Kategori arşivi: Yazılar

Kuran Apaçık ve Noksansızdır

kuranAllah Kuran’ı, Kendisine iman eden kulları için bir rehber olarak göndermiştir. Müminler için sakınılması gereken her konu apaçık Kuran’da eksiksiz olarak bildirilmiştir. Sorumlu olduğumuz hükümleri öğrenebileceğimiz en güvenilir tek kaynak Kuran’dır. Allah; ”Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık…” (En’am Suresi, 38) buyurur. Bu ayete rağmen ”ama Kuran’da herşey yazmaz” demek kişiyi dinden çıkarır. Allah Kuran noksansız buyuruyorsa noksansız demektir. Ve Kuran’da ihtiyacımız olan tüm bilgiler eksiksiz ve GERÇEK olarak açıkça bildirilmiştir.

Allah; ”Biz bu Kur’an’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarıyoruz…” (Yusuf Suresi, 3) buyurmuştur. Yani en güzel kıssalar GERÇEK bir haber olarak Kuran’da açıklanmıştır. Allah; ”Ve şüphesiz o (Kur’an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 44) ayeti ile, ahirette sadece Kuran’dan sorulacağımızı, başka kaynaklardan sorulmayacağımızı açıkça bildirmiştir.

Peygamberimiz (sav), Kuran’la hüküm vermiştir. Allah peygamberimize; ”Sana vahyolunana uy…” (Yunus Suresi, 109) buyurmuştur. Peygamberimiz ise; ”Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam.” (En’am Suresi, 50) demiştir. İnsanlar kendisinden, Kuran’da bildirilmeyen bir konuyu derleyip toparlamasını istediğinde ise cevabı yine aynı olmuştur. Ben yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım!

Onlara bir ayet getirmediğin zaman: “Sen onu (inmeyen ayeti) derleyip-toplasana” derler. De ki: “Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve bir rahmettir.” (Araf Suresi, 203)

Kuran’da herşeyin yazmayacağını zanneden bazı insanlar, Kuran hükümlerini haşa yeterli görmemiş ve peygamberimizin ayetlerde değişiklik yapmasını beklemişlerdir. Peygamberimiz ise  “Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben, büyük günün azabından korkarım.” (Yunus Suresi, 15) diyerek, kendisinin nefsinden hükümleri değiştiremeyeceğini ve sadece Kuran’a uyduğunu açıkça bildirmiştir.

Müslümanlar için rehber Kuran ve peygamberimizin Kuran’la mutabık olan sünnetidir. Bir uygulamada hadis ayetle çelişiyorsa, o zaman esas olan ayettir. Kuran’la çelişen hadisin sahih olduğundan söz edilemez. Bu ayrımı yapabilmek için de her müslümanın Kuran bilgisinin çok iyi olması gerekir. Kuran din adamlarına inmiş bir kitap değildir. Herkes fert olarak Kuran’dan sorumludur ve ahirette tek başına Kuran’dan sorulacaktır. Allah’ın huzurunda mazeretler geçersiz kalacaktır. O an da çok uzaklarda değildir. Ölüm herkese aynı uzaklıktadır.

Unutmayın, Allah’ın huzurunda Kuran’dan sorulurken; ”Ama din adamları bana böyle öğretti, dedem şöyle anlatmıştı…” gibi teviller getiremeyeceksiniz.  Size ne öğretildiği değil, sizin öğrendiklerinizi Kuran süzgecinden geçirerek ne kadar yaşadığınızdır önemli olan. Şeker hastası bir misafirinize kadayıf ikram edip, ”annem misafire tatlı ikram etmem gerektiğini öğretti” demezsiniz. Herkes kendi amellerinden sorumludur. Allah Kuran’da düşünmeye teşvik eder insanları. Ve ”İçten (Allah’a) yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (Mü’min Suresi, 13) buyurur. Yani kilit nokta içtenlik, samimiyettir. Tüm Kuran’ı ezberden bilen, Arapça’sı mükemmel olan, hadis bilgisi en fazla olan değil, samimi şekilde Allah’a yönelendir öğüt alıp düşünebilen. Yoksa  Kitabı bilip de onu layığı ile yaşamayan kişinin durumu, ”koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cum’a Suresi, 5)

