Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Erzurum’lu Kahraman “Serdengeçti”ler

Müftü Efendi, emrindeki birkaç atlı postacıyı çağırdı, hemen mahalle muhtarlarına giderek, çok çabuk Ulu Cami’ye gelmelerini söyledi. Postacılardan biri “Efendim neden diye sorarlarsa ne diyelim, hiçbir şey söylemeyin, mazeret yok acele gelsinler” dedi. Sabah namazı henüz kılınmıştı, Erzurum’un ufkunda güneşin birazdan doğacağını müjdeleyen bir açık kırmızı bulutlar belirmişti. Şehir her günkü sessizliğini koruyor, bazı insanlar işyerlerini açmak için evlerinden ayrılıyordu.

Müftü Efendi yapacağı işin önemine inanıyor, Müftülükten yavaş yavaş Ulu Cami’ye doğru gidiyordu.

On yıldır bu kahraman şehrin müftülüğünü yapıyordu.

Şehir Rus istilasına uğrayabilirdi, buna karşı tedbir alınması gerekiyordu. Türk ordusu şehre çok yakın bir mesafedeydi, ama Ruslar daha yakındaydılar, şayet topları ve ateşli silahları mükemmel olan Ruslara karşı Türk ordusu karşı çıkarsa büyük bir yıkım olabilirdi, Türklerin bir anca önce şehre gelip mevzilenmesi gerekiyordu, ancak bu şekilde şehir büyük bir kıyımdan kurtulabilirdi.

Türk ordusu Deveboynu geçidine yirmi kilometre mesafede hareketsiz hale getirilmiştir, Erzurum’a çekilmeleri gerekiyordu, bu bir şekilde engellenmeli idi. Bu düşüncelerle bir yandan yardım ve başarı ayetleri okuyor, Erzurum çevresindeki şehit mezarlıklarına Fatihalar okuyor ve Allah’tan bu önemli iş için yardım istiyordu.

Muhtarlar geldiler, Camide Müftü Efendi’nin etrafına halkalandılar. Müftü Efendi, “Ey Muhammet Ümmeti‘ni temsil eden, mahalle muhtarları, bugün kahramanlık günüdür. Ordumuz Deveboynu geçidinde Ruslar tarafından şehre gelmesi engellenmiş eğer bir ön tedbir almazsak ordu imha edilecek ve biz çok kötü günler yaşayacağız.”

kurtuluş savaşından fotoNamık Kemal’in bir dörtlüğünü okudu.

Altıda bir üstü de birdir yerin arş yiğitler vatanın imdadına

Dünyada ne bulduk ki ölümden de korkulsun arş yiğitler vatanın imdadına…”

Muhtarlardan biri, “Efendim bizden ne istiyorsunuz?“ dedi.

Şimdi arkadaşlar, dindaşlar, herkes evinden onsekiz yaşın altında çocukları evde ne varsa silahlandırsın, biz Rus ordusuna onları saldırtalım, onları yoralım, Türk ordusu bu zaman süresince şehre gelebilsin, yani bu bizim çıkaracağımız kuvvet bir oyalama kuvveti olacak. Tıpkı Osmanlı ordusunun kalelere saldırmak için kullandığı Serdengeçtiler gibi bu serdengeçtiler çok genç güçlerden oluşur ve kalelere ilk defa onlar saldırırdı, yüzde doksan dokuzu ölen bu insanlar orduya nefeslenmek ve düşman ordusunu bozmak için bir ön kuvvettiler, tarih boyunca böyle binlerce insan vatanları için öldüler.

Binler kahraman başların feda olduğu bir hakikata bin başımız olsa feda olsun” diyelim, haydi mahallelere koşun ve evlerden insan yollayın, en kısa sürede Ulu Cami’ye gelin. Zaman çok az, haydi arkadaşlar, Cennet ile buluşma günüdür.

Muhtarlar güzel bir bahar sabahında mahallelerine koştular, evden eve haberler intikal etti, tarihinde çok kahramanlık örnekleri vermiş bu serhat şehri yeni bir kahramanlık günü bulmuştu. Ulu cami her yaştan gençle dolmuştu.

Hasan Ağa’nın oğlu Arif daha on üç yaşındaydı, anası arkasından gelmiş “Balam sen daha küçüksün gel eve gidelim“ dedi, o da Bedir’de ayaklarının ucuna basarak büyük görünmeye çalışan sahabeleri örnek vermişti, ana oğluna son bir defa sarıldı, vatana, millete Muhammed’e feda olsun dedi, göz yaşlarını içine akıtıp eve gitti.

Rüveyde’nin oğlu Ali daha iki gün sonra düğünü olacak bir çiçeği burnunda gençti, “Ana ben de gidecem, yavrum o kızı da ümitleri ile birlikte tüketme seni herkes mazur görür” dedi. İsyan etti Ali “benim dedelerim aptal mı idi kaç tane Osmanlı Rus harbinde öldüler, ahirette onlardan ayrı olmak istemem ana, bana engel olma.” kasaturasını beline sardı, hızla Cami’ye giderken, nişanlısı Hatice’ye uğradı, ağladılar.

Ama Hatice isminin büyük örneği Hatice Ana gibi ona ümit verdi, “Ali haydi git şehit ol, senden sonrasına bakmam, ahirette buluşuruz” dedi. Ali de onlara katıldı.

Müftü Efendi onlara hadisler ayetler okudu, teşci etti, haydi arkadaşlar, dedi Bedir ve Uhud’dan örnekler verdi, herkes pürdikkat ve kahraman bir dinleyişle başlarını öne eğdi dinlediler.

Biraz sonra üç bin kadar onsekiz yaş altı gençler ve ihtiyarlar, kimi atla kimi eşekle Deveboynu’na doğru hareket ettiler. Düşman karşıda bir karaltı halindeydi, bunlar “Allah Allah Ya Resûlallah” sadaları ile onların üzerine yürüdüler, top ateşi insafsızdı, bunların doğru dürüst silahları yoktu. Başlarındaki kumandanlar ise oyalama için hemen hedef olmamalarını telkin ediyordu. Yavaş yavaş düşmanın sayısız gücü karşısında eriyorlar, ama düşmanı oyalıyor ve güçlerini azaltıyorlardı. Bu arada Türk ordusu onları oyalaması ile Erzurum’a doğru hızla gidiyordu.

Bu bir avuç ordunun içinde Ali birden birisini gördü, tıpkı Hatice’ye benziyordu ama erkekti, bir de ne görsün Hatice kendini gizlemiş, bir erkek kılığında orduya katılmıştı, ağlamak istedi ama artık çok geçti hiçbir şey söylemeden kalabalık hırsla düşmana saldırıyor, öldürüyor, ölüyordu. Aradan dört saate yakın bir süre geçmişti, üç bin kişilik ordu binlerce Rusu öldürmüş ama kendilerini de şahadet rütbesini elde etmişlerdi.

Öğleye yakın her taraf şehit cesetleri ile dolu idi, cesetlerin üstünden mavi bir toz bulutu gökyüzüne yükseliyor, Cennet kapıları bu büyük kahramanlar için açılıyordu, sema tabakalarından yukarıya doğru büyük peygamberler ve büyük şehitler tarafından hoş âmedi ediliyorlardı.

Cesetler arasında laz Hüseyin ile Alo birbirine sarılmış şekilde ölmüşlerdi.

Cesetleri birbirine sarılmıştı, ruhları cennet kapısından içeri girdi, onları Hazret-i Hamza karşıladı. Bu büyük kahramanlara birer Yasin!

Saçlarım adedince başım olsa hergün birini kesseler yine bu davadan vazgeçmem diyen Bediüzzaman boşa mı demiş bu sözleri.

Bu hikâyenin kaynağı bu haberdi.

Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu, Erzurum’un Rus işgaline karşı 18 yaş altı çocuklar ile yaşlılardan oluşturulan 3 bin kişilik gönüllülerden oluşan silahlı grubun soğuk ve düşman topçu saldırısı ile şehit olduğunu açıkladı.

