Etiket arşivi: ihlas

İhlasın Sırlarını İhtiva Ettiği İçin Bu Yazı Çok Mühimdir!

1-“ Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi’ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.(Emirdağ Lâhikası sh:74)

2-“ Sonra bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaîf damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlasın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular.”(Emirdağ Lâikası sh:244)

3-“ Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiç bir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakikî ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin! ” diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum. Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur’un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat’î kanaat getirmişim.” (Emirdağ Lâhikası sh:75)

Meselâ: Bu bîçare Said’dir.

4-“ Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki; ihmalimden tokat yedim. Çünki hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat yerdim. Sair hâlis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin kerametindendir.

Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. ( Lem’alar sh:41)

5-Bu mevzuumuzun bir hülâsası şu neticeye bakar.

Tarikat mesleğinde esasa alınan bir şahsın merciiyeti yerine, Risale-i Nur’da kitap esas alınmış ve onun üzerine tahşidat yapılmıştır. Ancak Risale-i Nur’un keyfiyet hususiyetlerine hâiz has dairedeki müdebbir şakirdler,  hizmet-i Nuriyenin tedbir ü idaresinde ve meşveret-i şer’iyye ile ve Risale-i Nur’un ta’limatı dairesinde düsturlara ciddî sadakat şartıyla vazifedarlardır. 

6-Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi sözlerin, tarikat sahasında ve şeyhîn müstakim olduğu kat’i bilinmek şartıyla, şahsa ittiba mânâsının bir hakikat payı vardır. Fakat velayet-i kübra denen  Cadde-i Kübra-yı  Kur’aniye mesleğinde,  Hakaik-ı Esasat-ı Şer’iyye ve  desâtir-i Sünnet-i Seniyye hâkimdir. Hakikî ittiba, “”  âyetinin beyan ettiği mezkûr ahkâm-ı Kuraniyeye yapılır. Şahıslar bu hakikata mazhariyetleri, muhafız ve tatbikçilikçileri olmaları sebebiyle metbuiyet hakkını kazanıyorlar.

Hakikat-ı halde tebaiyet ve metbuiyetin esasında, Rububiyete karşı ubudiyet sırrı vardır. Yani bütün mahlukat, Rububiyet-i İlahiyenin irade sıfatından gelen şeriat-ı fıtriyesine iztıraren ve ef’al-i ihtiyariye cihetiyle de bütün insanlar, kelâm sıfatından gelen şeriat-ı meşhuresine ihtiyaren itaat ve ittiba ile mükelleftirler.

Ancak şu var ki; beşer âleminde diyanet ve siyaset sahaları olarak ikiye ayrılan ve vesilelikten başka hakikî müessiriyeti ve hâkimiyeti olmayan tebaiyet ve metbuiyetin diyanet kısmında ilk ve umumî ve umum zamanlarda hükümran olan ve ittiba-ı Kuranı ta’lim eden Hazret-i Muhammede (ASM) ittibadır.

Bu hakikatı Hazret-i Üstad şöyle buyurur:

KUL İN KÜNTÜM TÜHİBBUNELLAHE FETTEBİUNİ YUHBİBKÜMULLAH …  âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”(Lem’alar sh:57)

“Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir”(Lem’alar sh:58)

İşte bunun gibi pek çok âyât ve ehadisin beyaniyle Resulullah’a  itaat ve ittiba etmek, Allah’a itaat etmenin en berrak âyinesidir.

Sonra Resulullah’ın yoluna en emin ve berrak âyine olan  Sahabelere hürmet ve ittiba gelir.

Evet  enbiyadan sonra nev’-i beşerin en efdali Sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır …ki, Sure-i Feth’in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’anın medh ve senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.”(Sözler sh:489)

Bir rivayette de şöyle buyuruluyor: ESHABİ KEN NÜCUMİ . FEBİEYYİHÜM İKTEDEYTÜM İHTEDEYTÜM…Yani : “Ashabım yıldızlar gibidirler. Artık herhangisine iktida etseniz, (itikad, amel ve âhlakta ) tâbi olsanız hidayete ermiş olursunuz. “(1) Kur’an (9:100) ve (59:10) âyetleri de Ashaba tebaiyeti tahsin eder. ”

Ashabdan sonra da Ashab hayatını tesbit ederek ehl-i sünnet yolunu gösteren ma’lum hak mezheb imanlarına; yani bir mezhebe ittiba gerekiyor. Mevzumuzla alâkalı bir sual:

“Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.”(Mektubat sh:280)

Mezkûr tebaiyet ve metbuiyet, umum İslâm dünyasına taalluk eden şer’î bir vazifedir.

