En Yakın Dost ve En Fedakâr Arkadaş

Bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. (9.Şua , 4.delil)

Hakikî hürmet ve samimî merhametin gösterilebilmesi için nasıl bir zemin olmalıdır?” bu ulvî hislerin karşılıklı uyanabilmesi ancak ahirete iman akidesi ile mümkündür. Yani hayat arkadaşı sadece bu alemde, hususan gençliğine münhasır bir eşi değil; ebedî bir arkadaşlık, daimî bir refakat, sermedî bir beraberliği paylaşacağı, Allah’ın huzurunda buna söz verdiği refika-ı hayatıdır. Münasebetlerini ahirete bina ettiğinde mükafatını düşünerek acıya sabretmesi, tatlıya şükretmesi kolay olur. Ahiret hayatı nokta-i nazara alınmadan kurulan evliliklerde ise eşlerin “öncelikle Allah’a karşı mes’ulüm” hissi olmadığından, maddî-manevî hukukta pek çok haksızlıklar yaşanmaktadır.

Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir. (9.Şua , 4.delil)

Daimî bir arkadaşlık kavramı olmazsa eşler arası münasebetler nefis menfaati üzerine kurulur ki çakıştığı noktada kopma tehdidi ile sıkça yüz yüze gelinir. Mesela beyin beklentisi eşinden cismanî güzellik olursa, ihtiyar veya bir hastalık sebebiyle çirkin olduğunda hanımına sevgi ve şefkatini muhafaza edemez. Sırf o suretperestlik hissini tatmin etmek için eşine sadakati kaybeder; evdeki bîçare hanımı mazlum bıraktığı gibi, evladlarını da madur eder; aile düzeni bozulur. Maalesef bunun misalleri son dönemde çok artmıştır. Aynı bunun gibi hanımın da eşinden beklentisi maddî menfaat olduğunda ve eşi geçim sıkıntısı durumuna düştüğünde, hanım kanaat edeceğine “istediğim lüks hayatı yaşayamıyorum” deyip manen eşini terk eder, destek olacağına maddî imkanı daha iyi olanlara bakıp eşi üzerinde baskı oluşturursa aile düzeni bozulur, huzur kalmaz. Ahiret adına çok şeyler kazandıracak bir imtihan, kanaatsizlik, şükürsüzlük engeline takılmış olur. Bu yüzden aileye ilk adım atılırken çok iyi anlaşılmalıdır ki aile hayatı, Allah’ın terbiyesine en rahat, kolay muhatap olacağımız korunaklı, şefkatli, dinamik bir eğitim sahasıdır. Kulluk imtihanını bu sahada vereceğiz. Nokta-i nazarı ayarladıktan sonra gelen hadiseleri de doğru yorumlayabiliriz, doğru davranışları gösterebiliriz.

Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. (25.SÖZ, 1.ŞULE, 3.ŞUA, 2.CİLVE)

Hürmet ve merhametin mütekabil yani karşılıklı olması gerekir. Ruhî olgunluğun belli bir seviyede olduğu eşlerde hürmet ve merhamet daima beslenir ve artar.

Daha önce de geçtiği gibi aile her ferd için bir okuldur. Bunun farkında olan eşler kendilerini fazilet ve kemalat ile techiz etme gayretindedir, fazilet ve kemalat da vicdandaki hakikî hürmet hissini tahrik eder. Muhabbet  kalplerin birbiri ile alış verişinden tezahür eder. Kalben paylaşılan ortak alanların ziyadeleşmesi nisbetinde eşlerin birbirine muhabbeti artar. Elbette bu güzel hisler imtihan ve bazı sıkıntılarla yıpranır, eskir, güncelliğini yitirir; eskiden önem verdiğimiz bir şeyin şu anda hiç de ehemmiyetli gelmemesi gibi. Ne yapacağız peki? Hürmet ve muhabbeti yenilemek, uyandırmak, tazelemek için eşler birbiriyle olan münasebetlerine katkı yapmalıdır. Öncelikle eşinin iyi huy ve özelliklerine hasr-ı nazar etmeli, bunun için  şükretmeli, eşini takdir ettiğini ona hissetirmeli.

“Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. ” (21. Lem’a )

Hıllet:

  • en yakın dost,
  • en fedakâr arkadaş,
  • en güzel takdir edici yoldaş,
  • en civanmerd kardeş olmak iktiza eder.

