Çorlu’da Liseli Gençler Risale Dersi Yapıyor

Tekirdağ’ın  Çorlu ilçesinde, İmam-Hatip Lisesi talebelerinin, 2-3 ay önce başlayan Risale-i Nur derslerine olan iştiyakları ve şevkleri bizi cidden mesrur etti.

Okullarında Kur’an ve Arapça dersleriyle birlikte tefsir ve hadis ilmini tahsil eden bu talebelerin, fıtri olarak, bu zamanın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nura teveccühleri ve iştiyak göstermeleri, eskiden alışık olduğumuz manzaralara bizi tekrardan götürdü.

Birkaç fedakâr talebenin gayretiyle böyle bir faaliyetin olması, elbette hizmetin her tarafta lüzumunu ve Risale-i Nurlara herkesin sahip çıkıp hizmet edebileceği gerçeğini gözler önüne seriyor. Ve şu hizmete sahip çıkmanın ne büyük bir şeref olduğunu hatırlatıyor. Zira, Üstadımız Bediüzzaman  Said Nursi “talebeliğin hassası ve şartı şudur ki; Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” Sözleriyle bizlere dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor.

Ayrıca imam hatip mektebinin böyle  gayet ciddi teveccühlerinin hakikatini, şu cümlelerle izah ediyor;

“Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevi Medreset-üz Zehranın Nur şakirdleri! Ben Isparta’ya geldiğim vakit, Isparta’da İmam-Hatip ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmi bir surette bir Nur Medresesi açılıp, o mektebi bir nevi Medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi.

Bir-iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şayi’ olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmi ve umumi bir Medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki, kabil olmayacak…”

İşte, bu ve benzeri tablolar bizi gayrete sevk ediyor. Cenab-ı Hak, bizi fütur ve tembellik hastalığından kurtarsın! Amin.

 

 


www.NurNet.org

 

Çok-Kültürlü ve Çok-Dinli Toplum Modeli

Bediüzzaman çok kültürlü ve çok dinli bir cihan devletinde hayata gözlerini açmış biri idi. Klâsik dönem diyebileceğimiz demokrasi öncesi dönemde dinî çoğulculuktan kaynaklanan problemler optimum denilebilecek bir tarzda çözülmüştü. Millet sistemi içinde her din özgürce kendi aidiyetini ve varlığını koruyabilmişti.

Ancak hayatın giderek sekülerleşmesi ve dinden bağımsızlaşması devlet-toplum-din ilişkisini klâsik dönemlerdeki ilişkilerden önemli ölçüde farklılaştırmıştı. Klâsik dönemdeki kurumlar artık modern dönemde işlemez hale gelmişti. Şimdi yeni bir parlamenter sisteme geçilmiş, vatandaşlara eşit haklar verilmiş, her din mensubunun dinine bakılmaksızın devlet faaliyetlerine eşitçe katılması, devletin harcama giderlerini eşitçe paylaşması gibi modern uygulamaya başlanmıştı.

Böyle bir ortamda asıl problem mevcut Kur’ânî nasların nasıl yorumlanacağı, çok-kültürlü toplum modelinin İslâmî naslara nasıl uydurulacağı, ya da İslâmî nasların bu yeni durumu nasıl meşrûlaştıracağıydı.

Bediüzzaman’ın yeni durumu okumasının ilk tezahürü toplumlar arası ilişkilerin daha önce olduğu gibi din eksenli değil daha fazla ekonomi-bilim ve medeniyet eksenli olduğu şeklindeydi. Ona göre yeni dönemde din eksenli dostluk ve düşmanlıktan ziyade ekonomi ve politika eksenli dostluk ve düşmanlık söz konusu olmaya başlamıştı. Böyle bir yapılanma karşısında tabiî olarak insanlar, toplumlar ve milletler arası ilişkilere bakış da kendiliğinden değişecekti.

