Etiket arşivi: ümit şimşek

Semanın Nakışlı Yolları

“And olsun yol yol olmuş semaya.”

Zâriyât Sûresi, 51:7

KUR’ÂN’lN yeminlerinden bir yemin ve onu takip eden büyük hakikatler—fakat yeminin kendi içinde de nice nükteler, hakikatler, dersler, ibretler saklı…

“Yol yol olmuş” veya “yollarla dolu” diye tercüme etmeye çalıştığımız kelime, aslında bir kâinat tasviri yapıyor ki, onu özetlemek için sayfalar yetmez. Belki de o mânânın bir özetini aktarmak için kâinatı galaksiler seviyesinde görebilecek bir bakış açısı ve yüz milyonlarca seneyi dakikalara indirecek bir zaman genişliği gerekecektir.

Âyet bize semada yolların bulunduğunu bildiriyor. Fakat burada kullanılan sözcük, yol’dan başka pek çok anlamı daha içeren bir sözcüktür.

Onda sağlam yapılı, güzel ve düzgün yaratılışlı anlamı da vardır.

Bu kelime, sağlam örülmüş, dikilmiş, sıkı ve sanatlı bir şekilde dokunmuş, nakışları düzgün ve ahenkli kumaş anlamını da ifade eder. Menevişli bir kumaşın dalgalanması, rüzgârın kumlarda dalga dalga yollar açması da yine bu sözcüğün kökünde var olan anlamlardandır.

Eğmek, sıkılamak, eğirmek; dalgalı, büklüm büklüm saçlar; halkalar halinde örülmüş zırh anlamları da yine bu kelime ile dile getirilen mânâlar arasındadır.

Bütün bu anlamları birden zihnimizin bir köşesinde tutarak kâinata bakacak olsak, gözümüzün önündeki manzarada onların hepsini birden bulabiliriz.

Başımızın üzerindeki uçsuz bucaksız gökler, sayılamayacak kadar çok yollarla doludur. Yıldızlar, gezegenler, aylar, kuyruklu yıldızlar, yıldız toplulukları, güneş sistemleri, galaksiler, galaksi kümeleri, milyarlarca yıl boyunca, o yollardan kendileri için belirlenmiş olanları izler.

O koca gök cisimleri, geçtikleri yollarda, muazzam çekimleriyle uzayda bir eğim vücuda getirirler. Eğer bu eğim bizim görebileceğimiz türden birşey olsaydı ve biz de yıldızların milyonlarca yıllık seyahatlerini hızlandırılmış bir şekilde seyredebilseydik, rüzgârla dalga dalga olmuş çöl kumlarının bir benzerini semada seyredebilirdik.

Dahası var: Hiçbir yıldızın, gezegenin veya yıldız topluluğunun hareketi tek bir yöne doğru düz ve basit bir hareketten ibaret değildir. Onlar aynı anda birkaç çekim merkezi etrafında birden dönerler, çeşitli hızlarda ve farklı yönlere doğru muhtelif hareketleri bir arada yaparlar. Meselâ Ay’ın Dünya etrafında dönüşü olduğu gibi, Güneş etrafında da dönüşü vardır. Güneş Sistemi de toplu bir halde Samanyolu merkezi etrafında döner ki, bu harekete Dünyamız ile Ay da dahildir. Sonra galaksimizin hareket ve seyahatleri gelir; onlarla beraber Dünyamız da, Ay da, Güneş Sistemi de, kendi içlerindeki hareketlerden çok daha hızlı bir şekilde uçarlar.

O sonsuz yollar boyunca uçup gidenlerin donuk cisimler değil, ışıl ışıl yanan alev topları olduklarını unutmayalım. Bunlar, uçsuz bucaksız gökleri öyle bir dokuma tezgâhına çevirirler ki, orada yıldızlardan mekikler rengârenk ışıklarla nakışlar dokur.

Onlardan bazıları (kuyruklu yıldızlar) yolları üzerinde izler bırakır. Dünyamız gibi şirin bir gezegenin yolu o izlerle kesiştiğinde, izler birer maytap gibi alev alır, yeryüzüne yağar. Böylece semada nakış içinde nice nakışlar işlenir.