Eşler hıllet hakikatini birbirinde yaşamaya çalışmalıdır. Yakınlık, fedakarlık, takdir edicilik, civanmertlik hislerini aile hayatında kullanmalı ve inkişaf ettirmeye gayret etmelidir -ki bu hislerin inkişafı insanı, insanî kemalata, güzel ahlaka vasıl eder; nefsaniyetten kurtarıp kalp ve ruhun derece-i hayatında yaşamaya yükseltir. Bu yalnızlık asrında hepimiz hılleti yaşayacağımız bir dostluk arıyoruz, tam bulduk derken bazı arızalarla bozulmasına müsaade ediyoruz. Halbuki madem Allah için dost olmuşuz, ahiret yolunda beraber yürüyeceğiz, neden dostumuza Allah’ın verdiği kadar kıymet vermiyoruz, Allah için dostluk bu kadar basit ve ucuz mu ki en ufak arızada bırakıyor ya da manen onu terk ediyor, kalp defterimizden siliyoruz? neden اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ müminler ancak kardeştir” hakikatine kolayca muhalefet ediyoruz?  Madem ki müslümana bu zulüm yakışmaz, öyleyse dostluğa daha ziyade ehemmiyet vereceğiz. Dostlarımızın içinde en ziyade medar-ı muhabbet ve şefkat olan refika-ı hayattır. Zaten içtimai hayatta dostlarına ehemmiyet veren bir insanın ömrünü paylaştığı refika-i hayatının dostluğuna ehemmiyet vermemesi düşünülemez elbette.

Ailenin temelini oluşturan diğer his olan muhabbet ise;

Eşler ve aile ferdleri arasındaki muhabbeti ziyadeleştiren en ehemmiyetli davranış biçimi: birbirine şefkatkarane yaklaşmak, empati kurup (tefanî ile) onu anlamaya çalışmaktır. Anlaşıldığını hisseden bir kalp insanlarla arasına koyduğu duvarları kaldırarak onları içeri buyur eder. Kendini ifade etmeye ve kendi gibi insanların nasıl kendini ifade ettiğini öğrenmeye istekli ve yatkın olur. Yani, dışa açılır, küllileşmeye, fıtratında var olan bütün eşya ile irtibatlarını gün yüzüne çıkarmaya başlar. İrtibatları tesis ettikçe, yani etrafında var olanları fark ettikçe hayatından lezzet alır, bunalım sıkıntılara düşme ihtimali azalır. Konu komşu, küçük büyük, aç tok, hasta sağlıklı,  insanların ahvalini idrak ve tefrik etmeye başlar, o zaman onlarla nisbetini kurabilir, alakadarlığı fikir ve his boyutundan davranış boyutuna çıkar ve İslamın tavsiye ettiği davranışları, ahlakı insan ve eşya ile olan münasebetlerinde fıtrî olarak göstermeye başlar. Bunlar kulluk adına çok büyük kazanımlardır.

Demeyelim ki, “bir kez evladım veya eşimle empati kurdum diye onun kalbi mi açılacak?”

Evet, evet, evet. Tam olarak öyle, bir kez “anlaşılmamak, kendini ifade edememek” vahşetinden kurtulan bir kalp, artık fethedilmiştir. İnsanlarla alış verişi daha çok ve keyfiyetli olur. Manen bütün kainatla alakadar olan bir insanın en ziyade ihtiyaç duyduğu hal de bu irtibatı en parlak ve câmî ayine olan diğer insanlarla kurabilmektir. En sevdiklerinin bu fıtrî ve uhrevî ihtiyacına cevap verebilmek ne büyük saadettir. Öyleyse risalelerden anladığımız üzere eş veya evladlarla onları anlamaya çalışarak, yani bir nevi “o olarak” kurulan iletişim en samimî  ve sağlam irtibattır. Çünkü insanın hülasası olan kalpler birbirine yabancı olmayıp birbirinde aks edecek bir alışveriş zemini olmuştur. Birbirinin derdiyle dertlenmek, sevinciyle sevinmek, fikirleri hisleri paylaşmak böyle bir sağlam zeminde çok kolay ve verimli olur. Ruhlar ve kalpler bu alemde muhatabını bulduğu için sıkılmaz ve dağdağalı hayat-ı dünyeviye küçük bir cenneti hükmüne geçer. Aile hayatından maksud da budur.

Ya Erhamerrahimin, hanelerimizi ebedî ana, baba, eş, kardeş olduğumuz şuuruyla şenlendir. Ezvac-ı tahirat annelerimizinki gibi bin cefamız da olsa senin rızan için cana sefa bilip tahammül etmeyi, Resul-i Ekrem(ASM)’ın sünnetini hep beraber yaşayabilmeyi nasip eyle. Amin.

