Kategori arşivi: Soru – Cevap

Azrail’e ”çalım” atan var mı?

İmanın şartlarından biri de meleklere imandır.

Melek nedir? Nasıl iş yapar, verilen görevi yaparken nasıl hareket eder? Kendi başına buyruk mu çalışır?

Kur’ân, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allah’a isyan etmeyeceklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir. (Tahrim Suresi, 66:6) Bir âyette der ki: Sizin için görevlendirilen melek, canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde Suresi, 32:11)

Ölümden kaçış hiçbir canlı için söz konusu değildir. Kur’ân’ın belirttiği gibi:Nerede olsanız, ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş kalelere veya gökteki yıldızlara sığınmış olun.” (Nisâ Suresi, 4:78)

Azrail’in Allah’tan emir alır almaz gelip de geri döndüğü, üstlendiği görevini yapmadan çekip gittiği hiçbir zaman vaki değildir ve olmamıştır.

Allah’a en yakın ve Allah’ın birer elçisi olan peygamberlerde bile böyle bir istisna söz konusu değildir.

Hz. Azrail, Hz. Mûsâ’ya ruhunu teslim almak için geldiğinde, Mûsâ Peygamber kabul etmez, “Şimdi zamanı mı?” dercesine Azrail’i yanından uzaklaştırır.

Hz. Azrail, Allah’ın huzuruna varır, karşılaştığı durumu arz eder. Cenab-ı Hak buyurur ki:Git, o kuluma söyle, elini bir ineğin sırtına koysun, elinin altında ne kadar kıl varsa, onun sayısınca kendisine ömür vereceğim.

Azrail tekrar gider, bu İlahi emri Hz. Mûsâ’ya bildirir.

Hz. Mûsâ, “Ondan sonra ne olacak?” diye sorar.

Azrail, “Tekrar gelip ruhunu teslim alacağım” der.

Azrail’in aldığı görevi yerine getirmeden dönmeyeceğini bilen Mûsâ Peygamber, “Peki öyle ise şimdi görevini yap” der ve ruhunu teslim eder.

Benzer bir olay Peygamberimizle Azrail arasında da cereyan eder.

Peygamberimiz, son anlarını yaşıyordu. Bu esnada Hz. Cebrail, Azrail ile birlikte geldi. Efendimizin halini hatırını sordu. Sonra da, “Ölüm meleği içeri girmek için izninizi ister” dedi.

Peygamberimiz müsaade edince Azrail içeri girdi, Efendimizin önüne oturdu.

“Ey Allah’ın Resulü!” dedi, “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım.”

Peygamberimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da: “Ey Allah’ın Resulü, Mele-i Âlâ sizi beklemektedir” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz: “Yâ Azrail gel, görevini yerine getir” dedi ve ruhunu teslim etti.

Demek ki, Azrail görevi aldığı anda, karşısındaki Allah’ın en çok sevdiği ve en mükemmel insan olan Peygamberimiz bile olsa geri dönmüyor. Oysa Allah, kararı Peygamberimize bırakmıştı.

Peygamberler için böyle bir şey söz konusu değilse, başka birisi için olması mümkün mü?

Âyetin ifadesiyle,Onların ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler. (Nahl Suresi, 16:61)

Çünkü ölüm tesadüfî bir olay değil, kendiliğinden gerçekleşen bir mesele de değildir. Onun vaktini, zamanını doğrudan doğruya Allah belirler. Çünkü hayatı da O vermiştir, ölümü de O verecektir. Onun bir ismi “Hayy”dir, hayatı verendir. Bir ismi de “Mümît”, ölümü yaratandır.

O yüzden “Azrail’e çalım attı”, “Azrail’i atlattı”, “Azrail’i yendi” ve benzeri sözlerin dinen bir dayanağı olmadığı gibi, gerçeklikle de bir alakası yoktur.

Çünkü bu zamana kadar hiçbir kimse ölümden yakasını kurtaramamış, ölümden kaçamamış ve ölümü yenememiştir, dünyada alacağı nefesi tükenince o büyük hakikate teslim olmuştur.

Ayrıca ölüm bir yokluk, bir hiçlik, bir kayboluş değil ki, ondan korkulsun ve ürkülsün.

Hem sonra, Azrail’e niye düşman olalım ki? Hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail gibi Allah’ın çok emin ve güvenilir bir elçisine teslim ediyoruz. Bunun için ona dost olmak lazım.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Deprem gibi afetler bir tesadüf müdür, yoksa kaderimiz midir?

Deprem kader mi, değil mi? Bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım: Kader, kısaca, her varlığın ve her olayın bütün incelikleriyle Allahın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Her hadise “mukadderdir”, yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kainatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlahi ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca kader dediğimiz ilahi ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün mekanları ve bütün zamanları kuşatan kader gerçeği tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi o da failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları hâlk eden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevi bir şekilde yan yana getirip harikulade eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hadiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… Mümkün mü?

Kainattaki her olay gibi deprem de Allah tarafından bilinmekte ve icra edilmektedir Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tespit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkar etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulunduran binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felaketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.

Eğer söylenmek istenen bu ise şunu önemle belirtelim ki, körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlış bir anlayıştır. İslami tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip; sonucu Allahtan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olacağı şeklinde bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allahtır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader” dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin, doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alakası yoktur.

Haller değişir, ama kader değişmez. Mesela, bir fakir çalışıp zengin olmakla, “Ben kaderimi değiştirdim.” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.

İslam bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın.” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

(Gerçeğe Doğru)

Haşir Risalesi Niçin Yazılmıştır?

Kur’ân âyetlerinin mühim bir kısmını teşkil eden Haşre dâir âyet-i kerimelerin önemini kavrayabilmek için, Üstad Bedîüzaman Hazretlerinin o günün atmosferinde sarsıntıya maruz kalan Haşir meselesinin, öldükten sonra hesap vermek üzere dirilişin ‘Kadîr’ isminin mazharı olarak ne derece beşer hayatında ve mü’minlerin akideleri üzerinde mühim bir yer tuttuğunu, bu meşhur Risalenin te’lifiyle ortaya koymuştur.

Allah, insanı iki şeyle mükellef kılmıştır:

Biri: Şahsî farzlar

Diğeri: Şahsî sünnetler Fıkhî terimiyle, farz-ı ayn ve sünnet-i ayn diye adlandırılır.

Bunların dışında bir de ‘Şeâir-i İslâmiyye’ denilen farz-ı kifayeler ve sünnet-i kifayeler mühim bir yer tutmaktadır.

Bunlar, şahsî farzlardan daha önemlidir.

İlmî, edebî ve amelî sâhadaki uygulamalara baktığımızda söz konusu şeâirin uygulanmadığını görmekteyiz.

Bu yazımızda bahse konu hususların detayına girmeyeceğim. Bağımsız bir konu olarak ele alınmasında yarar var. Ancak şunu hemen ifade etmeliyim ki, % 95’lik bir oranı teşkil eden farz-ı ayn ve sünnet-i ayna nisbetle sadece % 5’i teşkil eden ve uygulaması devlete ait olan bu şeâir-i İslâmiyye (Faizin kapısını kapatmak, kumar, zina ve içki meselesini halletmek, kadınların tesettürü v.s….) , kifâye farz ve kifâye sünnetlerdir. Her ne kadar % 5 lik bir oranı teşkil etse de, şahsî farz-ı ayn ve sünnet-i aynlerden daha ehemmiyetlidir. Dîn-i mübîn-i İslâm’ın ana temelini teşkil etmektedir. Ana temel olan bu şeâirin sarsılmasıdır ki, Üstad Bediüzzaman’ı böyle mühim bir konuyu işlemeye sevk etmiştir.

Meselâ, Ezân-ı Muhammedîyi okumak sünnettir. Bu sünnetin ihyâsı, bin şahsî farzdan daha mühimdir.

Böyle bir sünnetin kesintiye uğraması ve yasaklanması, gazab-ı İlâhîyi celbettiği gibi, uygulayıcıları ve boyun eğenleri de mes’ul duruma düşürmektedir. Bu yüzdendir ki, Bediüzzaman Hazretleri yasak sürecinde orijinal aslı dışında ezan okumamış ve okutmamıştır.

Şahsî sorumluluk başkadır, ümerânın sorumluluğu daha başkadır.

Ümmetin bütün fertleri, Haşirdeki mahkeme-i kübrâda, farz-ı ayn, farz-ı kifâye, sünnet-i ayn ve sünnet-i kifayelerden, özellikle de şeâir-i İslâmiyeden hesaba çekilecektir. Hiçbir insan, hiçbir amelinde serbest değildir. Özgür olması, eyleminin sonucunu ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

Gözünün neyi gördüğünden, kulağının neyi işittiğinden, dilinin neyi konuştuğundan, kısaca küçük-büyük tüm ef’âlinden, ahvâlinden ve akvâlinden sorumludur.

Ümerâ; şeâir-i İslâmiyeyi uygulama alanına sokmazsa, ulemâ; ehemmiyetini ve ifade ettiği mânaları halka anlatmazsa, avâm-ı mü’minîn de icrâ ve tatbikine taraftar olmazsa, sorumluluğu ve vebali büyüktür.

Şu kâinatı tekvînî olarak binbir ismine mazhar eden Zât-ı Akdes, teklîfî olarak da ef’âl, akvâl ve ahvâlimizi, ilmî, edebî ve amelî bağlamda binbir isminin tecellisinden gelen ahkâm-ı İlâhiyyeye ve özellikle de bu ahkâm içinde önemli bir yer tutan şeâire bağlamıştır.

Öyle ise, her mü’min fert bilmeli ve asla unutmamalıdır ki, Haşir meydanında bir muhasebe ve sorguya tâbi tutulacaktır. Kur’ân ve Sünnet-i Nebeviyye hepimizin yakasına sarılacaktır. Amellerimiz, Kitap ve sünnet kriterlerine göre tartılacaktır.
Zalim-mazlum, âsi-itaatkâr, mü’min-kâfir, şirk-hidâyet vs her şey ve her fiil, en hassas terazi ile ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilecek, sonuçlar; Âdil-i mutlak olan Kadîr-i Zülcelâl tarafından ortaya konacaktır.

İşte Haşir Risalesi, söz konusu muhasebe ve muhâkemeyi insanlara, özellikle de ehl-i îmâna izah ve isbat etmektedir.

Bu eserin te’lif edilmesinin asıl gayesi, böyle bir muhasebe ve muhakemeye insanların hazırlanmasını sağlamak için ikaz ve irşâd etmektir. Böyle bir hazırlık ise, kâinat tılsımını açmakla birlikte, insanın tercihine bırakılmış eylemlerinde Kur’ân ve Hadisi hâkim kılmakla mümkündür.

Çünkü insanın sorumlu olduğu haklar iki kısımdır:

1.Hukûkullah

2.Hukûku’l-ibâddır.

Bu iki hukuka da riâyet etmeyen mahkeme-i kübrâda büyük ceza çeker. İşte Haşrin ispat gayesi budur.

Yani kâinat sistemini kuran Allah (c.c), beşere her kademe ve alanda hayata dâir bir sistem önermiş, ona uymaya da dâvet etmiştir. İşte insan oğlu, Kurân ve Sünnetle çerçevesi çizilen bu sisteme uymadığı zaman, hukûkullah’a ve hukûk-u ibâda tecâvüz etmiş olur. Cezası ise, hem dünyada, hem de ukbâda verilecektir.

Kendini idare edemeyen bir beyinciğe sahip olan insan, küllî akla teslim olmalı, kâinat Hâlıkının koyduğu sisteme boyun eğmelidir. Şirkin her çeşidinden kaçınmalı, fürûzât-ı İlâhiyeyi yerine getirmelidir. İnsanlar arasında da adaleti temin etmelidir.

Risale-i Nurun mesleği; sadece Zât-ı İlâhiyeyi isbat değildir. Belki öncelikle, eline eserleri alır, eserden fiili, fiilden ismi, isimden sıfatı, sıfattan ta Zât-ı Akdes-i İlâhiyyenin vücûb-u vücûd ve vahdetini isbat eder. Daha sonra da, imanın altı rüknünü ve beş esâsat-ı İslâmiyeyi bunun üzerine bina ederek şirkin her çeşidini reddeder. İmânî rükünlerin bir tek cüz’ünü inkâr etmeyi bütünü inkâr etmek olarak gösterir. İlâhî bir hükmü inkâr etmenin, ahkâm-ı İlâyyenin bütününü inkâr etmek hükmünde olduğunu isbat eder. Çünkü iman, Resûl-i Ekrem (ASM)’ın Allah’tan getirdiği hükümlerin tümünü kalben tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibarettir. İmân küllîdir, tecezzî ve inkisam kabul etmez.

Bu Risalede işlenen konu, cismânî haşir olup, aynı zamanda cismen değil de, sadece ruhen dirilişi savunan bâtıl anlayış ve algılamaları da hiç bir tereddüt ve şüpheye meydan bırakmayacak netlikte izah ve isbat eder. Meselâ, Hıristiyanlar genellikle âhirette yalnız ruhların haşredileceğini, insanların bedenleri ile değil, sadece ruhları ile cennet veya cehenneme gidecekleri yönünde bir inanca sahiptirler. Bu inancın çürütülmesi de, özellikle günümüz konjoktüründe önem arz etmektedir.

Diğer Risalelerde olduğu gibi; Hak ve hakikatı teferruatıyla izah, Kur’ânî delillerle isbat ve açıklamalarla insanlığı şirk, tereddüt, evham ve boş saplantılar çıkmazından kurtarıp imanın güzelliklerini ve mânevî lezzetini yaşatan bu eserden Rabbim istifademizi ziyade eylesin inşâallah…

NOT: İnşâallah kısmet olur ve Rabbim muvaffak kılarsa, Haşir Risalesi üzerine denemelerime devam etmek arzusunda olduğumu ifade etmek isterim.

İsmail Aksoy

Akıldan Geçen Küfür Günah mı?

Ben (hâşâ) Allah’a karşı küfrettiğimi düşünüyorum. Bundan çok rahatsızım. Sinirli ve tedirgin olduğum anlarda Allah’ı düşündüğümde veya Allah aklıma geldiğinde aklımdan küfürler geçiriyorum. Bunu kalben tasdik edip, irademle söyledim gibime geliyor ama tabii ki çok üzülüyorum.

Böyle şeyleri düşünmeniz, aklınıza gelmesi sizi hiçbir zaman küfre düşürmez, imanınıza zarar vermez.

Çünkü bu sözleri dilinizle söylememiş, kalben tasdik etmemişsiniz. Üstelik bunları düşündüğünüzden dolayı üzülüyorsunuz.

Üzülmeniz, böyle bir düşünceye sahip olmadığınızı gösteriyor. “Söyledim gibime geliyor” diyorsunuz ya, işte bunun tek adı vardır: Vesvese

Vesveseyi insana şeytan verir, şeytan aklına getirir. Söylemişsin, tasdik etmişsin gibi baskı kurar.

Bu tür vesveselerde şeytan önce şüp­heyi kalbe atar, fakat kalp hemen tepki gösterir, savun­maya geçer. Bu esnada savunmayı bırakır da kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş olur.

Fakat kalp kabul etmezse, şeytan orada bir iz bırakır, sonunda bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına imana aykırı bazı pis düşünceler yansır, Bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda “Eyvah!” diyerek ilk hastalık mikrobunu kapar ve ümitsizliğe düşer.

***

Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Allah’a karşı edepsizlik ettiğini sanır, telaşa kapılır, titrer ve bir­denbire heyecan dalgası bedenini sarar.

Böyle bir vesveseye kapılan insan öncelikle telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa Çünkü kalbe gelen düşünceler hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen küfürlerin ve çirkin sözlerin de bir değeri ve bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmez. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Oysa küfür sözlerin ve çirkin ke­limelerin dille ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalin­den geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes’ul olsun, günaha girsin, imanı gitsin…

***

Kalbe gelen küfür sözler kalpten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalp rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir.

İnsanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin/küfür sözler şeytanın santralinden geliyor.

Kalpte melek il­hamı ile şeytan vesvesesinin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

Vesvese nasıl olursa zarar verir?

İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiş olur. Çünkü hayali hakikat san­mıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendine mal et­miştir.

Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine var­mış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüş­tür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

Bundan kurtulmak için hemen şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak lazım, başta “Euzü” duası olmak üzere Felak ve Nas surelerini okuyarak içinden vesveseden kurtulmak lazım.

Bu konuda daha geniş bilgi için “Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları” çalışmamıza ayrıca bir göz atmanızda fayda vardır.

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi

Belâ Nasıl Güzelleşir?

Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı…

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.

Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek…

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi

Mehmet Paksu / Moral Haber