Etiket arşivi: uhuvvet

Millet Devlete Nasıl İtaatkar Olur?

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Beşinci Vecih’te hayat-ı içtimaiye ile ilgili açıklaması şöyle:

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.  “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Denilmiş. Eğer denilse, ihtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

İnat ve tarafgirliğin zararlı olduğu var sayıldıktan sonra arkasından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerinde var olduğu, hadisin işaretinden anlaşılmaktadır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli olabileceği ele alınmıştır.

Kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle kuvvetin kontrolsüz bir güce dönüşebileceği işaret edilmektedir. Bu nedenle kuvvetin bölünmesinde adalet ve rahmet vardır. Örneğin, büyüyen ve gelişen aileler ve cemaatler aynı ortamda kalmaları halinde zamanla fikir ayrılıklarından doğan ihtilaflar, sosyal ve içtimai hayatın idamesinde oluşan ve gelişen şartlar geçimsizliğe, itirazlara neden olmaktadır.

Dolayısıyla kuvvetlerin aynı ortamda beraberlikleri zorlanır ve neticede ayrılığa sebep olur. Ayrılıkta ise bireyler arasında kuvvet bağları daha sağlam ve kontrollü bir güç oluşarak eski kuvveti geçer ve idari mekanizmanın daha iyi çalıştığı ve terakki ettiği müşahede edilmektedir. İhtilaf ve ayrılıkların neticesi böylelikle bir rahmete vesile olur.

Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bediüzzaman, meslek ve meşrepler arasında müspet ihtilaf olabileceğini, meslek sahiplerinin mesleğinin inkişafı için çalışabileceğini belirtmiştir. Yalnız başkasının mesleğinin tahribine değil belki yardımcı olmaları gerekir. Ancak menfi ihtilafta ise garaz ve adavet ve tahrip vardır. Hadis-i şerifin nazarında da yasaktır. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar akl-ı selim hareket edemezler.

Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Nefis hesabına olan tarafgirlik hep kendi hesabına hareket eder, taraftarı haksız dahi olsa haklı görür ona taraf olur. Eğer mukabili melek gibi olsa da ona lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu veya toplumun düzenini hedef almaktadır. Dinler ise dünya ile beraber ahireti de gözetler ve neticede Cenab-ı Allah’ın rızasını kazandırır. Bugünkü dünya üzerindeki manevi buhranın en önemli sebeplerinden biri de başkalarını düşünmeden ”ben tok olayım başkası aç olsa bana ne” bencil insanların hayat anlayışı ile hareket ederek hem insanların hem de Allah’ın hakkı ihlal ediliyor.

Zalim yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürmek için halkını ve hatta komşu ülkelerin haklarını gasp etmek için var güçleriyle sömürgeleri altına alarak zalimce istila ediyorlar. İşte hal-i âlemin yaşadığı sıkıntıların sebebi: güçlülerin, zayıfları ezmeleri, hukuku göz ardı ederek istibdat ve zulmünü icra etmeleri neticesidir. Hiç bir meşru neden yokken ”kurdun kuzu yemesi bahanesi”yle kıtalar ötesinde bulunan güçlü ve zalim bir devlet, üstünlüğünün ispatı ve dünya menfaati için savunmasız devletleri tarumar ederek, mal, can ve namusları payı mal etmeleri ne adalete ne hukuka ve ne de insanlığa sığmaz. İşte, dinsiz felsefenin dünyadaki toplumun sözde düzenini hedeflediği zalim ve zulmün mirası.

Elhasıl: “Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek” demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

“Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” düsturu ile hareket edilirse, verilen ceza suçluyu da vicdanen mahkûm eder ve ıslahına yardımcı da olur.

Bir devlet kendi toplumuna adaleti uyguladığı zaman, şefkat ve merhametle uygulaması gerekir. Eğer adalette bir adaletsizlik gösterilirse halkın kin ve nefretine neden olur, zamanla birike birike katmerleşen bu kin, adalettin bir gereği olarak devlete pahalıya döner. Memleketimizde de cereyan eden bu günkü nahoş hadiselerin sebebine bakılırsa, bu olayların evveliyatında idarecilerimizin bir kusuru neticesi olduğu görülecektir.