Nabi

www.Nurnet.org

Rahatlık, Zahmetin içinde gizlidir!..

“Rahat zahmette; zahmet rahattadır.” cümlesi Müslüman halkımızın yüz yıllardır Kur’ân’a dayandırarak söyleyegeldiği bir darb-ı meseldir. Yani, “rahat” çok çalışmada gizli demektir.

Çok yaygın olarak kullanılan bu cümle, Kur’ân-ı Hakîm’in, “Elbette güçlükle berâber şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle berâber şüphesiz kolaylık vardır.” âyetlerini tefsîr ediyor. Âyetler şöyle devam ediyor: “Öyleyse, bir işi bitirince hemen diğerine giriş. Ve umduğunu yalnız Rabbinden iste.”

Bu son âyetlerden hareketle, Müslümanın aslâ boş durmaması gerektiğinin bir Allah emri olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki Müslüman—dinlenme dışında—hem bir saniye boş durmamalı, bir işini bitirince hemen diğerine atılmalı; hem de yalnız Allah’a güvenmeli, yalnız Allah’tan istemelidir. Bir saniye boş durmaksızın çalışmak görünüşte zahmettir ve zorluktur. Fakat bu zorluğun ve zahmetin sonunda Allah’ın ihsan ettiği nîmetler, bereketler, kazançlar, ücretler, mükâfâtlar, lütuflar, açtığı kapılar o çalışma zorluğunu, zahmetini ve sıkıntısını hiçe indirir.

Kul, kalbiyle ve diliyle istediği gibi, bizzat fiiliyle de istemelidir. Yani isteğini fiile ve eyleme dökmelidir ki, Rabbinin kabûlüne yaklaşsın.

İnşirâh Sûresinin bahsettiğimiz bu âyetleri nazil olduğunda Peygamber Efendimiz (asm) gülerek çıkmış ve “Bir zorluk iki kolaylığa üstün gelemez. Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Hakîkaten güçlükle berâber kolaylık vardır” buyurmuşlardır.

Ebû Ubeyde (ra) Hazret-i Ömer’e (ra) mektubunda kendilerinin az olmasına rağmen Rumların çokluğundan yakınmış ve endîşelerini dile getirmişti. Hazret-i Ömer (ra) cevabında şöyle yazdı: “Muhakkak ki, mü’min bir kalbe her hangi bir şiddet ve korku inerse, Allah Teâlâ ona arkasından bir ferahlık verir. Her bir zorluk, sırtında iki kolaylık taşır.”

Dikkat edilirse, her zorluğu iki kolaylıkla müjdeleyen, “zorluktan sonra kolaylık” bulunduğunu üstü üste iki âyetle ifâde buyuran Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zorluklar ne kadar dayanılmaz da olsa, gerek doğrudan Allah’ın takdir ettiği musîbetlerde olsun, gerekse olumlu netice almak için gösterilen verimli ve özverili çalışma esnasında olsun; çekilen her zorlukta; 1- Dünyevî, 2- Uhrevî olmak üzere iki büyük kolaylık vardır.

1- Dünyevî kolaylık; başarıdır, verimliliktir, kalitedir, olgunluğa ermektir, kemâl kazanmaktır, sevilmektir, sayılmaktır, el üstünde tutulmaktır, bol kazançtır, berekettir. Meselâ özveri ile işine sarılan ve işinde alınteri döken şahıs, zorluğu, sıkıntıyı ve zahmeti göğüslemiş olur. Fakat bu zorluğun arkasında:1- Çalışma zevkini tatma, 2- Başarı zevkini tatma, 3- İnsanlara hizmet verme ve memnun etme zevkini tatma, 4- Kazanma zevkini tatma, 5- İnsanlarca sevilmek ve sayılmak zevkini tatma, 6- Olgunlaşma ve kemâle erme zevkini tatma, gibi dünyevî kolaylıklar görmektedir.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî, Cenâb-ı Hakkın, çalışmanın mükâfâtını bizzat çalışma içine koyduğunu ve bundan dolayı cansızlar da dahil tüm varlıkların Allah’ın yaratılış emirlerinin icrâsı çerçevesinde hususî vazifeler yaptıklarını kaydeder ve zerre bile olsa her bir varlığın tam bir istek, eksiksiz bir şevk ve büyük bir lezzetle çalıştıklarının ve başarılı da olduklarının gözlerden kaçmadığına dikkat çeker. Bedîüzzaman’a göre arıdan, sinekten, tavuktan, tâ güneşe ve ay’a kadar herşey tam bir lezzet ve saadetle vazifesine çalışmaktadırlar.

