Kategori arşivi: Soru – Cevap

Şeytan Niçin Yaratılmıştır?

Bu sorunun iki yönü var. Birisi şeytanın yaratılış gayesi, diğeri ise yaratılış hikmeti. Önce gaye üzerinde kısaca duralım. Bilindiği gibi şeytan cin türünden bir varlıktır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” ayetine göre cinlerin yaratılış gayesi de, insanlarda olduğu gibi, Allaha inanmak, ona ibadet ve onu tanıma yolunda terakki etmektir. İnsanlar içerisinde bu imtihanı kaybeden küfür ehli insanlar bulunduğu gibi cinlerde de bulunuyor. İşte şeytan bu ikinci kısım cinlerdendir. Kendisi Hz. Ademe (as.) secde etmediği için İlahi rahmetten kovulmuş ve kendi arzusu üzerine bir İlahî hikmet olarak, kendisine kıyamete kadar insanlara musallat olma, onları yoldan çıkarmak için çalışma izni verilmiştir.

Bu iznin verilme hikmeti ise bir değil yüzlercedir. Bunlardan en önemlileri şu iki hikmettir. Cenab-ı Hak, şeytan vesvesesi olmaksızın da insanları imtihan edebilir, şeytanın görevini de insan nefsine yükleyebilirdi. Ama böyle yapmakla, şeytanın o çirkin arzusunu, yani kıyamete kadar insanları hak yoldan saptırma arzusunu kabul etmekle şeytanın cehennemde çekeceği azabı milyarlarca kat artırmış oldu. Zira, “Sebep olan işleyen gibidir.” hadis-i şerifine göre, insanların şeytan vesvesesine uyarak işledikleri günahların bir katı da şeytana yazılıyor ve böylece onun azabı attıkça artıyordu.

Diğer hikmet ise, insanların nefis ve şeytan ile bir imtihan geçirmeleri ve bu imtihanı kazanan müminlerin meleklerden daha ileri derecelere yükselmeleridir. Eğer, insan nefsine kötülüğü emretme özelliği verilmemiş olsaydı ve insanlara şeytan musallat olmasaydı insanların dereceleri de meleklerde olduğu gibi sabit kalacaktı.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Sorularla İslamiyet

Namazları Birleştirme (Cem) Hangi Durumlarda Olur?

Bu­nu cem-i sa­lâ­teyn ya­ni iki vak­tin na­ma­zı­nı bir va­kit­te bir­leş­ti­re­rek kıl­ma şek­lin­de de ta­rif ede­bi­li­riz. Ha­ne­fî hu­kuk­çu­la­rı bu­nu, sa­de­ce hac iba­de­ti­ni ya­par­ken Ara­fat’ta ve Müz­de­li­fe’de ca­iz gör­müş­ler­dir. Ara­fat’ta iken öğ­le ile ikin­di, öğ­le vak­tin­de kı­lı­nır. Bu­na cem’i tak­dim de­nir, Müz­de­li­fe’de iken de ak­şam ile yat­sı, yat­sı vak­tin­de bir­leş­ti­ri­le­rek kı­lı­nır. Bu­na da cem’i te­hir de­nir. Şa­fi­ile­re gö­re sa­de­ce yol­cu­luk­ta her iki­si de ca­iz­ken; şid­det­li yağ­mur, şid­det­li kar ve buz yağ­mu­ru gi­bi du­rum­lar­da sa­de­ce cem’i tak­dim ca­iz gö­rül­müş­tür. Bu iki mez­he­be gö­re bu se­bep­le­rin dı­şın­da hiç­bir se­bep, iş­çi­nin du­ru­mu da da­hil, na­maz­la­rın bir­leş­ti­ril­me­si için ye­ter­li se­bep gö­rül­me­miş­tir. Sa­de­ce Han­be­lî Mez­he­bin­de fark­lı ve mü­sa­ma­ha­lı bir yak­la­şım gö­ze çarp­mak­ta­dır. Bun­la­ra gö­re:

1-Yol­cu­lar, 2-Na­ma­zı bir­leş­tir­me­di­ği tak­dir­de me­şak­kat çe­ke­cek olan has­ta­lar, 3-Em­zik­li ka­dın­lar, 4-İdrarını tu­ta­ma­yan şa­hıs­lar, 5-Her na­maz için ab­dest al­mak­tan ve­ya te­yem­müm et­mek­ten âciz olan düş­kün­ler, 6-Yer al­tın­da ya­şa­yan ve­ya ça­lı­şan­lar­la, 7-Kör­ler gi­bi vak­ti bil­mek­ten âciz olan­lar. 8-Kı­sa­ca ca­nın­dan, ma­lın­dan ve ır­zın­dan do­la­yı kor­ku için­de bu­lu­nan­lar ve de na­ma­zı bir­leş­ti­re­rek kıl­ma­dı­ğı tak­dir­de ge­çi­mi­ne za­rar gel­me­sin­den kor­kan­lar, öğ­le na­ma­zı ile ikin­di na­ma­zı­nı ve­ya ak­şam na­ma­zı ile yat­sı na­ma­zı­nı, cem’i tak­dim ve­ya cem’i te­hir şek­lin­de bir­leş­ti­re­rek kı­la­bi­le­cek­ler­dir.

Ha­ne­fî hu­kuk­çu­la­rı­na gö­re, iki na­ma­zın bir­leş­ti­ril­me­si her ne ka­dar hac­cın dı­şın­da ca­iz gö­rül­me­miş ise de, yi­ne on­la­ra gö­re za­ru­ret anın­da di­ğer mez­hep­ler­den bi­ri­ni, o mez­hep­le­rin öngör­dü­ğü şart­la­ra uya­rak tak­lit ede­bi­lir­ler. Ya­ni iş­çi ve me­mur­lar, na­ma­zı yü­zün­den işin­den atıl­ma gi­bi bir sı­kın­tı ile kar­şı kar­şı­ya ise­ler, Han­be­lî Mez­he­bi­nin yu­kar­da ge­çen fet­va­sın­dan is­ti­fa­de ede­bi­lir­ler.[i] Bütün bütün namazdan uzak kalmaktansa ve namazlarını kazaya bırakmaktansa mezheplerin bu kolaylığından istifade ederek ibadetlerini ifa etmenin huzurunu yaşayabilirler. Bu birleştirmenin şekli de şöyle olacaktır:

Ya öğle namazının farzı ile, ikindi namazının farzı birleştirilir ikindide, veya öğlede kılınır; ya da akşam ile yatsının farzı birleştirilir, akşam namazında; veya akşam ile yatsının farzı birleştirilir, yatsı namazında kılınır. Hatta vitir de. Bu birleştirilen farzların arasına sünnet namazı sokulmadan, peşpeşe kılınırlar. Şafiilerdeki bu kolaylıktan Hanefi mezhebindekiler de onları takliden yararlanabilirler. Hanefilerde bu cem meselesi, sadece Arafat ve Müzdelife’de geçerlidir. Hanefilerin, bu kolaylıktan yararlanması ancak Şafii mezhebini taklid ederek mümkün olacaktır. Yolda namazı kazaya bırakmaktansa Şafiiyi taklid ederek cem etmenin daha uygun olacağını söyleyen Hanefi âlimlerimiz de vardır.[1]

Beş vakti üç vakitte kılma meselesinin iç yüzü budur. Bu fetvayı bütün zaman ve mekânlara ve herkese tahsis ve teşmil etmek, cinayettir. Dini sulandırmadır ve ateşle oynamadır. İlahiyatçılar ve ilim erbabı şüphe ve tereddütlere sevk eden ifade ve açıklamalardan uzak durmalı, şüphe ve tereddütlerden kurtaran açıklamaları esas almalıdırlar.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

[1] Bkz. KARAKAŞ, Vehbi, Namaza Nasıl Başlanır, Nun Yayınları, s. 152

[i] Bkz. KARAKAŞ, Vehbi, Nasıl Namaz, Timaş Yayınları, 92-93

Haşir Meydanında Bize Kim Yol Gösterecek?