Sarıkamış Harekâtı’ndan sonra Erzurum’a ilerleyen Rus birliklerinin Türk Ordusu’nu Deveboynu Geçidi’nde 20 km menzilli top saldırısı ile hareketsiz hale getirerek Erzurum’a çekilmesine engellemesi nedeniyle çocuklar ile yaşlılardan oluşan 3 bin kişilik gönüllü gücün silahlandırılıp cephe gerisine sevk edildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Kadıoğlu,

Yoğun topçu saldırısı altında Erzurum’a çekilemeyen ordu birliklerini kurtarmak ve Rus bataryalarının dikkatini başka yöne çekebilmek amacıyla çocuk ve yaşlılardan oluşturulan 3 bin kişilik bir güç Ulucami’de silahlandırılıp 2 zabit komutasında Kargapazarı Dağı’na gönderildi. Bu gönüllüler 2 bin 700 rakımlı Kargapazarı Dağı’nda Rus birliklerinin ve topçu bataryasının Türk ordusu üzerindeki dikkatini dağıtarak, ordu güçlerinin Erzurum’a çekilmesini sağladı. Ancak bu sırada 3 bin gönüllü soğuk ve top ateşi altında şehit düştü. Kargapazarı Dağı’ndaki şehitlerimizin sembolik mezarları bulunuyor.

Bu nedenle bölgeye 3 bin gönüllü şehit anısına ‘Vefa‘ adına abide yaptırılmasını istiyoruz.” dedi.

Prof. Dr. Kadıoğlu, 3 bin gönüllünün şehit olmasının ardından Rus birliklerinin şehre girdiğini belirterek, ”Erzurum halkı 93 Harbi olarak bilinen 1877 Rus Harbi’nde de destan yazmıştı. Ordusuyla omuz omuza kenti savunmuştu. Bu defa da destan yazdı. Fakat bu tarihte örneğine rastlanılmayacak bir destandı.”

Dünya tarihinde orduların kurtardığı kentler var.

Ordusuyla omuz omuza savaşan halklar biliniyor ama ordusunu imhadan kurtarmak için kesinlikle şehit olacağını bilerek savaşa giden bir halk bilinmiyor. Bunu tarihe Erzurumlu yazdı.

Erzurumlu 3 bin kişi Kargapazarı’nda şehit düşerken sadece Türk Ordusu’nun kalıntısını kurtarmadı. Gelecekte cumhuriyetin kuruluşuyla taçlanacak Kurtuluş Savaşı’nın da tohumunu attı.

Bu şanlı şehitlerin mezarı ve hatta uzun süre makamları olmadığı gibi şimdilerde kendilerinden ve yaptıklarından haberdar olmayan nesillerinin olması düşündürücü ve üzüntü verici.” diye konuştu.

Prof. Dr. Himmet Uç / himmetuc@hotmail.com

Bediüzzaman’ın İslamofobia Karşısındaki Tutumu ve Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi

Bediüzzaman’ın İslamafobya karşısındaki genel tutumu, batının İslam karşısındaki tutumu ile paralellik arzeder yerine göre.

 On altıncı yüzyıla kadar savaşlarla Osmanlıyı hedef almış olan batı dünyası onları savaş meydanlarında yenemeyeceğini anlayınca farklı stratejiler üzerinde durdu.

Hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tarihimizin en önemli batı ile savaş olayları cereyan etmesi ve imparatorluğun parçalanması ve Mondros’un ilan edilmesine rağmen batı dünyası yine İslam karşısında galip bir tavır kazanamadı.

Bir milletin coğrafi istiklalini kısmen akim bırakabilirsiniz ama onun dinini ve dininin evrensel ve insanî mesajını bitirmiş olamazsınız.

Dinden Gelen Gayret ve Osmanlı Türk Toplumu 

Batının genel anlamda Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir zihniyet ve İslam düşüncesini bitirme galibiyeti yoktur.

Orta Anadolu’da birkaç vilayete sıkıştırılan Osmanlı-Türk toplumu yine de dininden gelen büyük bir gayretle islamofobyanın uzantısı olan işgali aşmış ve vatanını ve devlet geleneğini devam ettirmiştir.

Batı felsefesinin nihilist ve ateist kısmı genel anlamda bütün dinlere karşı bir tutum sergiler. Bunların içinde batı felsefesinin ateist nihilist kanadından İslam dünyasına dönük bir saldırı ve islamafobya ortaya çıkmıştır.

Bizim bazı bahtsız fikir adamlarımız içlerindeki İslam düşmanı fikirlerini batı felsefesinden tedarik ettikleri silahlarla ortaya sürmüşlerdir. Hatta devleti kurarken batı felsefesine göre bir devlet dizayn etmeye çalışan devletin fikir babaları içlerinde gizli islamofobyayı sistemin içine yerleştirmişlerdir.

Bu devlet kurgusu kanunlara ve kültür uygulamalarına bakılırsa islamafobyanın nasıl sinsi bir şekilde temelin özel noktalarına yerleştirildiği görülür.

Küfür ve İnkâr, İslam Âlemine Dinen Galebe Edemedi

Bu yüzden Bediüzzaman meclise sunduğu yazısında bu islamafobyayı eleştirir.

Batının İslam korkusu bizim ilk teşekkülümüzde dinde laubaliliğe dönüşmüştür.

Bediüzzaman dinde laubaliliğin batının İslam düşmanlığı idealine yardım ettiğini vurgular ve hem sistemi inşa edenleri hem de sistemi İslama çağırır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerlikleriyle âlem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dâhili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslamiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubaliyane Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’akarane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, Hem olmamış olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Avrupa habis medeniyetinden süzülen bid’akar cereyan sisteme monte edilen islamafobyadır. Bunu görmüş Bediüzzaman ve başarısız olacağını söylemiş, ama onu anlayacak bir kimse yoktu ne yazık ki onların içinde Frenk mantıklı bir sistem inşa etmede artık dönüşü olmayan yola girdiklerinden Bediüzzaman da sarığını alıp zahiren çekilmiştir. Ama sonuçta bir milletin tarihinde yüz yıllık bir süreç zayi edilmiştir.

Yüz Elli Yıl Devam Eden Mücadele

Batı düşüncesindeki nihilist ve ateist filozofların tutumu bizim kâselislere düstur olunca ortaya garabet teşekküller çıkmış ve devletin ancak ayakla kalmak için zulüm ve dayatmadan başka bir silahı kalmamıştır, ama bunun bir gün sora ereceğini düşünmemişler, yer yer gevşeyen zulmü ocak şubat nisan mart gibi kararlarla yamaları kuvvetlendirmişler ve hala bunun sona ereceğini bir türlü düşünmek istememişlerdir.

Bu millet ve içindeki birkaç büyük insan islamafobyanın çeşitli tezahürleri ile yüz elli yılı aşkındır mücadele etmekte ve başarıyı da büyük oranda yakalamıştır. Bediüzzaman ise bu islamafobyanın batı felsefesini yanına alarak yaraladığı İslam toplumunun itikad dünyasını inşa etmekle yeniden gözden geçirmekle islamafobyanın en büyük kalasını yıkmıştır.

“Küfrün bel kemiğini kırdım” sözü aslında islamafobyanın da bel kemiğidir.

Batının islamafobyasının çok yönlü çürük kalesinin taarruzlarına karşı en ideal savunmayı Bediüzzaman yapmıştır.

 Bir islamfobia örneği Renan Müdafaanamesi ve Namık Kemal’in Eleştirileri

Ernest Renan, İslamiyet ve Maarif diye bir konuşma yapmış ve İslamın ilme mani olduğunu iddia etmiştir. Namık Kemal bu eseri eleştirmiştir. Renan’ın bilgilerindeki yetersizlikler ve tezatlardan dolayı tenkid etmiştir. Bu eser Cemalettin Afgani ve başkaları tarafından da muaheze edilmiştir.

Namık Kemal’in eserinin üstünde yazarın eserini kısaca tanıtan bir paragraf vardır.

Fransa Akademisi azasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mani-i terakkiyat ve mani-i maarif olduğuna dair irad edilmiş olan bir hitabeye karşı berahin-ı katıayı cami reddiyedir ki şan-ı celil-i İslamiyeti delail-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bihakkın ila eder.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Eser 1910’da basılmış ve kısa süredetükenmiştir.

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü eseri yeniden yayına hazırlar.

İlk basımını itinalı bulmayan Köprülü, bu yeni basımı mükemmel olarak niteler.

 Fuat Köprülü Kemal Bey’in eseri hakkındaki hassasiyetini nakleder.