Üstad Hazretleri der ki: “Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve netîceleri düşünmeden, mükemmel vazîfelerini îfâ ediyorlar.”

2- Zorlukların netîcesinde gelen uhrevî kolaylığa gelince: Bu, Allah’ın izniyle ve takdiriyle gelen yüksek feyiz ve sevapla birlikte, Allah’ın rızâsına, Cennetine, cemâline, sonsuz nîmetlerine, hadsiz mükâfâtlarına ve ebedî hazînelerine ulaşmaktır.

Rahatın zahmette oluşu bu geniş mânâları ifâde eder. Katlanılan zahmetler, çekilen sıkıntılar ve göğüs gerilen zorluklar, neticede hem dünyada, hem âhirette sonsuz rahatlık, doyulmaz huzur ve ebedî saadet kazandırıyorsa, elbette baş göz üstüne denmeli ve katlanmalıdır.

Şüphesiz zahmet de rahattadır. Çünkü peşinen aranan “rahatlık” esâsen tembelikten başka bir şey değildir. Tembellik ise sonu gelmez zahmetlerin ve bitmez zorlukların başlangıcıdır.

Rahatına ve keyfine düşkün olmakla ve çalışıp hak etmeden keyfini ve rahatını birinci plâna almakla insan, zahmetten, zorluktan ve sıkıntıdan başka bir kapıya çıkıp varmaz. İşe ve çalışmaya düşkün olmakla ise, sonuç itibariyle rahata ve rahmete kavuşmayı hak ettiğini ispat etmiş olur.

Hiç şüphesiz her insan rahatını ve keyfini düşünür. Fakat rahat ve keyfin sonuçta bir “ücret” olduğu ve buna hak kazanmak gerektiği unutulmamalı; buna hak kazanmak için, “çalışmak” gibi bir “önemli bedel” ödenmesi gerektiği akıldan uzak tutulmamalıdır.

Bu meyanda rahat dediğimiz özel arabalar da, aslında yoğun ve zahmetli bir çalışmanın neticesinde ulaşılan bir teknolojidir. Ve zahmetli bir çalışmanın neticesinde özel bir arabaya sahip olmuşsak, bu bize zahmetin sonrasında verilen dünyevî bir ücrettir ki, kesin olarak şükrü gerektiren bir husustur. Yani önemli olan, zahmet sonrasında bize ihsan edilmiş olan rahat hallere şükretmeyi bilmektir.

Öte yandan özel araba yerine otobüs tercih etmekle, zor tercih edilmiş olmayabilir. Esasen günümüzde otobüslerin bir çok özel arabalardan daha konforlu ve rahat oldukları düşünülürse, zahmet tercihinin bir araba veya otobüs tercihine indirgenmesinin isâbetli olmayacağı açıktır.

Bedîüzzaman’a göre, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananların ekseriyetle çalışanlardan daha ziyâde zahmet ve sıkıntı çekmesi kâinâtta cereyan eden ve sünnetullah tabir edilen İlâhî düsturların bir gereğidir. İşsizler dâimâ ömürlerinden şikâyet ederler. Ömürlerinin eğlencelerle çabuk geçmesini isterler.

Çalışanlar ise şükredenler sınıfındadırlar, Allah’a hamd ederler ve ömürlerinin çabuk geçmesini istemezler.

“Rahat kimse ömründen şikâyet eder. Çalışan ise şükredendir.” sözü bunu ifâde eder.

“Rahat zahmette, zahmet rahattadır.” cümlesi bu hakîkatin ifâdesidir.

Süleyman KÖSMENE

www.fikih.info

Risale-i Nurlar Neden Müceddiddir?

Neden asrımızın müceddidi Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserleridir? Bunun dini müdafaa, Kur’ân-ı Kerim hakikatlerini ispat ve Sünnet-i Seniyyeyi ihya vazifelerinin yanında pek çok sebepleri vardır.

