Etiket arşivi: tevhid

Said Nursi Hristiyanlığı Övmüş Müdür?

Bediüzzaman mevcut Hristayanlığı değil belki Gerçek İsevilik olarak adlandırdığı, tevhid dinine inanacak ahirzamandaki bir takım İsevilerden bahseder ki; Nursiye göre bunlar, İslamiyet ile omur omuza vererek dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdir.

Hz. İsa’nın yeryüzüne ilk gelişinde tebliğ etmiş olduğu hak din, özünden uzaklaşmış ve tahrif edilmiştir. Kuran’da bildirildiği gibi, Hz. İsa’nın ardından üçleme ve Hz. İsa’nın ilahlaştırılması (Allah’ı tenzih ederiz) gibi çeşitli sapkın inanışlar Hıristiyanlığa dahil edilmiştir. Nursiye göre, Hz. İsa yeryüzüne geldiğinde öncelikle, Hıristiyanlığı bu sapkın inanışlardan arındıracaktır.

İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hıristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa’dır. Kendisini bekleyen Hıristiyan dünyasına gerçek din ahlakını yani Kuran’da bildirilen İslam ahlakını anlatacak, Hıristiyan dünyası hak dine yönelecektir. Hz. İsa’ya tabi olanlar da gerçek İseviler olacaklardır. Nursi’nin ifadelerini incelediğimizde gerçek İsevilerin; Kuran ahlakına ve sünnete uyan, Hz. İsa’ya itaat eden kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Bu dönemde dinlerinin içine karışmış olan hurafelerden ve batıl inanışlardan yüz çevirerek gerçek İslam ahlakına yönelecek olan Hıristiyanlar ve samimi Müslümanlar, gerçek İseviler olacaklardır. Müslümanlar ve batıl inanışlarından kurtulan Hıristiyanlar, Hz. İsa vesilesiyle büyük bir ittifak kuracaklardır. Gerçek İsevilerin ittifakı yeryüzündeki din ahlakına karşı olan her türlü sistem ve uygulamanın tamamen ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

Üstad Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bazı açıklamaları şu şekildedir:

Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfriye (inkarcı hareket) ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslamiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevilik şahs-ı manevisi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevisini öldürür; öyle de Hazreti İsa, İsevilik şahs-ı manevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevisini temsil eden Deccal’ı öldürür. Yani inkar-ı uluhiyet fikrini öldürecek. (Mektubat, Birinci Mektub)

“… felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı …” Bediüzzaman; Hz. İsa’nın, maddeciliğin ve sefahatin meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

“İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılab edeceği …” Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa’nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde, İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa’nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hıristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hıristiyanlığı tüm batıl inanışlardan temizleyecek ve ona tabi olduklarını söyleyen tüm Hıristiyanlar gerçek din ahlakına yani İslamiyet’e döneceklerdir.

Ve Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed sav), bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

“… Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.” Hıristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan hak dine dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran’a tabi olmakla neticelenecektir. Hz. İsa’nın şahsı ve ona tabi olan Hıristiyanlar İslam’a tabi olacaktır.

“Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak.” Hz. İsa öncülüğündeki Hıristiyanlık Kuran’a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacaktır. Çünkü günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğuna sahip iki din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler.

Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren mağlup edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten maddeci felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri, iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

“Cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini…“: İki dinin ittifakı ve Hıristiyanların Kuran’a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek, bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın yeryüzüne gelip, samimi olarak iman edenlerin başına geçeceğini Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bilgi olduğunu söylemiştir.

Yukarıdaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Bediüzzaman İseviliğin mevcut halini değil, belki ahirzamanda Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inmesiyle başına geçeceği, hurafelerden arındırılmış ve tevhid dini olan hakiki bir İsevilikten bahsetmektedir.

www.bediuzzamansaidnursi.org

Teslimiyet, Tazim ve Zulüm

Bediüzzaman Birinci Lem’a’da “Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” (Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. Enbiyâ Sûresi, 21:87) duasının sırlarını açar.

Sır; herkesin göremeyeceği, anlayamayacağı, hissedemeyeceği muamma bir hakikattir. Hakikat layık olana açılır, kalpleri latif ve parlak olanlara yansır. Sırlar da böyle bir kalbin müşterisidir.

Mümin görev adamıdır, sorumluluk sahibidir. Münkirler gibi görevinden ve sorumluluklarından kaçamaz. Müminin iman ve ibadetten başka bir de tebliğ görevi var. Bu görev; iyilikleri teşvik ve kötülüklerden kaçındırmak olarak belirginleşir. Mümin, hakikatleri sevdiklerine aktaran, muhtaç olanlarla paylaşandır.

Bediüzzaman kalbine yansıyan sırları bizimle paylaşıyor.

“Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” duası Kur’an’da da geçtiği üzere Hz. Yunus’a ait. Hz. Yunus bu duayı, tebliğ etmekle görevli olduğu kavmine öfkelenip Rabbinden izin gelmeksizin görevini terk ederek deniz yolculuğuna çıkması, fırtınalı, dalgalı ve kapkaranlık bir gecede denize atılıp bir balık tarafından yutulması üzerine, balığın karnında yapıyor.

Bediüzzaman bu olayı fazla detaya girmeden bir sinema perdesi gibi kurguluyor. Sadece maksadına yetecek kadarını özetliyor. İşin teferruatını Kur’an’a ve tarih kitaplarına bırakıyor. Onların haklarını gasp etmiyor.

Bediüzzaman kısaca; “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette.” diyor. Denizin ortasında dalgalarla boğuşan bir gemi, çaresiz insanlar, Allah’tan başka yardım edecek kimse yok ve balığın karnında Rabbini yalvaran bir nebi Hz. Yunus.

21. Yüzyılın teknolojisi ve bütün imkanları ellerinde olsa bile hiç kimsenin, hiçbir yardımlarının dokunamayacağı çok vahim bir durum. Bütün bütün çaresizlik. Bediüzzaman, tasvir ettiği o vaziyette, sebeplerin suskunluğunu, emre amade ve boynu bükük duruşlarını nazarlara veriyor ve Hz. Yunus’u o durumdan kurtaracak olan Zatın hem balığa, hem denize, hem geceye, hem gökyüzüne hükmü geçebilecek olan kudretli bir Zat olabileceğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bediüzzaman bu tasviri yapıp bırakmaz. Kalbindeki sırları ifşa etmeye çalışır. Bunu yaparken de farklı bir yöntem izler. İnsanlık tarihinin ibretlik bir hadisesini alır, yüzyılımızın İslam toplumunun gündemine getirerek motif motif işlemeye başlar.

Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır ve bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazarlara verir. Geleceğimizi geceye banzetir, gafletimizin geleceğimize yüz perde çekerek kalınlaştırdığını belirtir.

Gaflet, görevi ve görev yerini terk etme, unutma veya yüz çevirme anlamlarını da taşır. İbadet ve tebliğ görevini terk eden gafildir. Geleceğini karartır. En dehşetlisi de imansızlıktır ki, bu aynı zamanda asrımızın bir hastalığıdır, sahibini yüzer dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Bediüzzaman dünyamızı Hz Yunus’un denizinin yerine koyar. Nefsimizin heveslerini de balığa benzetir.

Nefsimizin hevesleri, denizin suyu kadar çok değil mi, bir o kadar da vazgeçmesi zor bir cazibeye sahip değiller mi?

Görevden uzaklaşma bizi heves denizine atıyor, nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve vahdet nurunu bize göstermemek için gözümüzün önüne birçok perdeler çekerek ebedi hayatımızı karartmaya çalışıyor. Hz Yunus aleyhisselamın asrından bizim asrımıza yansıyan balık figürü en fazla yüz yıllık hayata bedel, bizden ebedi bir hayat alacak kadar dehşet saçıyor.

Bediüzzaman, insanların çok aciz ve her şeye muhtaç oluşlarına, sebeplerin acziyetine, hiçbir tesirlerinin olmayışlarına ve emir almadan hiçbir şey yapamayacaklarına parmak basıyor. Bir kalemin, yazan birisi olmazsa yazamayacağı, bir kılıcın kesen biri olmadan kesemeyeceği gibi.

Sebepler birer araçtır. Onları yaratan, emir verip iş yaptıran ve onlardan bir sonuç çıkaran da Rabbimizdir. Bu hakikat ışığında, aleyhimize ittifak eden sebeplerin durup dururken ittifak etmediklerini, muhakkak bir görev ihmalimiz olduğunu, bütün bunların da görevi bize veren Rabbimiz tarafından sevk edilmiş olduklarını anlamak zor olmasa gerektir. Sevk eden elbette durdurur. Ama sevke sebep olan insanın kendisidir, durdurması için Allah’a yalvarıp yakaracak olan da yine insanın kendisi olacaktır.

Hz. Yunus hatasını anlamış, pişmanlık duymuş ve; “Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” itirafında bulunmuştur. Sonuçta aleyhine ittifak eden fırtına dinmiş, deniz durulmuş, gece parlak bir ayla aydınlanmış, balık bir denizaltı gibi ona hizmet vermiş ve bir de selametli bir kıyıya getirip bırakmış.

Bediüzzaman aynı şekilde bizim de, çalkantılı dünya denizinden, tehlikeli hevesat balığından ve bizce meçhul ve karanlık olan geleceğimizden Rabbimize sığınmamızı ve Hz. Yunus gibi pişmanlık ve itirafta bulunmamızı istiyor. Kurtuluşumuzu buna bağlıyor. Başka çıkar yol da görünmüyor.

