Etiket arşivi: tefsir

Kur’ân Okumanın Yöntemi

“And olsun, Biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık. Fakat hani ibret alacak olan?”
(Kamer Sûresi, 54:17)

Kur’ân’ın indiriliş amacını açıklayan ve bizim ona yaklaşma açımızı belirleyen âyetlerden birisi de bu âyettir. Kamer Sûresi boyunca dört defa bir nakarat gibi tekrarlanarak vurgulanan bu âyet, üç anahtar kavram ile Kur’ân’ın önemine dikkat çekmekte ve bizi ona kulak vermeye çağırmaktadır.

Bu kavramlardan biri “kolaylaştırma”dır. Ancak bu işlem sayesindedir ki biz Kur’ân’ı dinleyebiliyor, okuyabiliyor, anlayabiliyor, ezberleyebiliyoruz. Zira Kur’ân okumak demek, Âlemlerin Rabbine muhatap olmak demektir. Bu hitabın bir tarafında yer ve gökleri yoktan yaratan, maddeden ve hür türlü kayıttan münezzeh, hiçbir benzeri olmayan bir aşkın varlık, diğer tarafında ise Onun tarafından yaratılan ve bu âlemde ancak sınırlı şeyleri görüp işitebilen, duyularının erişemediği yere aklı ermeyen fâni ve âciz bir varlık vardır. Böyle bir hitabın muhatap tarafından anlaşılabilmesi için tek yol, onu muhatabın algılama seviyesine indirecek bir şekilde kolaylaştırmaktır.

Bu, bizim Güneşi inceleyişimize de benzetilebilir. Biz, en yakınımızdaki bu yıldızı doğrudan doğruya teleskoplarla incelemek bir yana dursun, çıplak gözle bile ona bakamayız; zira onda beliren tecellînin şiddeti, bizim görme sınırlarımızın çok üzerindedir. Bu durumda biz Güneşin teleskoplarımıza akseden görüntüsünü bir perde üzerine yansıtır ve böylece, şiddeti bir hayli azaltılmış olan bu görüntüyü inceleme imkânına kavuşuruz. Yer ve Gökler Rabbinin yarattığı sayısız yıldızlardan bir tanesinin ışığına doğrudan muhatap olamayan insan, Onun bizzat kendi hitabına muhatap olmak için, hiç kuşkusuz, bundan çok daha ileri seviyede bir “kolaylaştırma” işlemine muhtaçtır. İşte, Yüce Yaratan, bir yandan insana “beyanı” öğreterek onu Kur’ân’a muhatap olabilecek bir yetenekte yaratırken, diğer yandan da Kur’ân’ı insanın anlayabileceği bir şekilde kolaylaştırmıştır.

İkinci olarak, bu kolaylaştırma işleminin amacı, Kur’ân’da “zikir” kelimesiyle ifade edilmiştir. Hayli kapsamlı bir kelime olan “zikir” sözcüğünün başlıca anlamları arasında “hatırlama, ezberleme, düşünme, öğüt alma” gibi anlamlar vardır ki, âyetin gelişinden, tüm bu anlamların birden kastedildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de, Kur’ân, bu özelliğiyle taklidi imkânsız bir mucize olarak yüzyıllardır âleme meydan okuyagelmiş ve her çağda, her toplumda, her kesimden insanlar tarafından okunmuş, ezberlenmiş; kölelerden hükümdarlara, çocuklardan en seçkin bilgelere kadar herkes her zaman ondan dersini almıştır. Bu ise, Âlemlerin Rabbi tarafından insana bahşedilmiş pek büyük bir lütuf ve şereftir ki, “zikir” kelimesinin içerdiği bir başka anlam olan “şeref” anlamında buna da bir işaret vardır.

Üçüncü olarak, Kur’ân bu beyanını bir çağrı ile noktalıyor:

“Hani ibret alan?”

Bu çağrıdaki “ibret” kelimesi ise, Kur’ân’a bakış açımızı son derece net bir şekilde belirliyor. Önündeki mushafın sayfalarını açan insan, eğer bu kitabın ona kim tarafından gönderildiğini ciddiyetle düşünecek olursa, kendisine düşen tavrın bir ibretten başka birşey olamayacağını pek çabuk kavrayacaktır.

Bu tespit, “Meal veya tefsir okumalı mıyız?” şeklindeki sorulara da açıklık getiriyor. İnsanları bu konuda çekingenliğe iten şey, yanlış anlamlar ve hükümler çıkararak dinine zarar verme endişesidir. Oysa ahkâm çıkarmak çok özel bir iştir ve bunun için gerekli bir altyapıya ihtiyaç gösterir. İbret almak için gerekli olan şey ise, gören bir göz ile hakka yönelmiş bir gönülden ibarettir. Buna sahip olan bir kimse, Yer ve Gökler Rabbinin huzurunda olmanın bilinci ve edebi içinde Kur’ân’a kulağını verecek olursa, onda hayatına hayat katacak nice öğütler ve ibretler bulur.