Bütün bu nakışlarla, yollarla, süslerle, kıvrımlarla, büklümlerle göklerin öyle ahenkli, öyle sağlam ve ziynetli bir dokusu vardır ki, bunu anlatmakta diller âciz, sözlükler yetersiz kalır.

Fakat Kur’ân bütün bunları bir kelime ile tasvir ediverir.

Ondan sonra da asırlara ve çağlara, o kelimenin dile getirdiği anlamları birer birer bulup çıkarmak düşer.

Âlemlerin Rabbine hamd olsun.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

 

Azamet ve Kibriyâ Hakkında Muhteşem Bir Bahis

… Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihata ve kalb ile görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa, hiçbir cihetle inkâr ve nefye sebep olamaz.

Evet, azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddetü’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifâ ve ihticabdır ki, سبحان من اختفى بشدة الظهور demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez.

İkinci mesele

İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avâmın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli burhanları ve delilleri vardır. Meselâ, Yedinci Şuada göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve envâ’ ve efrad ve müştemilâtıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce Lâ ilâhe illâllah derler.

Meselâ, nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur.

Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allah kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir.

Aynen öyle de, bu kâinatın her bir nev’i ve o nev’in fertleri ve o fertlerin âzâları, lisan-ı hal ileLâ ilâhe illâllah derler. Birbiri içindeki büyük zikir daireleri misalimizdeki yalnız üç dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer.  Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor, belki her bir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder, büyük bir şahıs gibi Lâ ilâhe illâ Hû der.

Hattâ, bu Yedinci Şuanın İkinci Makamında, on dokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki, ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla Lâ ilâhe illâ Hûdedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şahit göstererek daha yüksek bir Lâ ilâhe illâ Hû söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattir ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.

Ben kendi kendime namazın arkasında her bir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve Lâ ilâhe illâllah tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için, bu Yedinci Şuadabişehadeti azameti… ilh. ve bimüşahedeti azameti ihatati… ilh. fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şuanın birinci ve ikinci makamları bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan:

تسبح له السموات السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيء إلا يسبح بحمده

hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviyye ve onun menbaı olan Münacat-ı Cevşeniyye-i Ahmediyye (a.s.m.) ve onun menbaı olan

إن في خلق السموات والأرض

ilh.’nin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse, mükerrer kelimeler yerine “ve hâkezâ” deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor.

Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i burhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belâgatine belâgat katmış, noksaniyet vermemiş.

Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç mukaddeme ve mertebeden terekküp eden bir tek burhan olan bu Yedinci Şua kadar vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve vahdaniyetin ispatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir burhan tasavvur edilmez. Ve hiç bir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da ispat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua risalelerinde ve onun kat’iyeti ve mıymeti ve lezzeti için ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.

***

Peki Latin harfleriyle basılı nüshalarda neden bu kısım yok?

Ümit Şimşek : Risale-i Nur’un ekseriyetinden farklı olarak bu kısım burhandan ziyade zevkî bir seyir takip ettiği için, Ayetü’l-Kübrâ’nın da önemli bir muhatap kitlesi olan mekteplilerin o zaman bu bahsi kolayca takdir edemeyebilecekleri düşünülmüş; bu bakımdan Latin harfleriyle neşredilen eserde yer almamış.
İhticab: Saklanma, hicap arkasına girme, gizlenme mânâsınadır.

www.yazarumitsimsek.com’dan alınmıştır.

