Etiket arşivi: siyaset

‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (2)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bu girizgâhtan sonra, ‘müsbet hareket’in ne olduğuna gelirsek:

1. Müsbet hareketin birinci esası, ‘müsbet ihtilaf’tır:

Uhuvvet Risalesi: “Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, her biri ken­di mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvet­kârâne birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü bir­biriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.”

Birinci İhlas Risalesi: “Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.”

Kastamonu Lâhikası, 156. Mektup: “Mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.”

2. Müsbet hareketin ikinci esası, siyasetten istiaze ve içtinabdır. Bu esas, bugünkü iman hizmetini yarına ait bir siyasî hedefe basamak görmemeyi, tasarlamamayı ve yapmamayı gerektirir.

Çünkü bu;
– “Amelinizde rıza-yı ilâhî olmalı” ihlas düsturunu zedeler.

– Yapılan dinî hizmetin bir siyasî eğilime eklemlenmesi ve onun elinde araçsallaşması sonucunu üretir; dahası dini siyasete âlet etme riskini getirir.

– Siyaset adına adalet-i mahzâ ilkesinden taviz vermeye ve siyaset adına zulmü işlemeye veya savunmaya sevkeder.

– Yapılan hizmetin safiyetini bozar, inandırıcılığını zedeler, etkisini kırar.

– Siyaset tarafgirliği içinde, muhalif siyasî görüşe dinin tebliği imkânını zedeler; oysa iman hizmetinin kapsama alanı bütün insanlardır; toplumun yüzde yüzüdür.

Ondördüncü Şua:

“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve ida­re işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü

(i) hâ­li­sâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor.

(ii) Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hiz­metin kudsiyetini bozacak.

(iii) Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek.

(iv) Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kud­sî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek.

(v) Hem mil­le­­tin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatler­de his­se­­leri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kal­mak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâ­zım gel­miş.”

Onüçüncü Mektup:

Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer dü­şe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu ka­dar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ek­se­ri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmi­si, sar­hoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bu­laştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu gö­remiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösteril­se de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner. 

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimai­ye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O müte­hayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak isti­yorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyan­larıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için,اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ [1] de­yip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset ce­re­yanlarında, hem muvafıkta, hem muhalif­te o nurların âşıkları var. Bütün siya­set cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkâ­râne telâk­ki­yatlarından müberrâ ve sâfi olan bir ma­kamda verilen ders-i Kur’ân ve göste­ri­len envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham et­­memek gerektir—meğer dinsizliği ve zındı­kayı siyaset zannedip ona ta­rafgir­lik eden insan suretinde şeytanlar ola veya be­şer kıyafetinde hayvanlar ola!

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatle­ri­ni propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirme­dim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarz­da zi­ya­deleştiriyor.”

Rüyada Bir Hitabe:

“…umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, ka­vî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”

Onikinci Şua:
“Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çün­kü mâ­sumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun iza­hını is­tediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabi­yet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zu­lüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da azlem ola­cak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden in­sanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, peri­şan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz za­yi­a­ta mukàbil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmi­sil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçare­le­ri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karış­maktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapan­mıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adale­te, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inziba­tın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dün­yada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoş­lanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memur­ları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındı­kaya teslim-i silâh etmeyiz!”

3. Müsbet hareketin üçüncü esası, ‘manevî cihad’dır; şiddet kullanımının ve devrimci-ihtilâlci tutumların reddidir.

Onbirinci Şua:

“… o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve müca­hede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükü­metlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cum­hu­ri­­yete dö­ner. Fakat ona mukàbil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla ola­cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek dere­ce­de kuv­vetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çı­­ka­cak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ [2] خَالِدُونَ kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan ci­had-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’­dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-ı i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur şa­kirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyor­lar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.”

Onaltıncı Lem’a:

“Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâka­dar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferec verecek bir teşebbüs et­mek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen müna­fık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:

Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir da­lâ­letle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nur­dur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset to­puzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Mü­­nafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah et­mez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem to­puz-iki­sini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuv­ve­tim­le nu­ra sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa ol­sun bak­mamak lâzım geliyor.

Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, eh­li­ne göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fa­kat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tuta­cak elimiz yok.”

[1] Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.

[2] “Ebediyen kalıcıdırlar.” Bakara Sûresi, 2:257.