Ayette, salih amelleri olan ama cehenneme giren kişilerden bahsedilir. Allah’a yalvarırlar; “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.” (Fatır Suresi, 37) Allah da buyurur ki; ”Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.” (Fatır Suresi, 37)

Şu an bu yazıyı okurken, bu tablo ile karşılaşma ihtimali size çok uzak geliyor olabilir. Ama ölüm beş yaşında bir çocuğa da, 80 yaşında bir ihtiyara da aynı uzaklıktadır. Ölümden sonra ”sorgu için daha çok zaman var” diye düşünmek de bir kaçıştır. Ama boşa bir kaçış. Ölüm kişinin kıyametidir. Ölüm anınızda, batında canınızın alınma şeklinden zaten cennet ehli mi, cehennem ehli mi olduğunuz anlaşılır. Artık geri dönüşü olmayan bir andır o an. Dünyada iken geçirdiğiniz bomboş yaşamın telafisi yoktur. Bahaneler geçersizdir. Kuran’ı okumadan, okuyup yaşamınıza geçirmeden, size anlatılanları araştırmadan din zannedip şirk içinde yaşamanızdan sadece siz sorumlu olursunuz. Eksiksiz ve apaçık Kuran’ı yeterli görmeyip, din diye size sunulan hurafeleri yaşayarak Allah’ı razı edemezsiniz. Allah’ı ancak peygamberimiz gibi vahye uyarak razı edebilirsiniz inşaAllah.

Herkes bir şekilde uyarılıyor. Ve herkese uyarıları dikkate alıp kendini düzeltebileceği süre de veriliyor. Kuran’ı okuyun ve Kuran’a uyun. Kuran’da yer almayan hurafeleri din diye yaşamaktan vazgeçin. Değişmeyen tek kaynak Kuran’dır. Unutmayın!

İbrahim Akın

Kimya ve Bediüzzaman

 Bediüzzaman ileri düzeyde kimya bilgisine sahiptir. Öyle ki onu tam dini bir metin gibi değil kimya metni olmakla birlikte ilahi düzenin bir görüntüsü olarak anlatmıştır. Bir kimya hocasını ilzam edecek kadar kimya bilgisi olan Bediüzzaman  yeryüzünün düzeninde önemli bir yeri olan bu ilahi intizamın bir yönünden , o ilmin lisanı mahsusu ile Allah’ı gösteren  vechinden bahseder. Bediüzzaman her ilmin geleneksel anlatımlarından veya  nihilist anlatımlarına  bir reaksiyon olan anlatımlar ortaya koymuştur.Sanat ve ilim , din ve ilim arasındaki dengelere riayet eden Bediüzzaman dini metinlerini kaleme alırken onların münhasıran dini metin olmasına dikkat eder. Ama laboratuara dayanan , hani müsbet ilim denen bahislerde ise  onları yine o ilmin kanonlarına göre izah eder, ama gerektiği yerde Allah’a açılan kapıları gösterir, metni ateist metin olmaktan kurtarır, ilmi ve dini bir mahiyet kazandırır.

Onun yedi sekiz ilmi birbiri içinde anlatarak gerçekleştirdiği bir metninden özellikle kimya ile ilgili olanı ele alalım. “Sani-i Hakim  havada iki unsur halketmiştir. Biri azot , biri müvellidülhumuza . Müvellid ül Humuza ise ; Nefes içinde kana temas ettiği vakit , kanı telvis eden karbon unsuru kesifini kehribar gibi kendine çeker, ikisi imtizaç eder. Buhari humuz-ı karbon  denilen  semli havai bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi  temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü Sani-i Hakim  fenn-i kimyada  aşk-ı kimyevi  tabir edilen  bir münasebet-i şedideyi , müvcellid ül humuza ile karbona vermiş  ki ; O iki unsur  birbirine yakın olduğu vakit  o kanun-ı ilahi ile iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki ,İmtizactan hararet hasıl olur. Çünkü imtizac bir nevi ihtiraktır.”