Lâkin bu noktada insanı bekleyen tehlikeler de yabana atılacak gibi değildir. Zamanımızın hakim değerleri, özellikle dünya hayatının her konuda en önemli referans olarak alınması, Kur’ân’dan alınacak ibretlerin önünde çok büyük bir engel teşkil etmekte, hattâ Kur’ân’ın derslerini amacından saptırma istidadı taşımaktadır. Ancak bu konuda da Kur’ân’ın uyarıları mevcuttur; bu uyarılara kulak veren insan, her zaman Kur’ân’dan doğru bir şekilde dersini alabilir ve bu derslerde kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak bir yol bulabilir:

“Kur’ân’ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”[1]

“Kur’ân okunduğu zaman susup dinleyin ki rahmete erişesiniz.”[2]

Ümit Şimşek

Risale-i Nur neden tefsire benzetilmiyor?

Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Yasin sûresi, 69)

Usûl farklı birşeydir. Kalıp farklı birşeydir. Usûl birşeye vasıl olmak için takip edilmesi zaruri olan yoldur. Kalıp o yolun güzergâhından bağımsız olarak atılan adımların türüdür. Sözgelimi: Pastayı tatlı yapmak usûldendir. Tatlı olmazsa pasta da olmaz. Fakat o pastaya katacağınız diğer şeyler veya katma şekilleriniz veya katma oranlarınız vs. bunlar kalıplara girer. Lakin iş orada kalmaz. Altbaşlıklar içinde farklı usûl şartlarıyla da bağlanırsınız. Mesela: Portakallı pastayı ‘portakal tadı’ katmadan yapamazsınız. Ancak ona portakalın bizzat kendisini mi, aromasını mı, yoksa başka bir şeklini mi dahil edeceğiniz size bağlıdır.

Doğrusu bu: Sağlıklı bir üretim için usûllere muhtacız. Pasta diye pilav satmakla hiçbir aşçı âbâd olmaz. Hatta yalancı olur. Fakat bazı şeyleri çok fazla kalıba boğduğumuzu düşünüyorum. Bizi hareketsiz bırakacak şekilde… Risale-i Nur’un, müellifinin defalarca yazdıklarının tefsir olduğunu ifade etmesine rağmen, aksi iddialara maruz kalması biraz da bundandır. Usûllere değil kalıplara uymuyor oluşundandır. Oysaki bakınız Sözler isimli eserinde bu konuda neler söylemektedir:

“Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san’atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Görüldüğü gibi: Bediüzzaman, Kur’an’ın ayet düzenini iki boyutlu olarak düşünmemekte, boyut sayısını, tıpkı uzayda olduğu gibi üçe çıkarmaktadır. Bediüzzaman’ın bu üç boyutlu tefsiri algısında, Muhakemat isimli eserde de dikkat çektiği gibi, nazm-ı maanî nazm-ı lafzîden önceliklidir. Ve nazm-ı maanî, diğer iki boyutun üzerine bir boyut daha ekler. (Üçüncü boyuttan kastımız budur.) Bu nedenle Bediüzzaman her eserinde birçok ayete atıf yapar. Uzaydaki yıldızlar gibi dizilmiş ayetler (hatta hadisler) arasında seyran eder. Çünkü ona göre onların her birisinin birbirlerine bakar yüzleri ve ilgileri vardır. “Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Hem sadece bu da değil. Kevnî ayetler olarak ifade edebileceğimiz Kitab-ı Kebir-i Kainat’ın ayetleri, yine onun bir parçası olarak kendi Fıtrat Kitabı’mızda yeralan ayetler, bir başka büyük kitap olarak Nübüvvet Kitabı (özelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisi)… bunlar da aynı Allah’ın yarattığı ayetler olarak o birbirine bakan yüzlerden müstefiddirler.

Matematikte uzay, sonsuz sayıda noktanın bulunduğu, bu nedenle sonsuz sayıda doğrunun çizilebileceği bir alandır. Biz bu uzay kavramını Kur’an düzeyinde düşünürsek, ayetler bizim yıldızlarımız olur ki onların da arasında sonsuz sayıda bağıntı/ilgi kurulabilir. Çünkü boyut sayısı üçe çıkmıştır ve bu düzeyde mana, yani müellifin ifadesiyle nazm-ı maanî, bize ayetlerin sıralamasında daha rahat olabilme imkânı sağlar.

Örneğin: İhtiyarlar Risalesi’nde izah edilen ayetlere baktığımızda Meryem Sûresi 1-4, Bakara Sûresi 117, Yâsin Sûresi 82, Âl-i İmrân Sûresi 185, Müzzemmil Sûresi 17, Âl-i İmrân Sûresi 173, İsrâ Sûresi 23-24 ila ahir… gibi bir dizilimle metnin içinde geldiklerini görürüz. Yani bir sûre veya bir ayetler öbeği işlenmez İhtiyarlar Risalesi’nde. Karmaşık gibi görünen bir nazm-ı maanî içinde olur bütün anlatım. Bunlar adeta Kur’an semasındaki yıldızlar arasında fikir hızında yapılan yolculuklardır ve anlam itibariyle kurulan bağıntılardır.