 “Namık Kemal bu eseri mektuplarından birinde ifade ettiği gibi adeta bir ibadet hükmünde olarak hazırlamış, yanında lüzumu kadar kitabı bulunmadığı cihetle sadece eski malumatına dayanmış eserin metninde itiraf ettiği vech ile,

Renan’ı kendi sözleri, mütenakız ifadeleri ve Frenk kitaplarından aldığı malumat ile tenkid etmiştir. Kendisi bu eserini yazarken o kadar memnundur ki, ‘Onu gönlümün istediği gibi tepeliyorum’ demekte hiçbir mahzur görmüyor.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Bu eser islamfobia tarihinde önemli bir eserdir.

Renan’ın maksatlı ve derinliği olmayan bu çalışmasının Namık Kemal tarafından eleştirilmesi de önemli bir vakıadır. Eser Namık Kemal’i en iyi tanıtan bir vesikadır. Edebiyat tarihi bu esere gereken yeri vermemiş, bütünlüklü bir şahsiyet ortaya koymamıştır. Namık Kemal’in sadece edebi eserleri ile yansıtmak eksik bir yansıtmadır. Onun örnek ve hassas kişiliğini bir manasız bölünme ile ifade etmek, nesillere onu bir iki roman ile bir iki şiir ile dar bir çerçevede tanıtmaktır.

 Eser Renan’ın islamfobiasının muhitini belirlemesi ve Namık Kemal’in de hem filozofu hem de diğer islamfobia muhiti eleştirmesi önemlidir.

Namık Kemaldeki Büyük İlmi Vukuf

 Namık Kemal Avrupa’nın islamfobiasınının da psikolojik kaynaklarını gösterir. Eserde bir korkunun ötesinde bilgileri dejenere ederek yanlış bilgiler üzerine kurulmuş sözde bir bilimsel etüd görülmektedir.

Namık Kemal hutbeyi genel olarak değerlendirir, daha sonra ayrıntılı olarak bazı konuları karşılaştırmalı olarak eleştirir. Büyük bir ilmi vukuf gerektiren çalışma

Bediüzzaman’ın Namık Kemal için “k â m i l b i r z a t” demesini doğrular niteliktedir.

Hutbe kısa bir şey ise de mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile cerh olunmağa müsaid

bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-ı

bibuhadepuyanesini iltizam etmiş olamayacağımdan eminim.

 İslamiyetin maarife mani değil bilakis mürebbii olduğunu isbat için yanımda lüzumu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih Sahib-i hutbe kendi davasının butlanına o kadar çok delil cemetmiştir ki şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.” (A.g.e. s. 11)

Renan’ın şimşekleri üzerine çekmiş bir eseri Hayat-ı İsa isimli eseridir

 Bu kitap Hıristiyan dünyasında büyük infial ile karşılanmıştır.

Ernest Renan’ın en ziyade dağdağa nüma-yı iştihar olan eseri Tercüme-i Hal-i İsa unvanıyla yazdığı kitaptır.

Bunun tedkik ve cerhine dair yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa ayrıca bir kütüphane teşekkül eder. Papazlar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tarizat-ı şedidenin netayicindan olarak kendisi memur olduğu Lisan-ı İbrani hocalığından infisal etmiştir.”(A.g.e. s. 13)

Namık Kemal Avrupa’da genel anlamda bir İslamı yanlış yorumlama, cehalet ve

islamafobi olduğunu belirtir. “Yalnız Ernest Renan değil Avrupa’da ulum-ı Şarkiye’ye intisab ile maruf olanların Diyanet-i İslamiye mebahisinde zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.” (A.g.e. s. 13)

İslama Yapılan Yanlış Yorumlar

 Bediüzzaman ile Namık Kemal’inislamafobia karşısındaki tutumları birbirine benzer. Bediüzzaman İslamı büyük bir savunmapaktı ile savunmuştur, “Bin yıldır rahnelenen kalb-i umumi ve itikad-ı umumiyi” savunmuştur.

Namık Kemal de bu tedkiki ile bir yanlış yorumu eleştirmiştir.

Namık kemal diğer islamfobiacılarından biri olarak ünlü Hammer Tarih-i sahibini gösterir.

Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Tarih-i Osmani sahibi Hammer bile Diyanet-i İslamiye mebhasine atf-ı makal edince Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat onlardan daha garip bir vukufsuzluk gösterir.” (A.g.e. s. 14)

Bir islamfobia tavırlı batılı da D’Herbelot’tur.

 Namık Kemal onu da bir örneğinin muaheze ederek eleştirir.

Namık Kemal’in eseri bir islamfobia sahibi batılıları kısmen eleştiridir.

Avrupa’da İslamı araştıran mütefekkirlerin hareket noktasının iyi niyet olmadığını tesbit etmiştir.

 “Onların din-i İslam için icra ettikleri tahkikat da papazlar gibi ellerine geçen kitapta mahall-i tariz aramaktır.” (A.g.e. s. 17)

 Bu cümle islamafobianın teorisidir. Bir başka cümlesi de aynı yoldadır.

 “Şark’a müteallik mesail ile uğraşanların en çoğu Diyanet-i İslamiyeyi de bazı akvam-ı vahşiyenin mezahibi gibi eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.” (A.g.e. s. 18)

Ayrıntılı olarak da şöyle der. “Şimdi bir Avrupalı mahiyet ve meziyetini anlamak senelerce tamik-i fikre muhtaç olan Diyanet-i Celile-i Muhammediyeyi hürriyet-i efkara hail ve terakki-i medeniyete mani bilerek piş-i nazara alır, bu fikrin netayicinden olarak tahkikatını zorla mutekadat-ı gayr-i makule taharrisine hasreder, tesadüf ettiği her meseleye haşa minetteşbih güya zulu halkının mezhebiyle uğraşır kadar sathi bir imale- i nigahı zihninde hasıl edeceği fikir için kafi görür de tevaggülünün mevkuf-ı aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telaffuz edemeyecek derecede bulunur ise,yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?” (A.g.e. s. 19)

Renan’ın eseri de bu teoriden hareket etmiştir. “Renan’ın İslamiyet mesailince o esbaba mağlub olan malumat-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa erbabından olduğu piş-i nazardan ayrılmasın.” (A.g.e. s. 20)

Renan, Müslüman akvamı kabiliyet-i zihniyece hiç hükmünde görür. Onları “Bir şey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyetinden mahrum eyleyen bir nevi demir daire içinde mahsur” görür.

Kemal Bey buna kızar,

 “Acaip şey. Meğer İslam olduğumuz için başımızın etrafına bir demir halka geçirilmiş o halka havass-ı bâtınamızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedideye mesdud tutarmış da bizim hala haberimiz yok.”(A.g.e. s. 22)

 Namık Kemal İslamın ilim tahsiline verdiği önemi ayetler ile teyid eder.

Fünun–ı riyaziye ve tabiye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebahisinde “Güneş de kendi mustakarrında devr ve hareket eder. Bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (Yasin,38)

(O sıkıp yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzal eyledik” (Nebe, 14)

“Sizi çift çift erkekli dişili yarattık”(Nebe, 8)

 Bedihiyyattan bürhanlar görünürler de imanlarında bir kat daha rüsuh hâsıl ederler.” (A.g.e. s. 23)

Müslümanların sair dinleri tahkir ettiği fikrini ileri süren Renan’a karşı Kemal Bey,

Sair dinler kütüb-i semaviyeye müstenid ise onlar İslam indinde muhakkar değil mensuhtur” der. (A.g.e. s. 24)

Renan’ın Müslümanların ilmi kudret ve ikbale nail olmak için yaptıklarını iddiasına karşı batıdan örnek verir.

M. Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zadegandan olmadıkca bir mevki-i kudret ve ikbale nail olmak muhal derecesinde müşgil olduğu zamanlar sunuf-ı marifetle tahliye-i nefs etmiş olan Descartesler Pascallar ne türlü kudret ve ikbale nail olmak için çalışmışlar idi.

 Copernic Lehistan da krallığa Galilee Roma ‘da papalığa intihab olunmak için mi maarife bezl-i vücut etmişler idi?

 Maarif bir nazenin-i dilrübadır ki mübtelaları yalnız neyl-i visal içün ifna-yı ömr eder. İlmi vesile-i istifade etmek için istihsale çalışanların hiçbir vakit malumatca bir mevki-i imtiyaz ve kemale vasıl olduğu bilinemez.” (A.g.e. s. 25)

Renan İslam dininin milletlerin kavmiyetini inkâr ettiği iddiasını öne sürer.