Şu sırrın hikmeti şudur ki ; O iki unsurun her birisinin  zerrelerinin ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinden her iki zerre yani onun zerresi , bunun zerresi ile imtizac  eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi , şimdi iki zerre ,bir oldu . Her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı . Diğer hareket  Sani-i Hakimin bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zaten hareket harareti tevlid eder, bir kanun-ı mukarreredir. İşte bu sırra binaen  beden-i insanideki hararet-i gariziye bir imtizac –ı kimyeviye ile temin edildiği gibi  kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit vücudun hem ab-ı hayatını temizliyor, hem nar-ı hayatı işal ediyor. Çıktığı vakit ağızda mucizat-ı kudret-i ilahiye olan  kelime meyvelerini veriyor. Subhane men tahayyere fi sunihil ukul ”Sanatıyla akıllara durgunluk veren onları şaşırtan Allah’ı  noksanlardan eksiklerden tenzih ederim.”(32 Söz)

Bu metinde insan hayatının nasıl kimyasal olaylarla bağlantılı olarak cereyan ettiğini anlatır. Havanın  vücudu girerek kana temas etmesi ile vucut ısısının  temin edilmesini , kanın temizlenmesini  ve geri kalan havanın da atık bir madde olmasına rağmen kelimelerin çıkmasını neden olduğunu anlatır. Azami iktisatla cereyan eder kimyasal olaylar. Bediüzzaman kimya ilminin bir kanunundan bahseder aşk–ı kimyevi , ona münasebat-ı şedide , yani şiddetli yakınlık ilişki der. Bütün kimyasal bileşikler ve sentezler bu aşk sayesinde gerçekleşir. Oksijen ile hidrojen bir araya gelir su adını alırlar. O iki maddenin evliliğinden  hayat ortaya çıkar koskoca hayat, o iki madde hayatın sayısız tezahürlerini nasıl düşünebilirler, “vecealne minel mai külli şeyin hay” her şey su sayesinde hayat hakkını kazanır. İki madde arasındaki bir araya gelme aşkı , hayatı yaratan ve devamını sağlayan bir mantık sayesinde bir büyük tasarım ile gerçekleşir. İki madde bir araya gelirken bu sayısız mahlukların her biri o bir araya gelme sayesinde tasarlanabilirler, bir imtizaçtan sayısız tasarımları düşünmek bütün hayata hakim olan bir göz ve mantık , ilim ve tasarım ile olabilir.

Kimyadaki diğer yüzden fazla elementler arasındaki ilişkilerden kimyevi aşktan sayısız kimyasal madde ortaya çıkmıştır.O maddeler arasındaki kainat  laboratuarında ortaya çıkan aşkın hayata aşık ve hayatın büyük sahibi olan Allah’tan hayatın büyük temsilcisi olan insana olan sevgisi ortaya çıkmaz mı? Muhabbet şu kainatın sebebi vücududur diyor Bediüzzaman o muhabbetin bir yönü de kimyasal elementler arasına konan ilişkiler trafiğidir. Aşk-ı kimyevilerdir.

Bize örnek bir kimya metin yorumu vermiş olan bu bilim tarihinin kristof kolombu  olan Bediüzzaman bize ne der acaba , “ben ilimleri böyle yorumluyorum, siz de bunları örnek alarak büyük metinler ortaya çıkarabilirsiniz” Sizin aklınız ve yapma ve icad etme karihanıza örnek metinler vererek yardım ediyorum, siz de böyle metinler ortaya koyarak, kimya derslerini ilme ve Allah’a   açılan kapıları olan ilimler haline getirebilirsiniz. Bütün kimya tarihine , bilim tarihine bakın, böyle bir metin  yok. Batıda kimya tarihinde  büyük dindar papazlar var onlar bile böyle bir metni kaleme alamamışlar. Buradan Bediüzzaman’ın ne kadar ileri görüşlü ve bilim tarihinin ne kadar eksik tasarlandığını gördüğü manası çıkmaz mı ?