Risale-i Nur’un bazılarınca tefsir olma açısından eleştirilmesinin bir nedeni de budur. Usûlce değil (Ehl-i Sünnet’in tefsir usûlüne bağlı kalınmadan hakikat bulunmaz) ama kalıpça hür yapısıdır. Ben, hassaten İhtiyarlar Risalesi’ni okurken, ayetlerin nasıl kanaviçe gibi bir eseri dokuduğuna şahit olurum. Herhalde her hakperest okuru da, bu hale şahit olur, hak verir. Bu arada şunu da belirtelim: Risalelerde, açıkça geçen ayetlerin yanısıra, mana itibariyle yine ayetlerden/hadislerden mülhem (veya onlara işaret eden) cümleler de yer almaktadır ki, onları tesbit etmek de ayrı bir dikkat işidir. Bazı külliyat çalışmaları böyle bir inceliği de gözetmişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. En nihayet mürşidimin dediği gibi derim:

Zaman ihtiyarlar ama Kur’an gençleşir.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz Eseri Tahrif mi Edildi?

Diyanet İşleri Başkanlığının Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin İşaratü’l-İ’caz adlı eserini basmasının ardından sosyal medya ortamında çıkan bazı çatlak sesler üzerine Yazar Ümit Şimşek kişisel web sitesinden şöyle bir açıklama yaptı.Bir müddettir sosyal medyada Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tahrif edildiğine dair bazı iddialar ısrarla ileri sürülüyor. İddiaların ve müddeilerin ciddiyet seviyesi itibarıyla değil, fakat meselenin aslını bilmeyenler üzerinde yoğun bir karalama kampanyasının iz bırakması ihtimaline binaen, bazı hususları açıklamak bir zaruret haline gelmiş bulunuyor.

İddialar, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan İşaratü’l-İ’caz adlı esere önsöz yazıldığı, dipnotları ilave edildiği ve eserin bu şekilde “tahrife uğradığı” yönündedir. Bu arada, bir müddet önce “münafıklar bahsinin eserden çıkarıldığı” yolunda iddialar ortaya atılıp itham vesilesi yapılmışken, şimdi ise bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkınca aksi yönde ithamlar ileri sürülmekte, yani Diyanet İşleri Başkanlığı “münafıklar bahsini hem yayınlamak, hem de yayınlamamakla” suçlanmaktadır.

Bu garipliklerin yanında bir de üslup ve edep meselesi var ki, ona da ayrıca temas edilecektir.

Önce, meselenin mahiyeti üzerindeki bilgilerimizi tazelememiz gerekiyor.

İşaratü’l-İ’caz’ın neşri

Hatırlanacağı gibi, bandrol konusu gündeme gelmeden çok önce, Diyanet İşleri Başkanlığı, büyük bir İslam alimi olarak Bediüzzaman Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz adlı tefsirini yayınlamayı, önemli bir proje kapsamında gündemine almış ve hayata geçirmişti. Eserin başında “Diyanet İşleri Başkanlığı” imzasıyla yer alan Takdimde bu husus şöyle açıklanmaktadır:

“Başkanlığımız, Kur’an-ı Kerim’in tüm zamanlara hitap eden mesajını alabildiğince geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla Yüce Kur’an’ın Hz. Peygamber’e (sas) vahyedilmeye başlamasının 1400. yılı olan 2010 yılını ‘Kur’an Yılı’ ilan etmiş, bu çerçevede eser neşri, ilmi toplantılar düzenlenmesi, ücretsiz Mushaf dağıtımı, Mushaf-ı Şerif’in hattatlara yazdırılması, Kur’an ziyafeti programları düzenlenmesi gibi pek çok faaliyeti gerçekleştirmiştir.
Yine bu minvalde ‘Kur’an Kitaplığı’ projesini hayata geçirmiş ve Kur’an ile ilgili İbn-i Sina’nın İhlas Suresi Tefsiri, İmam Gazzali’nin Mişkatü’l-Envar’ı, Elmalılı Hamdi Yazır’ın İhlas Suresi Tefsiri, Ahmet Hamdi Akseki’nin Ve’l-Asr Suresi Tefsiri gibi Kur’an’la ilgili bazı eserleri ilim ve gönül dünyamızın istifadesine sunmayı planlamıştır. Bediüzzaman Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz adlı eserini de adı geçen proje kapsamında yayınlamayı uygun bulmuştur.”

Diyanet İşleri Başkanlığı, eseri neşrederken, muhtelif baskılarda yer alan farklılıkları göz önüne almış ve, Başkanlığın kendi ifadesiyle, “tahkik ilmi adı verilen ilmin metodlarını uygulayarak, müellif tarafından kabul edilen metnin belirlenmesi” için uzun ve kapsamlı bir çalışma gerçekleştirmiştir. Bu çalışmada hangi nüshaların karşılaştırıldığı, hangi farklılıklara rastlandığı gibi hususlar hakkında da “İşaratü’l-İ’caz’ın Yayına Hazırlanışı” ve “Eserin Tahkiki” başlıklı açıklayıcı bölümlerde bilgi verilmiş, eser boyunca da bu tür nüsha farklılıklarına işaret edilmiştir.

Bundan başka, İşaratü’l-İ’caz’da mücmel olarak geçen, ancak daha sonra telif edilmiş bulunan Risale-i Nur’da geniş şekilde açıklanan hususlar da dipnotlarıyla belirtilmiş; böylece, “Risale-i Nur’un Risale-i Nur ile izahı” ilkesine uyulmak suretiyle okuyucu doğrudan doğruya Risale-i Nur’a yönlendirilmiştir.

