Kategori arşivi: Yazılar

Dillere destan bir pişmanlık ve Tevbe!

Zaman asr-ı saadet. Mekke fethedilmiş. Müslümanlar, Kâinatın Efendisi (s.a.v.) ile birlikte en mutlu dönemlerini yaşıyorlar. Mevsim hurmaların dallarından gülümsediği, bolluk ve bereketin insanı rehavete sürüklediği bir mevsim. Hava çok sıcak. Ağaçların adeta insanları gölgelerine çağırdığı günler.

Tam da o günler de bir haber geldi. Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusu Müslümanlara meydan okuyordu. İşte, bu şartlarda bir sefer çağrısı geldi Efendiler Efendisi’nden (s.a.v.). Böyle bir günde, o zaman dünyanın süper güçlerinden biri olan Bizans ordusuna karşı gitmek demek, samimi mü’min ile münafığın da birbirinden farkını gösterecekti. Sefere mazeretsiz katılmayan ile her zorluğu göze alarak katılanın imtihanı kazanma vakti olacaktı Tebük Seferi.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem evvelden haber vermişti “hazırlanın” diye. Herkes heyecanla hazırlanmaya başlamıştı. Zira Allah’ın rızasının olduğu yerde olabilmeyi hangi samimi mü’min istemezdi ki?

İşte bu zorlu sınava Ka’b bin Malik de (r.a.) herkes gibi hazırlanıyordu. Bineklerini, yükünü titizlikle hazırlamıştı. Fakat yola çıkma vakti gelince nasıl olduysa herkesle beraber çıkamadı. “Arkalarından yetişirim.” diye elinde olmadan biraz gevşeklik etmişti. O böyle düşünüp ümit ederken günler birbirini takip etmiş, o evinde kalakalmıştı.

Tebük seferinde düşman ordusu Müslümanların karşısına çıkma cesaretini dahi gösterememişti. Sefer bitmiş, kutlu yolcular ecirleriyle yükünü tutmuş geri döndüler.

Hz. Ka’b (r.a.) bir taraftan Akabe’de Efendiler Efendisi’ne verdiği sözün mesuliyetiyle iki büklüm olmuş, geri kalmanın hicranıyla yanıyor ve hakkında verilecek hükmü bekliyordu.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mescitte oturmuş sefere iştirak edemeyenleri dinliyor. Onlardan kimileri var ki O’na yakınmış gibi görünüp hep uzak kalanlardan. Bu uzaklıkları ki onları seferden men etmişti. Onlar rahatlığın kahramanlarıydı. İyi günlerde onlar da herkesle beraber önlerdeydi. Zaman oldu îlâh-ı kelimetullah adına uzaklara gidilince onlar yolda kaldı. Onları bu yolculuğa çıkaracak imanları yoktu çünkü.

Allah Rasûlü’nün yanına gelenlerden biri daha vardı ki, herkes onu davasında samimiyetiyle tanımıştı. Ama bu defa nasıl olduysa geri kalmıştı. Herkes için zaman zaman böyle geride kalmalar, düşmeler olabilirdi. Önemli olan bundan sonra insanın yeniden kalkabilmesi ve üzerindeki tozları silkeleyebilmesiydi. Hz. Ka’b da diğerleri gibi mazeret uydurabilirdi. O hitabetiyle meşhurdu. İstese en süslü sözleri, en inandırıcı mazeretleri beyan eder, kendini affettirebilirdi. O, bugün vereceği hesabın asıl muhatabının kim olduğunun çok iyi bilincindeydi. Efendimize (s.a.v.) gelip kısık ve mahcup bir sesle, “Ya Rasûlallah hiç bir mazeretim yoktu,” diyebildi sadece. O Şefkat Güneşi de “şimdi git ve hakkında verilecek hükmü bekle” dedi sadece. Mescitten sadece ceset olarak ayrılabilmişti. Ruhu hep O’nunlaydı. Ama sonra ikinci bir imtihan dönemi daha başlamıştı. Kendisi gibi doğru sözlü olmaktan ayrılmayan iki kişi daha vardı.