Bu metinde üç yerde kanun kelimesini kullanır, her şeyi kanunlara veren ilimlerin kanunların hayatın devamı için önceden belirlendiği gerçeğinden gafildir. Kanunları hayatın sürekliliği için icad eden ve maddenin ve madde ilişkilerinin içine yerleştiren Allah’tır. Yoksa imtizac ve ihtirak kanununun bu koca kainatı ve hayatı düşünmesi , ilmi ilahinin bir maddenin  mahiyetine sığmasını düşünmek ne kadar aptalca olur.

Vücudu temizleyen ve sıcaklığını temin eden  havanın  dışarı  çıkarken kelimeleri meydana getirmesi çok daha başka bir alanı nazara verir, konuşmak olmasa idi bütün beşeri ilişkiler biterdi,konuşmak yazmak, düşünmek, hepsi bu dışarı çıkan havanın meydana getirdiği kelimelere bağlıdır.Konuşmak Allah ile olan münasebetimizi ortaya koyar, namaz bir  ilahi sohbettir, dua bir ilahi sohbettir.Konuşmak bütün ilim nevilerinin kaynağıdır.  Bir hava ile her şey  meydana gelmiş oluyor. Vucuttan çıkan hava yeryüzüne dağılırken de bitkilerin foto sentez olayını meydana getirir. Havanın kana imtizacı ile bütün bir hayat devamlılık kazanır, bu kadar büyük  ihata edilmez tasarımların bulunduğu bir hayatı bir tek imtizac ile  doğurmak ancak ilmi kainatı ihata eden biri tarafından mümkündür.

Bir kitap yazalım adı Kimyasal Aşk, Hamdi Temel adlı arkadaşımız sayın profesör “Naylon aşkı öldürür “ isimli bir kitap yazmış, şimdi de kimyasal Aşk ve  Allah ve İnsanın ilişkileri diye bir kitap yazılabilir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Kimdir? (1258-1324)

Osman Bey hakkında özet bilgi verir misiniz? Kaç hanımı, kaç çocuğu vardı ve zamanında mevcut olan büyük âlimler kimlerdi? Osmanlı toprakları onun zamanında ne kadar büyüdü?

Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır. Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefatından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur.

 Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar.

  İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtûn iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzade Alâ’addin dünyaya geldi.

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhane ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir.

 Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi.

 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. A-lâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabi, alem ve tuğu Osman Beye bir fermanile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu.

 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü. 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi.

 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisar ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti. 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti.

 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 2.5 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn olunmuştur.

 Babasından 4800 km2 olarak aldığı toprakları 16.000 km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtûn, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey.

Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu.

 Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazılarını da hatırlatmakta yarar vardır: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kasım Karahisârî’dir. Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas mutlaka zikredilmelidir

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI

 

Huzurun Kaynağı

Günümüz insanı, birçok nimetlere sahip olduğu halde maalesef huzursuz, bunalımlı ve güvensiz bir halet-i ruhiye içinde olduğunu görmekteyiz. Öncelikle şunu hemen belirtelim ki mutluluğu sadece maddi değerlerde arayan insanlar, büyük bir gaflet içindedirler. Eğer huzur ve mutluluk zenginlik ile elde edilecek olsaydı bütün zenginlerin mutlu olmaları gerekecekti.

Hâlbuki nice huzursuz zenginler ve nice mutlu fakirler vardır. Bundan anlaşılıyor ki mutluluk sadece maddi değerler ile zenginlik ile elde edilemez. Dünyanın en zengini bile eğer ruhen ve kalben aç ise onun tam manasıyla mutlu olması mümkün değildir.

