Kategori arşivi: Hanımlar

En Yakın Dost ve En Fedakâr Arkadaş

Bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. (9.Şua , 4.delil)

Hakikî hürmet ve samimî merhametin gösterilebilmesi için nasıl bir zemin olmalıdır?” bu ulvî hislerin karşılıklı uyanabilmesi ancak ahirete iman akidesi ile mümkündür. Yani hayat arkadaşı sadece bu alemde, hususan gençliğine münhasır bir eşi değil; ebedî bir arkadaşlık, daimî bir refakat, sermedî bir beraberliği paylaşacağı, Allah’ın huzurunda buna söz verdiği refika-ı hayatıdır. Münasebetlerini ahirete bina ettiğinde mükafatını düşünerek acıya sabretmesi, tatlıya şükretmesi kolay olur. Ahiret hayatı nokta-i nazara alınmadan kurulan evliliklerde ise eşlerin “öncelikle Allah’a karşı mes’ulüm” hissi olmadığından, maddî-manevî hukukta pek çok haksızlıklar yaşanmaktadır.

Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir. (9.Şua , 4.delil)

Daimî bir arkadaşlık kavramı olmazsa eşler arası münasebetler nefis menfaati üzerine kurulur ki çakıştığı noktada kopma tehdidi ile sıkça yüz yüze gelinir. Mesela beyin beklentisi eşinden cismanî güzellik olursa, ihtiyar veya bir hastalık sebebiyle çirkin olduğunda hanımına sevgi ve şefkatini muhafaza edemez. Sırf o suretperestlik hissini tatmin etmek için eşine sadakati kaybeder; evdeki bîçare hanımı mazlum bıraktığı gibi, evladlarını da madur eder; aile düzeni bozulur. Maalesef bunun misalleri son dönemde çok artmıştır. Aynı bunun gibi hanımın da eşinden beklentisi maddî menfaat olduğunda ve eşi geçim sıkıntısı durumuna düştüğünde, hanım kanaat edeceğine “istediğim lüks hayatı yaşayamıyorum” deyip manen eşini terk eder, destek olacağına maddî imkanı daha iyi olanlara bakıp eşi üzerinde baskı oluşturursa aile düzeni bozulur, huzur kalmaz. Ahiret adına çok şeyler kazandıracak bir imtihan, kanaatsizlik, şükürsüzlük engeline takılmış olur. Bu yüzden aileye ilk adım atılırken çok iyi anlaşılmalıdır ki aile hayatı, Allah’ın terbiyesine en rahat, kolay muhatap olacağımız korunaklı, şefkatli, dinamik bir eğitim sahasıdır. Kulluk imtihanını bu sahada vereceğiz. Nokta-i nazarı ayarladıktan sonra gelen hadiseleri de doğru yorumlayabiliriz, doğru davranışları gösterebiliriz.

Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. (25.SÖZ, 1.ŞULE, 3.ŞUA, 2.CİLVE)

Hürmet ve merhametin mütekabil yani karşılıklı olması gerekir. Ruhî olgunluğun belli bir seviyede olduğu eşlerde hürmet ve merhamet daima beslenir ve artar.

Daha önce de geçtiği gibi aile her ferd için bir okuldur. Bunun farkında olan eşler kendilerini fazilet ve kemalat ile techiz etme gayretindedir, fazilet ve kemalat da vicdandaki hakikî hürmet hissini tahrik eder. Muhabbet  kalplerin birbiri ile alış verişinden tezahür eder. Kalben paylaşılan ortak alanların ziyadeleşmesi nisbetinde eşlerin birbirine muhabbeti artar. Elbette bu güzel hisler imtihan ve bazı sıkıntılarla yıpranır, eskir, güncelliğini yitirir; eskiden önem verdiğimiz bir şeyin şu anda hiç de ehemmiyetli gelmemesi gibi. Ne yapacağız peki? Hürmet ve muhabbeti yenilemek, uyandırmak, tazelemek için eşler birbiriyle olan münasebetlerine katkı yapmalıdır. Öncelikle eşinin iyi huy ve özelliklerine hasr-ı nazar etmeli, bunun için  şükretmeli, eşini takdir ettiğini ona hissetirmeli.

“Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. ” (21. Lem’a )

Hıllet:

  • en yakın dost,
  • en fedakâr arkadaş,
  • en güzel takdir edici yoldaş,
  • en civanmerd kardeş olmak iktiza eder.