Bediüzzaman hutbe-i şamiye’de cezanın caydırıcı etkisini göstere bilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5.38.) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”

Cây-ı ibret bir hadise:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Evet, O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

İnsanların özellikle idarecilerin hava-ı nefislerine tabi olmadan hak ve hukuk adına adaletle hareket etmeleri hem sosyal hayatta düzen ve barışı sağlar hem de adalet hükümlerine uyularak Cenab-ı Allah’ın rızası kazanmış olur.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

İşte adil bir amirin adaletle yaptığı görevinin ne kadar takdir edici olduğunu gösterilmektedir. Eğer bir memleketin idarecisi adaletle hüküm eder, halkı arasında sosyal barışı sağlar ve bunu tatbik ederse elbette o memlekette ne isyan nede terör olur. Millet de devletine muti olur.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl

Rahman ve Rahim olan Hâkim-i Zülcelâl; Af ve bağışlama ile ilgili Âyet-i Kerime’de insanlara şöyle emir buyurmaktadır:

”Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün Sûresi: 64.14.)

Resülullah (a.sm.)’ma :En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu. “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular.

Ashap: “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmüm’ül kalb ne demektir?” diye sordu. ” (Mahmüm’ül kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular. (Kütüb-i Sitte, 7256

Suçludan öç almak adalet, onu bağışlamaksa fazilettir. (Molla Cami)

Yirmi ikinci mektup, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, üçüncü düstur’da uhuvvetle ilgili Müceddid-i din ve o şerefe Cenab-ı Hakkın nail ettiği Üstad Bediüzzaman şöyle açıklıyor:

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.

Düşmanlık etmek istersen kalbinde ki kötü hasletlerine düşmanlık et, onlardan uzak kalmaya çalış. İnsana en fazla zarar veren nefs-i emaresidir. İşte insan evvela içindeki nefsini terbiye etmekle meşgul olması gerekir. Kendi nefsinin hatırı için mü’min kardeşine adavet edemez. İmtihan olarak verilen nefsin en kötüsü olan nefs-i emare ve seni kötü düşündüren duygularınla oynayıp hak yolundan saptıran, kendini hep haklı gösteren, nefsinin terbiyesi için uğraşmak en doğrusudur.

Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir. Seni Allah yolundan ayıran ve dünya sefahatine yönlendiren enaniyetini kabartıp kötü yola sürükleyen nefsin için bir mü’min kardeşine düşmanlık beslemek insafsızlıktır. Eğer düşmanlık etmek gerekirse kâfirler zındıklar çoktur. Onlara adavet et, Bir mü’min, başka bir mü’min kardeşiyle uğraşmaz. Muhabbete muhabbet, Adavete de adavet etmek lazımdır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.

“İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.” (Mütenebbi’ye aittir.)

hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, İmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse, gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

”Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Suresi: 25.72.)

Türkçe mevlid-i şerifin yazarı Süleyman Çelebi, Resulullah (asm) efendimize olan muhabbetini şöyle belirtilmektedir.

“Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl?”

Muhabbet hissi muhabbet doğurur. İslam dünyasında zayıflığın en önemli sebebi husumet ve düşmanlıktır. Düşmanlığın ve nefretin kaynağı, insanın kendini beğenmesidir. Farkında olmadan başkalarına da zarar verebilir. Düşmanı mağlup etmek istersen, kötülüklerine karşı iyilikle mukabele etsen sana dost olur. Eğer kötülükle mukabele edersen o zaman kin ve husumet araya girer, adavet devam eder. Gerek birey, gerek toplumsal olarak insanların saadet ve selameti ancak karşılıklı muhabbet ve sevgi ile olur.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci, ikinci ve üçüncü vecihler bir önceki yazılarımızda izah edilmiştir.

Mü’minler için Âyet-ı Kerime de şöyle bir emir var:

“Mü’minler, muhakkak ki, kardeşlerdir. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, tâ ki: Siz rahmete erişesiniz.” (Hucurat-10)

Müceddid-i ahir-i zaman, pişdarı din-i İslam, Arş-ı Â’zamın pürnur ufuklarından inen Kur’an-ı Kerim’in delâllı, müçtehit ve müellif Bediüzzaman dördüncü vecih’i şöyle izah etmektedir.

Dördüncü Vecih:

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” (Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâve’d-Dîn,s.10) 

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

“Ey insanlar! Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat-13)

Cenab-ı Allah (c.c) yukarıdaki Ayet-i Kerimede bütün insanlığın birliğini, kavim ve kabilelere ayırma nedeni ve kulluk görevi ile alakalı hususları açıkça zikretmiştir. Bu nedenle: Halık-ı alem insanların dil, ırk, mezhep, soy ve sopuna bakmaz ancak takva ve a’meline bakar. Onun için a’malde rıza-i ilahi olduğu zaman iyilikler görünür. Kötü niyetle bakıldığı zaman her şeyde çirkinlik aranır ve ona göre değerlendirir.

Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Kur’a-ı Kerim ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman eder, bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.

Bediüzzaman, fertler arası çıkabilecek ihtilafları birer birer kapatırken kavim ve kabileler arası veya meslek ve meşrepler arasında da çıkabilecek rahatsızlıkları da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın tanzim ve idaresinde meslek ve meşreplerin farklılaşmaları, yardımlaşma ve dayanışmaya yönelik olmalı, aksi takdirde farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi olduğunu iddia edebilir ve etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin iyi olmadıklarını iddia etmeye hakkı yoktur. Nifak ve düşmanlık ancak bölünmeye sebebiyet verir, üstad bunu da insafsızlık olarak görmektedir.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”

“Şüphesiz bir toplum kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.’’

Bizim doğru bildiğimiz ve hakikaten doğru olan sözleri söylemek, karşımızdaki kardeşimizin kalbinin kırılmasına sebep olabilir, gıpta damarına dokunabilir, söyleyiş tarzımız veya orda söylenen sözün, ters tepkilere sebebiyet verilmemesi için dikkatle ve özenle söylemek lazımdır.

Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır. Münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Her zaman gerek bilgide, gerek kanunun verdiği kuvvetlerde gerek kavim ve kabilelerin güç ve istidatlardaki düstur şudur: Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Biz Muhabbet Fedaileriyiz

“Biz Muhabbet Fedaileriyiz Husumete Vaktimiz Yok”

Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiği en güzel şekilde altı vecihle açıklanmıştır. Birinci ve ikinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.

Üçüncü Vecih : Mubelliğ-i a’zam, bediül beyan, üstad Bediüzzaman şöyle izah etmektedir.

Adalet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi: 6:164. sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek…

Tam ve eksiksiz adalet, ferdin cüz’i hakkını bütün insanlık için olsa feda etmeyen adalet demektir. Bir masumun hakkı bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Cenab-ı hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilmez. Bir cemaatın selameti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Mü’minlerin iyi yönleri olduğu gibi, zaman zaman farklı hareketlerde bulunanlarda olabilir.

”Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Kardeşimizin, birçok iyi sıfatı varken, bir tane bize kötü gözüken sıfatı için, o kardeşimize bu kötü sıfatı ile tanımak ve adlandırmak, kötülemek, kin bağlamak ve bu sıfatından dolayı onu küçümseyerek alay etmek bir zulümdür.

Kişi nefsine ne isterse mü’min kardeşine de onu istemelidir. Herkes kendi yanlışlarını görmek ve terbiye etmekle mükelleftir. Başkasının günahlarını kendine meşgale etmemeli, affedici olmalıdır. Kin, inad ve hırs gibi muzır hasletler insanın düşünme ve muhakeme yeteneğini kaybettirir ve neticede insanı kötülüğe yönlendirir.

Bir mü’minin işlediği bir günah veya kötülükte çok sayıda faktörün etkisi vardır. Dolayısıyla günah işleyeni yargılarken sadece kişinin değil, aynı zamanda o faktörlerin de dikkate alınması gerekir. Çünkü kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek lazımdır.

”Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

“Muhakkak ki insan çok zalimdir.” İbrahim Sûresi: 34

Sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

“Kim kardeşinin ayıbını örterse Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter.” (İbn Mace)

“İyiliği gördüğü zaman kapatan, kötülüğü gördüğü zaman yayan kötü komşunun şerrinden Allah’a sığının.” (Buhari)

Mü’min kardeşlerimizin kusurlarını düzeltmek için daima onlara dua etmeliyiz, iyi yönleri ile görmek ve haklarında iyi düşünmek lazımdır. Düşmanlık sebebi olan kötü hasletler ve fenalıklar toprak gibi kapalı, kalın ve koyu olmalı ve başkasına geçmemelidir. Başkasının yaptığı kötülüğüne karşı ben de kötülük yapayım dememeli, özellikle kötü hasletlerin bıraktıkları tahribatlardan ders ve ibret alınmalıdır.

Mümin kendisine yapılan kötülüklere karşı bile iyilikle muamele yapmakla yükümlüdür.”Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok.” Diyen Bediüzzaman, başka yerde de şunu ifade etmektedir.“Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım.” İşte kardeşlik de, uhuvvet de böyle olmalıdır.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hakiki Muhabbet Eden Hakiki Düşman Olamaz

İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çareleri:


“Müminler, muhakkak ki, kardeştirler. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, ta ki: siz rahmete erişesiniz.”(hucurat 49/10)


Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman ederler. Eğer Müslümanlar bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.


Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.


İkinci Vecih:


Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.


Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek. Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.


Bediüzzaman İslam dünyasının ve müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerin Hutbe-i Şamiye’de bu konuyu şöyle izah etmektedir:


Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.


Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.


Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.


Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.


Bugünkü dünya üzerinde cereyan eden olumsuzlukların yegâne sebeplerinden biri, devletlerin kendi otoritelerini zorla ve tahakkümle halkına kabul ettirmek, milletin ananelerine ve inançlarına müdahale etmek, milletini hakir görmek ve milli gelir dağılımında ayrıcalık yapmaktır. Bu olumsuz tutum ve davranışların neticesinde husumet meydana gelir. Onun için evvela devlet halkı ile barışık ve güven içinde olmalıdır. Netice itibariyle bir devlet milletine veya millet devletine güvenmiyorsa o devlette isyan ve terör çıkması muhtemeldir.


Bediüzzamanın, ıslah için kullanacak iki araç olan “nur ve topuz”un yani nasihat ve cebrin aynı elde olmaması lazım geldiğini belirtir. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere hem birey hem de toplumu ıslah etmenin aracı zor ve tahakküm değil, belki karşılıklı sevgi ve samimiyeti göstermek ve neticede toplumun devletine, devletin milletine güven duymasıyla olur. Sosyal hayatta ailelerin idaresinden tut ta devletlerin idarelerine kadar birbirleri ile geçinmenin ve anlaşmanın tek çaresi maslahat ve uhuvvettir. Uhuvvet ise birbirlerine güven, iyi ilişki ve diyalogla olur.


Mü’minler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemelidirler. Yalnız bu destek diğer insanların haklarını gasbetmeyecek şekilde vahdete ulaşmak gayretini göstermek lazımdır. Vahdet, mü’minler arasında olduğu gibi, aynı bölgenin insanları veya unsurları ile bir anlamda ortak kimlik oluşturanları da beraber yaşamaya davettir. Her ne kadar insanlar arasında birlik ve beraberliği, yardımlaşma ve dayanışmayı kapsamakta ise de asıl İslamiyet’le ilgilidir. Çünkü küfrün mahiyetinde dostluk ve kardeşlik yoktur. Ancak kâfirler de kendi aralarında uhuvvet ve muhabbeti gösterebilirler.


Bediüzzaman fertler arası çıkabilecek ihtilaf ve çatışma alanlarını birer birer kapatırken sınıflar arası veya meslek ve meşrepler arası çıkabilecek çatışma alanlarını da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın zorunlu sonuçlarından olan meslek ve meşreplerin farklılaşması ve kademelenmesi gerçeğini teslim ettikten sonra bu farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi ve en etkin meslek olduğunu iddia edebilir, etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin kötü ve bâtıl olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.


Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan.daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.


Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.


Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.


Aynı taburda bulunduğun insana dostane bir bağla yaklaşırsın ve aynı kumandanın emri altında bulunduğundan arkadaşane anlayışla yaklaşırsın. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, kardeşce bir ilişki hissedersin. Halbuki imanın sana verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği Allahın isimleri ile tevhid alakaları ve birleşme bağları ve kardeşlik bağları vardır.


Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.


Bütün bunlar birliği sevgiyi ve kardeşliği gerektirdiği gibi, dünyanın kürelerini birbirine bağlayan manevi zincirler oldukları halde, nifak ve şikaka ve düşmanlığa sebebiyet veren basit ve ehemmiyetsiz şeyleri tercih edip mü’min’e düşmanlık beslemek, kin bağlamak o birlik bağına ne kadar saygısızlık, muhabbette karşı alaylı ve uhuvvete karşı bir zulüm olduğu anlaşılır.


Hz.Ömer (ra)


Bir kişinin camide abdest kaçırma durumu karşısında o kişi mahcup olmasın diye


Kardeşlerim, öğlen namazı yakındır, abdestli bile olsak abdest üstüne abdest almak nurdur, kalkalım hepimiz abdest alalım. Der.


İşte görgü kuralı da, kardeşlik bağı da böyle olmalıdır.


Rüstem Garzanlı/Diyarbakır


www.NurNet.org