Kalp ve ruh ise manevi değerler ile dini sohbetler ile ahlak ve fazilet ile ibadet ve özellikle de namaz ile doyar. Bediüzzaman Said Nursi, ne güzel ifade etmiş: “İnsanın ruhu, ancak namaz penceresi ile nefes alabilir.”

Bütün iyilikler ve güzellikler İslamiyet’te toplandığı için insanlar, İslam’a muhtaçtır. Her şeyi Allah, bizim için yaratmıştır. Bizi de O’nu tanımak ve        O’na kulluğu yerine getirmek için yaratmıştır. İman, Allah’ı tanımaktır. İbadet ise kendimizi O’na sevdirmektir. İbadetin sebebi,  Allah’ın emretmiş olmasıdır. Sonucu Allah’ın rızasını kazanmaktır. Cennet ise Allah’ın hediyesi ve lütfudur.

Müslümanın her sözü ve her hareketi İslam’a uygun olmalıdır. Eğer hata etse veya günah işlese hemen tövbe edip haramdan helale dönmeli. Allah’tan da ümit kesmemelidir. Ancak çok da rahat davranmamalı. Günahlara karşı hassas olunmalı ve mesafe korunmalıdır.  Kısacası gerçek bir Müslüman, korku ile ümit arasında olmalıdır.

Allah’ın nimetleri saymakla bitmez. Bu, herkesçe bilinen bir hakikattir. Fakat bunca nimetlere karşı da layık olmaya çalışılmalıdır. Bu konuda sıkıntı vardır. Yoksa nimetler azaba dönüşür. Diğer dünyada da hesaba dökülür. Nimet şükür ister. Şükür nimeti arttırır. Nimet şükür görmezse elden gider.

Gerçek bir Müslüman, bulduğunda şükreder, kaybettiğinde ise sabreder. Müslümanın defterinde isyan ve şikâyetin yeri yoktur/olmamalıdır. Daima alttakine bakıp haline şükretmelidir. Üsttekine bakmak, insanı isyana ve şikâyete götürür. İnsanın isyana hakkı yoktur ve haddi de değildir.

İbrahim YARDIM / İlahiyatçı-Yazar

Dikkat Size de Bir Davetiye Var?

Davet değince düğün, sünnet, konferans, toplantı veya benzeri davetler akla gelir. Bilhassa şöhret edinmiş, zengin veya tanınmış siyasetçilerin davetiyeleri öncelikli ve imtiyazlı olur.

Dikkatinize sunulan davetiye ise geneldir, gönül hatır davetiyesi değildir. Fakir zengin ayrımı yapılmadan, gönüllü gönülsüz, istinasız herkesin katılımı zaruri ve imtiyazsız bir davetiye…

Tebliğ ve tebellüğü zorunlu olan bu davetiye için herkes bir müddet dünya salonunda sırasını bekler, daha sonra berzah âlemine ait zorunlu davetiyesini alır. Sana bana ve herkese… İşte! İmtiyazsız “DAVETİYE”.

Evet, beden üzerinde yırtılmış bir elbise, bedeni nasıl terk ediyorsa; Bir gün ruhumuz da bedenimizi öylece terk edecektir. Ölüm bir devir teslim töreninin başlangıcı, berzah diyarına bir sevkıyattır. Cenab-i Allah (cc)  Kur’an’ı Kerim’de: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri ölüm için şöyle diyor: İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzarla ikrah edeceklerdir. 1

Ölüm, kâfir için ebedi ve sonsuz bir hiçlik iken, Allah’ı tanıyan ve ibadet ile onu sevdiğini gösteren bir mümin için ebedi bir âlemin kapısı, sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. Ölümü güzelleştiren onun arkasındaki ebedi saadettir. Bu saadeti bilen nice Allah’ın dostları ölüm gelmeden onu kemal-i iştiyakla beklemişler, ölüm gününü şeb-i aruz yani düğün gecesi olarak görmüşler.