“Gayr-ı Müslimlerle nasıl eşit olacağız?” sorusuna karşı çok kültürlü ve çok dinli bir toplumun âlimi edasıyla şu enteresan cevabı verecekti: Eşitlik, fazilet ve şerefte değildi; hukuktaydı. Hukuk önünde ise, şah ve geda birdi. Acaba bir şeriat “Karıncaya bilerek ayak basmayınız…” dese, tazibinden menetse, nasıl benî-âdemin hukukunu ihmâl edebilirdi? (Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, Yeni Asya, İstanbul, 1993, s. 66)

Bu bakış açısı değişikliğinin ikinci önemli tezahürü uluslar arası ilişkilerde “mütekabiliyet” esasının devreye girmesiydi. Buna göre Osmanlı toplumu içinde yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin durumu, hukukî statüsü, demokratik davranışları “mütekabiliyet” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmeliydi. Gerçekten burada Bediüzzaman son derece hayatî bir içtihatta bulunmaktadır: Uluslar arası ilişkilerde esas olan ilke mütekabiliyet ilkesidir.

Yani Hıristiyan toplumların Müslüman bireylere verdikleri hukukun aynısının İslâm toplumları içinde yaşayan Hıristiyanlara da verilmesinin gerekliliği. Bediüzzaman İslâm toplumları içinde yaşayan gayr-i Müslimlerle ilişkilerin sadece dinî boyutu olan yalın bir konu olmadığının farkındadır, ona göre bu ilişki son derece karmaşık; dinî, sosyal, ekonomik, politik, hatta diplomatik ilişkiler yumağıdır.

Ona göre özellikle Doğu bölgelerindeki Müslüman toplumlar beraber yaşadıkları ve komşuları olan Ermenilerle dost olmaya mecburdurlar. (Michel, Thomas, ‘Muslim-Christian Dialogue and Co operation in the Thought of Bediüzzaman Said Nursî’, Reyhan Matbaası, İstanbul, 1999) Çünkü Ermeniler Müslümanlarla komşudurlar, komşuluk dostluğun komşusudur.

Ayrıca Ermeniler millet olarak uyanmış ve ekonomide, bilimde, politikada ve kültürde gelişmişlerdir. Sadece Osmanlı topraklarında yaşamamaktalar, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki gelişme tohumlarını toplamışlar, onları getirip Osmanlı ülkesine dikeceklerdir.

Henüz bilim ve teknolojide geri olan Müslüman ahaliyi ekonomik ve teknolojik gelişmeye mecbur edecekler ve ayrıca Müslümanlar arasında müsbet milliyet duygusunun gelişmesini de sağlayacaklardır. Bu sebeplerle onlarla Müslümanlar ittifak etmek zorundadır. Bediüzzaman’a göre düşmanımız ve bizi mahveden şey, cehalet ağa, cehaletin oğlu zaruret efendi ve onun torunu husûmet beydir. (Nursî, 1993, s. 68)

Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman Ermenilerle ilişkileri sadece onların zimmîlik statüsü bağlamında değerlendirmez, ondan çok ötede başka bağlamları dikkate alarak değerlendirir. Ermenilere verilecek bir birim hukuk, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanlara on birim hukukun verilmesine sebep olacaktır; bu sebeple onlara bu ilâve hukuku vermekten kaçınmamalıyız.

O zaman Bediüzzaman’a göre bu yeni durumda gayr-i Müslimlerle nasıl bir ilişki içinde bulunmalıyız?

İlk olarak Bediüzzaman üslûp üzerinde durur. Hıristiyan ve Yahudilerle ilişkilerimizde onları incitecek kavramlardan kaçınmamız gerektiğini hatırlatır. Kamu alanındaki ilişki ve üslûbumuzla ferdî ve itikadî alandaki üslûbumuzun farklılaşması gerektiğini vurgular.

Ehl-i Kitab’a neden kâfir demeyelim? diyenlere karşı, kör bir insana ‘hey kör!’ demediğimiz gibi diye cevap verir. Çünkü bu şekildeki bir hitapta bir eziyet ve bir aşağılama vardır. Oysa Hz. Peygamber “Kim bir zimmiye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur” diyerek onlara eziyeti yasaklamıştır.

İkinci olarak, küfrün iki mânâsı vardır, birincisi Allah’ı inkâr etme mânâsınadır. Bu anlamda bizim Ehl- Kitab’a kâfir dememiz doğru değildir ve onlara haksızlık yapmış oluruz. İkincisi Hz. Peygamber ve İslâm’ı kabul etmeme anlamındadır; bu anlamda onlara kâfir deme hakkına sahibiz. Ancak örfen kâfirden Allah’ı inkâr mânâsı anlaşıldığından bu şekilde hitapla onlara eziyet vermiş oluruz.