Bu işlemler, bütün safahatıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin neşriyat hizmetlerinde bizzat istihdam ettiği ve mutlak vekil olarak tayin ettiği talebelerinin bilgisi ve muvafakati altında cereyan etmiştir.

“Bandrol” konusu

İşaratü’l-İ’caz’ın neşri ile ilgili çalışmaların başlamasından epey zaman sonra, Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri tarafından hükumete yapılan müracaat üzerine, bir süredir paralel örgüt tarafından “sadeleştirme” adı altında yürütülen ve bir türlü engel olunamayan tahrifat faaliyetine ve ileride çıkabilecek daha başka türden tahrifat teşebbüslerine karşı, T. C. devletinin Risale-i Nur’u koruma altına alması kararlaştırılmış ve bu hususta gerekli yasal düzenlemeler yapılmıştır.

Bu düzenlemelere göre, devlet, Risale-i Nur Külliyatının aslına uygun şekilde yayınlanmasını sağlama görevini üstlenmekte, sadeleştirme de dahil olmak üzere her türlü tahrif faaliyetine karşı hapis cezası getirmekte, Diyanet İşleri Başkanlığını bu konuda yetkili ve sorumlu kılmakta, hatta günün birinde Risale-i Nur’u aslına uygun şekilde yayınlayan kimse kalmayacak olsa dahi bu eserleri mutlaka yayınlamakla Başkanlığı sorumlu tutmaktadır.

Bu gelişme Risale-i Nur talebeleri tarafından büyük bir sevinçle karşılaşırken, tahrif teşebbüslerinin failleri başta olmak üzere, bugüne kadar korsan Risale basarak rant sağlamaya alışmış olanlar, çıkarları gereği muhalif oldukları iktidarın herşeyine karşı çıkmayı hizmet esası olarak benimsemiş bulunanlar gibi muhtelif gruplar için bu durum bir hezimet ve hüsran manasına geldiği için, bunlar da yoğun bir karalama kampanyası ile hadiseyi “yasaklama,” “devlet tekeline alma” gibi etiketler altında gösterme çabasına düşmüşlerdir.

İşaratü’l-İ’caz’da tahrif iddiası

Koparılan bütün fırtınalara rağmen Risale-i Nur’un sahih bir şekilde neşri yolunda devletçe alınan tedbirlerin kararlı bir şekilde uygulanması, muhalefet cephesini daha başka karalama bahaneleri aramaya sevk etmiştir. Muhalefet cephesi şu anda hedef olarak kendisine Diyanet İşleri Başkanlığını seçmiş bulunmakta ve Başkanlığın İşaratü’l-İ’caz’ı tahrif ettiğini iddia etmekte, bunu da dünyanın en önemli meselesi olarak sunmaktadır. Tahrifin unsurları ise, bu cephenin iddialarına göre, “esere önsöz yazılması, dipnotu ilavesi, Arapçası ile Türkçesinin beraberce basılması” gibi hususlardır.

Hadisenin başlangıçtan bugüne kadarki seyrini anahatlarıyla bu şekilde özetledikten sonra, şimdi tesbitlerimize geçebiliriz:

***

1. Risale-i Nur hizmeti ile Risale-i Nur neşriyatı aynı şey değildir. İsteyen herkes Risale-i Nur ile hizmet edebilir; fakat her isteyen Risale-i Nur’u neşredemez, Risale-i Nur’un neşri hakkında hüküm veremez. Risale-i Nur’un neşri, onun hizmet alanlarından bir tanesidir ve tamamen Müellifi ile onun yetkilendirdiği kimselerin salahiyet alanına giren bir husustur. Bu durumu “Risale-i Nur bir daire değil, mütedahil daireler gibi tabakatı var.Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatı var” şeklindeki ifadesiyle belirten Bediüzzaman, neşir hizmetlerinde bütün talebelerini değil, muayyen talebelerini istihdam etmek ve onlardan bazılarını da mutlak vekil olarak tayin etmek suretiyle, kendisinden sonra Risale-i Nur’un neşriyatında kimlerin yetki sahibi olacağını açıkça tesbit etmiş ve duyurmuştur.

Gerek İşaratü’l-İ’caz’ın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanması, gerekse Risale-i Nur neşriyatının devlet koruması altına alınması hususları, Risale-i Nur Müellifinin zaten hayatta iken önemle takip ettiği bir gaye olduğu gibi, bütün safhalarıyla, Üstad’ın vekil tayin ettiği kimselerin bilgisi ve muvafakati altında cereyan etmiştir. Üçüncü şahısların bu konuda kendilerinde bir hak vehmederek çeşitli itham ve iddialarda bulunmalarının hiçbir dayanağı yoktur.