Her ne kadar Bediüzzaman “Müceddid” unvanını Risale-i Nurlara vermiş olsa da bu hizmet, şahsının gayreti, mücadelesi ve kalbini safi bir şekilde yüce Allah’a teveccüh ettirerek ilhama mazhar olacak hale getirmesi bakımından şahsının ve şahsiyetinin varlığını inkâr etmek elbette mümkün değildir. Bediüzzaman bir çekirdek olmuş, toprağa girip çürüdükten sonra şahsı “Risale-i Nur” şahs-ı manevisi olarak tezahür etmiştir. Ehl-i dalalete karşı “ölümüm başınıza bomba olup patlayacak” sözü böylece gerçekleşmiştir.

Birincisi, iman hizmetidir. İnsanın yaratılış amacı Allah’ın birliğine ve ahiret hayatına iman etmektir. Kurtuluşun sebebi ve saadet-i ebediyenin vesilesi imandır. İmansız amel ve ibadet makbul değildir. İmanda şüphe ve tereddüt imanı giderir. Bu asırda en büyük hastalık ve musibet imansızlık ve iman zafiyetidir. İman esaslarını izah ve ispat eden Bediüzzaman ve Risale-i Nurlardan başka eser ve Bediüzzaman’dan başka bir âlim bulunmamaktadır. Taklidî imanı tahkiki hale getirmek için Risale-i Nur’u okumak yeterlidir.

İkincisi, Kur’ân ve Sünneti Müdafaasıdır. Bu konuda Risale-i Nur’dan daha müessir başka eserleri bulmak zordur. İlk akla gelen kitaplar Risale-i Nur eserleridir. İslam ve peygamber düşmanlarının bütün hücumlarına cevap vermiştir. Sünnet-i Seniyye’nin önemi anlatılmış ve “her nevi bid’aların ilacının” sünnete sarılmak olduğu ispat edilmiştir.

Üçüncüsü, hitabı umumidir. Her tabaka insana hitap etmektedir. Gençler, hanımlar, ihtiyarlar, hastalar için risaleler yazılmıştır. İrşadı ve eğitimi insanların bütün tabakalarını kapsamaktadır.

Dördüncüsü, irşadı sosyal hayatın bütün tabakalarını kapsamaktadır. Ehl-i kitap, tarikatçılar, siyasiler, şia, ehl-i sünnet, materyalistler, vehhabiler, bid’atçılar, mezhepler ve mezhebsizler, milliyetçiler, müminler, münafıklar ve inkârcılar… Her birine hitap ederek onların meselelerini açığa çıkararak çareleri göstermiş ve her birini hak ve hakikate irşat etmiştir. Hiçbiri de Bediüzzaman’ın irşadına ve izahlarına cevap verecek ilmi seviyeyi yakalayamamış ve acizliklerini kabul ederek boyun eğmişlerdir.

Beşincisi, sosyal hayatta toplumun sıkıntılarının “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu teşhis etmiş, bunlara karşı Kur’ân-ı Kerimden çareler sunmuş ve siyasilere yol göstermiştir.

Altıncısı, Mü’minlerin arasındaki ihtilafların “İhlâs” eksikliği olduğunu teşhis etmiş ve çarelerini göstermiştir. Hizmetin başarısının sırrının ihlâs olduğunu izah ettiği gibi, Başarsızlığın sebeplerini de mü’minlerin ihlâstan uzaklaşma olduğunu izah ve ispat etmiştir.

Yedincisi, cihad kavramına çağın gereği olarak Kur’an ve Sünnete uygun Asr-ı Saadet bağlamında izahlar getirerek izah etmiştir. Cihadın amacının imanı kalplere ve gönüllere yerleştirmek olduğunu, bunun da bu zamanda iman hakikatlerini basın ve yayın yolu ile yaymak ve neşretmek olduğunu izah ederek “manevî cihad” kavramını öne çıkarmış ve bunun prensiplerini ortaya koymuştur.

Sekizincisi, Avrupa’nın ilerleme ve Müslümanların geri kalma sebeplerini teşhis etmiş, çarelerini göstermiştir. Bu konuda ulema, din adamları, siyasiler ve eğitimcilerin neler yapması gerektiğini en güzel şekilde göstermiştir. Mü’minlerin geri kalmalarının en büyük sebebinin ümitsizlik hastalığı olduğunu teşhis etmiş ve ehl-i imanın ümit vermiş ve hedefler göstermiştir.

Dokuzuncusu, siyasi kavramlara Kur’an Sünnet ve Asr-ı Saadetten açıklık getirmiştir. Bu bağlamda, demokrasi, cumhuriyet, meşrutiyet kavramlarının içlerini doldurmuş ve olması gerektiği şekliyle ortaya koymuştur. Hürriyet, muhalefet, siyasi partiler, seçim ve lâiklik gibi kavramları izah etmiştir ki bu şekilde izah eden bir başka din bilgini yoktur.