Ayrıca itikad dairesiyle muamelat dairesini birbirine karıştırmamalıyız. (Nursî, 1993, s. 71-72) Ancak burada ister istemez zihinlere bazı sorular üşüşmektedir: Müslüman, Hiristiyan’la nasıl dost olabilir? Böyle bir dostluğu men eden âyet yok mudur? Bediüzzaman’ın yukarıdaki sözleriyle aşağıdaki âyeti nasıl uzlaştıracağız?

“Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (5/51)

İlgili âyeti de Bediüzzaman çok-kültürlü ve çok-dinli toplumda “açık toplum” modeli çerçevesinde yorumlar.

1- İlgili âyet âm değil, mutlaktır, dolayısıyla takyid edilmesi mümkündür, zaman çok önemli bir müfessirdir, kaydını ortaya koyduğunda hiç kimse itiraz edemez.

2- Âyetin metni mütevatirdir; ama hangi mânâlara delâlet edebileceği kesin olarak açık değildir, dolayısıyla tevil ve tefsire açıktır,

3- Âyetteki nehyin illeti Yahudiyyet ve Nasraniyyettir, yani insanların sırf Yahudi ya da Hıristiyan olduklarından dolayı dost edilmelerini yasaklamamaktadır,

4- İnsanlara olan sevgi zatî değil, sıfatîdir; yani sevginin ve dostluğun kaynağı insanlardaki bazı olumlu sıfatlar ve özelliklerdir; dürüstlük, iffet, temizlik, sadakat gibi. Nitekim başka bir âyet iffetli Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla Müslüman erkeklerin evlenebileceğini ifade ediyor. İffetli ve sadık bir Ehl-i Kitap eşi elbette eşini sevecektir.

5- Asr-ı Saadette din hayatın merkezindeydi, bütün aidiyetler, ilişkiler din eksenliydi. Bütün dostluk ve düşmanlık ilişkileri din tarafından belirleniyordu. Ancak zamanımızda dinin yerini ekonomi ve politika aldı, dostluk ve düşmanlıklar ekonomik refah ve politik güvenlik eksenli kuruluyor, dolayısıyla dostluklar ve düşmanlıklarda dinî bir nitelik yoktur. (Nursî, 1993, s. 70-71)

Görüleceği gibi Bediüzzaman ilgili âyetleri yaşadığı zamanın perspektifiyle değerlendirmektedir. Onun yaşadığı toplum ekseriyeti Müslüman olmakla birlikte içinde Ermeni, Rum, Yahudi ve benzeri gayr-i Müslimlerin de bolca yaşadığı bir çok kültürlü ve çok dinli bir toplumdur.

Toplum fertleri evlenme dâhil her türlü ekonomik, politik ve sosyal ilişki içinde bulunmak zorundadırlar. Çünkü aynı devletin vatandaşıdırlar. Sosyal ve ekonomik ilişkileri belirleyen set genel olarak dinden ziyade kişilerin sahip bulunduğu ahlâkî vasıflardır.

Güvenilir bir gayr-i Müslimle bir Müslüman çok rahat ticarî ortaklık kurabilmekte, servetini ona teslim edebilmektedir. Aynı şekilde bir Müslüman erkek iffetli bir Hıristiyan hanımla aile olabilmekte, onu yürekten severken ondan çocuk sahibi olabilmektedir. Komşular arasındaki ilişkiler de bir dinî aidiyetten ziyade güven ve yardımlaşma ilkesine dayanmaktadır. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi toplum fertleri itikadî alanla muamelat alanını birbirine karıştırmamalıdır, itikadî alanı kendi kontekstinde değerlendirip, kamu alanında (muamele alanı) kişilerin ahlâkî kalitelerini dikkate almalıdır. (Nursî, 1993, s. 70-71)

Gayr-i Müslimlerin toplumsal hayata katılmaları acaba temel insan hukuku çerçevesinde mi kalacak, yoksa hayatın bütün alanlarında ortak bir pozisyon mu alacaktı. Bediüzzaman’ın bu soruya cevabı “Şimdi Ermeniler vali, kaymakam oluyorlar, nasıl olabilir?”, itirazına verdiği cevapla veriyordu.