2. Risale-i Nur Müellifi tarafından yetkilendirilmiş olan zatların, kendilerine verilmiş olan bu yetkiye dayanarak, neşrettikleri Risalelere zaman zaman açıklayıcı bilgiler ekledikleri, öteden beri herkes tarafından bilinmektedir ki, her üç Lahika kitabının başında bulunan “Takdim” bunlar arasındadır.Durum böyleyken, yine Risale-i Nur naşirlerinin gözetimi altında cereyan eden bir neşriyatta, T. C. Diyanet İşleri Başkanlığının hem eseri ve müellifini öven, hem de eser hakkında açıklayıcı bilgi vererek okuyucuyu doğrudan Risale-i Nur’a yönlendiren açıklamalar yapmasını alkışlamak boynumuzun borcu iken, “Tahriftir, caiz değildir, hıyanettir” gibi akıl almaz ithamlara bahane yapmanın ne mantık, ne de edep yönünden savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur. “Risale-i Nur’u Kur’an’dan üstün tutuyorlar” iddiasını zaman zaman ısıtarak ortaya sürenler bu tepkileri kendi iddialarına delil olarak gösterseler ne cevap verirsiniz?

3. Genel manada hak ve hürriyetler konusunda olduğu gibi, özel olarak da Risale-i Nur’un serbestiyetinde bugün gelinen merhale, Alemlerin Rabbine sayısız hamd ü senalarla şükranlarımızı sunmayı gerektirecek bir seviyededir. Dün bir kısım komiteler devletin imkanlarını kullanmak suretiyle Risale-i Nur’u ve talebelerini susturmaya çalışırken, bugün, başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Kültür Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, devlet bütün kurumlarıyla Risale-i Nur’u himayesine almıştır ve ona hizmet etmektedir.“Sadeleştirme” adı altında yürütülen bir tahrifat hareketi karşısında bütün Risale-i Nur talebeleri maddeten çaresiz kalmış durumda iken, bu harekete devlet kararlı bir şekilde son vermiş ve, bu uğurda birçok saldırıyı da, kendisini Nur talebesi olarak gören nicelerinin hayal bile edemeyeceği bir kararlılıkla göğüslemiştir.

4. Devletin Risale-i Nur’a sahip çıkması, elbette bazılarını korkutur; fakat Risale-i Nur talebeleri bunların arasında değildir. Çünkü Bediüzzaman, Risale-i Nur’un devlet tarafından neşredilmesini isterken ve “Nurları himaye etmek Diyanet dairesinin hakiki bir vazifesidir” derken, bu hususta hiçbir endişe izhar etmemiş, mektuplarında ve sohbetlerinde de hiçbir talebesine bu konuda bir uyarıda bulunmamıştır. Eser sahibinin en küçük bir endişe taşımadığı bir hususta başkaları ondan daha ileri seviyede hamiyet sergilemeye kalkıyorlarsa, bunun ardında daha başka niyetlerin varlığından şüphelenmek için yeteri kadar sebep mevcut demektir.

5. Esasen Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un ve Nur talebelerinin devletle bir problemi yoktur. Rejim ve devlet aynı manaya gelmediği gibi, muvakkat bir rejime karşı olmak da devlete karşı olmak aynı manaya gelmez. Bediüzzaman’ın hiçbir eserinde devleti suçlayan veya dışlayan bir ifadesi yoktur. Onun için, bugün Risale-i Nur’un devlet tarafından himaye edilmesini “Kemalist devletin tekeline girmek” gibi Risale-i Nur’un lügatine yabancı sloganlarla karalamak, Risale-i Nur’a sadakat ve muhabbetten doğan bir tepki olarak değil, bilakis Risale-i Nur’a başka tahripçi cereyanların mefhum ve telakkilerini aşılama teşebbüsü olarak değerlendirilmelidir.

6. Vaktiyle hiçbir yetkisi olmadığı halde, “İç Hizmet Kanununun filan maddesine göre” durumdan vazife çıkaranlar gibi, bugün Risale-i Nur’u devlete ve Risale-i Nur’a karşı koruma ve kollama görevini üstlenen “kahramanlara” sorulacak sorular vardır:

Dün Risale-i Nur gerçekten tehlike karşısındayken, mesela Risaleler, özellikle lahikalar ayıklanarak ve uygunsuz açıklamalarla hedefinden saptırılarak neşredilirken veya Risale-i Nur’un üzerinden İslama aykırı kavramlar pazarlanırken niçin bu kahramanlığı göstermediniz? En sonunda iş gelip de “sadeleştirme” meselesine dayandığı zaman, bir kısmınız nihayet biraz ayılır gibi olduysa da, buna ağız dolusu küfürlerle sövüp saymaktan başka nasıl bir tepki gösterdiniz? Yoksa içinizdeki kahramanlık geni, uyanmak için muhalefetin hiçbir risk taşımadığı özgür ortamları mı bekliyordu?

7. İşaratü’l-İ’caz bahanesiyle Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Diyanet İşleri Başkanlığına karşı savaş açanların birçoğu, aslında, eskiden beri içlerinde biriktirdikleri bir kini dışa vuruyorlar. Aşırı sadakatten muztarip görünen bu kahramanlarımızdan bir kısmı, sadece Diyanet İşleri Başkanlığının değil, Üstadın kendi eserinde yaptığı tasarruflara karşı da öteden beri muhalefet yürütmekteydiler. Her ne kadar bugün için Üstadı hıyanetle suçlamaya dilleri varmıyorsa da, faraza şimdi Üstad tecessüm edip de “Bu tasarrufları ben yaptım” diyecek olsa, dillerinin altındaki baklayı çıkaracaklarından şüphe edilmemelidir.