Risale-i nurun verdiği tahkiki iman ile fena fi’l- Kur’an, zeki ve çalışkan, nurun şakirdi dava adamı, imanı ve İslamı dünyaya tebliğ etmekte mahir bir andelib; Bir kahraman, yedi lisan bilen, imanın şevki ve sevdası uğruna diyar diyar dolaşan, diyar-i gurbette vefat eden, şehit merhum Ali UÇAR’ın bir anekdotu aktarmak istiyorum:

Merhum Ali UÇAR, İman ve Kur’an hizmeti için Almanya’da uzun süre kalmış, Almancayı iyi bilen biri; Bir gün bir parkta çocuklar oyun oynarken, onları seyreden yaşlı bir kadının ağladığını görür, çocukların neşeleriyle neşedar olması lazımken neden ağladığını merak eder.

Ali UÇAR: “ Teyze neden ağlıyorsun” der.

Yaşlı teyze: “Evladım ben kendi halime ağlıyorum, gençliğim gitmiş, yaşlıyım belki en yakın bir zamanda öleceğim, işte toprağın altında çürüyeceğim, yok olacağım!” demiş.

Rahmetli Ali UÇAR, Yirminci mektup, yedinci kelimeyi Almanca olarak o kadına okur:

….Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.2

Teyzenin hüzünlü akan gözyaşları durur, sakince sorar? “Evladım gerçekten ben kabirde yok olmayacağım, kabir arakasında hayat mı var? Bana güzel bir müjde verdin.” Der,

Kadın, ileride oturan kocasına:

“Hans… Hans! Gel dinle, mevt idam değil, yokluk değil, tebdil-i mekândır. Asıl vatanımız kabir arkasıdır. Gel… Gel… Ali’yi dinle!

Ali UÇAR, ayni sözleri Hans’a da söyler.

Hans, Ali UÇAR’ı evine davet eder, bu davetler sık sık devam eder, Hans’ın kalbine bir ışık bir nur girmiş ki diyalogu kesmez. Kısa bir zaman içinde Hans, eşi ve bir çocuğu ile Müslüman olmaya karar verirler. Merhum Ali UÇAR’ın tebliğ görevi bunların hidayetine bir sebep bir vesile olmuş, “Tebliğ bizden hidayet Allah’tandır” Allah hidayeti dilediğine verir. İnsanın iman ve hidayet nurunda hissesi yüzde birdir. Geri kalan doksan dokuzu Allah’a aittir. Bu yüzden iman ve hidayet nurundan hâsıl olan güzellik ve kemaller Allah’ın bir lütfü bir ikramıdır. Rabbü’l âlemin ezelden insanların kalbini bildiği için kime ne lütuf ve ihsan da bulunacağını bilir ve öylece hidayetini ihsan eder. Hans ve ailesine yapılan lütuf ve ikram gibi.

Hans, İslam’ın güzellikleriyle ailece müşerref olur,

Ecel kapıya gelince her şey mukadder olur,

Hans’ın oğlu, Ali UÇAR’a bir gece vakti telefon açar,

Babasının vefatından onu eder haberdar,

Ey! Hans, kalbindeki filizlenen has niyet,

Tebdil etti amelini vardığın yer İslamiyet,

Peygamber efendimiz (asm) niyet hakkında bir hadisinde şöyle buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min bir amel işlediğinde kalbinde bir nur uyanır.”3

Bediüzzaman, “…niyetin sıradan adetleri ve adi davranışları ibadete çeviren pek acip bir iksir, bir maye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder… Niyetin ruhu da ihlâstır.”Buyurmuştur.

Gene şöyle diyor: “Dünyanın ömrü kısa olup sür’atle zeval ve guruba gider. Zevalin(sona erme) elemiyle visalin (kavuşma) lezzeti zeval bulur… Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer, lezzeti nispetinde elemi de vardır… Öyleyse, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın “DAVETİNE” icabet et”4

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

KAYNAKLAR

1-Mesnevi-i Nuriye –habbe

2-Mektubat 20.mek. 7.kelime

3- Camiü’l sağır

4- mesnevi-i Nuriye