Bediüzzaman, onların Müslüman toplumun içinde saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi vali ve kaymakam da olabileceklerini; çünkü yeni demokratik düzen içinde hâkim olan şeyin milletin hâkimiyeti olduğunu, hükümetin, bürokrasinin görevinin sadece hizmet olduğunu; demokrasi ilkelerinin iyi işlemesi durumunda vali ve kaymakamın reis değil, ücretli hizmetkâr olacaklarını söyler. İslâm toplumları içinde gayr-i Müslimlerin reis olamayacaklarını, ama hizmetkâr olabileceklerini ifade eder.

Hatta valilik ve kaymakamlığın bir riyaset ve ağalık makamı olduğu kabul edilse bile İslâm toplumlarında gayr-i Müslimlerden üç bin kişinin reis ve ağa olması, dünyanın diğer toplumlarındaki Müslümanların üç yüz bininin reislik ve ağalığına sebep olacaksa bundan Müslümanların zararlı değil kazançlı çıkacağını söyler.

Valilerin bazı görevlerinin dinî görevler olduğunu, bunun bir Hıristiyan vali tarafından nasıl yerine getirilebileceği, sorusuna karşı Bediüzzaman; demokratik bir toplumda hâkim olanın artık şahıs değil, efkâr-ı amme, yani kamuoyu olduğunu hatırlatır. O zaman Bediüzzaman’a göre bütün toplumsal ve dinî müesseseler kamuoyunun ruhunu yansıtır tarzda organize edilmelidir. (Nursî, 1993, s. 79-80)

www.risaleinurenstitusu.org

Biraz tebessüm, biraz da tefekküre ne dersiniz?

Bazı tasavvufi olayları okuyup, vakaları hatırlamak bize birazcık sabır ve tahammül duygusu kazandırır gibi geliyor bana.

Bu düşünce ile bugün sizlere takdirle okuyacağınızı sandığım mesaj yüklü tasavvufi olaylar sunmak istiyorum. Geniş düşünmeye, sabırlı ve tahammüllü olmaya çok muhtaç olduğumuz şu devrelerde bu gibi güzel örneklerden etkilenecek, tasavvufi olgunluk kazanmaktan huzur duyacaksınız diye düşünmekteyim. Takdir yine de sizindir.

Fevkalade değerli bir geniş düşünme örneği:

Diline pek hakim olamayan konuşkan bir adam, Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz’i tenkit etmeye başlar. O da hakkı olan cevabı hemen vermeyip sabırla dinlemeyi tercih eder. Efendimiz (sas) ise bu durumu tebessümle seyreder. Ne var ki, adam konuşmasını uzatınca suskunluğunu bozan Ebu Bekir (ra) Efendimiz de cevap vermeye başlar. Bu defa da Efendimiz’in yüzündeki tebessüm kaybolur. Bu tebessüm kaybını merak edip soran Hz. Ebu Bekir’e Efendimiz şöyle açıklama yapar:

-Seni tenkit eden adamı sabırla dinliyor cevap vermiyordun. Bu sırada bir melek senin adına o adama cevap veriyor, seni melek savunuyor, ben de bu durumu tebessümle seyrediyordum. Ne zaman sen sabrı bırakıp cevap vermeye başladın, melek seni savunmaktan vazgeçip sustu. Meleğin susmasından dolayı üzüldüm, tebessümüm ondan kayboldu!..

Demek bazen sabır gösterip susan, savunmasız kalmaz. Gerektiğinde melekler dahi onu savunabilir. Yeter ki meleklerin savunmasını bekleyecek kadar sabır gösterelim bizler..

İsterseniz bir sabır ve tahammül örneği de İmam-ı Azam Efendimiz’den verelim. Kufe Mescidi’nden çıkıp evine doğru yürüyen imamın peşine takılan bir adam söylenerek gelir arkasından:

-Sen İmam-ı Azam filan değilsin ama halka büyük bir alim gibi görünüyor, kendine İmam-ı Azam dedirtiyorsun?