Bunun gibi, muhalefet cephesini teşkil eden bölük pörçük gruplardan her birinin diğerinden farklı ve birbiriyle çelişen davaları vardır. Bunlardan kimi “sadeleştirme”ye güya karşı görünürken, kimi bizzat bu suikastin faili durumundadır; kimi sadece sadakat ve hamakat mefhumlarını birbirinden ayırt edemediği için bu kervana katılmış giderken, kimi de siyasi kinlerini tatmin etmek veya birtakım nifak cephelerine bağlılıklarını ispat etmek için çığırtkanlık yapmaktadır. Onun için, bu konuda ortaya atılan iddiaların arkasında, yaygaranın şiddetiyle orantılı bir ciddiyet aramak manasızdır.

8. Bu konuda gösterilen tepkiler sadece muhakeme-i akliyede cihetiyle değil, edep ve haya yönünden de aşikar bir eksikliği yansıtmaktadır. İddiaların esasına inmeye bile gerek kalmadan, sadece bu iddiaların nasıl bir üslupla dile getirildiğine bakan bir kimse, bunlardan hiçbirinin Risale-i Nur davasıyla bir ilgisinin bulunmadığına dair yemin edecek olsa, herhalde başı ağrımayacaktır.Bediüzzaman’ın talebeleri ve devlet erkanı başta olmak üzere hedef aldıkları herkese, yaşına ve mevkiine bakmaksızın asker arkadaşı gibi ismiyle hitap etmeyi, bununla da kalmayıp isminin yanına hakaretamiz sıfatlar eklemeyi, söze argo ifadelerle başlayıp hırsını alamayınca düpedüz küfürleri peş peşe sıralamayı, bu kardeşlerimiz herhalde Risalelerde ve gittikleri Nur derslerinde öğrenmiş olamazlar.

Başka kaynaklardan aldıkları edepsizlik dersleriyle kahramanlık taslayacak olanlara ise Risale-i Nur’un ihtiyacı yoktur. Nur talebeleri, böylelerinin düşmanlığını dostluğuna tercih ederler. Çünkü böyle edep fukaralarıyla aynı resim karesinde yer almak ve onların hayadan nasipsiz dilleriyle savunulan bir davayı savunur görünmek, gerçekten, Risale-i Nur talebeleri için düşünülebilecek en büyük musibetlerden biridir.

Kimbilir, belki de Kader, Risale-i Nur talebelerini böyle imalat hatalarından ayırt etmek için bir vesile olarak bu hadiseyi başımıza sarmıştır!

yazarumitsimsek.com

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kimdir? (1878-1942)

(1878-1942) Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir din âlimlerinden.

Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğreniminin yanı sıra hafızlığını Elmalı’­da tamamlayan Muhammed Hamdi, tah­siline devam etmek üzere dayısı Mus­tafa Efendi ile birlikte İstanbul’a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi’ne yerleşti (1895). Beyazıt Camii’ndeki derslerine devam ettiği Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den icazet aldı. Bundan sonra ho­cası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazıla­rında da bu imzayı kullandı. Soyadı ka­nunu çıkınca babasının köyünün ismini (Yazır) soyadı olarak aldıysa da daha çok doğum yerine nisbetle Elmalılı diye meş­hur oldu.

Bir ta­raftan kendi gayretiyle edebiyat, fel­sefe ve mûsiki öğrendi. Ülkeyi çağdaş ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırma­ya vesile olabileceği ümidiyle meşruti­yet idaresini hararetle savunmaya baş­ladı ve bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin ilmiye şubesine üye oldu. Avrupaî tarzda bir meşrutiyet ye­rine şeriata uygun bir meşrutiyet mo­deli geliştirmek için çalışmalar yaptı.

II. Meşrutiyetin ilk meclisine Antalya mebusu olarak gir­di. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rızâ göstermeyen fetva emini Nuri Efendi’yi ikna edip fetva müsveddesini yazmak suretiyle bu konuda etkili bir rol oynadı.

1918’de şeyhülislâmlık bünyesinde kurulan Dârü’l hikmeti’l İslâmiyye âzalığına, bir müddet sonra da bu müessesenin reis­liğine tayin edildi. Israrlı teklifler üzeri­ne Damad Ferid Paşa’nın birinci ve ikin­ci hükümetlerinde Evkaf nâzırı olarak görev yaptı. Bu görevde iken ikinci rüt­beden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi.

15 Eylül 1919’da ilmî rütbesi Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Cumhuriyet’in ilânı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar lağvedilince açıkta kal­dı. Millî Mücadele sırasında İstanbul hükümetlerinde görev yaptığı için İstiklâl Mahkemesi’nce gıyabında idama mah­kûm edilmesi üzerine Fatih’teki evinden alınarak Ankara’ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonunda muh­temelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olması sebebiyle suçsuz bulunarak serbest bırakılınca İstanbul’a döndü. Bundan sonra camiye gitme dışında evin­den hiç çıkmadı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türkçe bir tefsir hazırlatılması kararı alınınca Diyanet İşleri Reisliği bu işi kendisine teklif etti. Elmalılı teklifi ka­bul ederek tefsiri yazmaya başladı; Hak Dini Kur’an Dili adını verdiği eserini vefatından önce bitirmeye muvaffak oldu. 27 Mayıs 1942’de, uzun müddet müp­telâ olduğu kalp yetmezliğinden Eren­köy’de damadının evinde vefat etti ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.