Namık Kemal “Tarihçe sabittir ki düvel-i İslamiye arasında zuhur eden birtakım ihtilafat üzerine İslamiyete dâhil olan akvamın hemen kâffesi kavmiyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız hangisine sorulsa İslam sıfatını mesela Çerkes veya Efgan ünvanına takdim eder ki bu tercih edyan-ı saire mutekidlerince dahi caridir.” (A.g.e. s. 27)

Bu fikrine bir garip fikir daha ekler Renan

Bu halden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsusunu muhafaza edebilmiştir. Çünkü İran İslam arasında bir mevki-i mahsus ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat daha şiidir.”(A.g.e. s. 27)

 Namık Kemal bu ifadeyi mizahi bir cümle gibi muaheze eder.

Müslümanlıktan daha ziyade Şiiyyet ne demek oluyor?

 Müslüman olmadık Şii de mi varmış!

 Bu türlü baziçe-i elfaza bazı letaif-i edebiyede cevaz olabilir; fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmakta bir münasebet yoktur.” (A.g.e. s. 29)

Renan’ın İslam’dan önce Araplar arasında Tevhidin farklı yollarının mücadelelerinin var olduğunu söyler.

 Namık Kemal “İslam’ın birinci asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhid-i Bari itikadının mevcut olduğuna ve hatta bundan dolayı kabail arasındamücadeleler bile vuku bulunduğuna dair M. Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikatı şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediğini hiçbir delili de olmadığıyçün kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.” (A.g.e. s. 29) der.

Renan İslam’dan önce Sasani medeniyetinin üstünlüğünü anlattığı bölümlerde İslamı küçük düşürmek istemesine karşı Sasani medeniyetinin otuz kırk yıl sürebildiğini ve İslam’ın zuhuru ile hal-i vukufa düşmüş olduğunu belirtir.

Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın maarifçe ileri olduğu bahsine de katılmaz, Renan bir delil ile konuşmaz, mücerred iddiada bulunur.

 Hazret-i Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırdığı iddiasını papazlar uydurmuştur. Renan bu iddianın yalan olduğunu da söyler. Böylece Renan birbiri ile zıt iddialar öne sürer.

Namık Kemal Sasani devletinin Arab’a intikal eden bir maarifi olsaydı edebi ve ilmi teliflerin olabileceğini böyle teliflerin de olmadığını söyler.

 Renan İran’dan hareket ederek gerek Şii mezhebini gerek Sasani medeniyetini fevkalade göstermesi bir ihtilafı kaşımasından bir meded olarak da yorumlanabilir.

Renan Ebul Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un tam itikatlı olmadığını öne sürer.

İslamiyetle mutekid olan bir adamın muhibb-i ilim olmasını bir türlü kabul edemez. Namık Kemal ise Bakara/269’uncu ayetini

Allah hikmetini kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.

 Lokman Suresi /12 ayet “Andolsun ki biz Lokmana hikmet verdik ve sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükreder, küfran-ı nimette bulunan da kendisine etmiş olur . Zira Allah ganiyy-i Hamiddir.”

El Mücadele suresi,

Ayet/11 “Ey iman edenler size meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin . Kalkın denilince de kalkıverin. Allah içinizde iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

“Dördüncü Ayet, Ez Zumer suresi Ayet/9 “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Beşinci Taha Suresi Ayet/114 “Ey Rabbim benim ilmimi artır de”

Burada zikredilen ehadis-i Şerifeden 

Birincisi : Âlimler peygamberlerin varisleridir.

İkincisi: Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.

Üçüncüsü: Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.

Dördüncüsü: Çinde de olsa ilim taleb ediniz. Çünkü ilim talebi her mümine farzdır.”

Bu örnekleri verdikten sonra Namık kemal konuyu din ile bağlar ve Renan’ı eleştirir.

Hal böyle iken mutekid olduğu din tarafından tahsil-i ilm ve hikmete memur olan bir millet efradının mübalat-ı diniyeden teberri etmedikce ilim ve hikmete meyledemeyeceğini iddia etmek zulmetin indifaını güneşin gurubuna mevkuf addeylemek kadar bedihiyyülbutlan bir maskaralık değil midir?” (A.g.e. s. 36)

Renan Abbasilerin Arapçayı kaldırmak ve kendinden önceki medeniyeti tahrib ettiğini söyler ki Namık Kemal “Sübhnanallah Ali Abbas Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler idi?

 Halife-i İslam olmak itibarıyla dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nail olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harap etmeğe çare taharrisiyle mi meşgul olacaklar idi?” (A.g.e. s. 36)

Kemal Bey tarihi hakikatleri tahrib ettiğini söyler Renan’ın.

 Renan’ın bir diğer esassız iddiası da Harun Reşit ve Memun’un İslamiyet ile mutekid olmadıklarıdır.

Harun Reşit saltanatının ekser eyyamını hac ve gazada imrar etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kiramdan maduddur.

Memun ise itikadında hıffet değil belki taassub bulunduğunu tabi olduğu Mezheb-i itizalin tervicinde istimal ettiği cebirler isbat eder.” (A.g.e. s. 37)

Seffah, Harun, Mansur veMemun’un dinsizlikle ithamını Renan’ın asılsız iddialarından sayar.

Sokratı İdam Edenler      

Renan Müslümanların filozofları mevt ve işkenceye maruz bıraktığı iddiasına karşı,

medeniyetin mucidi telakki edilen yunanlıların Tevhid-i Bari itikadında bulunan Sokrat’ı  idam etmelerini, İtalyanlar ise Galileyi idam etmediyseler de idama yakın işkencelere uğrattılar, Fransızlar ise Ruso’nun Emil isimli kitabını yaktırdılar ve kendisini tevkif etmek istediler.

Halbuki Arabın marifet devrinde asılmış bir veya işkence edilmiş bir insan yoktur. Diyerek Renan’a cevap vermeye devam eder.

 İbn-i Rüşt’ün metruk ve mahzun olarak ölmesine karşı da Abelard’ın bir kız ile velisinin rızası olmadan evlendiği için reculiyetten mahrum edildiğini ifade ederek karşılaştırma yapar.

 Hikmet ‘in İslam arasında daima muhakkar olduğu iddiasına da,  “Hükema-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sina ile İbn-i Rüşt ‘ün birincisi iki devlet-i İslamiyede vezir-i azamlık, ikincisi kezalik iki devlet-i İslamiyede kadı’ul- kudatlık mesnedlerine nail olmuşlar idi.” (A.g.e. s. 41) der.

 Uluğ Bey Rasathanesi ve Güneş Tutulması   

Fatih’in Fatih Camii civarında tıp okulları açtığını ve hala camide hikmet dersleri verildiğini söyleyerek Renan’ın vukufsuzluğunu ortaya koyar.

 Renan’in Müslümanların heyet ilmini sadece kıbleyi tayin için kullandığına Uluğ Bey ve rasathanesini örnek verir.

Volter’in Rusyalıların cehaleti ile ilgili naklettiği bir fıkra yı da asıl cehaletin nasıl Avrupa’da olduğunu belirtir.

Güneşin tutulacağını haber verdiği için İran elçisini Ruslar Moskova’da yakmak istemişlerdir. Salibiler ve Tatarların kitapları atların ayakları altında mahvetmesine ise onların İslam dinine tabi olmadıklarını söyleyerek cevap verir.

Batıda Gotlar, Avarlar ve Hunların da medeniyeti tahrip ettiklerini belirtir.

Kemal Bey Volter’in peygamberimizi zemmettiği Muhammed piyesini de bir cehalet örneği olarak verir. Bu kitabı yazan filozofun tutumu da bir islamafobia bahsidir ve oldukca yankılanmıştır.

Sultan Abdulhamid Han bu tiyatroyu Londra ve Paris’te oynatmamak için gerekeni yapmış ve iki millet oynatma cesareti gösterememiştir.

 Arabın medeniyetinin araba isnat olunamayacağı noktasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’in arap olmadığını örnek veren Renan’a Namık Kemal, bu münasebetsiz yoruma karşı Napolyon’un Fransız, Bismark’ın ise slav kavminden geldiği halde Alman olduğunu, Rüşt, Farabi ve İbn-i Sina’nın da böyle yorumlanması gerektiğini belirtir.

Kemal Bey, Renan’ın Arap tarihini okumadığını örneklerle anlatır.