Yolun sonuna kadar söylenerek gelen adamın ithamlarını sessizce dinleyen imam, nihayet geriye dönüp tebessümle baktığı adama der ki:

-Burası benim evimdir, söyleyeceklerin bittiyse izin ver de evime gireyim!

İmam evine girer, kapısını da yavaşça kapar.

Bunca itham ve isnatlara kırıcı bir karşılık vermeden dinleyen imamın bu hali, adamı düşündürür. Ve nihayet kararını veren adam söylenir:

-Bu zat gerçekten de İmam-ı Azam’mış! Şimdi şüphem kalmadı buna halkın İmam-ı Azam deyişinden.. Bir başka misal:

Maneviyat büyüklerinden Malik bin Dinar’ı yolda giderken gören biri, söylenerek der ki:

-Şu adamı görüyorsunuz ya, riyakârın tekidir. Hep gösteriş için yapar yaptıklarını!

Gören halk da onu tasavvuf büyüğü zanneder!.

Malik bin Dinar, sesin geldiği tarafa dönüp adama tebessümle bakar, olanca yumuşaklığıyla şu cevabı verir:

-Allah razı olsun senden. Şimdiye kadar hiç kimse beni bu kadar doğru tarif etmedi.

Nasıl, var mısınız böylesine bir eleştiriye gönül rızasıyla bakmaya, dua ile karşılık vermeye?

Bir misal de Hz.Mevlânâ’dan verelim: Konya çarşısında kendine çok güvenen bir adam, çevresine meydan okuyarak der ki:

-Bana bakın bana! Ben öyle bir adamım ki bana (bir) kelime söyleyen (bin) kelime ile cevap alır!

Hazret-i Mevlânâ, adamın çenesi altına kadar sokulur, gözlerinin içine bakarak cevap verir: -Ben de öyle bir adamım ki bana (bin) kelime söyleyen (bir) kelime ile dahi cevap alamaz!

Çünkü der, meleklerin cevabı yeterli olur bana!.

-Siz de var mısınız meleklerin cevabıyla yetinmeye?

Ahmed Şahin / Zaman

Tartışmaya en düşkün olan insandır

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik.

Fakat birçoğu bunları anlamadı.

Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan, insandır.

[Kehf Suresi 18,54]

..…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Peygamber Efendimiz (A.S.M) buyurdu ki:

Cennet ehlinden herkes Cehennemdeki yerini görür de: ‘Allah bana hidayet vermeseydi, halim nice olurdu!’ der ve bu söz ona şükür olur.

Cehennem ehlinin hepsi de Cennetteki yerini görür de şöyle der: ‘Keşke (ben de hak yolu seçseydim) Allah bana da hidayet verseydi.’

Bu da ona hasret (pişmanlık) olur.

(Ahmed bin Hanbel)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor.

Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden(hücre hapsinden) kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.

(Asa-yı Musa’dan)

…….

Cevşen’den ;

23-
1-Ey bol nimet sahibi,
2-Ey geniş rahmet sahibi,
3-Ey tam hikmet sahibi,
4-Ey kamil kudret sahibi,
5-Ey kesin hüccet sahibi,
6-Ey açık ikram sahibi,
7-Ey yüce sıfat sahibi,
8-Ey daim izzet sahibi,
9-Ey metin kuvvet sahibi,
10-Ey geçmiş minnet sahibi,

Sudan Hizmetlerinden Notlar

Sudan Nur Dersanemizde, Türkiye’den gelen üç kardeşimizle birlikte 1 Sudanlı 2 Fildişi Sahillerinden olmak üzere 8 kişiyiz. Bazı vakitlerde misafir abi ve kardeşlerimiz oluyor. Dua edin, inşallah Cenab-ı Hak sayımızı arttırsın.

Dersanemizde Çarşamba günleri öğlen namazından sonra Afrika Üniversitesine yönelik dersler olmaktadır. Üniversiteden kardeşlerin davet ettikleri gençlere, Cabir Kardeş ve Ebubekir kardeşimiz Arapça ders okumaktadırlar. İngilizceyi iyi bilen bir abimiz veya kardeşimiz olsa bu Üniversitede cok güzel bir hizmet zemini bulunmaktadır. Zira öğrencilerin birçoğu İngilizceyi iyi seviyede biliyorlar.