Bütün bu hususlar Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserlerinin müceddit olduğunu anlamak için yeterlidir.

M. Ali Kaya

www.sorularlarisale.com

Bir Sıkıntı Bin Hayır Kapısı Açar!

Sual: “Çok dertlerim var. Bazen altında ezilecek gibi oluyorum. Bana bir tesellî var mı? Bu sıkıntılarımın benim için hayır ciheti var mı?”

Dünyanın hiçbir derdi bizi yıldırmamalı. Çünkü biz mü’miniz; Allah’a inanıyoruz, güveniyoruz, itimad ediyoruz. Îmânımız bize öyle bir ümit ve ricâ kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur.

Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibâdettir.

Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanâtın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenâb-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği her noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emîn olmalıyız ki, Allah Kendisine ilticâ edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder. Mü’min, bütün kapılar yüzüne kapansa da, yalnız Allah’tan ummaya devam eder, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez.

Şu âyetlerdeki ümit bize yetmez mi?

* “De ki: ‘Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin. Rabbine kullukta hiç şirk koşmasın.’” 1 “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” 2

Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkül edeceğinden eşsiz bir tesellî bulacağını beyan eden Bedîüzzaman, Fâtihâ Sûresindeki “Nestaîn” 3 kelimesinin tevekkül mânâsını içerdiğini, bu mukaddes kelimenin dertli kullara tesellî verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını her an açık tuttuğunu kaydeder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, celâlî ve cemâlî isimler vicdana tecellî edince ümit ve korku hâsıl olur.5 Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunmalıdırlar. Takvâyı umarak Rabbine ibâdet etmesi gereken insan, ibâdetini hiçbir şekilde yeterli saymamalı, ibâdetine itimat etmemeli, dâimâ ibâdetinin artmasına çalışmalıdır.6 Ümidin kaynağı hiç şüphesiz îmandır. Îman, dünya ve âhireti, nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. Îmân nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, ümit bakımından bize elbette kâfidir, yeterlidir.7

Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu8 kaydeden Üstad Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ın, tesellî isteyen kullarının dâima refîki, en yakın arkadaşı ve en sâdık dostu olduğunu, recâ ve umut makamı mâhiyetinde, şefkatini kullarından aslâ esirgemediğini9 beyan eder.

Üstad Hazretlerine göre, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu değildir.10 Ölüm bile mü’mini ye’se ve ümitsizliğe atamazken, mü’minin başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki?

Zira ölüm yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir.11 Mü’min için ölüm, mekân değiştirmekten ibârettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünyâ da bütün ihtişâmıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlukâtın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir.12

Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iâde edecek ve fiyat olarak da—inşâallah—Cenneti ihsan edecektir.13

O halde Allah’a dayanmalıyız, Allah’a sığınmalıyız, Allah’a duâ etmeliyiz. Dünyanın hangi sıkıntısı olursa olsun; bilmeliyiz ki, bir kapıyı kapayan Rabbimiz, bize sayısız kapı açmaya kâdirdir. Ve yine bilmeliyiz ki, sabrettiğimiz ve Allah’tan ümidimizi eksik etmediğimiz takdirde, her sıkıntının perde arkası mutlak hayırdır, mutlak sevaptır, Allah’ın rızâsıdır ve her sıkıntı aslında birer âhiret azığı teşkil etmektedir.

DUÂ

Ey Dâfi’ü Kerîm! Zorluklarımızı kolaylıklara, darlıklarımızı genişliklere, korkularımızı umutlara, dertlerimizi devâlara, musîbetlerimizi rahmetlere, hastalıklarımızı âfiyetlere, seyyiâtımızı hasenata tebdil eyle!

Aczimizi kudretine, zaafımızı kuvvetine, fakrımızı gınana şefaatçi kıl! Bizi emrettiğin gibi dosdoğru istikametten ayırma! Âmin!

Süleyman Kösmene

www.saidnursi.de

Dipnotlar:

1- Kehf Sûresi: 110. 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159, 160. 3- Fâtiha Sûresi: 5. 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 32. 5- A.g.e., s. 66. 6- A.g.e., s. 154. 7- Şuâlar, s. 85. 8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 66. 9- A.g.e., s. 32. 10- Sözler, s. 580. 11- Mektûbât, s. 13. 12- Sözler, s. 187. 13- A.g.e., s. 31.