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Genç nesillerin düşmana ihtiyacı yok; onlar kendi kuyularını elleriyle kazıyorlar. Birçoğunun belki hiçbir geleceği olmayacak; bugünkü çizgilerini aynen devam ettirdikleri takdirde, nesilleri, kendileriyle beraber sona erecek.
Gençlerimiz evlenemiyorlar — eş yokluğundan değil, alternatif çokluğundan. Tüketim çağının getirdiği “maksimize etme” alışkanlığıyla, tıpkı bir kazağın en iyisini en ucuza alabilmek için birkaç düzine mağaza dolaşır gibi, hayallerindeki eşi bulabilmek için de yaptıkları görüşme ve elemelerden elleri boş dönüyorlar. Adaylardan kiminin yaşı, kiminin kaşı, kiminin boyu, kiminin soyu aranan özellikleri tutmadığı için, ellerindeki sayılı yılları sayısız aramalarda harcamaya devam ediyorlar. Sonuç:
Her iki tarafta da birbirini arayan, fakat bir türlü buluşamayan eş adayları.
Veya bir tarafta hayat arkadaşını bekleyenler, diğer tarafta da mümkün olan en karlı alışverişi yapmak için pazar araştırması yapan tüketiciler.
Ve mutlu bir yuvanın kuruluşunda harcanmaya layık iken beyhude arayışlarla heba olan hayatın en güzel yılları.
**
Son yıllar, eş seçiminde aranan özelliklere bir de “elektrik” şartını ekledi. Eş adayları evliliği beyaz eşya türünden bir alet olarak gördüklerinden midir, bilinmez, ama artık trafolarda aranacak şeyi birbirlerinde arıyorlar; çoğu zaman da görüşmeler, öyle uzun boylu kaş-göz, boy-pos değerlendirmelerine girişmeden, kısa ve net bir ifadeyle sona eriyor: “Elektrik alamadım.”
Belki de bu, karşı tarafa “Senin şu tarafını beğenmedim” demekten biraz daha haysiyet kurtarıcı bir formül sayılabilir; ama yine de bir arızanın işaretini vermiyor mu? Pek muhtemeldir ki, elektrik alamayan gencin devrelerindeki bir arıza, akımın iletilmesini engellemiş; yahut alınan elektrik, uyaran çokluğu ve aşırı yüklenme yüzünden duyarsızlaşan bünyelerde bir tesir uyandırmamış olsun.
Ne olursa olsun, söz konusu geçici bir beraberlik değil, sonsuza kadar sürmesi beklenen bir aile olduğuna göre, bu işi anlık voltaj ölçümleriyle belirlemeye kalkmak kadar yanlış bir yöntem düşünülemez. Ömürler gençlik hülyaları içinde geçecek değildir; zaman içinde hayatın inişleri ve düşüşleri de yaşanacak, hastalık ve ölümler, sıkıntı ve darlıklar başa gelecek, bu arada ilk günün voltajı çoktan düşmüş olacaktır. Anne veya babanız bakıma muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle servi boyuna veya ela gözüne bakarak alıp eskittiğiniz dilberden nasıl bir davranış göreceksiniz?
***
Eğer bugünün gençleri — özellikle dindar gençler — yarının adı sanı unutulmuş, nesilleri kesilmiş yoklukları haline gelmek istemiyorlarsa, bir an önce Batı medeniyetinin kendilerine biçtiği “tüketici” rolünden sıyrılıp “mü’min” kimliğine kavuşmak zorundadırlar. Kadere inanmak da imanımızın bir rüknüdür; bunu unutmayın ve yaşanacak bir hayatın bütün ayrıntılarına hakim olmak gibi bir hevese kendinizi kaptırmayın. Böyle yaparsanız, hayatın en ağır yükünü omzunuzdan atmış olacaksınız, buna inanın.
Hiç mi araştırmayalım diyeceksiniz.
Araştırın. Fakat öyle uzun boylu araştırmayın. Gözünüz geçici değil, kalıcı özelliklerde olsun. En önemlisi, “Benim seçtiğim eş” olarak değil, “Allah’ın benim için yazdığı arkadaş” olarak bakın. O zaman, bilinmeyenler, tıpkı sürpriz bir armağan paketi gibi, bu seçimi sizin için daha da hoş hale getirecektir. Bu tavsiyelerimiz, ebediyete talip olanlar ve huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak isteyenler içindir.
Başına bela alıp da hayatını zehir etmek isteyenler ise daha iyisini arayadursunlar. Eğer bir yanlışlık yapıp da evlenecek olsalar bile, ömürleri boyunca “daha iyilerini”görmeye ve yapmış oldukları seçim için hayıflanmaya devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de evliliği şu şekilde tarif eder ;

“Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” 