Ayrıca Üniversitede İngilizce olarak  imani meselelere veya içtimai meselelere yönelik müzakere toplantıları olmaktadır. Bu toplantılara bazen 150-200 kişi katılmakta ve bizi devamlı davet etmektedirler. (İngilizcesi iyi, Risale-i Nur’lara biraz vakıf birisi olsa burada çok güzel hizmet edebilir…)

ÇARSAMBA akşamları Türk abilere yönelik olarak Türkçe dersimiz olmaktadır. Dua ediniz Dersimize ve Dersanemize sahip çıkacak kimselerle Cenab-ı Hak bizleri karşılaştırsın.

PERŞEMBE akşamı esnaf ziyaretlerimiz olmaktadır. Dersanemize gelen ya da bir vesile ile tanışılan abilerin işyerlerine gidiyoruz. Cuma günü resmi tatil olduğu için abilerin işyerleri perşembe akşamı müsait oluyor bu vesile ile ziyaretler yapılıp ders okunmaktadır.

CUMA  ARAPÇA DERSİ, ikindi namazından sonra başlayıp aksam namazına kadar devam ediyor. Bu Derse ekseriye Sudanlı gençler katılmaktadırlar. Ayrıca Afrika Üniversitesinden de  Arapçası iyi  olan gençler katılmaktadırlar. Ders, dönerli, birer sayfa kitap okuyarak devam etmektedir (hemen hemen bütün derslerimizi öyle yapmaya çalışıyoruz). Kitap okuma sırası gelen, anladığı manaları anlatıyor, ona soru soranlar oluyor ya da o anlamadığı yerleri soruyor,  güzel mütalalı dersler oluyor. Zübeyir abi de derse ingilizce olarak katılıyordu (şu anda Arapça katılıyor). Bu derse gelen kardeşlerin çoğu uzak yerlerden 1,5 – 2 saatlik yollardan gelen kardeşler var. Bu ders içinde dualarınızı bekliyoruz. Bu kardeşlerin içlerinden hakiki manada anlayanlar çıkıp bu dersleri kendi mahallelerinde devam ettirsinler  inşaallah.

CUMARTESİ Arapça derse iştirak edenler ekseriyetle Üniversite öğretim üyesi camiası ve çeşitli meslek sahipleri. Sudan’da yapılan sempozyumdan sonra tanışılan kimseler ve Kitap Fuarında tanışılan kimselerin davet edilmesiyle oluşturulmuş bir ders  grubu. (Kitap fuarında çok güzel tanışmalara vesile olundu her seviyeden ilim erbabı bu fuarda standımızı ziyaret ettiler,  telefon numaraları ve adreslerini bıraktılar. Külliyat alan ya da çok sayıda kitap alanlarla kardeşlerimiz hususi alakadar oldular. Daha sonradan bu isimlere Sudanlı kardeşlerinde yardımları ile telefon edildi ve ziyaretler vasıtasıyla geri dönüşüm sağlandı). Dua edin içlerinden Risale-i Nurlara, Derslerimize ve Dersanemize sahip çıkacak kimseleri Allah bizlere nasip eylesin.

Bu ders geçen aya kadar ayda bir yapılıyordu. Haftada bir olması için Zübeyir abinin ve Sudanlı İzzettin kardeşin gayretleri devam ediyor, dua edin inşallah. Haftanın diğer günlerinde müsait olundukça ziyaretler ve davetler yapılmaktadır.

Abilerimizden ve kardeşlerimizden isteğimiz Sudan Dershanesini, alemlerinde canlı tutup dua etmeleri (Zaten ediyorsunuz da, biz genede hatırlatalım). Ayrıca Arapça öğrenmek, yurt dışında okumak veya hizmet yapmak isteyen kardeşlerimize buraları tavsiye etmeleridir. Hakikaten  çok güzel  Arapça ve İngilizce öğrenme imkanı bulunmakta, erkek ve kız öğrencileri ayrı kampuslarda eğitim görmekte, dini bilgileriyle birlikte ilmi derslerini de okuma imkanı bulmaktadırlar.

Dualarınızı Bekleyen Kardeşleriniz – Sudan

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version