Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Hz. Musa’nın, Azrail (A.S)’a Tokat Vurması

Ebu Hureyre (ra) dan rivayet, Resul-i Ekrem (asm) ferman etmiş ki: Melekül Mevt (yani Azrail) Musa Aleyhisselama ruhunu kabzetmek için gönderilmiş. Hz. Musa’ya geldiği zaman, O’na tokat vurmuş, bir gözü çıkmış. Azrail Aleyhisselam Rabbine dönmüş, demiş ki: “Beni öyle bir kula gönderdin ki, ölümü istemiyor.” Cenabı Hak tekrar ona gözünü iade etmiş.

Allah Teâlâ ölüm meleğini Musa’ya ruhunu kabzetmek için göndermemiş; ancak ve ancak imtihan için göndermiştir.

Nitekim ALLAH Teâlâ Halil İbrahim (Aleyhisselâm)’a oğlunu kesmesini emretmiş, fakat bunun hakikaten kasdetmemiştir. Eğer Musa (Aleyhisselâm) tokat vurduğu vakit onun ruhunu kabzetmek isteseydi, murad ettiği olurdu. Musa (Aleyhisseiâm) şeriatında tokat vurmak mubahtı. Kendisi yanına giren bir adam görmüş. Onun ölüm meleği olduğunu anlamamıştı. Bizim Peygamberimiz de izinsiz bir müslümanın evine bakan kimsenin gözünü çıkarmayı mubah kılmıştır. Hz. Musa’nın ölüm meleğini tanıdığı halde gözünü çıkarması imkânsızdır. Melekler İbrâhim (Aleyhisselâm)’a da gelmiş, O dahi ilk görüşde onları tanıyamamıştı. Tanımış olsa kendilerine dana eti takdim etmesi muhal olurdu. Çünkü melekler yemek yemezler.

Aşağıdaki güzel videoyu izlemeden kısa bir açıklama ;

Bu hususta üç meslek var:

Birinci meslek: Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz aynalar vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin aynalardaki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı aynalarında misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat aynaların kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın aynasına temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür.

İnsanın ruh aynasında yansıyan Azrail (as)’in hakiki vücudu değil, hakiki vücudun aynadaki basit bir yansımasıdır. Hazreti Musa (as) bu yansımadaki surete tokat attığı için, Azrail (as)’in hakiki vücudundaki gözü değil, bu aynada yansıyan suretin gözünü çıkarmış oluyor. Bu birinci mesleğin görüşüdür ki; Risale-i Nurların tarzı bu şekildedir.

İkinci meslek odur ki, Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın (Haşiye 1 ) ervâhını kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki,

-1-

âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh eden, taife taifedir. Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma değil, belki Azrâil’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. Haşiye2

HAŞİYE 1:  Bizde “Seydâ” lâkabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervâh-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seydâ, bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervâhına müekkel, mahsus taife ruhumu kabzetsin” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.

HAŞİYE 2:  Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü’l-mevti görmüş, demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış, atına binmiş, kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdâne, at üstünde vefat etmiş

Bu mesleğe göre dört büyük meleklerden her biri bir vazifeden sorumlu bakan gibidir. Bu bakanların raiyetinde binlerce memur ve vazifeli vardır. Azrail de (as) insanların ruhlarını almakla sorumlu bir bakandır. Emri altında sayısız vazifeli ve memuru vardır. Bu vazifeli memurlar onun adına insanların ruhlarını alıyorlar. Tabi bu memurlar insanların ameline göre ayrı ayrı düşüyorlar. Kafirlerin ruhu için ayrı, Müminlerin ruhu için ayrı vazifeli memurlar vardır. İşte Hazreti Musa’nın (as) tokat attığı ölüm meleği, Azrail (as) değil, onun bir memuru olan melektir.

Üçüncü meslek: Yirmi Dokuzuncu Sözün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehâdis-i şerifenin delâlet ettiği üzere, “Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Herbir dilde kırk bin tesbihat var.”

Evet, madem melâikeler Âlem-i şehadetin envâına göre müekkeldirler, Âlem-i ervahta o envâın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, meselâ küre-i arz bir mahlûktur, Cenâb-ı Hakkı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envâları var. Her nevin, yüz binler dil hükmünde efradları var, ve hâkezâ…

Demek, küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı ve her başında da yüz binler dil olmalı, ve hâkezâ…

İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ, Azrâil Aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.