Müstakim bir mürşide tebaiyet ise şer’î bir mecburiyet değil, belki ihtiyarî ve vicdanî bir tercih olup Şeriatçe tahsin edilir. Ancak sahih rivayetlerle bildirilen âhirzaman fitnesine karşı ıslah ve irşad ile vazifedar olan Mehdiyi tanımak ve ittiba etmekte ahkâm-ı şer’iyece mecburiyet yoksa da, ferdin o fitneden selâmetle kaçması için mânen ve diyaneten lüzum vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu mes’ele ile alâkalı şu izahı verir:

“Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “Mehdi” manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi’ olurdu.”(Sözler sh:343)

Demek Mehdi ve Deccal, feraset-i imaniye ile bilinir. Yani hakikî mânâda bu şahısları tanımak için, Mehdi’nin irşadatından istifade ve tebaiyet etmek gerekiyor: Aksi halde Deccaliyet cereyanın te’siri ile gaflete düşmek tehlikesi olacağından, Mehdiyet cereyanının  te’sirinde olmak  diyaneten lâzımdır.   “Asrın imamını ve cemaatını tanımayan, câhiliye ölümü ile ölür.” diye hadis rivayetiyle verilen haber, bu mânâda ikazdır.(Bknz: İslam Prensipleri Ansiklopedisi – Mehdiyet, Süfyan, Deccaliyet, Ahirzaman maddeleri…)

7- Şahsi makama değil, hizmete bakmak düsturunu ders veren bir muhavere:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes’elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (Haşiye)

(Haşiye): Çünki sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymetdar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. 

Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.”(Kastamonu Lâhikası sh:88-89)

Derlediği bu yazıdan çok istifade eden, Abdülkadir Haktanır bunu sizlerle paylaştığı için, çok memnuniyet  hisseder.

Editör: Bizler de NurNet olarak böyle kıymettar bir çalışmayı yayınlamaktan dolayı Abdulkadir Haktanır abimize teşekkür ve saygılarımızı sunarız.

www.NurNet.org

Dördüncü Mesele’den Dersler..

Bediüzzaman Hazretlerinin yakın hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp’e bir takım şikâyetler, olumsuzluklar anlatılır. Gündüzalp ise bunları bir münasip vakitte Üstadına nakleder. Üstad konuşmasına müdahale ederek, “Sen kimsin, seni kim gönderdi, bu menfilikleri bana anlatarak nazarımı dağıtmak için mi gönderdiler seni…” sorularını sorarak bilgi ve nazar kirliliğinin önüne geçer. Sonrasında da Zübeyir’i çağırarak gönlünü alıp iman hizmetindeki meşguliyette dikkatin lüzumsuz ve olumsuz konulara dağılmamasını söyler.[1]

İman hizmeti ile meşguliyetten alaka ve nazarımızı dağıtan siyasi meselelerle meşguliyettir. Hâlbuki siyasî daireleri merak ile takip eden kalp dairesindeki vazifesinde zarar eder. Harici meselelerde ehline lazım olan konuları merakla takip eden diğer insanlar bunlara takılarak özelinde çok lazım olan konuları geri bıraktırıp meraklandırır. Onların; ruhlarını serseri, akıllarını geveze kalplerini de İslâmi ve imani hakikatlerden duydukları şevk ve zevklerini alamaz hâle getirip, havalara sokar. O manalardan soğutup dinden uzaklaşmaya zemin hazırlar. Evet, her insan memleketinin meseleleri ile alakadar olmalıdır. Fakat bu alakadarlık, geçici cereyanlara kapılıp, imanî hakikatleri siyasî menfaatlere tâbi ve âlet etmek çok yanlıştır.

İşte bu noktada bir Nur Talebesine düşen vazifeler şunlar olmalıdır: Evvelâ kendi kalp ve ruh dairesindeki hizmetini esas edinmeli ve sürekli zinde tutulmalıdır. Buradan alacağı enerji ile evinin, işinin ve diğer hizmetlerinin tanzimine çalışmalı.