Çağdaşları arasında benzerine az rast­lanan geniş kültürlü mütefekkir bir din âlimi olan Elmalılı Muhammed Hamdi aynı zamanda sanatçı bir kişiliğe sahip­ti. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yaz­masına rağmen edebî yönüyle pek ta­nınmamıştır. Eserlerinde kullandığı dil üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıl­dığına göre Elmalılı yazılarında genellik­le sade Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelime­leri de ihmal etmemiştir. İlmî ve dinî ko­nulara ilişkin yazılarında ise oldukça ağır ve ağdalı bir üslûp kullanmış, yer yer se­çili cümleler kurmuş, mantık örgüsü sağ­lam uzun cümleler kullanmakta başarılı olmuştur.

İlmî Şahsiyeti

Elmalılı, İslâm ümmeti­nin içtimaî vicdanını kaybetmesinin bü­yük felâketlere sebep olacağını, müslümanları Avrupalılaştırmanın bir hata ol­duğunu ve kurtuluşun Avrupa’yı içimiz­de eritip kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini yazılarında ısrar­la belirtmiştir. Ona göre Batı’nın değer­lerinden değil ilminden faydalanmak ge­rekir. Çünkü insanlar ancak İslâmî esas­lara bağlı kalmakla mutlu olabilirler. Esa­sen insanlık kendi türünü devam etti­rebilmek için bir gün mutlaka İslâmiyet’i benimsemeye mecbur kalacak ve gele­cekte İslâm dini daha iyi anlaşılıp uygu­lanacaktır.

Muhammed Hamdi, İslâmî ilimlerdeki derin vukufunun yanı sıra fel­sefî düşünce ve pozitif ilimler alanında da sağlam bir anlayışa sahipti. Nitekim dinî endişelerle pozitif ilimlerin önüne engel konulmaması gerektiğini kuvvetle savunmuştur. Dini, kendi arzularıyla iyilik yapacak ve kemale erecek insanlar yetiştiren bir eği­tim müessesesi veya insanları kendi is­tekleriyle tabiatta gözlenen zorunluluk ve baskıların üstüne yükseltecek olan bir hürriyet yolu olarak görür.

Elmalılı’ya asıl ününü kazandıran ese­ri Hak Dini Kur’an Dili adlı meşhur tef­siridir. Ona göre Kur’ân-ı Kerîm hiçbir dile hakkıyla tercüme edilemez. İhtiva ettiği mânaları keşfetmek çok zor olmak­la birlikte Kur’an’ı tefsir edebilmek için kelimelerin gerçek anlamını belirlemek, lafız ve mâna bakımından ilişkili olan ke­limeler arasında bağlantı kurmak, lafız­ların yer aldığı metnin genel kompozis­yonunu dikkate almak ve neticede kas­tedilen asıl mâna ile tâli mânaları ayırt etmek gerekir.

Üç dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Muhammed Hamdi, Batılı bazı ya­zarların mantık ve felsefe kitaplarını ter­cüme etmek, pozitivizm, materyalizm ve tekâmül nazariyesi başta olmak üzere çeşitli felsefî sistemleri eleştirmek su­retiyle felsefede de söz sahibi bir âlim olduğunu göstermiştir. Bilgiler arasın­daki ilişkileri düzenleyerek mutlak sen­teze varmayı önemli gören Elmalılı, di­ğer mütefekkir ve âlimlerden bağımsız olarak düşünebilmesi ve onları yer yer eleştirerek farklı görüşler ortaya koyma­sı açısından müslümanların tefekkür ha­yatının canlanmasına katkıda bulunmuş­tur.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Risale-i Nur İçin 15 Vazife Arama Konferansı Düzenleniyor

Risale-i Nur, milletimizin manevi ve kültürel mirası arasında yer alan klasik bir şaheserdir. Asrımızın imansızlık hastalığının devasıdır ve Kur’an’ın öz malıdır. Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi ilham-ı ilahî ve sünuhat-ı kalbîdir. Yani kesbî ilimden ziyade vehbî ilme dayanmaktadır.

Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’da anlattığı âlî hakikatlerin büyük bir kısmını veya tamamını herkesin bir anda anlayıp kavraması mümkün değildir. Bu nedenle, Kur’an gibi okuyucularına usanç vermeyen Risale-i Nur metinlerindeki kudsî kelimelerin feyzini uçurmadan,  sünuhat-ı Kur’aniye’nin hüsün ve cemaline zarar vermeden, selaset ve akıcılığını bozmadan, beyinlerin cevelan sahasını daraltmadan, tefekkürü kısırlaştırmadan ve mana tabakalarının hayatiyetini kurutmadan, her seviyeden insana veya yaş gruplarına anlatılması ve anlaşılır kılınması gereği hissedilmektedir. Bu ihtiyaca binaen sadeleştirme yapılması, İslami şeair hükmündeki kelime ve kavramların derinliğini ve genişliğini ifade etmekten aciz dar kalıplı kelimelere indirgeme anlamını taşımaktadır.