Metin KARABAŞOĞLU – risalehaber.com

Sultan Hamid ve Erdoğan

Ülkenin kaderine taalluk eden şu günlerde, bozulmuş, birçok yönü ile dejenere olmuş ve kavramların aşındığı bir ülkede verilecek karar bir siyasi karar değil bir mukadderat kararıdır. Bu millet çok badireler geçirmiş ama yine de Allah karanlık günlerde yolunu açmıştır. Biz oyumuzu vereceğiz ama  yine mesele Allah’ın takdiridir.

Bu konuyu Akif’in fikirlerinden aldığımız bazı satırlarla anlatalım.

“Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz” diyor Akif.

Sultan Aziz’in öldürülmesi, Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Menderes’in katli, daha sonraki siyasilerin kafasında dış güçlerin ve bizim maşaların demoklesin kılıcı gibi devletin ve parlementonun, devlet adamlarının üstünde durmasının bitmesi, milletin gerçek merciinin millet olması gerekir.

Bunlar içinde en önemlisi milletteki bozulmaya  yine milletin sebeb olduğu bahsidir. Şayet bozulma böyle giderse vatan da millet de din de tehlikededir. Çünkü eğitim kurumları ülkenin gelişmesine katkı vermiyor, din ve cemaatler, bozulmadan nasibini almış, tavır insanlarının yaşaması imkansız, belki yeni bir ruh ile yeni bir yapılanma ile ülkenin bu gidişine dur denilir.

Akif, Milletlerin bozulmasını da tahlil eder. “Zaten bir millet müstehak olmadıkça Allah onları bozmaz.  Millet fertleri teker teker müstehak olarak   bozulmuşsa onları hangi siyaset düzeltecektir? Bir millet kendisinde olan güzel seciyeleri bozmazsa  Allah da onların saadetini bozmaz. Bu beliğ tebliğ kıyamete kadar meriyetini koruyacak, bir kanun-ı ilahi ve fıtrattır.” (128)

Biz ne çekersek kendi amelimizin cezasıdır. Evet şehameti, himmeti, sayi, sıdkı, istikameti, iffeti, teavünü, gayreti, faaliyeti bırakmanın karşılığı cezası  zillet ve mahkumiyettir. Akif felaket sebebi olarak kendini murakabe etmemek yani denetlemeyi gösterir. (128)

Erdoğan insandır, yanlışları olabilir, kendinden önceki devlet adamlarından çok daha ileri boyutta dindar, vatansever, din ve milliyet arasındaki dengeyi kurabilmiş, samimi, inandığı şeye her türlü fedakarlıkla  bağlı, ama yanlışı gördüğünde de affetmez bir insandır. O bu bozulmuş toplumda bir hami durumundadır.

Müslüman Türkiye’nin olduğu kadar islam dünyasının da, Türk dünyasının da istenilen ve dua edilen bir büyük liderdir. Onu suçlayanların buldukları onun hezimete uğramasına yetmez, bir binada bir taş çürük diye o binayı tahrib etmek yanlış, bir gemide dokuz masum bir cani varsa o gemi batırılmaz, veya dokuz cani bir masum olsa batırılmaz.

Siyasi tarihe bakılsa  yüz yılı aşkın süredir, bu kadar  dik duran doğru siyaset uygulayan bir başka kimsemiz olmamış. Reşit Paşa’dan bugüne her devlet adamı ile karşılaştırsan  onun farkı ortaya çıkar. Sultan Hamid’in de tahttan indirilmesini isteyenlere Akif cevap verir.

Akif , yapılan yanlışlardan hep tavanı suçlayan geleneksel telakkiye bir örnek verir. Konu Sultan Hamid’den yansımadır. Ortalığın fenalaştığı, işlerin devamlı sarsıntı geçirişini  Padişah ikinci Abdülhamit Han’a yükleyerek  “Ah o Yıldız’daki Baykuş  ölüvermezse  eğer akıbet çok kötü ..” diye dert yanan  Köse İmam’a Babası Hoca Tahir Efendi’nin  verdiği cevabı şiirleştirerek nakleder.

Oğlum bu temenni neye benzer bana bak :

Eşeklerin canı yükten yanar , aman , derler

Nedir bu çektiğimiz dert , o çifte çifte semer

Biriyle uğraşıyorken gelir  çatar o biri ;

Gelir ki taş gibi hain , hem eskisinden iri

Semerci usta geberseydi .. Değmeyin keyfe !