 

Günahkar Psikolojisi

“Çünkü nefis, daima kötülüğü emreder.” (Yusuf; 53)

“Günahın açığını da, gizlisini de bırakın.” (En’am 120)

Günah, cennet yurduna giden nurlu yolda, bizi yolumuzdan alıkoyabilecek en büyük engeldir. Bu engeli çıkaranların başında ise şüphesiz nefsimiz gelir. Nefsin çok çalışkan ve kurnaz olması ise,bu yoldaki ilerlememizi daha da zorlaştırır. Aslına bakılırsa nefsimizle her an bir mücadele içindeyiz. Burada asıl sorun şu: 

Günah işledikten sonraki psikolojik durumumuz, nefsimiz tarafından yönlendirilebilmektedir. Nitekim ’günahkar’ bir insan, nefsi tarafından yanıltılmaya çok uygundur.

Haftalar süren izlenimler neticesinde ortaya çıkan çalışmamızın bir kısmını bu yazıda neşrederek, günahkar insanların ortak psikolojisini ve farkedilmeden nefsimiz tarafından nasıl yönlendirilebileceğimizi ortaya çıkarmaya çalıştık.

Bu çalışmamızda günahkar psikolojisini dörde böldük. Bunlar:

1-Günahı farketmek. Temize çıkma, günahı mübahlaştırmak

2-Güvence altında olduğunu zannetmek

3-Başkalarıyla karşılaştırmak

4-Umutsuzluk evresi

 1-Günahı farketmek. Temize çıkma, günahı mübahlaştırma evresi:

Günah işledikten sonra yaptığının bir hata olduğunu kabullenmekle başlar bütün süreç. Artık bir yola girilmiştir. Nefsin aldatmasıyla yapılan tek şey, o yolda olmanın aslında doğru olabileceğine, bu durumda olmaya mecbur kalındığını veya göründüğü kadar kötü olmadığına inandırmaktır kendini.

Zaten diğer evrelerdeki düşünceler, bu evrenin mahsulü olarak karşımıza çıkar.

Her insan, hangi konuda olursa olsun kendini haklı görmek istediği için, artık içinde bulunduğu bataklığı çiçeklerle kaplamaya başlar.

Fakat bu günah bataklığının üstünü güzel çiçeklerle süslemek, altında kötü kokular saçan bir bataklık olduğu hakikatini değiştirmez.

Sonuç itibariyle nefis devreye girerek  bazı gönül rahatlatıcı sözler fısıldar. Genç insanlarda özellikle şu düşüncelerin hakim olduğunu gördük:

’Namaz kılmıyorum ama gönlüm temiz’

‘Bu zamanda günah olan şeylerden uzak durmak zaten imkansız’

‘Benim kız/erkek arkadaşım var ama böylelikle başka kızlara/erkeklere

bakmıyorum’

‘Biliyorum bu yaptığım günah ama ne yapayım işte…’

‘Gıybet gibi olmasın ama…’ (fakat konuştuğu gıybettir)

‘Beni bilen nasıl olsa biliyor’ (Allah beni kabul edecekse böyle kabul

etsin der gibi)

 2-Güvence altında olduğunu düşünme evresi:

Her çukura düşen insan elinden tutacak birisini bekler. Her yerde ve mekanda bir umut belirsin ister. Çoğu kez de bir umut vardır. Ama şu da bir gerçek ki, her umut olarak gördüğümüz şey, bizim için bir umut kaynağı değil, bilakis bir hüsran sebebi olabilir.

İşlenilen günahların ardından bir çok insanda bu psikoloji hakim olmaktadır. Yaptığı şeyin günah olduğunu bilen mümin, bu sefer kendisini güvende hissetme arzusu besler. Bu duygu neticesinde, işlemiş olduğu günahtan duyduğu azabı bastırmak ister. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir çok insan dinimizce bizlere bir dayanak noktası ve bir umut ışığı teşkil eden bazı şeyleri (Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bilmemiz gibi mesela) kendi vicdan azaplarını gidermek için ‘sömürmesi’ , mümin insana yakışır bir hareket değildir.

Nefsimiz, bizlerin böyle bir lükse sahip olduğumuz inancına kaptırmaması için bu psikolojik evrede meydana gelen bazı yanlış düşünce ve fikirleri sayalım:

‘Yanar yanar çıkarız. Nasıl olsa müslüman değil miyiz. Eninde sonunda Cennete gireceğiz’

‘Bu günahı işledim ama öte yandan……. sevaplarım var’ (ameline güvenmek)

 3-Kendini diğer insanlarla karşılaştırma evresi:

İnsanoğlunun vazgeçemediği bir şey varsa o da kendisini başkalarıyla karşılaştırmaktır. Bundan büyük bir lezzet alır insan.