Bu fikre göre de; her bir meleğin suret ve vücudu, vazifeli olduğu işin mahiyet ve kemiyetine göredir. Çok büyük ve kemiyetli bir vazife ile vazifelenmiş ise; suret ve şekli de ona göre büyük ve kemiyetli oluyor. Azrail (as) bir anda milyonlarca ruhu almakla mükellef olduğu için, Allah, Azrail’e (as), ya bu ruhlar adedince misali göz ve teveccüh vermiştir. İşte Hazreti Musa (as)’in tokat attığı göz, Azrail (as)’in hakiki gözü ve sureti değil, misali gözlerinden bir tanesidir.(Sorularla Risale)

Her hafta sıcak bir aile ortamı gibi devam eden Keşan’daki Nur derslerine bir yenisi daha eklendi. Devamını Doç.Dr.Şadi EREN Hocamızın Risalelerden anlatımıyla devam edelim…

www.NurNet.org

Hz. Ebu Eyüp El-Ensari Kimdir?

Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd b, Küleyb el-Ensârî (ö. 49/669) Hicret sırasında Hz. Peygamber’i Medine’de evine misafir eden ve Türkiye’de “Eyüp Sultan” unvanıyla anılan sahâbî.

Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslü­man oldu ve ensardan İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. Nübüvve­tin 13. yılında yapılan İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622], Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onunla, ileri gelen sahâbîlerden Mus’ab b. Umeyr arasında kar­deşlik bağı (muâhât) kurdu. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir, Uhud, Hendek,  Hayber, Mekke’nin fethi ve Huneyn baş­ta olmak üzere bütün gazvelere katıldı. Savaşlarda ona zarar gelmemesi için ya­nından ayrılmaz, hatta bazı geceler ça­dırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâ­tiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygam­ber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetleri­nin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashap arasında ilmiyle de tanındığı için kendisine sorulan dinî konularda pek çok fetva verdi.

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendi­nizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2-195) mealindeki âyette sözü edilen teh­likeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meş­gul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebep­le ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu ku­şatmadan bir yıl sonra (49/669) gönde­rilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu da ri­vayet edilmektedir.

Ebû Eyyûb. kuşatma devam ederken hastalanarak 49 (669) yılında vefat etti. Ancak 50 (670) veya 55 (675) yıllarında öldüğü de ileri sürülmüştür. Cenaze namazını Ye­zîd b. Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara ya­kın bir yere götürülerek oraya defnedil­di. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kab­rinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedire­ceğini söylediği, fakat İslâm ordusu ku­mandanı tarafından gönderilen cevap­ta, böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan hıristiyanların ve kili­selerin zarar göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat ver­diği nakledilmektedir.

Ebû Eyyûb’un kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kab­rini ziyarete gelen hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar bo­yunca bu kabrin itina ile korunduğu söy­lenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebû Bekir el-Herevî (o. 611/1215), Ebû Eyyûb el-Ensârfnin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in İs­tanbul’u fethinden sonra kabrin yerinin Akşemseddin tarafından keşf yoluyla belirlendiğine dair Osmanlı tarih kaynak­larında geniş şekilde yer alan haberlerle bu bilgiler çelişmemektedir.

Zira kabrin yeri korunmuş olmakla beraber İstan­bul’un fethi sırasında sur dışında çok sayıda manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezar bulunduğu için herhalde kabrin yeri kesin olarak bilinmemekteydi. Bir başka ihtimal de 1204 yılında Latinler’in İstanbul’u istilâsı esnasında şehir üç gün boyunca yağmalandığı ve hıristiyanlarca kutsal sayılan yerler yıkıldığı için Ebü Eyyûb’un kabrinin de tahrip edilmiş olmasıdır. Osmanlı padişahlarının tahta cülusunda kılıç kuşanma merasimleri, şeyhülislâm ve bilhassa nakîbüleşrafın da bulunduğu bir törenle Ebû Eyyûb el-Ensârfnin türbesi önünde yapılırdı.

Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret edin­ce Medineli müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istedi. Ancak Hz. Peygamber, bir tercih yaparak onlan gü­cendirmemek için devesinin çökeceği ye­re en yakın eve misafir olacağını söyle­di. Kendisini taşıyan devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp bi­raz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Resûlullah oraya en yakın olan ve dedesi Abdülmuttalib’in annesi tarafından ken­disine yakınlığı da bulunan Ebü Eyyûb’un evine yerleşerek burada yedi ay misafir kaldı. Bundan dolayı Ebû Eyyûb “Mihmandâr-ı Nebî” unvanıyla anılır.

Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep duru­mundaydı. Hz. Peygamber fakir muha­cirlere burada yemek verir, kendisine sunulan hediyeleri fakirlere burada da­ğıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve afiyet içinde olmalarını dilerdi. Resûl-i Ekrem kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu.