Artık hiçbir Müslüman onlarla konuşmayacaktı. Ferman böyle çıkmıştı. Efendilerinin bir tebessümüne hasret kalmışlardı. Onlardan kimisi evine sığınmış hakkında verilecek hükmü bekliyordu. Hz. Ka’b ise mescide devam ediyor, insanların arasında dolaşıyordu ama ona iltifat eden yoktu. Amcasının oğlu bile onun “Allah ve Rasulünü sevdiğime inanmıyor musun” sorusuna ancak üçüncüsünde “En doğrusunu Allah ve Resulü bilir” cevabını verebilmişti. Yalnızlık bütün acımasızlığıyla hissettiriyordu kendisini. Bir gün affedilme ümidi olmasaydı bunların hiçbirine tahammül edemezdi. Verdiği sıkıntıyı ancak kendisinin bilebileceği asırlar kadar uzun gelen günler, elli güne kadar ulaştı. Artık “yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmeye başlamıştı.

Ellinci gün affolunduğu müjdesini aldığında, Ka’b bin Malik yeniden doğmuştu. Efendimiz (s.a.v.) kendisine; “Müjdeler olsun! Annenden doğduğundan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurmuştu, güller açtıran mütesebbim çehreleriyle. O da, “Yâ Resûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sorduğunda: “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” diyor ve “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir).” (Tevbe 118.) ayetini okuyordu! Böyle bir müjde için neyi varsa vermek istiyordu. Çünkü artık hiçbir şeyin önemi yoktu. O’na sahip olan her şeye sahip olmuş demekti.

İşte elinde olmayan anlık gevşeklikten dolayı yapılan tevbenin Ka’b bin Malik’çesiydi bu. İnsan istemeden hataya düşebilirdi. Önemli olan o hatadan gönül sızısıyla samimi tevbe edip pişmanlığını, Gönüllerin Sahibi’nin kapısında oturup, sabır ve sadâkatle dile getirebilmekti. Çünkü gönüllerin içindekini yalnız O (c.c.) biliyordu.

Kim bilir bugün Efendiler Efendisi’nin sefer çağrısı, Gazze’deki bir yetimin diliyle, yanı başımızdaki düşkün ve muhtaç bir komşumuzun mahcubiyetten bize uzanamayan eliyle, yalnız Allah’ın rızası için, her şeyini bırakıp, dilini dahi bilmedikleri dünyanın dört bir yanına sefere çıkanların gönülleriyle yapılıyor bizlere. Önemli olan bizim yalnızca, Allah ve Resulullah’ın hoşnutluğunu gözeterek elimizden geldiğince katılabilmektir bu seferlere. Çünkü, “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştu Efendimiz (s.a.v.) Her insan ayağı sürçüp düşebilir. Ama, düştüğü yerden kalkıp, sapmadan yola devam etmek gerekir.

Ne mutlu o kutluları örnek alıp, onlar gibi yaşamayı gönülden arzulayanlara. Ne mutlu o meşakkatli görünen ama sonu mutlulukların en güzeli olan yolda gayret gösterebilenlere. Selam ve dua ile…

Not: Ka’b Bin Mâlik Hz.lerinin Kabri, İstanbul Ayvansaray’ da, Edirnekapı surları dışında Eğri kapı girişindedir.