Diğerleriyle malını mülkünü karşılaştırıp, kendisinde daha fazla olduğunu görünce, insanlar bir haz duyamayacaksa, onca maddi varlığın ne kıymeti var değil mi?

Fakat bir çok insan sadece bununla da yetinmeyip, aynı düşünce tarzını manevi boyutlara da taşımaktalar. Böylelikle 2. maddede zikrettiğimiz, kendini güvence altında hissetme arzusu tatmin edilmiş bulunuyorlar.

Gariptir ki, kendisini karşılaştırdıkları insanlar, kendilerine nazaran daha günahkar olan, dini emirleri kendilerinden daha az yerine getiren insanlardır.

Elbette öyle olacak…

Nefis, kendimizi bir islam alimi veya sahabelerle karşılaştırmamıza izin verse işsiz kalırdı.

Onu da becersek, o sahabeydi, büyük bir evliyaydı, ona zaten yetişemezsin gibi sun’i fikirlerle aklımızı çelmeye çalışır, böyle bir karşılaştırmanın saçma olduğu kanısına varmamız için de elinden geleni yapardı ya neyse..

Çoğu kez de,okulda öğrendiği gibi, iki yanlış bir doğruyu götürür mantığı çerçevesinde yapılan karşılaştırmalar veya kendi eksiklerini diğer insanlarla karşılaştırarak rahatlamak da bu evrenin içine katılabilir.

Gözlemlerimiz neticesinde dikkatimizi çeken bazı örnekler:

‘Başkaları neler yapıyor, benin işlediğim günahtan ne çıkar ki?’ (günahı küçümsemek)

‘…. bile beceremiyor, ben nasıl bu günahtan uzak durabilirim ki?’

‘Evet … günahlarım var ama öte yandan …. sevaplarım, iyi yönelerim var’ (kendi fiilerini karşılaştırma/iki salih amel bir günahı götürür mantığı ismini verdiğimiz psikoloji)

 4-Umutsuzluk Evresi

 İşlediği günahların yükünü taşıyamayıp bu bataklıktan kurtulamadığı için, her şeyden umudunu kesip, daha çok günahların içinde boğulan insanları gördünüz mü?

Ben çok gördüm. Eğer bir insan işlediği günahlardan dolayı daha çok ümitsizliğe kapılıyor, direncini yitiriyorsa, bu nefsinin, onun üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetinin en bariz göstergesidir.

Bu evre hem çok önemli olduğu, hem de diğer yazımızda bu konuya değineceğimiz için, ümitsizliğe düşmüş insanların sarfettiği bazı cümle ve düşünceleri örnek vererek yetiniyoruz:

‘Benden zaten adam olmaz’

‘O kadar günahım var, namaz kılsam ne olacak ki sanki?’

‘Zaten batacağım kadar günaha batmışım, işlediğim günahlara devam etsem de etmesem de benim için  bir’

Bu evrelerin her insanda meydana gelmesi veya saydığımız sıralamaya uygun olması gerekmez. Amacımız, bu düşüncelere kapıldığımızda, bunların nefsimizden geldiğini bilmemizi sağlamak ve günahkar insanların savaştıkları psikolojik durumlarını hatırlatmaktı. Elbette ki her madde için ayrı bir yazı neşretmek gerekir, fakat konumuz çok kapsamlı olduğu için bu kadarıyla yetindik.

Şunun tekrar altını çizmekte fayda var: Evrelerdeki zikrettiğimiz düşünceler, ancak işlediğinin günah olduğu bilincine sahip olan insanlarda meydana gelir. İşlediğinin günah olduğunu tam anlamıyla idrak etmemiş olan insanlar da meydana gelmesi çok az rastlanılan bir durumdur.

Bu yazımızda sadece problemlerden bahsettik. Müslümanların neden günah işlediğini ve bundan kurtulmak için ne gibi çözümlere başvurabileceğimizi diğer yazımızda konu edineceğiz.

Hiçbir kaynağa başvurmadan ortaya çıkan çalışmamızı neşrettiğimiz bu yazıda, elbette ki eksikler veya yanlışlar mevcut olabilir.

En iyisini Rabbim bilir

Hüseyin Tuğrul

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version