 Herbelot’un Kitaphane-i Şark isimli eseri bunlardandır.

Batının ilim adamlarına iyi davranmadığını Renan’ın hayatından örnek verir, İsanın Hayatı isimli kitabın neşrinden sonra Renan İbrani dersi vermekten çekilir.

İslam’ın ilmi men ettiğine dair iddialarına da yine örnekler verir.

İslam’ın havas âlimleri ile ilgili sonra gelen tabileri öncekilerden daha itikadlı söylemesine de Namık Kemal “İslam içinde itikadca selef-i salihine tefevvuk iddiasında bulunur ferd veya feride yoktur.” (A.g.e. s. 50)

İslamiyetin cebir ve şiddet de Engisizyondan ileri olduğu iftirasına karşı Kemal Bey, Saint Barthelemy vakasını örnek verir.

 Kral Dokuzuncu Şarl Protestan mezhebine mensub olanları katl ve idam etmiştir. İslam döneminde ise böyle bir vaka yoktur.

İspanyolların icra ettikleri zulüm ise buna büyük bir örnektir. İnsanlara, kitaplara ve medeniyet eserlerine büyük tahribat yapmışlardır.

Batıda dini ilimlerin beşerin fikrini ezmekte ne kadar uğraştığı konusunda örneklerin çok olduğunu söyler Namık Kemal.

İslam ise ilahi hakikatları tebarüz ettirmeye çabalamıştır. Müslümanların ilim tahsilindeki hassasiyetini anlatır.

Muhammediler tahsil-i maarif ettikçe vicdanen hasıl ettikleri telezzüzden başka evamir-i ilahiye ve nebeviyeye ittiba etmiş oldukları cihetle bir de mecur olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyelerine hizmet için ilme çalışır hatta sevk-i diyanetle hayat-ı faniyelerini bu sa’y yoluna hasrederlerdi.” (A.g.e. s. 57)

Kemal Bey tedkikini şöyle bitirir. “Ernest Renan’ın böyle cehl-i sırftan mütevellid tevehhümat ile malamal bir hutbe iradiyle istihsal edebileceği yegâne netice bize kalırsa kendisinin edyan aleyhindeki gayzına ve İslamiyete göstermiş olduğu hucumlar ile de ne kadar mümkin ise o kadar adi ve müstekreh bir burhan-ı nevin ikame eylemekten ibaret kalmıştır. Böyle bir netice ile âlem-i İslamiyet üzerinde hâsıl edebildiği tesir ise bütün asar-ı cehalet ve garezini şu risalede birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anif ile mukabele etmekten başka bir şey olamaz!” (A.g.e.s. 62)

Prof. Dr. Himmet Uç

İslamofobya Sempozyumu Tebliği /BEDİÜZZAMAN’IN İSLAMOFOBYA KARŞISINDAKİ GENEL TUTUMU VE BİZDE İSLAMOFOBYA KARŞITI BİR ESER. NAMIK KEMAL’İN RENAN MÜDAFAANAMESİ

Bediüzzaman’ın Tefekkür Dünyasında “Dağlar”ın Yeri

Bütün yaratılış insanla birlikte düşünülmüştür, bizim hayatımıza hizmet eden veya uzakta da olsa bizimle alakadar her şey bizimle birlikte düşünülmüştür.

Biz hava ile birlikte düşünülmüşüz, su ile birlikte düşünülmüşüz, arı ile birlikte düşünülmüşüz, koyun ile birlikte düşünülmüşüz, böceklerle, birlikte düşünülmüşüz, onlardan birinin olmayışı bizim hayatımızı sonlandırır.

Demek insan demek aslında bütün varlık demek, çünkü onlardan birinin eksikliği insanın hayatını bitirir. Bizim hayatımızın en önemli öğelerinden biri dağlardır.

BEDİÜZZAMAN VE KAİNAT SAHİFELERİ

Dağlar Bediüzzaman’ın en çok okuduğu kâinat sahifelerinden biridir, mukaddes kitapların da öyledir, bilimin, sanatın, resmin vazgeçemediği bir varlıktır. Otomobilin tekerleği dağlara muaraza etmek için dönmeye başladığından beri insanların hayatında dağın heybet ve azameti kısmen sona erdi.

Sevdiğine ulaşamayan âşık dağları engel gördü, askerde koşturan er dağları engel gördü, hastaneye, kasabaya at sırtında koşturduğu eşinin yarı yolda ölmesi karşısında;

Dağlar seni delik delik delerim, Kalbur alıp toprağını elerim” demiş, ya ne deseydi.

Hasret ve özlemin en önemli engellerinden biridir dağlar. Dağların engel olduğunu gören Barış

Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem, Sevdiğimi son bir olsun yakından görem” demiş.

Allah mukaddes kitabında;

Biz emaneti dağlara yüklemeyi teklif ettik, onlar yapamayız diye vazgeçtiler” mealinde konuşur.

O kadar azametine rağmen kulluk ve emanet-i kübrayı yüklenmekten geri durur, o dik durmanın sembolü dağlar.

Peygamberler dağlardan hoşlanırlar,

dağlar onların ruhlarının ümmetlerinin belalarına tahammülü gibi, onlar da hayata dağlarda tahammül ederler. Onların ruhları ile dağlar arasındaki psikolojik bağ nedir, bilen varsa söylesin.

Nebiyy-i Zişan Hira’ya gider bir mağaraya sığınır, orada Rabbi ile muhavere eder,

artık yeter Allah’ım bu evrenin sırrını bana bildir,

nedir bunun tılsım-ı muğlâkı, muamma-yı müşkül küşası,

nereden, nereye, necisin, güneşinden bir ışık ver!

Işıksız güneş bilinmez, biz insanlar zaifiz güneşe ışık kadar nebiler gerekli,

ama senin vahyin ışığı değmeyince ben ne yapabilirim” mealinde şeyler söyler, günlerce orda, durur.

Hz. Hatice o da bir dağ gibi eşinin direncini artırır, bir dağ gibi ona arka olur.

Hiç kimse Resulullaha onun kadar direnç ve mukavemet bilinci vermemiştir.

Hatice çile demektir, bu yüzden işler kolaya binince Allah onu dünyadan öteye alır.

Eşine getirdiği azıklarla Peygamberimiz onun mağaranın kapısında görünce “gel Hatice“ diyordu değil mi, mağarada oturup hasbıhal edip bir sürelik hasretlerini muhakkak giderdiler. Neler anlattı Hz. Muhammed ona, günlerinin nasıl geçtiği konusunda ne dedi?

Mağaranın duvarları, konuşun artık neler duydunuz. Sonra eşini mağaradan gönderdi, arkasından bakakaldı muhakkak.

Bastığınız topraklar, üzerinden geçtiğiniz yollar olaydık, Cennette bu sahneleri isteriz kâinatın büyük sinemasından, koltuklarda yer kalmaz bu sahneyi seyretmek için, biletler karaborsaya düşer mi (!) Maksat manaları çağrıştırmak.

Romanımız olmamış anlatamamışız bunları, belki de anlatan vardır.

Zavallı Osmanlının torunları yüz yıldır dini okul kapısına sokmamışız, ne büyük milletmişiz ki bizi dinden uzak, hevesata mahkûm, Allah’tan gafil hale getirmişler, modernizm yaftası. Çünkü hiç kimseyi değil bu Anadolu toprağından atalarının torunları yeni bir ruhla çıkarsa yine biz bittik derler.

Bediüzzaman “Kardeşlerim çok ileri gideceğiz“ derken bunu kasteder.

DAĞLAR BİZE NE SÖYLÜYOR?

Bediüzzaman etrafı dağlarla muhat Barla’da sekiz buçuk yıl yaşar, dört bir yanı dağ olan bir belde, inançsızlığın önünde sıradağlar gibi duran adamın arkadaşı ruhuna mümasil dağlardır. Çam dağına çıkar, o dağ ona ne sırlar söyledi, “Buraları yıldız sarayına değişmem“ diyen Bediüzzaman, Çam Dağının tepesinde evreni gözetleme ve kulesinde etrafını seyrederken dağlardan neler aldı, konuşun çam dağının tabiatı, neler söyledi size onlar da bize işte size söyledikleri onları gördü söyledi derler herhalde.