Evet gebermelidir, inkısar edin herife

Zavallı usta  göçer bir gün akıbet ancak

Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak

Çırak mı kalfa mı  kim varsa yaslanır köşeye

Takım biçer durur artık  gelen giden eşeğe

Adam meğer acemiymiş, semere hayli hüner :

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler ,

Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur

Giden semerciyi derler bulur muyuz şimdi ?

Ya böyle kalfa değil basbayağı muallimdi

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik  tuhaf iş!

Semer değilmiş  o rahmetlinin ki devletmiş.

Akif adam olmanın zaruriyetini anlatır.

Nasihatim sana, her şeyle iştigali bırak

Adamlığın yolu nerdeyse bul da girmeye bak

Adam mısın ebediyyen cihanda hürsün gez

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez

Adam değil misin oğlum gönülsünün semere

Küfür savurma boyun kestiğin semericilere

(131)

Akif, adalet konusunda Hz Ömer’in bir  vakasını anlatır. Hz Ömer daima mazlumun yanında olduğunu zalimin ise karşısında olduğunu anlatır, bu anekdotta. Ama Akif zamanı için “Ömer de olsan halin müşkül” der. (132)

Akif günümüzde de geçerli insan tiplerinin anlatır.

Sallanan çünkü kılınçlardı, re kuyruk ne de kavuk

Öyle bir devr-i şehamette kolaydır ululuk

Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil

Kimi idmanlı edepsiz , kimi talimli rezil

Kiminin fıtratı azade  haya kaydından

Kiminin iffeti ikbaline etten kalkan

kumarbaz bu harami , şunu dersen ayyaş

Sonra mecmuu müzevvir , mütebasbıs kalleş

Bu muhitin bakalım şimdi içinden çıkabil

Ne yaparsın  Ömer olsan yine halin müşkil

(133)

Hatta “ böyle bir muhitte  peygamberim diye ortaya çıksan da karşında tapılan sahte ilah menfaat çıkar”

Bir muhalif hava yok dinlediğin aynı sada

Zat-ı saminize millet de hükümet de feda

Menfaattir seni  tehdid edecek  tek mevcut

Çünkü çıksan da  nebiyim diye hasbın bu mabud!

(134)

Bütün bu olumsuzluklara  karşı  çıkacak imandır.

İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür

Oflu Mandal hoca onun ideal imanlı insanıdır. Hiçbir şeyden korkmaz.

Bu imanla Mehmetc ik çanakkalede vatanını dinini savunmuştur.

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler

Ne celik tabyalar ister ne siner hasmından

Alınır kala mı göğsündeki kat kat iman ?

(136)

Süleymaniye camii de bu imanla yapılmıştır.

Dur da mabuduna yükselmek için ilme basan

Mabedin halini gör işte serapa iman

Bu bozulma ancak akıl ile imanın kalbin birleşmesi ile giderilebilir.

Beyinle kalbi  hem ahenk  edip işletmeli

Atıldı vahdet-i milliyenin temeli

(138)

İmanın başı da Allah korkusudur.

Ne irfandır ahlaka yükseklik veren ne vicdandır

Fazimlet hissi insanmlarda Allah korkusundandır

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin de havf-ı Yezdan’ı n

Ne irfanın kalır tesiri  katiyyen ne vicdanın

O cemiyet ki vicdanında hakim havf-ı Yezdandır

Bütün dünyaya sahiptir bütün akvama sultandır

Fakat efradı Allah korkusundan bihaber millet

Çeker milletlerin menfuru kıptiler kadar zillet

Maali meyli hiç kalmaz şehamet büsbütün kalkar

Ne hakimlik tanır artık , ne mahkum olmaktan korkar.

Maneviyatı  ölmüş milletlerin halini anlatır.

O doymak bilmeyen mabuda kurbandır haya hissi

Hamiyet ademiyet hissi  ulvi hislerin hepsi

Bu hissizlikle cemiyet yaşar  derlerse pek yanlış

Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış

(143)

Özetle Bediüzzaman’ın siyaset felsefesi ve birliği koruma fikirlerine yüzde itibariyle son yüz elli yılın en çok uygun düşen şahsı sayın Erdoğan’dır. Allah ülkemizi felaketlerden korusun.