Bediüzzaman, 29. Mektub’un Altıncı Kısmı’nda, Beşinci Desise-i Şeytaniye’de; “Bu dürûs-u Kur’aniye’nin dairesi içinde olanlar, allame ve müctehid bile olsalar, vazifeleri, ulum-u imaniye cihetinde yalnız yazılan şu sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.” (e-risale.com, s. 605) demektedir.

Ayrıca Barla Lahikası 285. Mektup’ta; “Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım. Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân Kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz Makamı’nı tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (e-risale.com, s. 527) demesi, Nur Talebelerini 15 vazife ile yükümlü kıldığını göstermektedir.

Görüldüğü üzere, bu vazifeler arasında sadeleştirme geçmemektedir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, metnin orijinalliğine dokunulmadan;

 1-ŞERH
2-İZAH
3-TEKMİL
4-TAHŞİYE
5-NEŞİR
6-TALİM
7-TELİF
8-TANZİM
9-TERTİP
10-TEFSİR
11-TASHİH
12-BEYAN
13-İSPAT
14-CEM
15-TAFSİL 
yapılacaktır. Bunu da; “Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî”yapacaktır. 
Muhterem Hocam, 
Mektupta geçen ve bizden istenen 15 vazifenin akademik bir zeminde kavram olarak ifade edilmesi, çalışma perspektifleri ile prensiplerinin belirlenmesi ve birbirleri ile ilintili ve mütemmim bu kavramların sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği ve bu kavramların hangi ilmî disiplinlerle ilişkilendirilmesi gerektiği hususlarına cevap aramak üzere aşağıda belirlenen sorular çerçevesinde bir arama konferansı düzenlemiş bulunuyoruz.
 
Sorular: 
1-Her bir alanda çalışma kriterleri ve metotları ne olmalıdır?
2-Her bir alanda çalışmaları yürütecek kadrolarda aranacak yeterlilik kriterleri ne olmalıdır?
3-Hangi çalışma alanları birbiriyle ilişkili ve birinci derecede yakın görülmektedir? Bunların ortak disiplini nasıl sağlanmalıdır?
4-Risale-i Nur’da geçen benzer ifade, kavram veya konular üzerinden 15 vazifenin başka bilimlerle ilişkisi nedir ve nasıl olmalıdır?
5- Risale-i Nur’da istenilen 15 vazifenin yapılabilmesi için Risale-i Nur’un anabilim dallarına göre tasnifinin sağlanması için ne yapılmalıdır?
6-Bu çalıştayın yeni çalıştaylarla ve her 15 vazife alanının ayrı ayrı sonradan disipline olabilmesi için başlangıçtaki yol haritamız ne olmalıdır?
7-Sizce belirtilen mektubun, Risale-i Nur’un ruh-u aslisine uygun ve manasına sadık bir şekilde akademik zeminde muhatap bulması için öncelikle hangi bilim dalları ile ortak çalıştaylar düzenlenmelidir?
8-Amaç, kapsam, metot, kavram, tanım, muhatap/hedef kitle, kıyas, yeni sonuçlar bağlamında yapılacak araştırma, eğitim ve yayın faaliyetleri nasıl bir sistemde ilerlemelidir?
9-Risale-i Nur’daki imanın âlî hakikatlerini her kesimden ve seviyeden insana anlaşılır kılma şekil ve yöntemleri neler olabilir?
10-Sizce birbirleri ile ilintili ve mütemmim olan bu kavramları sınırlandırmak kabil midir? Yoksa mütedahil daireler gibi mi değerlendirmek gerekir?
11-Bütün bu görevlerin yerine getirilmesinde bir metodolojiye/ilmî usule ihtiyaç var mıdır? Varsa, bunun esasları nelerdir/neler olmalıdır?
Bütün bu görevlerin ve cevabı aranan soruların kuvvetli bir beyin, ihtisas, vukufiyet, zaman ve himmet gerektirdiği malumunuzdur. Bu konuda yolumuz açık, me’hazımız ve icazetimiz var. Şimdi Bismillah deyip başlama, müzakere etme, uzman elini uzatma ve halis bir niyetle fiili duanın kapısını çalma zamanıdır.
Bunun çok anlamlı bir tefekkür, latif bir inayet, derin bir dokunuş, çetin bir nefis kırma cehdi ve çok farklı bir zihni inkişaf kapısı olacağı muhakkaktır. Fen ve sanat dürbünü ile ve belağatla bu asır insanına ulaşmak, onlara açılmak ve hakikatlerin sırlarını açmak, manalar âleminde ruhları mesrur eyleyen zevkli bir serüven olacaktır.…
Bu 15 vazifenin, birinci derecedeki disiplininiz, ilgi alanınız ve birden fazla disiplinle olan ilişkileri ile ilgili, özel ve genel çerçeve ve prensiplerin ortaya konması amacıyla düzenlediğimiz arama konferansına zât-ı âlinizin de bir sunum ile katılmasını ve katkı sağlamasını arzu ediyoruz.
Sevgi, muhabbet ve hürmetlerimizle…
 
Risale Akademi
Çalıştay tarihi: 19 Mayıs 2012
Saat: 09.00-17.00
Yer: Başkent Öğretmenevi
Beşevler / ANKARA