Bu duanın birinci bölümünde “lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke” (Seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet, “inni küntü minezzalimin” ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bize bizden başka zulmeden olmaz. Zalimliğimizin farkına varıp yine kendimizi, her şeyin sahibi olan Rabbimize iltica ederek kurtaracağız. Bunun başka çıkar yolu da yok. Dünya hayatımızı vahşet ve dehşet manzaralarından kurtarıp ibret ve tefekkür manzaralarına çevirmek bizim elimizde. Kur’an’ın terbiyesi ile nefsimizi denizaltı gibi bir binek yapıp dünya denizinin selametli bir sahiline çıkmak ve cennet hayatını kazanmak da elbette bizim elimizde.

Bediüzaman, ölüm ve yaşam arasındaki sürekli değişimi nazarlara vererek seneleri ve asırları, içinde bir çok cenazelerin bulunduğu büyük bir dalgaya, İslamiyeti de Kur’ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan mânevi bir gemiye benzetiyor. Dünyanın dalgalı denizi üzerinde selametle gezmenin ve selametli bir kıyıya çıkmanın ancak bu İslamiyet gemisine binmekle mümkün olacağını söylüyor. Gemi bütün sebeplere hükmeden Allah’ın gemisidir. İmanın nuru ve Kur’an’ın mehtabıyla gecemizi ve geleceğimizi de elbette O aydınlatacaktır.

Doğruluğu, sırları ve tesirleri ile sabit olan bu duayı ve Hz Yunus’un bu tecrübesini Bediüzaman asrımızın insanına yeni bir yaklaşım ve formatla bir kurtuluş reçetesi olarak sunuyor.

Kadir Aytar
www.risaleakademi.com

 

Düşmana cesaret vermek

“Havf ve zaaf, te’sirat-ı hâriciyeyi teşci’ eder.” Mektubât

Bu cümleyi okurken aklımıza gelen ilk mânâ, “Korkmak ve zaaf göstermek düşmanlarımızı yahut rakiplerimizi daha da cesaretlendirir” şeklinde olur. Bu mânâ doğrudur. Şu var ki, bu vecizede insanlar yerine “tesirat-ı hariciye” denilmekle bunun küllî bir kaide olduğu ders verilmektedir. Bu ifade, düşüncemizi sadece insanlarla sınırlamaz, bu gerçeğin bütün dış tesirler için geçerli olduğunu hatırlatır.

Haricî tesirlerden birisi de bize zarar vermek isteyen insanlardır. Bu düstur gereğince kendimizi zayıf göstermekten ve onlardan korkmaktan, çekinmekten uzak durmamız gerekir. Aksi halde şecaatleri artar, cesaretleri kuvvet bulur ve bizi ezme hususunda daha bir yiğitleşirler. Nitekim, Allah Resulü (asm.) sahabelerine, ellerini yüzlerine koyarak üzüntülü, mahzun bir halde durmalarını yasaklamış ve bunun düşman tarafından yanlış değerlendirilip onları cesaretlendireceği hususunda kendilerini ikaz etmiştir. Günlük hayatımızda bunun çok misallerini yaşarız. Size haksızlık yapmak isteyen birisi sizi vakur ve metin gördüğünde kararını infazda acele etmez. “Acaba bir bildiği mi var?” diye en azından bir tereddüt geçirir, biraz düşünür ve çoğu zaman da vazgeçer.

Nur Külliyatında iki dünya saadeti şu dört esasa bağlanır: İman, tevhit, teslim ve tevekkül. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek sahibi ve mâliki olan Allah’a inanan bir insan, hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmez. Kendisine düşen tedbir görevini yerine getirdikten sonra O’nun kudretine ve rahmetine teslim olur; tevekkül ile sonucu bekler. “Her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.” Sözler

Tıp ilminde bir koruyucu hekimlik dalı vardır. Bu dalda, insanın hastalıktan korunmasının yolları üzerinde durulur; bünyenin hastalıklara karşı dayanıklı olmasının çareleri aranır. Doktorlarımızın bildirdiğine göre nezle mikrobu bünyede daima mevcuttur. Bünye kuvvetli olduğunda mikrop hiçbir şey yapamaz; tesirsiz kalır. Bünye, zayıf düştüğünde mikrop hükmünü icra eder ve insanı yatağa düşürür. Vesvese hastalığı da bunun gibidir. İnsan, şeytanın vesveselerine karşı imanından emin oldu mu, o vesveseler, o şüpheler kalbe tesir edemezler. Şeytan o kalbi şüpheye düşüremez. Ama bu konuda biraz zaaf gösterse ve vesveseden korksa kalbini şeytanın hücumlarına açmış demektir. Demek oluyor ki, tesirat-ı hariciye denilince iklim şartlarından şeytan vesvesesine kadar uzanan bir silsile hatıra gelir. Bunların tamamına karşı dayanmanın iki esası vardır: Korkmamak ve zaaf göstermemek.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi