman demesi işte bu manevi kalenin müdafileri olduğundan Hıristiyan, Yahudi ve Dinsiz tahrip güçlerine mukabil güç olduklarından dolayıdır.

Yazmanın tarihsel arka planı 

İlimleri tenevvür için okurken Kur’an’ın hakikatlerine şahit tutmak için okumaya başlar, daha sonra Van’da iken İngiliz Müstemlekat nazırının sözü ona “Kur’an’ın söndürülmez bir nur olduğunu isbat etme görevine iter” Daha sonra Harb-i umumiden önce gördüğü rüyada, İcaz-ı Kur’an’ı beyan et” emriyle karşılaşır. Siyaset olaylar ona yazma fırsatı vermez, ancak Barla sürgünü bu tezini isbat için uygun ortamdır, orada yazmaya başlar.

Burdur da Nur’un İlk Kapısı yazar, daha sonra

Bediüzzaman en olumsuz şartlarda icaz-ı Kur’an’ı beyan etme gibi bir görevle kendini sorumlu bilir, ama Barla’ya sürgün edilinceye kadar bu ahdini yerine getiremez.

 Eserleri yazmaya başladığı yıllar ile rüyayı gördüğü yıllar arasında on yıla yakın bir süre vardır. Yeni yönetimin ifsadatı henüz başlamamıştır, onlardan on yıl önce bu rüyada amirane bir şekilde teşvik edilir. Çünkü on yıl sonra Kur’an’ın etrafındaki surlar yıkılacak Kur’an harfleri kaldırılacak ezan Türkçeleştirilecek, okullardan din silinecek, bunlar taraf-ı İlahiden gününden önce  ve on yıllık bir öncelikle kendisine icaz-ı Kur’anı beyan etmek emri verilmiştir.

 Belki de kader bu sürgünü siyasi olayların içindeki Bediüzzaman’ı hazırlamak içindir kendi de öyle görür.

 Bu on yıl içinde İkinci Meşrutiyet sonrası, Balkan savaşı, İstanbul’un İşgali, Mütareke yılları, Ankara Hükümeti ile konuşmaları girer, böyle bir işi gerçekleştirecek şartlar tahakkuk etmemiştir. Barla’ya sürgün edilince eserleri yazmaya başlar.

Sürgüne geldiğinde Bediüzzaman bu eserleri yazacak bütün zihinsel hazırlıkları yapmış durumdadır

Bediüzzaman’ın en büyük özelliklerinden biri seçici ve ayıklayıcı olmasıdır.

Bu zekâyı daha hayatının ilk dönemlerinde okuduğu eserleri okurken görürüz, okuduğu bilginin en zorunlu ve orijinal kısmını alıp diğer kısımlarını atmak çok yüksek bir eleştirel zihnin ve zekânın varlığını gösterir, özellikle okuduğu yüz kitabı gözden geçirip selefin kitaplarının asrın mantığı ile çelişmeyen kısımlarını ayıklaması çok şaşırtıcı bir durumdur.

 Daha sonra felsefe okumaları gelir,

bilim okumaları gelir, batının bütün gözlem ve laboratuara dayanan ilimlerini okumuş onların da çıkmazlarını görmüştür.

Bütün bunlar hafızaya yüklenmiştir.

Bir de uzun yıllar siyasi mücadele sırasında gördüğü olaylar ve insanlar da ayrı bir hafıza bölümü oluşturur.

 Barla’ya geldiğinde bunların hepsi onun dehasında mevcuttur. Eserlerini yazmak için en uygun sükûnet ve tabiat vardır, bütün günleri dolaşmak ve düşünmekle ve eserlerinin doğacağı psikolojik, düşünsel ortamı da bulmuştur.

Allah onu böyle bir ortama her yönden hazır getirmiştir, gördüğü zulümler bize göre büyük ama onun dehasına göre nota sesleri gibi, hastalıklar ve musibetleri musikideki notalara benzetir.

Sürgünün zahiri tarafını değil hakiki tarafını yorumlar.

 HAYATI, İLMİ HAYATI, HEP BU ESERLERİ HAZIRLAMA İÇİN ÖN HAZIRLIK DURUMUNDADIR. Demek Bediüzzaman’ın zihninde bu eserleri yazma öteden beri vardır.

Sav köyündeki bin kalem ile yazı yazan şahısları anlatırken bu matbaa köyü kendi köyü ile bir tutar ve  “YETMİŞ YILLIK BİR PROJESİNİN BURADA GERÇEKLEŞTİĞİNİ SÖYLER.