Abdullah Turan Oğuzhan / Eyüp Gazetesi

Said Nursi’nin Kürd Dünyası dışına çıkışı

MÜNAZARAT NEYİN REÇETESİ

Mardin Artuklu Üniversitesi 6-8 Nisan tarihleri arasında azim bir hizmete imza atamaya hazırlanıyor: Mardin, Münazarat Sempozyumu’na ev sahipliği yapacak…

Risale Akademi işbirliği ile yapılacak sempozyumda milliyet fikri ve Kürt meselesi tartışılacak. Şerif Mardin’in de katılacağı sempozyumda çok sayıda bilim adamı, sosyolog ve akademisyen sunum yapacaklar. Eminim ki İslam âlemi, bu ülke ve Kürt halkı adına olumlu neticeler hâsıl olacaktır. Hem de olmalı…

Zira Mardin, bugün hepimizi fikirleri etrafında yeniden düşünmeye sevk eden Bediuzzaman’ın, sosyo-politik kimliğinin oluşumunda en ciddi kırılmanın yaşandığı, Said Kürdî’nin, Said Nursî ve ardından da Bediuzzaman Said Nursî olmaya yöneldiği şehirdir.

Bediuzzaman, Kürt dünyası dışında bir dünya bulunduğunu orada fark etmiş; sadece Kürtlerin değil, İslam’ın ve Osmanlı’nın da başının derde olduğunu idrak etmiştir.

Cemaleddin Efgani’nin iki talebesiyle yaptığı konuşmalar, onda derin kırılmalara yol açmış, başta İslam birliği ve bireyin hürriyeti olmak üzere tüm Kur’anî kavramları yeniden gözden geçirmesini sağlamıştır.

Mardin, Bediuzzaman’ın; Osmanlı’nın, Türk dilinin, istibdat ve hürriyet fikrinin farkına vardığı; bireyleri gelişmemiş bir din ve toplumun inkişaf edemeyeceğini, hürriyet olmadan da insanda bir gelişmeden söz edilemeyeceğini fark ettiği yerdir. O ana kadar kendisi serazat bir serbestîlik içinde olduğu için başkalarını da aynı hal içinde sanıyordu. İşte Mardin’deki yılları, onun yüreğinde, herkesin hür olmadığını ama herkesin imandan kaynaklanan hürriyete ihtiyacı bulunduğunu kavradığı dönemdir. Ve tabii ‘İslam İttihadı’ fikrini ta yüreğinde hissettiği yer! Nitekim ileride Risale-i Nur ile tamir etmeye çalıştığı şeyi şöyle tarif edecektir:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.

İşte Mardin, Bediuzzaman’ın ‘tahribin’ ve ‘onu tamir etme ihtiyacı’nın farkına vardığı yerdir. O yüzden de Mardin’den Van’a gider gitmez harıl harıl Türkçe öğrenmeye koyulmuştur. Nitekim bugün Türkçeyi yeniden kendisi ile kelam ve felsefe yapılabilir bir lisan haline yükselten Risalelerin dilidir…

Dolayısıyla şu sempozyumun, tam da onun maksadına uygun neticeler vermesi çok önemlidir. Şayet bir şekilde, mesele, -Kürt(!) açılımında olduğu gibi- sadece popüler Kürtçü söylemlere yeni yaklaşımlar getirmekten ibaret kalırsa, hem Münazarat’a hem de Üstadın gayesine yazık etmiş oluruz.

Bugün gerek Arap Baharı dediğimiz hadiseler, gerek İslam dünyasında yeniden yaşatılmak istenen bir Şii–Sünni çatışması için zeminin hâlâ müsaitmiş gibi görünmesi gösteriyor ki, Bediuzzaman’ın tamir etmek istediği o küllî kalbin yaraları yerli yerinde duruyor. Elbette bunda kusur bize, yani onun davasına inanmış olanlara aittir.

Nasıl ki Müslümanlar, Kur’an’ın hâlâ, sadece insanlığın dörtte birine ulaşmış olmasından hesaba çekileceklerse, Nur talebeleri de sanırım, aradan geçen 50 küsur yıla rağmen Bediuzzaman’ın fikirlerinin bırak İslam dünyasına Türk halkının bile hâlâ üste ikisine ulaştırılmamış olmasının bedelini öderler ve ödemektedirler. Nitekim Kürt meselesi ve Türk unsurundaki inşikak, o bedellerdendir…

Bediuzzaman tevhid inancının yeniden ihyası noktasında kitap ehlinden inananlara bile yüreğini uzatırken, İslam içinde hâlâ ayrılıkların bulunması anlaşılır değildir. Ben dilerdim ki bu sempozyumda Ermenilerle dostluktan tutun da Şii/Sünni meselelerinin yeni açılımlarına, Alevilere olan yaklaşımlara kadar birlik çatısı içinde pek çok mesele incelensin.