İman hizmetindeki ilgi ve dikkatimizi dağıtmamak için ifrat ve tefritten uzak istikametli ve itidalli bir şekilde yolumuza devam etmeliyiz. Unutulmamalı ki geniş dairede ara sıra vazife var iken, en önemli ve öncelikli daire olan kalp dairesinde daha önemli ve daimî vazifeler vardır.

İman hizmetinde bulunanların sosyal medya ile meşguliyetinde çok dikkatli olmaları gerekir. Sosyal medyada haram helal hassasiyetine dikkat edilmediğinde istikametin muhafazası zor olup binler gıybet, dedikodu ve hakaretlere maruz kalma ihtimali vardır. Bir olan günahı bin olur. Bireysel olarak yapılan konuşmaların gıybet ve dedikodudan muhafazası hem zordur ve hem de tarafgirlikle farkında olmadan teslime kadar gitmektedir. Dış dairedeki tartışmaları merakla takip eden iç dairedeki vazifeyi ihmalin yanında çoğu zaman ayarı tutturamayarak farkında olmadan taraftar olup, günah ve sorumluluğuna mânen ortak olur. Diğer taraftan vazifeli olduğumuz iman hizmeti meşguliyetinden uzaklaşmamıza sebeptir.

İman ilminin öğrenilmesi ve yayılması mevcut bütün vazifelerin en üstündeki merkezi işimizdir. Bütün işlerimizin ayar merkezidir. Dolayısıyla şahsî, ailevî ve cemiyete yönelik işlerimizi sürdürürken, şevkimizi kardeşlerimizle birlikte tazeleyip, iman hizmetine devam etmeliyiz. Meşveretle hareket ederken müsbeti yayar, menfiye mani oluruz. Bilgi ve ilgi kirliliğine meydan vermeyiz. Bu şekilde kardeşliğimizi bozan, fikrimizi bulandıran konuların kalbimize girmesine yol vermeyiz.

Mehmet Çetin

www.MehmetCetin.de

[1] Bu sözlü hatıranın kaynağı kıymetli ağabeyim Ali Vapur’dur.

Nurculukta Takvâ ve Siyâset

Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukâbil sevâbı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günâhın tehâcümünde bir tek içtinâb, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor.Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takvâ nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibâdetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâlihâdır.

Risâle-i Nur şâkirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribâta ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Kastamonu Lahikası(148)

Takvâ:Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veyâ haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek. Mânâsına gelmekmektedir. Bu Takvâ meselesinde mesleki esaslara müvâzene edecek olursak Risâle-i Nur Esaslarına Muhalif bir mesele veyâ şüpheli görülen kerih görünen bir mesela varsa ve olursa ihtiyaten uzak durmak gerekmektedir.

Bizlere üstadımız, imamımız siyâsete yanaşmamamız, takib etmememiz, alakadar olmamamız, partizan olmamamız gibi dersler vermiştir.Lâhikalarla tarz-ı hareket etmemiz için Sikke-i Tastik-i Gaybi, Tarihçe-i Hayat, Barla, Katamonu, Emirdağ Lahikalarını teşkil etmiş ve Mehdiyetin sistemi de bu 5 eserle tarz-ı harekâtını Kıyamete dek belirlemiştir. Bizlere ise bu 5 tarz-ı hareket eseri ile boyalanmak sıbga-i nuriyeye bürünmek elzemdir. Eğer kendimize Nurcu, Nur Talebesi ünvânına dâhil ediyorsak.

«Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli ce­reyân­lar içinde siyâ­sete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliye­tini ve ihlâsını muhafaza ede­mez. Her­halde bir cereyan onun hareke­tini kendi hesabına alacak, dün­yevî mak­sa­dına âlet edecek, o hiz­metin kudsiyetini bozacak.»Şualar (362)

Eğer siyâsete yanaşırsak hizmetimizin kudsiyeti kaybolacak, ulviyetini kaybedecektir. Bir tarafa meylederek onun gevezesi olur.