İnternette tıklanma rekoru kıran bu resmin gördüğü ilgi, hepimizin içinde yatan bir özlemi yansıtıyor. Batı medeniyeti kendi değerlerini bizim zerrelerimize kadar işlemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, varlığımızın ta derinlerindeki birşeyler, bize, asıl özenilecek değerlerin orada değil, bizim olduğumuz yerde bulunduğunu fısıldamaya devam ediyor. Ve o fısıltı, fırsat bulduğu anda, dünyanın bütün gürültülerini bastırarak kendisini bize dinletiyor.
***
Resim, iki güzelliği bir arada önümüze seriyor. Bunlardan birisi, yaşlılığın güzelliğidir. O da, Yer ve Gökler Rabbinin bahar mevsiminde dağları ve ovaları boyamakta kullandığı gelincik ve sarı çiçeklerden meydana gelen bir fon üzerinde sunulmuştur.
Yaşlılık, Batı’nın batıl ölçüleri içinde, güzellik kavramıyla en son barışabilecek bir hadisedir. Çünkü onların gözünde değer ifade eden güzellikler ancak maddi güzelliklerdir; o da zaman içinde pek çabuk tükeniverir. Gençlik geçer, sağlık elden gider, güzellik yerini günahların çirkin izlerine terk eder. Fakat Batı medeniyeti yaşlıları bütünüyle gözden çıkarmak da istemez; çünkü onlar da cepleri boşaltılacak bir kesim olarak ortada durmakta, hatta ömür ortalamasının artmasıyla birlikte sayıları da artmaktadır. Onun için, tüketim toplumunun mühendisleri, yaşlılara birşey pazarlayacakları zaman, önce onları “genç olduklarına” ikna ederler, sonra da onların genç gibi yaşamak için muhtaç oldukları şeyleri kendilerine satarlar.
Bizim dünyamız ise hep güzelliklerle doludur. Burada sadece güzellikler yer değiştirir, o kadar: gece ile gündüzün ve mevsimlerin güzellikleri gibi. Gençlik de giderken yerini yaşlılığın güzelliklerine bırakır. Bu yüzdendir ki, onların yaşlıları çirkinleşirken, bizde yaşlananlar daha başka güzelliklere bürünürler. Simasını yılların secdeleriyle nurlandırmış ak sakallı bir dedenin yahut beyaz yemenili bir ninenin mübarek yüzünden daha fazla seyredilmeye layık hangi şey vardır bu dünyada?
***
Resmin ikinci güzelliği, bir muhabbet tablosu halinde karşımızda beliriyor. Fakat bu arzi, beşeri, maddi bir sevgi değil, başka alemlerden kokular taşıyan İlahi bir muhabbettir. Onun da adresini ayet-i kerimeden alıyoruz:
“Hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet vermesi Onun ayetlerindendir.” (Rum, 30:21.)
O muhabbet semadan anne ile babanın arasına iner, fakat orada kalmaz. Çocukların her biri ile anne ve baba arasında ayrı ayrı bağlar halinde çoğalır. Derken kardeşler arasında, derken her bir evlat ile teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, dedeler, nineler arasında ayrı ayrı sevgi bağları olur. Bu rahmet ve muhabbet deryasında her bir fert, kendisini sayısız sevgi haleleriyle kuşatılmış bulur.
Liste böylece uzayıp giderken, hiçbir muhabbet, bir diğerinin kefesinden birşeyi noksanlaştırmaz. O muhabbetlerin hepsi de semavi ve nurani bir kaynaktan beslendikleri için, bölünmekle eksilmez, bilakis paylaşıldıkça artarlar. Yaşlanan ve yıpranan bedenlerin de böyle bir muhabbete zararı dokunamaz; yarım asır sonra o muhabbeti, daha da renklenmiş ve zenginleşmiş olarak, bir gelincik demeti halinde elden ele, gözden göze alınıp verilirken seyredebilirsiniz.
***
Bir gelincikte bütün gelincikleri, bir baharda bütün baharları birden gören gözler, bir dede ile ninenin muhabbet alışverişinde de kainatın bütün muhabbetlerini birden seyredebilirler. Zerreler aleminde parçacıkları, göklerde yıldızları birbirine bağlayan şey, o semavi hakikatin cemadat diline tercümesinden başka nedir ki? Bunlardan birine elektrik, diğerine çekim gücü adını veren bilim, bir tabloyu bize anlatmış olmaz, sadece tablonun bezinden, boyasından, tahtasından bahsetmiş olur, o kadar.
Ebedi hayat arkadaşları arasındaki muhabbet alışverişini bir “elektrik” hadisesi olarak görenlerin de cemadat lisanından zişuur lisanına yükselmedikçe bu hakikati anlamaları pek güçtür.