Rehberimiz olan Kur’ân’ın, hem dünyamız hem de ahretimiz için bize inşallah yol göstereceğinden şüphe etmemek gerekir. Bu konu ile alakalı Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdeli haberleri şöyle:

Kur’ân şefaat edicidir. Şefaati kabul edilendir. Şereflidir.Tasdik edicidir. Kim onu rehber edinirse, O’nu Cennete götürür. Kim de onu arkasına atacak olursa, O’nu Cehenneme gönderir.

Kıyamet günü Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse kurtulur. Çünkü Kur’ân’ın şefaati Cehenneme girmeye manidir. O’ndan başkasının şefaati ise azabın vukuundan sonra kurtarıcıdır.

Allah katında Kur’ân’dan daha faziletli bir şefaatçi yoktur. Ne bir Peygamber, ne bir melek ve ne de O’ndan başkası!

Bu hadislerden anlıyoruz ki, biz Kur’ân’ı ne derece hayatımızda kendimize rehber edinirsek, dünyanın her türlü sıkıntılarında da ve ahretinde korkulu azaplarından da kurtuluruz.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Uzaylılar Gerçekte Var Mıdır?

Dünya dışındada başka varlıklar vardır. Ancak o varlıklar nurani varlıklardır. Şeriatın lisanında onlara Melaike ve Ruhaniyat denilir.

Kur’ân’da dünya ve yeryüzü “ard” olarak geçer, başta Âdem Aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzüne, dünyaya gönderildiği bildirilir. Bu arada bazı sema katlarında İbrahim, İdris ve İsa Aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin makamının bulunduğu da mi’rac hadisinde ifade edilir. Yine İsra Suresi 44., Talak Suresi 12. âyetlerinde yeryüzünün gökyüzü gibi yedi tabaka olduğundan bahsedilir. Ama bu yeryüzü tabakalarının nelerden ibaret olduğu, yeryüzü katmanları mı, yedi kıta mı, yedi iklim mi, neler olduğu kesin olarak belirtilmemiştir.

Ancak bu yaşadığımız dünyadan başka yaşama uygun farklı gezegenler olsa bile orada insan gibi mükellef ve sorumlu varlıkların yaşadığı konusunda bir ayet veya hadis yoktur.

Dünyadan başka sekiz ve son verilere göre on bir gezegenin daha olduğu varittir, ama oralarda böyle bir varlık türünün yaşadığı hususunda ne dini, ne de bilimsel bir doküman söz konusu değildir.

Bu arada şu gerçeği de gözden ırak tutmamak gerekir. Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır. Bu meseleye Bediüzzaman Said Nursi şu açıklamayı getirir:

Ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bi’t-tarikı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sâdık ve bi’l-yakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki:

Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur.

Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “melâike ve cân ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.” (Yirmi Dokuzuncu Söz Birinci Maksat, Birinci Esas)

Mehmet Paksu

Duamız Nasıl Kabul Olunur?

Hz. Mûsâ’nın bir duası vardır. Çocukluğumdan beri okurum. Çok hoşuma gider. Okudukça okuyasım gelir. Beni öylesine kendine çeker ki, bir an için kendimi Hz. Mûsâ’nın yerine koyar, o şekilde okumaya çalışırım.

Burada “kul Mûsâ” vardır. Ağır bir görev almıştır. Tanrılık güden, halkını köle gibi çalıştıran, her çeşit baskı ve zulmü çekinmeden yapan, her türlü imkanı elinde tutan bir Firavun’un karşısına çıkacaktır.

Emri Rabbinden almıştır: “Firavun’a git, çünkü o iyice azdı.”

Kendisi bir fert, tek bir insan. Maddi gücü sınırlı. Âciz ve zayıf bir kul.

Ordulara hükmeden, Yaratıcıya kafa tutan birisi var karşısında.

Onunla nasıl baş edecektir? Nasıl konuşacaktır? Bir Allah’ın olduğunu, kendisinin de onun elçisi olduğunu nasıl anlatacaktır?