İlk olması hasebiyle sempozyumun elbette eksiklikleri olabilir ve bu da normaldir. Hatta lokal bile kalsa beis değil amma bilinmeli ki Bediuzzaman ‘İslamiyeti de içine alan’ bir kaleyi yani beşerin ruhunu tamir etmeye çalışıyor.

Bu açıdan ona salt bir İslam alimi yahut sadece Müslümanların meselelerini dert edinmiş bir İslam alimi olarak değil, beşerin ıstıraplarını kendi derdi edinmiş ve o ıstırapları dindirecek reçeteler hazırlamış bir insan olarak bakmak yerinde olacaktır.

Yani amiyane tabirle Nur hareketinin münşisi olduğu için onu Nurcu sanmayın. Nurculuk hatta İslamcılık onu anlamada eksik kalır. Evet, o bir İslam âlimidir amma Kur’an’dan çıkarıp insanlığa sunduğu reçeteler beşerîdir ve umumîdir.

Onun derdi sadece Kürt değildir. Osmanlı ve İslam da değildir. Onun derdi insandır ve insanlıktır. Güya insanlığı aydınlatma iddiasında olan Batı medeniyetinin tanrı tanımazlıkla sersemlettiği, ruhunu zedelediği, manik depresif hale getirdiği beşerin ruhunu tamir etmeye terapi sunmaya çalışıyor. Beşeri yeniden Rabbi ile buluşturmaya gayret ediyor.

Fardipli Sinha romanında da temas ettiğim gibi, o, yırtılan insanlık matriksini yeniden tamir eden, beşeri, “Karasetrililer”in hışmından kurtarıp dünyanın ömrünü uzatmaya çalışan bir Asa-yı Musa, ve iman hakikatlerini beşere yeniden talime çalışan bir Ayetü’l-Kübradır.

Dolayısıyla onu dar bir Kürt meselesine tıkıştırmak veya sadece İslam âleminin dertleriyle meşgul bilmek ona haksızlık olur diye düşünüyorum. Ve sempozyumu düzenleyenlere ve katılımcılara teşekkür ve saygılarımı şimdiden sunuyorum…

M. Ali Bulut / Haber 7

Nikolay ve İncil

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 2. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

NİKOLAY İÇİN hapiste sıkıntılı günler devam ediyordu. Bir gün eline İncil geçti. İncil’i baştan sona birkaç kez okudu ve biraz teselli buldu. Fakat uğradığı ihanet sürekli zihnini meşgul ediyor, her hatırladığında adeta beyni zonkluyor ve kalbi daralıyordu. Yine böyle çok sıkıştığı ve hayatla ölüm arasında gidip geldiği bir gece, çareyi Allah’a dua etmekte buldu. Öyle içten ve gözyaşları dökerek yalvardı ki, uzun süre başını yerden kaldıramadı. Hatta bir ara kendinden geçmişti.

Ertesi sabah, her zamanki gibi koğuşları dolaşan gardiyanlardan biri kendisine bir kitap uzattı:

– Bu dinî bir kitapmış, dışarıdan verdiler. Ben okumayı sevmem. İstersen al oku, istersen at bir kenara!

Nikolay heyecanla kitaba uzandı. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Rusça tercümesiydi!

O güne kadar eline ilk defa bir Kur’an geçmişti. “İncil’den sonra Kur’an, ne tesadüf!” dedi içinden… “Demek İlahî kitaplarla tanışmak için hapse girmek gerekiyormuş.