Bediüzzaman bu çevre içinde bazı beldeleri de kahraman ilan eder.

Bunlardan biri Sav köyüdür.

“Beni dünyaya getiren amillerden anam, babam memleketim benim nazarımda nasıl mübarekse yetmiş senedir tahakkukuna uğraştığım mesleğim Sav köyünde tahakkuk ettiği için o nisbette mübarektir. Binaenaleyh şimdi Ankara İstanbul’da hatta hükümet erkânı içinde Risale-i Nur’a hizmet edenler varsa sizlerin hizmetkârları nisbetindedir.”

Burada Bediüzzaman’ın mesleği konusunda bir de ifşaatı vardır. “Yetmiş yıldır tahakkukuna çalıştığım mesleğim…”

“Şimdi bence katiyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş; ta Kur’an-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve sözler ile icaz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.

Hatta şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı ictimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi halis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet bana verildiğine şüphem kalmamıştır.

Hatta çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkarane Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve n a z a r ı  d a ğ ı t m a m a k  için yapılmıştır kanaatindeyim.

Hatta eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren anladım ki doğrudan doğruya ayat-ı Kur’an’iyenin ü s t a d-ı  m u t l a k   olmaları içindir.” (Barla Lahikası, s. 17)

Eserlerindeki olumsuz tipleri ile yapılan münakaşalardan ortaya çıkan kahramanlar

Bediüzzaman eserlerinde gafletin, dalaletin,

 tabiiyyun yani natüralistlerin,

 materyalist yani maddecilerin,

sofistlerin, nihilistlerin, ateistlerin,

dalalet ehlinin, münkirlerin, mürtedlerin,

batı roman hikâye ve tiyatrosunun,

yüzeysel dindarların bütün sıradan tiplerini eleştirir,

onları kendi ürettiği ideal anlatı ve kurmaca kahramanları ile eleştirir, münakaşa eder. Bütün Risale-i Nur bu tiplerle yapılan konuşmalar, diyalogların sonuçları ve neticeleri ile doludur.

Mütemadiyen iki kişi kullanır biri kabulde zorlanan diğeri onu kabule hazırlayan karakter.

Bu yüzden Bediüzzaman’ın eserleri farklı fikir ve kanaatteki insanların bu tartışma ve ideal kahraman üretme metinleridir. Bunun ayrıntısı bir kitap olacak kadar geniştir.

Mesela Haşir risalesinde eserin sonunda kabul etmeyen tip bir karaktere dönüşür.  Şimdi ey arkadaş… Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi?

Gündüz ortasında güneşe karşı bir söz söylenebilir mi?

Yalnız derim ki Elhamdülillah yüz bin şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden nefis ve heves esaretinden kurtulup daimi hapis ve zindandan halas oldum ve inandım ki Bu karmakarışık kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-ı şahanede bir diyar-ı saadet vardır, biz de ona namzediz.” (Sözler, s. 53)

32. Söz’ün birinci mevkıfının sonunda t a b i a t bir tip şeklinde alınmıştır. Mülahazalardan sonra tövbe eder ve bir karaktere dönüşür.

“Sukuttan sonra t a b i a t tövbe etti. Hakiki vazifesi tesir ve fiil olmadığını belki kabul ve infial olduğunu anladı.

 Ve kendisi kader-i ilahinin bir nevi defteri, fakat tagayyür ve tebeddüle kabil bir defteri ve

Kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı ve

Kadir-i Zülcelâlin bir nevi fıtri şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı.

Ve Fıtrat-ı ilahiye ve sanat-ı Rabbaniye ismini aldı.” (Sözler, s. 559)

Isparta Kahramanları 

Isparta kahramanlarının kahramanlık tipi çok orijinal ve tarihte örneği olmayan bir kahramanlık türüdür.

Adeta nev-i şahsına münhasır bir tiptir. Bir müellifin etrafında tamamen hasbi bir şekilde oluşan insanlar ve fedakârlar grubudur.

 Üstelik baskı, zulüm, aşağılama, tahrik, tezyif, hapishane, zehirleme daha değişik türlerde kötülük lügatinin bütün kelimeleri kullanılmış olmasına rağmen bu insanlar etrafında yer aldıkları insandan ve hakikatten, eserlerden kaçmamışlar. İşi başa götürmek için ne gerekiyorsa onu yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın kişiliğinde öyle bir mıknatisiyet vardır ki insanlar kaderin sevki ile onun ile buluşur ve hiç itiraz etmeden görev dağıtımının en uygun yerinde yer alırlar. Yapılan işin bir şematik yanı var, o şema Bediüzzaman’ın kafasında oluşmuş, ona gelen ve eserlerinin hakikat vadisine uğrayan herkesi yapabileceği bir iş ile istihdam eder. Bu hem o insanların hem de Bediüzzaman’ın bizim aklımızın ermediği bir istihdam tarzını gösterir.

Bediüzzaman’ın kafasında bu şema veya harita ve haritadaki noktalar, şahıslar onun büyük hafızasında da yer alırlar. Yapılan her iş, yerine getirilen her vazife ne kadar olursa olsun

Bediüzzaman mektuplarında o şahısları kahraman olarak yâd eder,

 yaptığı işlerin din-i mübinin selameti için ne kadar önemli olduğunu kısa cümlelerle anlatır,

onları hiçbir suniliğe kaçmadan takdir eder.

Bu kadar insanı yeri geldiğinde takdir ve teşvik ile ödüllendirmek asıl kahramanın ne kadar büyük bir zekâ ve yönetim erki gösterdiğini gösterir.

Bediüzzaman’ın etrafında yer almak başlıbaşına bir kahramanlıktır.

Bir müellifin yanında yer almak kolay bir iştir.

 Eflatun’un metinlerini öğrencileri yansıtmıştır, sıkıntısız, Kierkegard kendi metinlerini kendi yazmıştır.

 Namık Kemal bazı metinlerini söylemiş yazdırmıştır.

 Ama Bediüzzaman’ın yanında yer almak büyük bir kahramanlık, çok bedeli yüksek bir kahramanlıktır, onun yanında yer almak başlı başına bir orijinal kahramanlıktır, çevresindekiler ne olur olsun onu yapmışlar, bir de ona çeşitli şekilde yardım etmişlerdir, bu da ikinci büyük kahramanlıktır,

Arayış, bilim adamlarının ve Isparta kahramanlarının özelliklerindendir

Tarihte, sanatta, edebiyatta, dinde ve ilimde kahramanlar devamlı a r a y ı ş içinde olanlardır.

 Hafız Ali bunlardandır. Hafız Ali bir arayış sonu Bediüzzaman’ı bulmuştur.

Kendi arayışını anlatır. “İmamlık yaptığım yerlerde müteaddid defalar kesretle, çok cemaatler içerisinde idim. Eğer ben hakiki bir hoca bulsam, ölünceye kadar ona hizmet edip ayağının türabı olacağım derdim.

O imamlık mesleği bu bid’alar zamanında bana zillet görünerek memleketime dönüp çiftçilik yapmaya karar verdim.

Bir iki sene sonra Barla’nın yaylası olan Kocapınar’da yayılan öküzlerime bakmaya gittiğimde, yaylada siz Üstadımı görüp ayrıldıktan sonra, işte ruhen aradığım hoca ve Üstad bu zat olsa gerektir dedim.  Vakt-i merhunu geldiği zaman sevk-i ilahi ve fazl- ı rahmani ile gidip Risale-i Nur’a intisap ettim ve Allah’a şükrettim.”

Arayıcılardan biri de Vezirzade Mustafa’dır.

“Bundan bir buçuk sene evvel ziyaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın iç yüzü bana göründü, hem fani hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fani dünyadan baki bir âleme yol gösterecek bir Üstad Cenab-ı Haktan istedim ve dedim ki:

“Öyle bir üstada rast gelsem söz veriyorum ona tam hizmetkâr olacağım.”

İşte ben bu halde ve bu niyazda iken o gece gayet şirin ve güzel bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz ziynetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garptan şarka doğru beş altı metre yüksekte, şehrin üzerinde uçarken selama durduk, selamınızı aldık.

 O esnada uyandım şehadet getirdim. Şükrettim ki istediğim Üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretine geldim.”

Refet Bey de bir arayış içindedir.

” Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmidiye duçar olurdum.” (Barla Lahikası, s. 98)

Üretilen kahraman neler yapmış

Bediüzzaman’ın ezeli kavgalı olduğu temalar:

Zerrat, atom konusu,

Tabiat ve

 Allah’a açılan kapıları yıkılmış ilimdir.

Bu üç arızalı, muzırlaştırılmış alanları yapıcı bilgilerle yeni bir yorum düzenine getirmek bu evde geçekleştirilmiş ve oradan dünyaya açılmıştır.

 Bu üç önemli inkâr ve buhran alanını insanlığa faydalı bilgiler üreten ve dünyaya bakış açısını müspet hale getiren bir yapıya kazandırmak için siz:

Büyük şehirde ve

 her tarafı bin yılın kitapları ile ve

 her ilimden adamları,

münakaşa erbabını bir araya getirmeniz ve

 günlerce aylarca hatta yıllarca münakaşa ettirmeniz daha sonra telif ettirmeniz gerekir, ancak o zaman bu eserleri belki meydana çıkarabilirsiniz.

                                          Sulh Lisanı ile İtidalli Bir Üslup

Bediüzzaman’ın eserlerini çoğaltan, dağıtan, davasına nezaret eden, yazanlar kahramandır, bunun yanında bir de eserlerindeki kahramanları vardır.

Bu kurmaca kahramanlar ile hariçte bir davanın teşekkülünü kurgulayanlar birlikte bir davayı ışığa çıkarırlar.

Problematik metinlerde kahramanlar arasında fikirler bölüştürülür ve onlar arasındaki münakaşalar ve muhavereler, münazaralarla konu tavazzuh eder.

Risale-i Nur bir problematik metindir, yani dinin, ilmin ve sanatın kemikleşmiş problemlerini çözümleyen bir metindir.

 Eserlerin çok yerinde en itidalli bir muaraza ve sulh lisanı vardır. İlmi, felsefeyi ve yanlış dini yorumları yapanlara tariz ve ironik tarzı cümleler vardır.

Çünkü Risale-i Nur düz bir eser külliyesi değildir.

 Bu tür bir eserin telifi bir bahsi alıp sonuçlandıran metinler gibi değildir.  Bu farklılığı 25’inci Söz’ün başında, daha birçok yerde anlatır.

“Bu Mucizat-ı Kur’aniye Risalesindeki ekser ayetlerin her biri,

ya mülhidler tarafından medar-ı tenkid olmuş

veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış

veya cinni ve insi şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.

İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda ve o ayetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar icazın lemaatı ve belagat-ı Kur’aniyenin kemalatının menşe’leri olduğu, ilmi kaideleriyle isbat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’i verilmiş.” (Sözler, s. 488)

Tenkid, itiraza maruz cümlelerin problemleri çözümlediğini işaret eden kelimelerdir. Ama şüpheler zikredilmemiştir.

Yirmi Üçüncü Lem’anın başındaki ihtar da yine bir problem çözücünün ifadeleridir. Bu en büyük problem olan Allah’ın yaratma faaliyetini ondan koparmaya çalışan tabiiyyun yani natüralist filozoflaradır.

“Şu notada Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin  ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden  dokuz muhal ile beyan edilmiş.” (Lem’alar, s. 176)

“Bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur akıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor. Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler.” (aynı sahife)

Ene ve Zerre risalesinde muhatap yine maddiyyun yani materyalist filozoflardır.

“Akılları gözlerine sukut etmiş maddiyunların (bunlar yüzlerce münkir filozof) hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfe bağlı olan tahavvülat-ı zerratı bütün düsturlarına üssülesas tutup masnuat-ı İlahiyeyi mastar göstermişler. Nihayetsiz hikmetleriyle müzeyyen masnuatı hikmetsiz, manasız, karma karışık bir şeye isnad etmeleri ne kadar hilaf-ı akıl olduğu zerre miktar şuuru bulunan bilir.” (Sözler, s. 747)

 Bu meselelerin gerçek muhatapları felsefeciler

 ilim adamları ve bilim tarihçileri,

 din yorumcuları vb.

 Biz bunları onların dünyasına nasıl sokacağız, gündemine nasıl getireceğiz bizim sorunlarımız bunlar olmalı yoksa bu hakikatler dükkân vitrinlerinde tezgâhtarlık yapamayan insanların elinde kalmaz mı?

Ve biz sorumlu olmaz mıyız?

                         İki bin Beş yüz Yıldır Gündemde Olan Meseleler

Bu metni kaleme almak için fenciler, dinden çıkmışlar, mülhidler, şeytanların vesveseleri, Kur’an etrafında dolaşan bu sayısız insan gruplarının iddialarını bilmeyen ve onları iptal edecek donanımda olmayan bir insan bu eseri ve diğerlerini kaleme alamaz.