Evet, bu zamanda siyâset; kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-ikalb ve istirahât-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Kastamonu Lahikası ( 123 )

Nur Talebesi İçin Siyâset de Takvâyı Kıran Esbabdandır! Tâkib etmediğimiz hâlde de çevremizdekiler ahvâl-i âlemden siyâsi haberleri getirmekte. Tâbir-i Caiz ise, Kerih pis kokulardan kaçtığın hâlde sana bu kokuları getiriyorlar. Bazıları da bu pis kokuları esans yapmış dem ve damarlarına karışmış. “nura yakın olan rayiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Sözler ( 353 )” Bunun aks-i maksad-ı ile ervah-ı habise de sana gelecek onlardan sirayet edecektir. Allah bizleri Lâhikalarla hareket eden bahtiyarlardan etsin!

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Örnek Hayatlar: Gencin böylesi

ARABİSTAN’IN DEĞİŞİK yerlerinden kabilelerin, İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye heyetler yollamaya başladığı dönemde, Benî Tucîbler de, Medine’ye geldiler. Benî Tucîb, Kinde kabilelerinden biriydi ve Yemen’de otururlardı.

Hicretin dokuzuncu yılında gelen onüç kişilik Benî Tucîb heyeti, mallarının zekatlıklarını da yanlarında sürüp getirmişlerdi.

Onların İslâm’ın emirlerine kabule peşinen hazır olduklarını gösteren bu tutumları, Peygamber Efendimizin hoşuna gitti.

Kendilerine:

“Siz hoşgeldiniz!” buyurdu ve Bilal-i Habeşî’ye misafirleri en iyi şekilde konuklayıp ağırlamasını emretti.

Benî Tucîb heyetinin:

“Yâ Rasûlallah! Allah’ın mallarımız içindeki hakkını sana sürüp getirdik!” demelerine karşılık da:

“Onları geri götürüp fakirlerinize bölüştürünüz!” buyurdu.

Benî Tucîb heyeti:

“Yâ Rasûlallah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını sana getirdik!” dediler.

Bu cevabın bildirdiği davranış inceliği ve güzelliği, Hz. Ebu Bekir’i öylesine etkilemişti ki:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Arap heyetleri içinde, doğrusu, şu Tücîb heyeti gibisi yoktur!”

Peygamber Efendimiz, buna karşılık:

“Hidayet Yüce Allah’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini iman için açar!” buyurdu.

Tücîb oğulları heyeti, Hz. Peygamber’e birtakım şeyler sordular. Kendileri için, sordukları şeylerin cevapları yazıldı. Daha sonra, Efendimize, Kur’ân’a ve sünnete dair sorular sordular. Onlardaki bu iştiyak, Hz. Peygamberin onlara yönelik rağbet ve teveccühünü ziyadeleştirdi.

Nitekim, birkaç gün Medine’de oturduktan sonra gitmek istediklerinde, kendilerine:

“Ne diye acele ediyorsunuz?” denildi.

“Gerimizdekilerin yanlarına dönüp Resûlullah’tan gördüklerimizi, kendisine söylediklerimizi ve kendisinin bize verdiği cevapları onlara bildireceğiz!” dediler.

Peygamber Efendimizin yanına gelip vedalaştılar.

Peygamber Efendimiz onları Bilal-i Habeşî’yi gönderdi. Bilal’e de, kendilerine bahşişlerinin verilmesini emretti.

Sonra:

“Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

“Evet!” dediler. “Binitlerimize bakmak üzere, yaşça en küçüğümüz olan bir genci arkamızda bırakmıştık.”

Peygamber Efendimiz:

“Onu da bize gönderin! “buyurdu.

Heyet üyeleri, binitlerinin yanına dönünce, gence:

“Resûlullah’ıın yanına git de, ondan hâcetini al! Biz ondan hâcetimizi aldık ve kendisine veda ettik!” dediler.

Benî Tücîb heyetinin genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi ve:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim de dileğimi yerine getir!”

Peygamber Efendimiz, ona:

“Senin dileğin nedir?” diye sordu.

Genç:

“Yâ Rasûlallah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir! Onlar İslâmiyeti özleyiciler olarak geldiler, zekatlarından sürüp getirdiklerini de getirdiler” dedikten sonra, kendi dileğini şöyle açıkladı:

Fakat sen Allah’tan bana mağfiret etmesini, beni rahmetiyle esirgemesini ve bir de kalbime zenginlik vermesini dile!”

Peygamber Efendimiz, bu dilek karşısında:

“Ey Allahım!” diye dua etti. “Ona mağfiret et ve rahmetinle esirge! Kendisinin kalbine de zenginlik ver!” diye dua etti.