Her peygamberin yaptığı gibi o da elini ve gönlünü Rabbine açar ve şöyle yakarır:

“Gönlüme genişlik ver Rabbim!
“İşimi kolaylaştır.
“Dilimdeki tutukluğu çöz.
“Ta ki sözümü iyice anlasınlar.
“Ailemden yardımcı olarak da bana kardeşim Harun’u ver.
“Onunla beni takviye et.
“Onu vazifeme ortak et.
“Ta ki Seni çokça tesbih edelim.
“Ve Seni çokça analım.
“Muhakkak ki, bizi hakkıyla gören Sensin.”
“Ve Allah buyurdu ki: “İstediğin sana verildi, ey Mûsâ!” (Tâhâ Sûresi, 25-36)

***

Hz. Mûsâ, kardeşiyle birlikte Firavun’a giderler, görevlerini yerine getirirler. Hiçbir zarar görmeden döner gelirler.

Hz. Mûsâ kendi âcizliğini, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, zayıflığını ve yalnızlığını sadece Rabbine açmıştır. Kimseden bir yardım ve destek istememiştir. Kimsenin kapısına gitmemiş, önünde eğilmemiştir.

Bunun için de, istekleri anında yerine getirilmiş. Yunus’un “Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere” misalinde olduğu gibi, gün geldi, dünya hâkimi Firavun, orduları ve dünyalığı ile birlikte Kızıldeniz’in sularına gömüldü.

***

Rabbine olan kullukta örnek birisi olan Hz. Mûsâ’nın yanında, Tevhid’de alem ve sembol olan, Allah’tan başka gözü kimseyi görmeyen bir peygamber daha vardır. Kur’ân Hz. Mûsâ gibi onu da sıklıkla anlatır.

Bu peygamber Hz. İbrahim’den başkası değildir. Hz. İbrahim’in duası da çok içten ve çok samimi, çok kapsamlı ve içeriklidir.

Hani her şeyi, ama her şeyi Allah’tan isteme gibi bir peygamber ahlakı vardır ya, işte bu özellik Hz. İbrahim’de bütün açıklığıyla görülür.

Putlara dua edip, dileklerini onlara açan kavmine, maddeye kul köle olmuş halkına, “Dua ettiğinizde onlar sizi işitir mi? Size bir fayda verirler mi? Yahut zararları dokunur mu?” dedikten sonra, kendisi Rabbine yönelir, yüzyıllar sonra da Kur’ân’ın bize öğrettiği gibi gönlünü şu şekilde açar Yaratıcıya:

“Beni yaratan, bana doğru yolu gösteren Odur./Beni yediren ve içiren Odur./Hastalandığımda bana şifa veren Odur./Beni öldürüp sonra diriltecek olan Odur./Hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da Odur.”

“Ya Rabbi, bana ilim ve hikmet ver ve beni sâlih kullarının arasına kat./Beni arkamda hayırla yad edilmeyi nasip et./Beni nimetlerinle dolu Cennetin vârislerinden kıl.”

“Babamı da bağışla, çünkü o yolunu şaşırmışlardandır./Herkesin diriltildiği günde beni mahcup etme./O gün ki, ne mal fayda verir, ne de evlat.” (Şuarâ Sûresi, 78-88)

Hz. İbrahim, Rabbinden istediği her şeye nail olmuş, istediklerine kavuşmuştur. Duadaki sır şurada:

Hz. İbrahim, âciz ve zayıf bir kul olduğunu dile getiriyor. Kendisine ulaşan her türlü nimeti Allah’tan biliyor. Her çeşit musibete karşı Rabbinden yardım istiyor. Düşmanlarına karşı desteği sadece Ondan bekliyor.

Hz. İbrahim de o dönemin Firavun’u başta olmak üzere, Nemrut gibi tanrılık iddia eden ve kendisini ateşe atan bir zalim hükümdara karşı üstün gelmiştir.

Demek ki, muvaffak olanlar Mûsâlar ve İbrahimlerdir. Kulluğunun anlayan ve dile getirenlerdir.

Mehmet Paksu / Moral Haber