Ümit Şimşek

Risale Ajans

Kürt Var, Azınlık Yok! Neden mi?

Cumhuriyetin ilk yıllarında din yerine ırkçılığı yerleştirmeye çalışan bir politikanın uygulanmasıyla Doğu Anadolu vilâyetlerinin ve Kürtlerin uzun yıllar boyunca birtakım haksızlıklara ve mahrumiyetlere maruz kaldıkları bir gerçektir.

Fakat bu durumu “Kürt azınlığın sorunları” şeklinde tanımlayıp bunun üzerine bir hak mücadelesi bina etmek, aynı hatâyı diğer yönde tekrarlamaktan başka bir anlam taşımaz.

Kürtler ile Türkler birbirine nisbetle azınlık ve çoğunluk değildirler; onlar bir milletin evlâtlarıdır. Zira aralarında din ve vatan birliği vardır; büyük bir kısmıyla da ayrıca dil birliği mevcuttur.

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, ırkçılıkta en müfrit olanlar bile din ve dil birliğini millet birliği için kâfi görmüşlerdir. Ve yine Bediüzzaman’ın formülleştirdiği gibi, “İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.”

Onun içindir ki, bu memlekette Rum azınlıktan, Musevî azınlıktan, Ermeni azınlıktan söz edilebilir; çünkü onlarla aramızda vatan birliği olsa da din birliği yoktur. Fakat Kürt, Laz, Arnavut gibi azınlıklardan söz etmeyi aklı başında hiçbir Müslüman Kürt veya Türk yahut Laz veya Arnavut düşünmez. Zaten bu unsurların hepsi din ve vatan potasında birleştiği gibi, aile yapıları itibarıyla da birbiriyle iyice karışmış ve kaynaşmışlardır. Hangi Türk veya Kürt aile, birbirinden kız alıp verirken yekdiğerine Rum veya Ermeni gibi azınlık-çoğunluk gözüyle bakar?

Üstelik Cumhurbaşkanlığına varıncaya kadar bu memleketin bütün yönetim kademelerinde Türkler gibi Kürtler ve Lazlar da görev almışlar; ancak bu görevlere onlardan hiçbirisi azınlık temsilcisi olarak gelmediği gibi, onların yönetime gelmesi karşısında da hiç kimsenin aklından “Azınlığın idaresi altına girdik” şeklinde bir düşünce geçmemiştir.

Kürtlerin mağduriyetini bir azınlık problemi olarak görüp göstermenin, kökü dışarıda olan birtakım bölücü mihraklara ait bir tuzaktan başka birşey olmadığını bugün herkes açıkça görüyor. Buna rağmen bazılarının hâlâ şu “azınlık-çoğunluk” sakızını çiğnemekte ısrar etmesi, eğer kasıtlı değilse gafilâne bir şekilde ecnebi emellerine hizmet etmekten başka hiçbir anlam taşımayacaktır. Eğer bir ülkeyi parçalamak istiyorsanız, bu iş için o ülke insanlarını birbirine nisbetle azınlık-çoğunluk durumuna düşürmekten daha kestirme bir yol bulabilir misiniz?

Aklı ve vicdanı olanlar, ağızlarına bu kelimeleri almadan önce bu soruya cevap arasın.

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

Nur Hizmetinin Üsleri: “Medreseler”

Risale-i Nur hizmetinin değişmez metodu Risale-i Nur okumak ise, değişmez üsleri de Nur medreseleridir.