Sonra da, bu dileğinden başka birşey istemediğini ima etmiş olmasına rağmen, bu gence de heyetin diğer üyeleri gibi bahşiş verilmesini emretti.

Benî Tucîb heyeti, yurtlarına, ev halklarının yanına döndüler.

Bunlardan bir cemaat, ertesi yıl hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştu.

Bu cemaatin:

“Biz Ebzâ oğullarıyız!” diye kendilerini tanıtmaları üzerine, Hz. Peygamber:

“Geçen yıl sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

Cevap şuydu:

“Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlânın verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona göz ucuyla bile bakmaz.”

Bu gencin samimî bir kalble istediği şey karşısında Hz. Peygamber’in yaptığı duanın bereketiyle, o genç, hayatı boyunca, dünyanın kendisini aldatamadığı, Allah’ın kendisine verdiği rızka kanaatli halis bir kul olarak yaşayacaktı.

Benî Tucîblerin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Yemen halkı İslâm’dan dönmeye kalktığında, bu genç kabilesine Allah’ı ve İslâm’ı anlatmaktan geri durmamış; ve onun bu gayretleri sayesinde, başka kabileler içinden nice insan irtidad ederken onun kabilesi içinden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemişti…

 18/11/2005

© 2013 karakalem.net, İsmail Örgen

 

İslama Davet Etme Hassasiyeti

İslâm’a davet nasıl olur? İnsanları İslâm dinine davet ederken, nasıl bir üslûp, bir metot takip etmek icap eder diye soru yöneltenlere, bazı kaideleri tavsiye etmek istiyorum. İlk önce imkân dairesinde kendimizi zorlayıp, Allah’ımızı sıfatları ile tanımak için asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren Kur’an tefsirlerini, yani Risale-i Nur Eserlerini bol bol okuyarak  imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Ondan sonra büyük mucize olan, kendi vücudumuzu incelemek için, yalnız dıştan seyretmek değil,  iç inceliklerini tanıtan kitaplardan bilgi edinmeliyiz. Artı kâinattaki yaratıklara baktığımız zaman, ne güzelmiş demekle kalmayıp, ne güzel yapılmış demek için, Yaratıcının kudret ve azametini anlamaya çalışmalıyız.

Böylece Allah’ımıza  karşı inancımızı ve bağlılığımızı pekiştirerek, kendimize hizmet için lazım olan enerjiyi temin etmiş oluruz. Ondan sonra biz bu enerji sayesinde hısım ve  akrabalarımızdan başlayarak, komşularımıza ve iş çevremizde görüştüğümüz kimselerin de imanlarını kurtarmağa çalışabiliriz. Bu vazifeyi yaparken onlara, güler yüz ve tatlı sözle yaklaşacağız. Bu şekilde onlara, kendilerini sevdiğimizi kabul ettireceğiz. Ondan sonra kendimize acaba filan kardeşle nasıl ve nerede görüşebilirim diyerek düşüncesi ile, hayatımızı sürdüreceğiz. Bunu kendimize vicdani bir borç bilip, devamlı kardeşlere bir şeyler verebilme gayreti içerisinde olacağız.

Tanışıp samimi olduğumuz kardeşlerle görüştüğümüz zaman, sohbetimiz başka konularda olsa bile, İnsan için en büyük mesele olan iman meselelerini daha çok mevzu edinip, karşımızdakinin kafasında birikmiş olan şüphelerini gidermeye çalışacağız. Bunda başarılı olmamız için ve İslam’a davet etme hizmetini becerebilmek için de Allah’a karşı samimi olacağız. Yani bunu yaparken hiçbir maddi menfaat düşünmeden, sırf Allah rızası için o vazifeyi yapabilme gayretinde olursak, beklediğimiz neticeyi daha iyi elde etme imkanını sağlamış oluruz.

Başka değil bunun ehemmiyetindendir ki Bediüzzaman hazretleri  yirminci Lem’a olan İhlâs Risalesini, laakâl (En azından) on beş günde bir defa okumayı tavsiye ediyor.