Eşler hıllet hakikatini birbirinde yaşamaya çalışmalıdır. Yakınlık, fedakarlık, takdir edicilik, civanmertlik hislerini aile hayatında kullanmalı ve inkişaf ettirmeye gayret etmelidir -ki bu hislerin inkişafı insanı, insanî kemalata, güzel ahlaka vasıl eder; nefsaniyetten kurtarıp kalp ve ruhun derece-i hayatında yaşamaya yükseltir. Bu yalnızlık asrında hepimiz hılleti yaşayacağımız bir dostluk arıyoruz, tam bulduk derken bazı arızalarla bozulmasına müsaade ediyoruz. Halbuki madem Allah için dost olmuşuz, ahiret yolunda beraber yürüyeceğiz, neden dostumuza Allah’ın verdiği kadar kıymet vermiyoruz, Allah için dostluk bu kadar basit ve ucuz mu ki en ufak arızada bırakıyor ya da manen onu terk ediyor, kalp defterimizden siliyoruz? neden اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ müminler ancak kardeştir” hakikatine kolayca muhalefet ediyoruz?  Madem ki müslümana bu zulüm yakışmaz, öyleyse dostluğa daha ziyade ehemmiyet vereceğiz. Dostlarımızın içinde en ziyade medar-ı muhabbet ve şefkat olan refika-ı hayattır. Zaten içtimai hayatta dostlarına ehemmiyet veren bir insanın ömrünü paylaştığı refika-i hayatının dostluğuna ehemmiyet vermemesi düşünülemez elbette.

Ailenin temelini oluşturan diğer his olan muhabbet ise;

Eşler ve aile ferdleri arasındaki muhabbeti ziyadeleştiren en ehemmiyetli davranış biçimi: birbirine şefkatkarane yaklaşmak, empati kurup (tefanî ile) onu anlamaya çalışmaktır. Anlaşıldığını hisseden bir kalp insanlarla arasına koyduğu duvarları kaldırarak onları içeri buyur eder. Kendini ifade etmeye ve kendi gibi insanların nasıl kendini ifade ettiğini öğrenmeye istekli ve yatkın olur. Yani, dışa açılır, küllileşmeye, fıtratında var olan bütün eşya ile irtibatlarını gün yüzüne çıkarmaya başlar. İrtibatları tesis ettikçe, yani etrafında var olanları fark ettikçe hayatından lezzet alır, bunalım sıkıntılara düşme ihtimali azalır. Konu komşu, küçük büyük, aç tok, hasta sağlıklı,  insanların ahvalini idrak ve tefrik etmeye başlar, o zaman onlarla nisbetini kurabilir, alakadarlığı fikir ve his boyutundan davranış boyutuna çıkar ve İslamın tavsiye ettiği davranışları, ahlakı insan ve eşya ile olan münasebetlerinde fıtrî olarak göstermeye başlar. Bunlar kulluk adına çok büyük kazanımlardır.

Demeyelim ki, “bir kez evladım veya eşimle empati kurdum diye onun kalbi mi açılacak?”

Evet, evet, evet. Tam olarak öyle, bir kez “anlaşılmamak, kendini ifade edememek” vahşetinden kurtulan bir kalp, artık fethedilmiştir. İnsanlarla alış verişi daha çok ve keyfiyetli olur. Manen bütün kainatla alakadar olan bir insanın en ziyade ihtiyaç duyduğu hal de bu irtibatı en parlak ve câmî ayine olan diğer insanlarla kurabilmektir. En sevdiklerinin bu fıtrî ve uhrevî ihtiyacına cevap verebilmek ne büyük saadettir. Öyleyse risalelerden anladığımız üzere eş veya evladlarla onları anlamaya çalışarak, yani bir nevi “o olarak” kurulan iletişim en samimî  ve sağlam irtibattır. Çünkü insanın hülasası olan kalpler birbirine yabancı olmayıp birbirinde aks edecek bir alışveriş zemini olmuştur. Birbirinin derdiyle dertlenmek, sevinciyle sevinmek, fikirleri hisleri paylaşmak böyle bir sağlam zeminde çok kolay ve verimli olur. Ruhlar ve kalpler bu alemde muhatabını bulduğu için sıkılmaz ve dağdağalı hayat-ı dünyeviye küçük bir cenneti hükmüne geçer. Aile hayatından maksud da budur.

Ya Erhamerrahimin, hanelerimizi ebedî ana, baba, eş, kardeş olduğumuz şuuruyla şenlendir. Ezvac-ı tahirat annelerimizinki gibi bin cefamız da olsa senin rızan için cana sefa bilip tahammül etmeyi, Resul-i Ekrem(ASM)’ın sünnetini hep beraber yaşayabilmeyi nasip eyle. Amin.