Medrese-i Nuriye, medrese, dershane gibi isimlerle de anılan Nur medreseleri, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân’a hizmet etmeyi hayatlarının en büyük gayesi olarak belirlemiş olan insanların barındığı, bir araya geldiği ve Risale-i Nur dersleri yaptığı evlerdir. Bu evlerin başlıca özellikleri şunlardır:

  • Herkese açıktırlar.
  • Buralarda sadece Risale-i Nur dersleri yapılır.
  • Risale-i Nur’u okumak, öğrenmek, İslâm imanına dair birşeyler öğrenmek yahut suallerine cevap almak isteyen herkes buralara rahatça gelir, suallerini sorar, dersini dinler.
  • Risale-i Nur dersini dinlemek için buraya gelenler arasında hiçbir ayırım yapılmaz. Eski-yeni, zengin-fakir farkı gözetilmez. Siyasî görüşü veya sosyal hayattaki mevkii ne olursa olsun, herkes bu farklılıklarını kapı dışında bırakmak suretiyle medreseye gelir ve tam bir eşitlik içerisinde Nur’un dersine muhatap olur.
  • Buralarda asla kimseye birşey satılmaz, kimseden birşey istenmez.

Üstadın talimatı

Nur medreselerinin açılması talimatını bizzat Bediüzzaman Hazretleri vermiş, sağlığında yurdun pek çok yerinde medreselerin açıldığını görme bahtiyarlığını yaşamış ve bunları hararetle tebrik ve teşvik etmiş, imkân bulduklarını da bizzat ziyaret etmiştir. Hizmetinde bulunan yakın talebelerinden Tahirî Mutlu anlatıyor:

Üstad, yanımıza gelenlere medrese açmalarını tavsiye ederdi. Eğer medrese açarlarsa anahtarını getirip Üstada verirlerdi. Biz de “Filân yerde açılan yeni medresenin anahtarı, Üstadım” derdik. Üstad vakit varsa hemen o gün oraya giderdi. Yoksa ikinci gün muhakkak o medreseyi ziyarete giderdi.

Bediüzzaman, Nur medreselerinin açılması talimatını manevî bir ihtar sonucu olarak talebelerine bildirirken, bu mekânlarda hizmet edenlerin geçimlerini temin etmek için çalışmalarının da ibadet hükmüne geçeceğini müjdelemişti:

Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.

Hiçbir menfaatin girmediği mekânlar

O gün bu gündür, yurt içinde ve dünyanın dört bir yanında Risale-i Nur hizmetleri Nur medreseleri vasıtasıyla yürütüldü. İmanları bütün zamanların en insafsız hücumları karşısında tehlikeye düşmüş, tereddütler ve vesveseler içinde kalmış, dünya hayatının gaileleri arasında bunalmış nice insanlar, zihinlerini kemiren sorularına cevap bulabilmek yahut birkaç saatliğine bir huzur atmosferi soluyabilmek istediklerinde bu kutlu evlerin kapısını çaldılar. Ve orada, sıcak bir çorba, muhabbet dolu insanlar, mütevazi kardeşler ve ağabeyler buldular. Soracaklarını çekinmeden sordular, ders dinlerken hiçbir yabancılık hissetmediler.

Ömürlerini Risale-i Nur hizmetinin en ön saflarında geçirmiş nice insanlar, Nur’un cazibesine bu mübarek mekânlarda tutuldular. Onlardan kimi, ilk geldiği gün limon sandığından bir masa üzerinde ders yapan Nur talebeleriyle karşılaşmış, kimi de dershaneye yeni misafir geldiğinde çorbaya sadece su ilâve edilerek hep beraber sofraya oturulduğuna şahit olmuştu. Fakat bu hizmetin en yoksul günlerinde de, en şaşaalı zamanlarında da, buralara gelenlerden hiçbir zaman hiçbir şey istenmedi, onlara hiçbir şey satılmadı. Ve bu husus, halis ve hakikikî Risale-i Nur hizmeti ile çakmalarını birbirinden ayıran en önemli özelliklerden biri olarak bugüne kadar devam etti.

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

1. Yazı: http://www.nurnet.org/nur-hizmetinin-merkezi-medrese-i-nuriye/

3. Yazı: (Devamı) : http://www.nurnet.org/sirran-tenevveret-nedir/