Evet! Samimiyetsiz hiçbir  meseleden netice alınamaz. Hele o mesele dini meselelerden biri ise, onu anlatan efendinin o meselede samimiyeti derecesine göre faydalanma çoğalır. Ondan sonra o ihlâslı zattan dinlenilen sözlerin tesiri, dinleyenin her işinde kendini göstermeye başlar.

Evet! Bir Müslüman’ın Allah’a karşı samimi olup imanının gelişmesi nispetinde, fedakârlığı gelişir. O zaman o insan cimrilikten kurtulup cömert olur. Ücret dağıtılırken kendini arkaya atıp din kardeşlerini öne sürer, hizmet icap ettiği yerde, başkasını değil, kendisini öne atar. İşte bu Müslüman kardeşimiz, bu şekilde  fedakârlığın mükemmel bir örneğini ortaya sermiş olur.

Bunu daha iyi izah etmek için çok mükemmel  bir misal vereyim:

Mübarek bir zata biri sorar? Muhterem, Müslüman ve Müslüman olmayanı nasıl tanıyacağız: O zat fırlayıp dizleri üzere çöker ve der: Sen ile ben yalınız menfaatimizi gözeterek çalışırsak o hal Mülüman olmamamızın alametidir. Eğer ben senin menfaatini sende benim menfaatimi gözeterek çalışırsak işte bu Müslümanlıktır. Anladık değimli Müslüman nasıl fedakâr olacak.

Bilhassa, herkes maddi menfaatin peşine koştuğunu gördüğümüz bir zamanda, böyle bir fedakârlıkta bulunabilmenin tesiri de, tabii ki ona göre olur. Maddeye tok olan gözlere insanların hasret olduğu bir devirde, o güzel haslete, böyle bir gayrete sahip olabilen bir kimse, çok kimse için  mükemmel bir örnek teşkil ederek sözleri her tarafa ışık saçar.

Şunu da unutmamalıyız ki, “hayırlı işlerin çok muzır manileri (engelleri) olur, şeytanlar o hizmetin hadimleri ile (hizmetçileri ile) çok uğraşır.” İşte böyle bir zamanda yaşayan bir insan çevresinde dizilmiş türlü türlü cazibeli engellerden kendini kurtarabilmesi için, bilgili ve imanı sağlam olması lazımdır. Çünkü bu kadar hislerini ve menfaatini okşayan maddi sebepler peşin para gibi karşıda dururken, onları bir tarafa bırakıp, başkasını faydalandırma peşine koşmak ancak alınan sağlam bilgi neticesinde sarsılmaz bir imanla olabilir.

Bakın nasıl bir devirde yaşıyoruz? İki ay önce birisine, maddi menfaat gözetmeden çalışmaktan bahsediyordum; o da öyle şey olmaz dedi. bir başkası da  sizin gibi biri de iddia etmişti, bir araştırdım hiçte dediği gibi çıkmadı. Evet Ahretteki ücretler bu dünyadaki ücretlere göre hiç kalır inancı insanların çoğunda sıfıra yakın bir mertebeye düştüğünden öyle diyebiliyorlar

Ona cevaben dedim ki, sağlam imanlı insanlar azaldı desen haklı olabilirsin, ama madde karşılığı beklemeden hiç kimsenin çalıştığına inanmam demen, Allah’a ve ahret gününe inanmamandan ötürüdür. Çünkü madde için değil de Allah rızası için çalışanlar âhirette yaşanacak mutluluğa ve azabı sonsuz bir hayata, inanman lazım ki, maddi menfaat beklemeden çalışıldığına inanasın. Bu inanç sende olmadığı için bana inanmaman senin için normaldir.  Halbuki senin dediğin doğru olması için haşa ve kella! Allah’ın olmaması lazım. Ahiret olmaması lazım. Hazreti Ademden bugüne kadar gelen 124.000 peygamberi inkâr etmen lazım. Allah tarafından insanlara inen 104 kitabı inkâr etmen lazım. Yeryüzünde ibadet etmek için yapılan ibadethaneler, kiliseler şöyle dursun, yalınız Türkiye’mizde yapılan 72.000 camileri yapanları akılsız olduklarını kabul ettikten sonra senin dediğin doğru olur. O da olmayacağına göre, sen öldükten sonra ki hayata inanmadığından ötürü bunu diyebiliyorsun dedim. Bu sözüme biraz kızdı ise de bu matematiksel bir gerçektir, bunun alternatifi yoktur.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org