Himmet Uç

Fitneyi kimler kırar?

Tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz. 22. Mektup’tan.

Besim Tibuk, Cem Küçük’le söyleşilerinden oluşan “Finans Krizi mi, Mali Kriz mi?” isimli eserinde, 1929 buhranını değerlendirirken, kanaatimce tüm krizleri değerlendirirken hatırda kalması gereken şöyle bir tesbitte bulunuyor: Finans piyasalarında bu tip olaylarda önemli olan ‘finansman paniğini’ önlemektir. Çünkü finans bir yerde, beyinde güvenle oluşuyor…

Devamında ise şöyle bir örnekleme de bulunuyor: “Alan Greenspan 1987’de ABD Merkez Bankası Başkanı oldu. Başkanı olur olmaz borsada büyük bir çöküş başladı. Ne yaptı Greenspan? Bütün bankalara ‘Sizi istediğiniz kadar fonlayabilirim’ diye faks çekti. O faksı geçince, bankalar ertesi gün hisse senetlerini çökmekten kurtardı. Çökme durdu. Yavaş yavaş piyasa kendini toparlardı. Aklıselim hakim oldu.

Kriz anları yani bir yönüyle fitne zamanları. ‘Fitne’ kelimesi aslında, madencilerin, başka madenlerle karışık bir şekilde bulunan altını, ateş yoluyla onlardan ayırması işlemini karşılıyor. Fakat bizde daha çok ‘kargaşa’ kelimesinin karşılığı. Neyin, ne olduğunun anlaşılmadığı; kimin haklı, kimin haksız olduğunun karıştırıldığı zamanlar. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam buyuruyor: Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.“[1]

Bediüzzaman, 11. Lem’a’da bu hadisi, sünnet-i seniyyenin pusula fonksiyonunu vurgulayarak izah ediyor. Benim ayrıca, “Allahu’l-alem” kaydıyla hadisten anladığım şeyse şu: Fitne zamanı, insanların inandıkları hakikat uğruna ölmeyi/öldürmeyi de gözlerine daha kestirdikleri, yani bir nevi ‘çabuk sonuca gitmenin’ tatlı göründüğü bir dönem. Sanki hadis burada faziletin yanında şuna da vurgu yapıyor:Böylesi dostun-düşmanın karıştığı zamanlarında sonucu ölüm olan fiillere karışmaktansa sünnetin çizgisini yaşayarak muhafaza etmek ve etraftakilere de yön gösterici olmak daha kıymetlidir. Tabii bu benim yorumum. Fakat şehitlik kıyaslamasını ‘hikmetsiz’ yapmadığını düşünmek de Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan aldığım hikmet derslerine uygun gibi geliyor.

Ancak, nedendir bilinmez, fitne üzerine meşhur diğer bir hadisi de insanlar sadece ‘suya sabuna dokunmamak’ ekseninde yorumluyorlar. Tahmin ettiniz belki. Ama yine de alıntılayayım: Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.[2]

Gerek zikrettiğim sünnete ittiba ile ilgili hadisin, gerekse ‘hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğrayacağını’ bildiren Asr sûresinin kastettiğinin ‘eylemsizlik’ olmadığını düşünüyorum. Hatta Hz. Osman’ın (r.a.) evinin sarıldığı, güzel başının kana bulandığı fitne hengamında, Hz. Ali’nin (r.a.) ve diğer sahabilerin eylemsiz oturmadıklarını, bilakis kendi çocuklarını halifenin kapısına muhafız dikip can güvenliğini korumaya çalışacak kadar işin içinde ve eylemde kaldıklarını biliyorum.

Buna ilaveten Hucurat sûresinin 9. ayeti de bize müminler arasındaki gerilimleri ‘eylemsizlikle’ geçiştirmeyi öğütlemez:Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.