 Tabiat ve zerre konusu iki bin beş yüz yıldır gündemde o gündemde olan meseleleri eleştirmek yerine yeni ve sağlıklı bilgiler üretmek sayısız âlimleri gerektirir.

Şimdi Bediüzzaman’ın ne yaptığı ortaya çıkıyor.

 Sürgünde bir adam iki katlı bir ahşap binaya gelmiş, ne matbaası var, ne münakaşa erbabı, ne musahhih ordusu?.

 O eserlerinin kıymetini bildiği için şöyle der.

 “Eğer mazideki âlimler bu eserlerin varlığını bilselerdi yerlerde diz üstü sürüne sürüne gelip bu eserleri bulurlardı. “Bu cümle her iki eserleri de bilen bir insanın cümlesidir.

Bu yorumlardan sonra Bediüzzaman’ın yaptığı işin azameti ortaya çıkmış olmuyor mu?

 O küçücük evde sürgünde olan insan ne kadar büyük bir ilmi zenginliğe sahip olduğu yaptığımız bu küçük mülahazadan sonra anlaşılmıyor mu?

Bediüzzaman isminin anlamı daha net olarak ortaya çıkmıyor mu?

Bu yüzden bütün zamanların en şaşırtıcı, hayret verici şahsiyet anlamı onun üzerinde emanet duruyor olmuyor mu?

Bediüzzaman’ın en büyük özelliklerinden biri seçici ve ayıklayıcı olması demiştik.

Allah onu böyle bir ortama her yönden hazır getirmiştir, gördüğü zulümler bize göre büyük ama onun dehasına göre nota sesleri gibi, hastalıklar ve musibetleri musikideki notalara benzetir.

                           İlim ve Felsefeyi Bilmek ve Hakikata Yol Açmak

Eski zamanda itikad kuvvetli ve ona muarız güçler on yedinci yüzyıldan sonraki gibi olmadığından sorun yoktu.

Ama 18 yüzyıldan itibaren batı felsefesi, laboratuar ve gözlem, ortaçağ toplumlarının itikadını bozdu.

 Buna karşı yeni bir yöntem gerekiyordu.

 Bediüzzaman’ın kahramanlığı hem felsefe ve ilimi bilmek,

ikinci olarak da onlardan hakikate giden veya hakikatin önüne çıkan meseleleri kaldırmaktı.

 Bu metinleri su yüzüne Isparta kahramanları ile birlikte Bediüzzaman çıkardılar.

 Bu metinlerin ortaya çıkmasında canla başla çalışan ve bütün dünyaya yeni bir kâinat ve insana bakış tarzı sergileyen eserlerin vücut bulmasında çalışmak büyük bir kahramanlıktı.

Böyle bir büyük külliyenin ortaya çıkmasına çalışmak büyük bir kahramanlıktı. Sanatta bir sanat eseri kolaylıkla ortaya çıkmaz, sonra o sanat eseri kendini topluma kabul ettirmesi gerekir, bu da ayrı bir konudur.

                           Dünya Tarihinde Örneği Olmayan İlim Hizmeti

Bediüzzaman ile birlikte Barla kahramanları eserlerin doğumunu hazırlamış, daha sonraki dönemlerde de topluma kabul ettirme ve hukuk mücadelesi verilmiştir, dünya tarihinde böyle bir eser doğması ve kendini topluma kabul ettirmesi çok orijinal bir vakadır.

Dünyanın birçok büyük eseri yazarın elinden çıktıktan sonra hemen matbaaya gider ve topluma açılır, bu yönü ile de Isparta kahramanları büyük insanlardır.

Kahramanlık yüzyıllardır tarih sahnesinde gerekli rolünü oynayamayan milletin, neden rolünü oynamadığını sanatçılar, siyasiler, edebiyatçılar tartışırken, Bediüzzaman asıl boşluğun bütün zaferlerin, fetihlerin kaynağı olan imanın olmadığını veya yeterli olmadığını görür, batı felsefesi ve ilmi karşısında itikat tutunamaz. Bediüzzaman bu küçük köyde bir şirin evde bütün itikadî buhranların fenni ve felsefi yanlış yorumlamaların hepsine neredeyse cevap vermiş.

Temalar o güzelim tabiat içinde kafasında gitmiş gelmiş ve eserlerini yazmış, yazarken de bu kahramana ve bu eserleri yazmak gibi eşsiz kahramanlığa sahip çıkmış insanlar. 

Prof. Dr. Himmet Uç /