Ebû Eyyûb haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çe­kinmezdi. Cihad maksadıyla gittiği Mı­sır’da vali olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görün­ce onu uyardı. Resûl-i Ekrem’in akşamı geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi.

Namazları müstehap olan vakit­lerinde kıldırmayan Medine Valisi Mervân b. Hakem’e muhalefet eder. Resulullah’a uyduğu takdirde kendisine uya­cağını, aksi halde aleyhinde bulunacağı­nı açıkça söylerdi. Bir gün Ebû Eyyûb’u Resûl-i Ekrem’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil Resûlullah’a geldim. Onun, “din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olma­yanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir” dediğini duymuştum” diye ce­vap verdi.

Medine döneminden itibaren Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadığı halde Ebû Eyyûb el-Ensârî’den sadece 150 hadis rivayet edilmesinin iki önemli sebebi var­dır. Bunlardan biri hadis rivayetinde çok titiz olması, diğeri de ömrünün savaş­larda geçmesidir. Kendisinin bilmediği bir hadisi Ukbe b. Âmir’den bizzat riva­yet etmek için Medine’den Mısır’a ka­dar gitmesi, söz konusu titizliğin eşsiz bir örneğini ortaya koymaktadır. Ondan hadis rivayet edenler arasında İbn Ab­bas, İbn Ömer, Berâ b. Âzib, Enes b. Mâ­lik, Câbir b. Semüre gibi sahâbîler ve Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Atâ b. Yesâr gibi tabiîler bu­lunmaktadır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Sünnete Uymak Bize Ne Kazandırır?

Bid’aların yaygınlaştığı, ümmetin fesada gittiği zamanımızda sünnete tâbi olmak daha ehemmiyetlidir. Bu zamanda bir sünneti işlemek binlerce sevap kazandırabilmektedir. Efendimiz (asm) bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Bid’at ve dalâletlerin her tarafı istilâ ettiği ve ümmetimin bozulduğu bir zamanda sünnetime sarılana yüz şehit sevabı vardır.”

Sünnete tâbi olmanın bu derece büyük sevap kazandırmasının sebebini şöyle izah edebiliriz:

Bir Müslümanın en yüksek gayesi, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızasını kazanma yolları içerisinde en sağlamı, en makbulü ve en kısası, Resûlullahın (asm) gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Resûlullah’ı (asm) sevmek ve ona tâbi olmak bizi Allah’ın rızâsına götürecek yegâne yoldur. Bu gerçek bizzat Rabbimiz tarafından şöyle ifâde edilir:

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”

Yüce Rabbimiz Nisa Sûresi’nin 69. âyetinde de kendisine hakkıyla iman etmeyi, her hususta Resûlullâh’ın (asm) hükmünü tam bir teslimiyetle kabul etme şartına bağlamıştır. Bu âyet-i kerîmede de meâlen şöyle buyurur:

“Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ise ne güzel arkadaşlardır!”

Bununla ilgili olarak bir başka âyet-i kerimenin meali ise şöyledir:

“Sizden kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder ve güzel işler yaparsa, ona da mükâfatını iki kat veririz. Onun için biz Cennette pek güzel ve arkası kesilmeyecek bir rızık hazırlamışızdır.”

“Andolsun ki, Allah’ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için, Allah’ın Resulünde size güzel bir nümûne vardır”

İşte bizler bu dehşetli zamanda kalemizi sünnet-i seniyye seçmeliyiz ki, bu zamanın gafletini püskürtebilelim. Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak isteyen bir kişi en başından itibaren binasını sağlam bir temel üzerine kurmalıdır. Kendisine Kur’ân’ı rehber edinmiş ve Peygamberimizin (asm) ahlâkını örnek almış bir kişi, doğru olan yola uymuş ve sağlam adımlarla bu yolda ilerleyen bir kişidir.

Risale-i Nur Enstitüsü

 

Fatih Sultan Mehmet Kimdir?

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi. Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefât eyledi. Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi.

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı. Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi.

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu. 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyordu.

Bizans’lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem’e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan’da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştı.

Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir. Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu. Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı.

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti.

28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve benzeri zatları zikretmek icabeder.