Hal böyle olunca, ben, yukarıdaki fitne zamanı hadisini de, başta Besim Tibuk’tan yaptığım alıntıda olduğu şekilde “Panik yapmayın!” tavsiyesi gibi anlıyorum. Hadisin her bir parçası, yürüyenin oturması, oturanın uzanması vs… salt ‘eylemsizliği’ değil; ‘paniksiz bir eylemliliğe’ karşılık geliyor bence. Nihayetinde hadis “Herkes yaptığı işi bıraksın, dursun!” demiyor. Sanki “Yavaşlayın!” veya “Kontrollü olun!” diyor bir tatlı teşbih ile. Üstelik, sünnete ittibaı tavsiye eden hadisle beraber düşünürsek, pozitif eylemlerin sürmesini tavsiye ediyor. Ki böyle olmasa, Hz. Ali (r.a.) gibi bir sahabinin fitne dönemlerinden hiçbirisini eylemsizlikle geçirmemesini açıklayamazdık.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!”[3] ahlakında bir cesur Nebi’nin ‘haksızlığın büyümüş boyutlarda yaşandığı’ fitne zamanlardaki tavsiyesi “Susun, oturun!” olamaz. Hatta kişisel bir tesbitimi söyleyeyim: Ben, böylesi zamanlarda paniği öğütleyen ve karmaşa dalgası oluşturmaya çalışandan anlarım haksızın kim olduğunu. Ortalığı sakinleştirmeye çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden, itidal isteyenler ise genelde haklı olanlardır. Eylemin üslûbu aynıyla fitnecinin tabiatından haber verir. Paniklemeyenler ve insanların paniklemesine engel olanlardır fitne-kıranlarımız. Panik ve endişe aşılayanlar değil.

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

[2] Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.

[3] Bu söz hadis diye genelde anlatılıyorsa da kelam-ı kibar diyenler de var. Buraya okurumun da kesinlik belirterek bakmamasını istirham ederim. Kaynak bulamadım.

Sözde Din Namına Çıkmış..

‘Kardeşim,

o parti mensupları bazen ders dinlemek için gelirler. Maksatları insan çalmaktır.

Dikkat edin, yakasına bakın, rozeti varsa medreseye almayın. Onlar işi dolandırmak için geliyorlar.

Ara sıra kendi mesleğinizin dışına çıkarak onlarla sohbet ederseniz size bir kelime söylerler, kafanız karışır.

Zaten o tahribat yeter. Sizde iz bırakır. Onun için kat’iyyen onları içeri almayın.’”

Zübeyr GÜNDÜZALP

www.NurNet.Org

İstikrarın Önemi Anlaşıldı!

Seçimden önceki yazımda vurguladığım “Doğru tercih ile vebalden kurtul”başlıklı iddialarım, bugün te’yid edilmiş oldu. İstikrara oy vermeyenler ise sebep oldukları bu çirkin ve tüm şer güçleri sevindiren tabloya bakarak, kara kara düşünsünler…

Öncelikle, “seçim neticeleri hayırlı olsun” diyelim.

Ancak bu tablo, hiç te hayırlı gözükmüyor. Çünkü seçmenin sehven tercihi olan bu tablo, çok net bir biçimde istikrara, doludizgin koşan hizmetlere ve kalkınmalara “DUR” demiştir. Güzel ülkemizin ve istikrarın bir nevi CELLADI olan koalisyonlara mecbur bırakmıştır. Bu tabloya sebep olanlar hiç sevinmesinler, çünkü kesinlikle vebal altındadırlar.

Öncelikle bu geçiş döneminde bile, borsa düştü, Döviz fırladı, faizler tırmanmaya başladı, enflasyon kontrolden çıkacak, sermaye ve baronlar kazanacak, yoksul iki kat daha yoksullaşacak ve diğer olumsuzluklar nüksetmeye başlayacaktır. Gümbür gümbür gelen tehlike, apaçık bir şekilde ortadadır.

Şöyle ki: TBMM 550 milletvekili ile çalışıyor. İktidarın herhangi bir konuda karar alabilmesi için, meclisin yarıdan çoğunun (yani 276 M.V.’nin) “KABUL” oyuna ihtiyaç vardır. Sağlıklı bir çoğunluk için ise 300 milletvekili şarttır. Bu seçim neticesinde ise seçmen iktidara, yani istikrara, sadece 258 milletvekili verdi. 258 Milletvekili ile ise asla istikrarlı bir hükümet kurulamaz. Koalisyon şarttır…

Seçmen bu iktidara 258 MV vererek, böyle çok büyük RİSK ve vebal altına girmiştir. Çünkü birinci ve en büyük parti, ya diğer 3 partiden birisiyle koalisyon kurmak zorunda kalacak ki, bu da icatlara çok KÖSTEK olacağı için, kesinlikle tercih edilmemelidir. Veya birbirine zıt olan diğer 3 parti, KOALİSYON kurarak iktidar olacaklardır. Bu daha yakın gözüken bir ihtimaldir.