Peygamberin davasının vekili, peygamberin dağlarla sır alışverişi gibi dağlarla konuşur, aylarca dağlarda kalır. Nasıl durur oralarda yaşlı adam, hasta adam, senin aklın kesmez yazar, sussana. O fersude beden nasıl o dağlara yürüyerek çıkar, sana sus demedim mi sayın yazar.

Nereye giderse arkadaşı olan dağları arar.

İstanbul’a gider Yuşa tepesine, Van’da iken Van kalasına, yüksek yer bulamazsa minarenin şerefesinde yürür. Yüksekliklere aşina yüksekliklerle yüksek düşünceler üreten yüksek ruhlu, yüksek himmetli adam.

Allah kitabında “dağları size kazık, yeryüzünü döşek yapmadık mı? ” derken üslubu ile artık düşünün der değil mi ?

Bir gemimin dengesini sağlamak için onun direği gibi hayatın ihtiyaçlarını dağlara depolayan her şeye Müdebbir Zülcelâl bir ilah dağlar ile hayatımıza destek olur. Suyun istilasından bizi korur dağlar..

Meleklerin ruhanilerin güzelliklerini seyrettiği bir Rabbani sinema dağlar.

Biz kâinat güzel sanatlar galerisinin çok az şeyine bakıyoruz, ama dünyadaki binlerce dağlardaki güzellikler, çiçekler, böcekler bunların seyircisi melekler,

Allah adına onun sanatını seyrederler. Dünya sinemasında Allah ‘ın eserlerini ve olayları seyretmeye biz yetmeyiz sahne boş kalır Allah eserini seyretmek için meleklerini sahneye doldurur, onlar maşallah barekâllah, fetebarekâllah derler.

Biz dağların içine yığılmış çeşitli madenleri kullanır hayatımızı kolaylaştırırız, melekler ise o azametli sayfaları seyrederler. Tesbih ederler.

Kur’an’ın binbir hikmetli ayetini farklı perspektiflerden izah eder Bediüzzaman

Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi:

Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Halikına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi:

Zemin bir taban ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenişîn bir edibin bu kelâmdan nasîbi:

Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder. “(Sözler)

Dağlara böyle bakılır, Bediüzzaman gibi, muhtelif idrakte insanlara bir coğrafya dersidir. Medreset’üz-Zehra’nın kitabının dağ sahifesidir.

Hadi coğrafyayı böyle nurlandıralım coğrafyacı arkadaşlar.

Bediüzzaman coğrafyasına çalışalım, bir gün ömür elden gider.. Azrail kapıyı çalmadan… Rahatı yere çalalım satırlara dalalım, ey ehl-i ilim.

Nehirler dağlardan kaynar, tantanalı bir bahane dağlardan çıkan suları biriktirsen bir süre sonra dağdan daha büyük olur, ama insanın sebeb ile müsebbep arasında düşünen bir insan yapmak için zahiren sular, nehirler dağlardan kaynar, ama asıl Rahmet-i ilahiden kaynar o sular. Her bir dağ bir çeşme musluğu gibi akar akar akar.

Dağlar yeryüzü denilen aynen insan gibi yaşayan bu büyük âlemin nefes borusudur, bazen celallenir ateşler saçar, bazen dumanlıdır, efkârlanır, sürekli büyük insan ondan nefes alır, teneffüs eder.

Dağlar büyüklüklerine rağmen Allah’ın haşmeti önünde eğilirler.

Hâlbuki taşlardan ibâret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misâk için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasâvette bulunduruyorsunuz.

Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. “

Taşları dağlara çevirip bize hem heybetli süsler, hem de hayatımızın dayanağı yapar.

Herşey ona münkad, her şey ona eder inkıyad.

Dağ büyüklüğüne güvenip ona edemez isyan,

sen nesin ey kendini beğenmiş dağlar gibi yürüyüp kendini küçülten insan.

En Büyük Sebatkârlar Peygamberler ve Varisleri

Tur-ı Sina’da Hazret-i Musa,

Şam dağlarından Hazret-i İsa,

Resulullah Hira dağlarında Allah ile ulûhiyet ilişkilerini pekiştirmişler.

Allah, dağ ve peygamber bir imajın üç büyük halkası!

Sina dağına gider Musa Aleyhisselam, on emri almak için döndüğünde işe bak ki ümmetini bir buzağıya tapar görür, celallenir ama peygamber sabrı ile siz nefsinize zulmettiniz der, yoksa istese hepsini helak ettirir, defteri kapatır dı ama yok, peygamberler böyle yapmazlar, en olmadık anlarda en büyük sebatı gösterirler. Varisleri de öyle.

Bediüzzaman dağlardaki bazı hislerini arkadaşlarına ortak eder.

Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım.“ (Mektubat)

O koca dağlar birer kuldur, büyük kul Bediüzzaman’a arkadaşlık ederler, birlikte tesbih ederler hayatın sahibini.

Bediüzzaman Barla’nın dağlarını evliyanın halvethanelerine benzetir, bütün Nurlar o halvetin sonucudur.

Barla Dağlarındaki Tefekkürler

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlik-ı Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi

Peygamberlerin mağaraları gibi Barla da peygamber davasının naşiri bir zatın mağarasıdır.

Risale-i Nur dağlar büyüklüğünde duvarları olan bir büyük din kalesini tamir ediyor, hüccetleri dağlar gibi, önüne çıkan münkirleri geri püskürtüyor.

Dağlarda ne tür tasarruflarda bulunur Allah, “Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.

Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. İşte bu iki âlem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belagatte pek güzel görünür” (İ. i’caz)

Dağlara bu kadar farklı noktalardan bakan bir kâinat kitabı okuyucusu Bediüzzaman.

Allah Peygamberlerini de dağlar gibi ümmetlerine gelen belalara engel yaratmıştır. “Enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir. “(İ .İcaz)

Dava adamı da peygamberlere benzer, o da davasına gelen belalara dağlar gibi göğüs gerer…

Gönüllü Alay Kumandanı Bediüzzaman ve Harp Madalyası, Bediüzzaman hem tefekküründe hem hayatında dağlar ile iç içedir.

Umumi Harpte Kafkas’ ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almıştır. Normal zamanda da dağlardaki sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder.

Neden dağları seçtiğini anlatır, ruhu ile onların uzlaşmasının nedenlerini anlatır.

EDİPLER EDEPLİ OLMALI

Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zîra bu “mim’siz medeniyet”te görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelam ve hüsn-ü niyet ve selamet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır. Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umûmiye böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim; bunda da dâhil değilim. ”

Sahte hürriyet ve sahte edebiyattan dağların kucağına sığınır. Onun arkadaşıdır dağlar, zişuur ibadından başka hali dağlar boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibadı ile doludur. Üstad onlar ile ülfet eder, biz ne bilelim bu mahrem fıkrayı.

Münacatta dağları başka bir versiyondan anlatır.

Dağları sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla,

hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve

bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi,

heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnular, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair nevilerle beraber karışık iken karıştırmaksızın icadları,

Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.

Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlûkların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştahlarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve

toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle

Senin herşeye taallûk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve

ilâçların ihzârâtı ve madenî maddelerin iddihârâtıyla rububiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbirinin mehâsinine ve inâyetinin ihtiyatlı letâifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için

koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet belki şehadet eder ki,

bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ayet-ül Kübra’da kâinattan Halikını soran seyyah dağlar tarafından onlardan da Halikını sormak için çağrılır.

Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sayfalarımızı da oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.

Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.

Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânada hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, …. çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi membalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki:

Bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmin hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der”(Ayet ül Kübra)

MUHAKEMAT’TA DA DAĞLARDAN BAHSEDER

Demek zaman içinde Muhakemattan başlayarak dağlar onun düşüncesinde önemli bir imaj ve öğedir, manayı gittikce derinleştirir , üslubu gittikce sadeleştirir. Demek o da bir müellif gibi eserlerini zamanın değişmelerine göre yeniler,

Demir gibi dağlarıyla irsâ ve ta’mid ederek havayla iştibak ettiğinden, muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek, dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Saniyen: İnkılâbât-ı dahiliyeden ihtizazat o dağlarla iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dahilî bir heyecan olduğu vakit, arz dağlarla teneffüs ettiğinden, gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Salisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki, şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor. Hararet ve bürudeti tâdil ettiği gibi, havaya mahlût olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.”(Muhakemat)

Buradaki üslub daha arkaik bir dil ile ifade edilmiş.