Nabi

www.Nurnet.org

Hür kadınlar…

Lemaat, Bediüzzaman’ın ilk eserlerinden biridir. 1921 yılında Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası iken telif edilmiştir.

LEMAÂT’TAN KADINLARIN HÜRRİYETİNE DAİR

1. Cihan Savaşında mağlub olan Osmanlı payitahtı İstanbul’un İtilaf Devletlerince işgale uğradığı dönemde Bediüzzaman boş durmamış Hutuvat-ı Sitte, Lemaât, Sünûhat, Şuaât, Rumuz, Tuluât isimli eserlerini yazmış, Anglikan Kilisesinin suallerine cevap vermiştir.

Hareketli yıllardır 1920-1921 yılları… Bediüzzaman Yeşilay Cemiyetini kuranlar arasındadır. İstanbul’da son meclis-i mebusan açılırken, TBMM de Ankara’da açılmıştır. Türkiye’de Komünist Partisi kurulmuştur. Bediüzzaman 1921’de Şeyhülislâmın fetvasına karşı fetva vermiştir. Beri yanda İnönü ve Sakarya Savaşları yapılmıştır.

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Şubat 2005, Kronolojik Bilgiler, s. 1476)

ÇEKİRDEKLER, MEYVELER…

Bediüzzaman, oluşacak yeni dünya düzeninin çekirdeklerini net bir şekilde müşahede etmiş, atılan tohumların vereceği meyveleri görmüş ve bir ıslâhatcı kimliğiyle problemlere reçeteler hazırlamıştır.

Kadınlar âlemi için hazırladığı reçete de bunlardan biridir.

Lemaât’ta yer alan hanımlarla ilgili bölüm günümüzdeki kadın meselelerinin hem çekirdeklerini, hem çiçeklerini, hem meyvelerini içinde barındıran kısa, şiir gibi, ama şiir olmayan nefis ifadeler ihtiva eder.

Kendi ifadeleri ile talebeleri için kaleme aldığı “küçük bir mesnevî ve imânî bir divan” dır.

“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli” başlığı problemi ve çözümü, tohumu ve meyveyi içinde barındıran veciz, aynı zamanda formül bir cümledir.

BOL UCUZ MAL, SÜS VE EĞLENCE

Sanayi Devrimiyle evde üretimin azalıp, fabrikaların çoğalmaya başlamasıyla kadın da yavaş yavaş evinden çıkmış, dışarıda çalışmıştır. Bütün dünyayı saran gelişmeler Osmanlı için de geçerlidir. Bunu müşahede eden Bediüzzaman menfî gelişmelerden mesul gördüğü erkekler için yaptığı tesbit orjinaldir: “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayasızlıkla erkekleşirler.”

Sefih medeniyetin etkisiyle kadınlar bu yeni hayatlarında “hürmet” görmedikleri gibi ortalıkta bol bulunan “ucuz mal” muâmelesine de tabi tutulurlar.

Mimsiz medeniyet kadını işyerlerinde, fabrikalarda çalıştırırken beri yanda süslenip, eğlence dünyasındaki yerini de almasını ister. Çalışma hayatının yorgunluğu ancak böyle atılır (!)

KUR’ÂN ECZAHANESİNDEN TERTİB EDİLEN İLÂÇ

Lemaât’ta “Kadının rahatı, ev ve aile hayatı ortamındadır” der Bediüzzaman. Kadın için en güzel zinetin ve bakımın temizlik, iyi ahlâk ve şefkat olduğunu belirtir. En iyi eğlencesiyse çocuklarıyla masumane yaptığı sohbetlerdir…

Bediüzzaman’ın Kur’ân eczahanesinden formüle ettiği bu ilâcı “Evinden dışarıya çıkma, hapsol!” anlamında yorumlamak (sahabe hanımlarının hayatı yıldızlar gibi parıldamaktayken) hakikate haksızlık olur.

“Kadının rahatı, ev ve aile hayatı ortamındadır” ifadesini “Hayatının merkezine yuvanı, eşini ve çocuklarını al! Önceliğin onlar olsun. Aksi halde zarar görürsün!” şeklinde anlamak çok daha gerçekci olacaktır.

Zira çalışan kadınlar üzerinde özellikle Batıda yapılan araştırmalar artık kadınların ev merkezli bir hayatı özlediklerini ortaya çıkarmıştır.

Batıda sosyal bilimciler kadınlar üzerinde yapılan bu araştırma neticelerini “Modern kadının uyanışı” olarak nitelendiriyorlar.