İşte bu durumda esas sorunlar ayyuka çıkacaktır. Üç koalisyon ortakları, önemli bakanlıklar için mutlaka kavgalar verecek. Milli Eğitim, Savunma veya İç İşleri Bakanlığının HDP’ye verilmesine, MHP asla razı olmayacak. Şayet bir an için razı olduğunu düşününüz, atamalar başlayınca mutlaka çıngar çıkacak.

Her hangi bir bakanlık için PKK gölgeli ve eli kanlı bir partiye, milliyetçiler razı olmayacaklar. Diyanetten sorumlu Başbakan yardımcılığının, HDP’ye verildiğini bir düşününüz! Bu didişmeler ise dövizi, istikrarı, ekonomiyi ve gidişatı hep kötü etkileyecektir.

Bundan sonra olacaklardan, 3. Köprünün, 3. Hava alanının, kanal İstanbul’un, metroların, hızlı trenlerin, dev tüp geçitlerin, duble yolların, tünellerin ve devam etmekte olan DEV projelerin durmasından, iptalinden, aksamalarından, Yüce dinimize ve mukaddesatımıza gelen tüm olumsuzluklardan, istikrara oy VERMEYENLER sorumludur ve vebal altındadırlar…

Pensilvanya’nın talimatıyla HDP’ye oy verenler, “bu iktidara bir ders verelim” diye cahilce koşuşturan cüce partiler ve onlara tav olan saf Müslümanlar vebal altındadır. Sadece Öcalan’ın yeğenini meclise sokup, halkın vergileriyle besleme vebali size yeter! Kurban eti dağıtırken kafası taşla ezilerek öldürülen Yasin’in, Savcı Kiraz’ın, belediye otobüslerinde molotofla yakılan öğrencilerin, onlarca masum esnafın ve askerlerin katillerini meclise sokma vebali, sizlere yeter!…

Van depreminden sonra, dünyada görülmemiş bir sür’atle, sadece bir yıl içinde, tüm Vanlı depremzedeleri yeni evlerine kavuşturan iktidara, %80 RED OYU vererek NANKÖRLÜK ÖRNEĞİ göstermeleri, unutulacak bir vefasızlık değildir!… İstikra oy verenler, eğer bu konuda gayret de gösterdilerse MÜSTERİH olsunlar.

Size ne kadar zarar değerse, onları da aynı zararlar sarıp sarmalayacaktır. Üstelik de zerre kadar insafları var ise daha dünyada vicdan azabı çekecekler…

Kim bilir, belki de: “Asê, en tekrahu, şey’en” ayeti tecelli edecek. Yani, 2/216. Ayet;“Hoşlanmadığınız bir şey, sizin için daha hayırlı olabilir,” ayeti tecelli edecek. Bu tabloya sebep olanlar, bu gidişattan müthiş pişman olacakları için, bizler müsterih olurken, onlar kahrolacaklar. “Ellerim kırılsaydı da, istikradan taviz vermeseydim, bu acı tabloya sebep olmasaydım” diyecekler…

Nasihat ve onca uyarılarla uyanmayıp yanlış yapanlar, koalisyonun sebep olduğu felaketlerle akılları başlarına gelenler, ellerine geçecek ilk fırsatta, (erken seçimde)çok ciddi bir İSTİKRAR tablosu ve çok güçlü bir iktidar çıkaracaklardır… Kim bilir?… Bekleyip, musibetlerin ve kaosun şeklini ve tahribatını hep beraber göreceğiz…

Çok net olan şu: Dinden, imandan, mukaddesattan, gerçek vatan sevgisinden nasibi olmayanlar ve tüm şer güçler elbette çok sevinecekler.

Kalbinde bir nebze iman ve vatan sevgisi olup aldananlar, acıları ve kazanımların kaybedildiğini gördükçe, bu gidişattan ve vicdan azabından kahrolacaklar.

İstikrara oy verenler ise gerçekten her yönden masum ve MÜSTERİHTİRLER…

A. Raif Öztürk