DAHİ KAHRAMANLAR VE MAKSADIN BÜYÜMESİYLE HİMMETİN BÜYÜMESİ

Divan-ı Harbi Örfi’de kendi gibi eazimın dağlar ile irtibatını anlatır.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.“ (Divan-ı Harbi Örfi)

Şarki anadolunun dağlarını onların mektebi olarak görür Bediüzzaman.

İşte onun dünyasında dağlar, ders alsın ölüler ve sağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

himmetuc@hotmail.com

Kaynak: www.NurNet.Org

Kur’an ve Olaylar

Kur’an bir olaylar mecmuasıdır, insanı insanlık serüveninin çeşitli basamaklarında dolaştıran bir vakalar zinciri.

Kur’an çok özel olaylar seçmiştir, temsili olaylar ortaya koymuştur. İnsanı değiştiren olayları Allah özellikle seçmiştir.

Nuh tufanı bir olaydır, Hz Yusuf’un Züleyha ile macerası bir olaydır, Hz Âdem’in cennetteki macerası bir olaydır.

Allah kitabını gönderirken levh-i kalemde olayları, kâinat kurulduğundan beri devam ede gelen olayları ve insanları seçmiştir, gereksiz olaylar almamış, gereksiz kişiler seçmemiştir.

Bu anlatı sanatının önemli öğelerinden biridir. Olayın ve şahsın temsili niteliğinin ve eğitici yanının iyi tespit edilmesi.

Romanın bir cihette atası Kur’an’dır. Çünkü romancılar da özellikle bazı olayları seçerler. Bediüzzaman bu olaylara çekirdek vaka der. Hz Âdem’in cennetten dışarı çıkarılması bütün hayatını ve bütün insanlığın hayatını yapan bir olaydır.

Cennete girmek bundan sonra insanın gayelerinden biri olmuştur.

Tövbe İle Cennete Ulaşmak

İnsan her gün günahları ile gündelik cennetinden kovulur, tövbe ile kovulduğu cennete tekrar girer. Bütün peygamberler, gönderildikleri insanlara rehber durumundadırlar. Çünkü insan müptela olduğu günahlardan ancak bir ikaz edici vasıtası ile kurtulabilir. Günah bir olaydır, ruhumuzun temiz çamaşırlarını kirletir, sonra onu tevbe ile yıkarız. Günahtan kaçmak hayatın bir esasıdır. Bu yüzden Allah ne kadar mantıklı bir şekilde der ki “siz günah işlemeseniz bir günah işleyen kavim getiririm.” Günah işleyip tövbe etmemek çok tehlikeli bir durum?

Dayak yer annemizin kucağına koşarız, sevilip okşanınca yine kabahatler işleriz. Yine dayak yer yine annemizin kucağına koşarız. Artık benim annem yok kimin kucağına koşayım.

Kur’an ve olaylar diye bir kitap yazmak gerekir.

O olayları bir anlatı metnini yorumlar gibi yorumlamak, Kur’an edebiyatı ortaya çıkarmak…

Bunu yüzlerce yıldır yapamamışız. Onu sadece Fatiha ve Yasin ile sınırlamışız. Her ayete faziletler yüklemek güzel. Çünkü insanlar da çocuklar gibidir, şeker vermeyince anneye koşmazlar. Bana göre ayetlere makasıd yüklemek bir yerde hakikatten ziyade şekere koşmaktır. Bu yüzden Bediüzzaman eserlerinde böyle makasıd-ı teşvikiyeyi kullanmamış. Ayetin metnini nazara vermiş.

İnsanın nutfeden yaratılması büyük bir olay, bütün olaylar onun üzerine kurulmuş.

Kâinatın çekirdeği bir vak’a! Bütün olaylar onun santralından doğmuştur. Nutfeden halk edilmek bütün olayların zincir ile bağlandığı bir merkezî nokta.

Kabir bir mekân hem bir olay.

Mekân ile olay o kadar iç içe ki, kabri düşündüren ve ona göre hareket ettiren bir öğreti, kabirdeki olayları nazara veren bir eğitim. Nutfe ve kabir, bir büyük olaylar zincirinin iki başı. Olaylar ne kadar harika bir seçimle yapılmış, bir olayda bir yanlış her şeyi yıkar götürür.

Dünyanın altı günde yaratılması.

İnsan aklının muhayyilesinin anlamakta zorlandığı bir yapım süresi, bir mimari. Nasıl bir gün altı gün yüzyıllar mı bin yıllar mı, mimarı altı günün tasarımını ve programını nasıl tertib etmiş?.

Nesnelerin İdaresi Kolaydır

Evine kimleri getirip götüreceğini, ne tür olaylarla kahramanlarını karşılaştırıp, olayların doğurduğu olayları nasıl idare edeceğini bilmek! Nesnelerin idaresi kolaydır. Koltuğu şuraya, masayı şuraya, lamba tavanda olsun.

Ya olaylar hangi olayı nereye, hangi olayları nereye, sonsuz olayları nereye, olayları birbirine harmanlama, harmanın idaresi.

Akla zarar bir ayrıntı. Allah bu işte.. Hani o secde edilen Allah. İlmi sonsuz olan Allah!

Bağlarda Dolaşan Bir Kelebek

Beni kimsecikler anlamaz zaten, sen öp seccadem, demiş Necip Fazıl.

O kafa nasıl anlaşılsın?

Bediüzzaman, Necip Fazıl geliyor diye bir sandalye istemiş ve onu sandalyeye oturtmuş. Dalaletin insanları boğduğu dönemde iki büyük insan, ben büyüklüklerini kıyaslamıyorum, ben ki küçük bir kelebeğim, onları tartmak benim neyime. Bağlarında dolaşsam bana yeter.

Rüzgârların esmesi, nasıl bir olay? Tasrifü’r-riyaha diyor. Çünkü o kadar sayısız, sayılmaz olaylar doğar ki rüzgârların esmesinden, şairler sadece onu düşünmüşler.

Ama Nabi o rüzgâra Nebiyy-i Zişanın mektubunu yüklemiş:

Ey bad-ı saba uğrarsa yolun semt-i harameyne

Ta’zimimi arzet o resul ü sakaleyne.

Fuzuli o rüzgâra garipliğini yüklemiş:

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.

İnsanın kalbi ile Allah arasındaki telefon diplomasisi, şairlerin kalbine gelen ilhamlar, âlimlerin kalbine gelen manalar, mimarların kalbine gelen tasarımlar…

Neden Düşünmeye Zaman Ayırmıyoruz?

Rodin düşünen adam heykelini neden düşündü, nerden aklına geldi?

Herhalde en az yaptığımız işe bir heykel ile tepkisini gösterdi.

Orhan Veli düşünmeden kaçar:

Düşünme! Arzu et, bak böcekler de öyle yapıyor

Der.

Namık Kemal,

Yüksel ki yerin bu yer değildir, dünyaya gelmek hüner değildir

Der. İnsan ancak düşünerek yükselir.

Bediüzzaman: Ey insan düşün, sen alâ külli hal öleceksin.

Bu ölümden korkmak için değil düşünerek yaşamak için ölüm gelmeden düşünmen gereken şeyleri düşün demektir. Yoksa ölüme hapsedilmiş bir düşünmek değil.

Bu olaylarından içinden çıkılmaz. Bütün bu olaylar üstünde ilahi nazar ve ahizenin öte yüzü. Evet, ahizenin öte yüzü, maveray-ı hilkat, daha neler.

Hz Aişe Resûlullahı yanında göremeyince, telaşla bir ara hangi yerde diye ararken, onu secdede görür, heyecan ve helecanını hisseden Resulullah “Ben ne maksaddayım sen nerdesin Aişe“ der.

Kalbinin peygamberimizi tesahup etmeyeceğini bilen bir yürek.

Dünyayı bir seccade gibi kullanan bir Nebi!

Bütün kalplere onların isteği olan şeyleri gönderen bir telefon, ulûhiyetin merkezî santralı, bu nasıl iş Allah’ım.

İnsanlık Hayatının İbret Verici Olayları

Herşeyin en harikasını Bediüzzaman yapmış.

Kur’an’ın olaylarını anlatıyor. Kıyametin kopmasından sonraki olaylar.

Dühanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada dağılmasına kadar ve dünyanın imtihan için açılmasından, ta kapanmasına kadar ve ahiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, ta Cennet’e, ta saadet-i ebediyeye kadar, mazi zamanının vukuatından, Hazret-i Adem’in hilkati cesedinden, iki oğlunun kavgasından ta Tufan’a, ta Kavm-i Fir’avn’ın garkına, ta ekser enbiyanın mühim hadisatına kadar ve Elestü birabbiküm ‘in işaret ettiği hadise-i ezeliye ..”(Sözler 368)

Hadisat ve vukuat ve hadiselerin büyük yorumcusu Bediüzzaman.

İlahi Program ve Kıyamet Olayları

Kıyamet kopmadan kıyameti tasarlamış Allah ve ifade etmiş.

Yıldızların düşüp fezada dağılması bir olay.

İnsanlar bunları görecek mi, görünce nasıl duracaklar veya davranacaklar.

Dünyayı bir imtihan salonu gibi inşa etmek nasıl bir şey?

Güneş nasıl bir imtihan nesnesi?

Evet, imtihan nesnesi yanlış yorumlanmış bir harf, onu yanlış okuyanların yaptığı yanlışlar.

Yağmurun yağışı bir olay, yanlış okumalar düz okumalar, anlamlı okumalar,

Bediüzzaman’ın Münacaat ve Ayet ül Kübra’da yaptığı gibi.

Âhiretin birinci menzili olan Kabir, ondan sonra ara ülke berzah nasıl bir yer,

Bediüzzaman mecma-ı ahbab diyor. Ahbapların toplandığı yer.

Dirilmek bir olay nasıl olur, topraktan başını kaldıran insanlar, baharda topraktan çıkan tohumlar gibi, kezalike’l-huruc.

Ya köprüye ne dersin. Nasıl bir köprü?

Sırat kıldan ince kılıçtan keskin derler

Varıp anın üstünde evler yapasım gelir

Cennet’e giriş nasıl bir olay, hayal et.

Fir’avunun kavmiyle suya gark olması nasıl azametli bir olay.

Bizim dünyada hadisatın dalgalarına çarpıp boğulmamız da bir olay.

Ekser peygamberlerin mühim hadisatı.

Allah Hz Nuh’un dokuz yüz yıllık tebliğinin tufan hadisesini almış.

Bütün kahramanlarının kilit olaylarını almış. Eğitici yanlarını göstermiş.

Suda babasının davetine uymayan oğluna şefkati uyanarak dua eden babaya, Allah’ın leyse min ehlik o senin ehlinden değil demesi ne olay.

Nasıl dalgaları yenerek insan yüzme öğrenirse Kur’an’ın yüksek frekanslı olayları insana insan olmayı öğretir, vakalar prototiptir.

Sen de benzeri olaylarda benzeri tutumları sergile demektir.

Olay olay sanma kolay.

Hz Peygamber ve olaylar,

Hz Ali ve Olaylar, büyük adamların olayları da büyük,

Allah onlara büyük olayları gönderiyor, onlar o olayların arasından büyümüş olarak çıkıyor.

Bediüzzaman ve olaylar, sanki ruhu büyük olayları kendine çeken bir mıknatıs, koca dünyayı küçük görmüş, nerde kaldı onun daha küçük olayları, o insanı küçülten ama çözümlenince onu büyüten olayları seçmiş, haşirsizlik, meleksizlik, kulluksuzluk.

Haşri bir büyük matematik problemi gibi çözümlemiş, Cennet’e adaylar yetiştirmiş yetiştirmekte. Sevimli dikdörtgen seccadeyi semavata giden uçan halıya çevirmiş.

Olay olay ne anlaması kolay

Ne anlatması kolay.

Prof. Dr. Himmet Uç

Radikal’deki Bir Avukatın Yazısına Cevap!

Fikir tarihinde bilgiyi tahrif etmek, büyük facialara ve dalaletlere neden olmuştur.

Büyük dinlerin ve filozofların fikirlerini yanlış yorumlama yüzünden dünya zaman zaman kan gölüne dönmüştür. Hegel’in fikirlerini yanlış yorumlayan komünistler ve nasyonal sosyalistler Avrupa’yı kan gölüne çevirmiş ve milyonlarla insanın felaketine neden olmuşlardır

Bugün Marks’ın fikirleri çok farklı yorumlanır ve bu farklılıklar büyük olumsuzluklara neden olur. Marks’ın kızı “Babanız işçiyi köleleştirdi “ denildiğinde

Benim babamın en nefret ettiği köleleştirmeydi, o onun suçu değil onun felsefesini yorumlayan ve uygulayanların suçudur” dedi.

OBJEKTİF VE SAĞLIKLI YORUM

Şimdi Bediüzzaman büyük bir âlim ve filozof, yorumcu, müfessir. Onun fikirleri de farklı şekillerde yorumlanabilir, herkes maksadına göre bilgiyi yorumlar keser biçer ortaya bir iyi metin veya kötü metin çıkarır. Ama o metinlerin objektif ve sağlıklı yorumları vardır.

Bediüzzaman İstanbul’a özellikle Kürtlerin kültürel hakları için gitmemiştir, böyle bir inhisarcı maksadı yok. O Medresetü’z- Zehra’nın açılmasını ve farklı milletlerin ikamet ettiği doğu ve güneydoğuda milletleri birbirine raptetmek için üç dilli bir eğitim öngörmüştür, münhasıran Kürtlerin hakları ve dilleri değil. Böyle yorumlamak ona bühtandır, bilgiyi kirletmektir.

MİLLETLERİN BİRBİRİNİ SEVMESİ

Bediüzzaman bu bahsin geçtiği eserinde üç dile ve üç millete eşit uzaklıkta durmakta, ama Kürtlerin kültürel ihmaline daha sancılı bir şekilde yaklaşmaktadır. Bütün mesele budur, çünkü Bediüzzaman’ın meselesi kültürel olmaktan çok dinidir, din-i mübinin bin yıldır ihmale uğrayan yorumunu yenilemektir. Onun fikirlerini herhangi bir milletin siyasi veya kültürel anlamda örgütlenmesi için kullanmak onu tahrif etmektir. Öyle edelim ki bu üç milleti birbirine sevecek ve birbirine zulmetmeyecek bir yorum düzeni içinde yorumlayalım.

Burada Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrini zikredip Bediüzzaman’ın karşı çıktığı fikri onun tasvip edip bir başka siyasi örgütlenme için gerekli gördüğünü ima eden konuşmalar yanlıştır. Çünkü Bediüzzaman Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrine karşı çıkmıştır. Bu fikrin Osmanlıyı daha erken dağılmasına neden olacağını beyan etmiştir. Böyle bilgileri birbirine karıştırıp kendi maksadınıza uygun bir kıvam ve yapı kazandırmak Bediüzzaman’ın ulvi mesleğine bühtandır, kizbdir.

BEDİÜZZAMAN’DA BİRLİK VE BERABERLİK

Bediüzzaman Türk siyasi tarihinde her zaman dine ve millete değil milletin birliğine göre davranmıştır. Irkçı partilere iltifat etmediği gibi münhasıran dini partilere de iltifat etmemiştir. Bediüzzaman’ın anonim perspektifini tek boyutlu göstermek onun büyüklüğünü anlamamaktır.

Bediüzzaman’ı bir millet ile sınırlamak, o milletin dışındaki insanları kırmaktır dökmektir, sanki Bediüzzaman sadece Kürtlerin malıdır, onun dışındaki insanları birliklerin dışına itmek bence asıl tehlike budur. Bediüzzaman’ın eserlerinde Kürtler ve Türkler için beyanlar çok mahduddur, onun asıl maksadı akaidî ve imanî meseleleri izah edip insanları dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır.

ELEŞTİRİDE ZAMANSALLIK

Eleştiride zamansallık diye bir yorum vardır, her fikir söylendiği dönemin şartlarına göre önce ele alınmalıdır, bu fikirlerin söylendiği dönemlerde Osmanlının yapısı ile bugünkü Türkiye’nin yapısı aynı değildir. Fikirleri yeni zamanlara naklederken daha itinalı davranmak gerektir. Üstelik “şeytana mı uydu demek” kelime grubu burası için uygun değildir.

Bediüzzaman’ın üçlü bakış açısını tek boyutlu hale getirip o boyutu da siyasi bir şekle çevirmek yanlıştır. Hem özellikle yanlıştır.

Prof. Dr. Himmet UÇ

www.NurNet.Org