Kaldı ki, vefat eden Papa II. Jean Paul’ün de ölmeden önce kadın ve aile üzerine verdiği mesajlardan biri de şuydu: Kadınlar evine dönmeli!

GERÇEK HÜRRİYETE KİM ÇAĞIRIYOR?

1920’li yıllardan günümüze yaklaşık yüzyıllık süre geçmişken bu tabloda sizce değişen, güncelliğini yitiren bir tesbit var mıdır?

Tüketim ekonomisinin acımasız çarkları kadını ucuz işçi konumunda sabahtan akşama köleler gibi çalıştırırken, beri yandan da “Kendini süslemeyi ve eğlenmeyi, bu arada bizi de eğlendirmeyi unutmamalısın!” şeklinde verdiği öğüdü ne kadar samimidir sizce?

Sefih medeniyetin, kadınlaşan erkekleri ve erkekleşen kadınlarıyla yaptığı bu çağrının insanlığı nerelere getirdiğini hep birlikte müşahede ediyoruz. İnançsızlıktan kaynaklanan içindeki o büyük boşluğu neyle dolduracağını bilmediği için eğlence dünyasının maskarası hâline gelen, heveslerinin esiri olmuş, hayvanlardan aşağı mertebelerde hızla yol alan bir insanlık…

Beri yanda merhamet ve şefkatle kadınları kurtuluşa çağıran Kur’ân’ın sesi…

Sizce hangisi kadına gerçek hürriyetini sunuyor?

Yasemin GÜLEÇYÜZ

www.saidnursi.de

Zedelenen Kadınlık Ve Annelik

Ailede geçim temini vazifesi erkeğe yüklendiği için, erkekte ruhî sağlamlılık, dayanıklılık öne çıkan özelliklerdendir. Bu yüzden erkeğin en önemli hasleti himayet, merhamet ve hürmet olmak zorundadır.

Kadın ise ailenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Bu yüzden ruhî ve bedenî olarak hayat mücadelesine uygun değildir. Kadına yüklenen en önemli sorumluluk aile hayatının “müdîr-i dâhilîsi” (içişleri idarecisi) olmasıdır ve bunun da gerekleri olarak sadakat ve güven en esaslı hasleti olmalıdır.

Ayrıca ev içinde çocukların doğum ve sonrasındaki dönemde bakılıp, korunma ve eğitim gibi İlâhî vazifeleri de anne üzerinedir. Kadın, ancak imkân ve şartların elverdiği ölçüde meşrû bir ortamda çalışabilir.

İşte bu İlâhî tayinin eseri olarak, kadın ve erkeğin fıtratı ayrı ve birbirini tamamlayan bir hüviyet kazanmıştır. Fakat eşler bu özelliklerinin dışına taştığı zaman aile saadeti zaafa uğrar ve aile bireyleri mutsuz olurlar. İslâm’ı bilmeyenler, geleneksel aile yapısını eleştirenler maalesef bir bir ailelerini kaybetmektedirler. Güya özgürlük, serbestlik ve eşitlik söylemleriyle geleneksel ailedeki erkeğin himayet vazifesini tahakküm, kadının sadakat vazifesini esaret olarak değerlendirip, fıtrata karşı savaş açmışlardır. Oysa Cenâb-ı Hakk’ın fıtrî olarak tayin ettiği kadınlık ve erkeklik rolleri, gereğince yaşanır, fıtrata(yaratılışla) zıt hareket edilmez ve bu rollerin kemâl noktası olarak tayin edilen sünnet-i seniyye dairesinden çıkılmazsa ailede ne zalim, ne de mazlûm olur.

Geleneksel aileyi eleştirenler Müslüman kadının esirliğinden ve mazlûmluğundan dem vurarak tenkit yapmaktadırlar. Oysa bu tenkitlerde bulunanların aile hayatlarına veya ailesiz hayatlarına bakıldığında gerçek esaretin kıskacında kıvrandıkları apaçık görülür. Zira cemiyet hayatında modern kadın, nefsin, sûretin, zevkin, haz, enaniyet ve sefahetin esiri durumuna düşürülmüştür.