ZEVCELERİ: 1- Gülbahar Hâtûn; II. Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi. 2- Gülşah Hâtun; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır. 3- Sitti Mükrime Hâtun; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır. 4- Çiçek Hâtun; Türkmen Beyi kızıdır. 5- Helene Hâtun; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır. 6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür. 7- Alexias Hâtun; Bizans Prenseslerindendir. ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Mustafa Hân. 2- Gevher Sultân. 3- Şehzâde Cem Hân. 4- Şehzâde Bâyezid Hân. 5- İsmi bilinmeyen iki kızı.

www.osmanli.org.tr

Günlük Hayatta Uygulayabileceğimiz Sünnetler

1. Hayırlı işlerde sağı kullanmak.

2. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak.

3. Yemeğe besmele ile başlamak, Allah’ın sonsuz ikram ve nimetlerini tefekkür ederek yemek, sonunda da hamd etmek.

4. Yemekte tabağın kendi önümüze gelen tarafından yemek.

5. Yemeğe sofradakiler ile beraber başlamak.

6. Acıkmadıkça yememek, tam doymadan yemeği bırakmak.

7. Tabağa az yemek koydurtup artık bırakmamak.

8. Selâmı yaymak. Eve girince ilk söz olarak ev halkına selâm vermek.

9. Selâmla birlikte samimiyetle, tebessüm ederek musafahada bulunmak.

10. Hediyeleşmek ve gelen hediyeye aynıyla veya daha güzeliyle karşılık vermek.

11. Az gülmek, gülünce kahkaha ile değil, tebessüm ederek gülmek. Mütebessim olmak.

12. Çoğu zaman susmak, tefekkür etmek, ihtiyaç olunca konuşmak.

13. Tane tane, orta bir ses tonuyla konuşmak. Çok mühim şeyleri üç defa tekrar etmek.

14. Nefsî ve dünyalık bir şey için öfkelenmemek; buna mukabil bir hak zâyi olduğunda ve uhrevî meselelerde yeri geldiğinde Allah ve din hakkı için öfkelenmek.

15. Doğru sözle şaka ve mizah yapmak.

16. Boş işler (malayani) ile iştigal etmemek.

17. Ayakkabı giyerken önce sağdan başlamak, çıkarırken de önce soldan çıkarmak.

18. Takke ve sarıkla başı kapatıp namazı öyle kılmak.

19. Soğan ve sarımsak kokusuyla mescid ve meclislere yaklaşmamak.

20. Misafire elinde bulunandan ikramda bulunmak. Misafir ve ziyaretçileri temiz bir kılık kıyafetle karşılamak.

21. Esnemeyi mümkün olduğu kadar gizlemek. Ağzı elle kapayarak gidermeye gayret etmek.

22. Dâvete icabet ve hediyeyi kabul etmek.

23. Kapıyı üç defa vurmak, cevap verilmezse geri dönüp gitmek.

24. Emin ve muttakî insanlarla istişare etmek, neticedeki karara tevekkülle uymak.

25. Cömertlik. “Cömert Allah’a yakın, cimri ise Allah’a uzaktır. Cömertlik kökü cennette olan bir ağacın dünyaya sarkmış dalıdır. Kim o dala tutunursa, o dal onu cennete çeker.”

26. Çok tefekkür etmek. “Tefekkür gafleti izale eder. Ölümü tefekkür etmek fani lezzetleri acılaştırır. Eşyanın üzerindeki fena damgasını gösterir.”

27. Borçlanmalarda durumu yazıyla veya bir şahitle tevsik etmek. Böyle bir tedbir asla itimatsızlık sayılmaz. Anlaşmalarda değişik tevil ve tefsirlere yol açacak boşluklar bırakılmamalıdır. Durumu net olarak tesbit etmek lâzımdır.

28. Ölmüş kimseleri hayırla yad etmek.

29. Mevtanın ardından yüksek sesle ve çırpınarak, saç baş yolarak ağlamamak. Böyle yapmak kadere itiraz ve Cenâb-ı Hakk’ın takdirini itham etmek olur.

30. Hasta akraba, dost ve arkadaşları ziyaret etmek. Onlara tesellî ve ümit vermek. Ziyareti uzun tutmamak. Hastanın hoşa gitmeyecek hallerini başka yerde anlatmamak.

31. Sıla-i rahimde bulunmak. “Akrabayla alâkayı kesen bir kimsenin bulunduğu meclise Allah’ın rahmeti inmez.”

32. Anne-babaya itaat etmek, onlara ihsanda bulunmak, kalplerini kırmamak ve hayır duâlarını almak.

İşte sünnet-i seniyyenin yaşanmasında daha bunlar gibi birçok hikmetler vardır. Bu sebeple, her Müslüman sünnet-i seniyyeyi yaşamayı ve yaşatmayı kendisi için en mühim vazife olarak görmelidir.

Risale-i Nur Enstitüsü