Kadınların iffet ve itaat dairesinden çıkarak kocalarına zulmetmesi; buna mukabil kocanın ise, otoritesini nefsanî arzular uğruna kullanması, aile yuvalarını tahrip etmektedir. Bediüzzaman bu rol kaymalarını ve buna bağlı olarak tahrip olan seciyelerin aile hayatlarını nasıl cehenneme çevirdiğini şu veciz sözüyle ifade eder:

Sefih erkekler hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler.” (Lemaât)

Yuvaya sahip çıkma hususunda kadın daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği feraset, gayret, fedakârlık çok daha önem arz edecektir. Ayrıca çocukların eğitimi noktasında da Allah kadına çok yüksek seciyeler(özellikler, kabiliyetler) ihsan etmiştir. Bunlardan en önemlisi şefkat hissidir. Çok yüksek bir duygu olan bu his, inkişaf eder ve doğru kullanılırsa, dünyada da ahirette de hayırlı ve şefaatçi evlâtlar yetiştirebilir. Fakat geleneksel aileye saldıranlar maalesef kadınların bu ulvî hissini de tahrip etmiş, dünyevîleşme mikrobunu, bu hisse bulaştırmıştır. Hatta bu hissi tamamen kaybeden, canavar bozması anneler(!) bu mimsiz medeniyetin ürünüdür. Evlâdı için canını feda edebilecek kadar yüksek ruh taşıyan anneliğin, evlâdını veya kendini sokağa terk edecek kadar ruhu ve vicdanı tefessüh etmiş canavarlara dönüştüğü görülmüştür.

Duygu bakımından erkekten daha zengin bir fıtratta yaratılan kadın, bu duygu zenginliğini Allah’ın ona yüklediği sorumluluk ve vazifede kullanmaz, İlâhî nizamın dışına çıkarsa, fıtratına ihanet etmiş olacaktır.

Hâsılı, kadının erkekle eşitlik yarışı, annelik ve hanımlık vazifelerini zedelemiş; ailenin saadet ve huzurunu bozmuş, toplum hayatı sarsılmış ve fertler de şahsiyetini yitirmiştir.

Kadınlar, ancak Cenâb-ı Hakk’ın verdiği ulvî seciyeleri, İlâhî tanzime göre kullanması ile letâfet, zerâfet ve kıymet kazanabilirler. Aksi halde, bu özelliklerini kaybeden bir kadın, bütün kıymet ve değerini kaybedecek ve Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘ucuz bir metâ’ haline gelecektir.

Cemiyetin şekillenmesinde kadın faktörü çok önemlidir. Gençler ve çocuklarla ilgili şikâyetler, aslında annelerin seviyesinin bir göstergesidir. Bir milleti nasıl bir geleceğin beklediğini görmek için, gençlere bakmak gerekir. Gençlerin durumu, karakter ve şahsiyet oluşumunu öğrenmek için de annelere bakmak gerekir.

Cemiyet hayatının sağlıklılığı için kadınlık ve annelik rollerinin tahrip edilmemesi şarttır. Aksi halde bunun bedelini bütün bir toplum olarak ödeyeceğiz.

 

Yasemin YAŞAR

 

 

Edirne’de Hanımlar Mevlid Gecesini İbadetle Geçirdi

Dün mevlid kandili ile birlikte hanımlar hizmetimize -daha önce evlerde devam eden- yeni yerimizde başlandı. 35-40’a yakın  hanım biraraya gelip Cevşen mecmuasını bitirip, Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur okudular.

Bu okunan dersler ve yapılan programlar, hanımların tanışarak hem Kur’an-ı Kerim okumasına hem de manasını açıklayan Risale-i Nur eserlerini okuyarak mütalaa etmelerine vesile oluyor.

Hanımların şefkat kahramanları olduğunu ifade eden Bediüzzaman, kendilerini muhafaza ve yaratılışlarının gayelerini belirtme hususunda onlara yön gösterme amacıyla aşağıdaki tavsiyelerde bulunmuştur ;

Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde, bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım.

Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâtlarıma katiyen beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmasının çare-i yegânesi,daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.

Mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir.Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar.

Edirne Nur Talebeleri


www.NurNet.org

İslam kadını aşağılamadı, siz anneliği aşağıladınız!

Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam’ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam’ın kadını aşağıladığını iddia eden ‘modern’ bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere “boş kadın” muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının “çalışıyor” sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım…
Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.
Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı…

Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı “çalışmak” değildir. O tepeden bakılan, “Ev kadınıymış” yollu dudak bükülen bir “acizdir”. Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven…

Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. “Yarın müsait misin”lere verdiği “Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum”lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım…
Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

Olsun, o yine de “çalışmayan” kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak “iş”, orada çalışanlar da “çalışıp üreten kadın” sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak “iş” sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner…

Ondan sonra “bebek mi-köpek mi?” ikilemi geliyor: tıpkı Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor… Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa’nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya’da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam, kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

Mustafa İslamoğlu