Ağlayarak Allah’a yalvardığı gecenin sabahında Kur’an’ın eline geçmesi tesadüf değildi. Hemen bir kenara çekilip okumaya başladı. Rastgele açtığında gözüne ilk çarpan âyet, aslında Kur’an’da en çok tekrarlanan âyetlerden biriydi:

Zalimler için pek acı bir azap vardır. İman edip güzel işler yapanlar ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler. Orada Rablerinin izniyle ebedî olarak kalacaklardır. Orada birbirlerine dilekleri ve meleklerin onlara iltifatı da hep selamdır.” (İbrahim Suresi, 22-23)

Bu âyet-i kerime Nikolay’ı adeta can evinden vurmuştu. İçinden ‘Tamam işte! Benim aradığım Allah böyle olmalı!” dedi.

Nikolay da hapse düşünceye kadar başkalarına haksızlık ve zulüm yapmıştı. Bununla beraber ihanete uğramış, kendisi de bir haksızlık görmüştü. Tüm bu haksızlıkların, büyük günah ve zulümlerin kolayca affedilmesini vicdanı ve mantığı bir türlü kabul etmiyordu. Basit bir günah çıkarma işlemi ile bu büyük haksızlıklardan kurtulmanın adaletli olmadığını düşünüyordu. İşte tam bu duygular içindeyken okuduğu âyet imdadına yetişmişti. Nikolay:

– Adalet işte böyle gerçekleşir! Yoksa Hıristiyanlık’taki günah çıkarma işi, zalime mükâfat, zulme uğrayanlara ceza ve haksızlık, diye düşündü.

Evet, demek ki Kur’an herkese, içinde bulunduğu ruh haline ve ihtiyacına göre bir cevap veriyordu.

Nikolay’ın Kur’an’la olan bu ilk buluşması böyle tamamlanmadı. İlk âyetten sonra Kur’an’ı kapattı ve bir yer daha açtı. Sayfada gözüne ilişen ilk âyet şöyleydi: “Allah, gökleri ve yeri ve her ikisi arasında bulunan bütün varlıkları yaratan, idare eden sonsuz kudret sahibidir.” Nikolay bu ayetle ikinci bir şok daha yaşadı. Yıllarca aradığını bir cümleyle bulmanın heyecanını yaşıyordu.

İçinden, “Evet, inandığım Allah’ın her şeye gücü yetmesi, bütün âleme hükmü geçmesi gerekir” dedi.

Nikolay îvanoviç, okuduğu iki âyetle Kur’an’ın ne kadar makul ve insan yaratılışına hitap eden bir kitap olduğunu anlamıştı.

Bir zamanlar, dünyaya hükmettiğini düşünen Nikolay, şimdi dört duvar arasında çaresizdi.

Allah’ı bütün kâinata gücü yeten olarak tanımak, ona büyük bir ferahlık veriyordu.

O dilerse kendisini bulunduğu durumdan da kurtarır” dedi içinden. Bu büyük buluşmanın ardından bütün benliği ile Kur’an’a sarıldı. Büyük bir merak ve iştiyakla Kur’an’ı okumaya başladı.

Dönerli Ders!

ABDÜLKERİM, koluna girip Resul’ü sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat nafile… Resul, Sofia’nın İslam’a ve Müslümanlar’a hakaret etmesinden sonra kayıt için okumamakta; Abdülkerim de bu işi takipte kararlıydı. Binanın dışına çıktıklarında Abdülkerim aniden durdu ve Resul’e döndü:

– Resul! Şu binaya bir bak! Burası neresi ve biz burada ne yapıyoruz?

Resul o kadar kızgındı ki, Abdülkerim’in söylediklerini duymak bile istemedi:

– Ne var yani, ne yapıyoruz? Bol bol hakaret yiyoruz!

– Kardeşim, düşünsene! Rusya’da, Hıristiyanlığın merkezindeyiz ve biz burada en yüksek binalardan birindeyiz.

– Tamam da, ne olmuş yani?

– Bizim elimizde Risaleler, onların elinde Risaleler…

– Eeee?

– Ne yapıyoruz, bir düşünsene?

– Ne yapıyoruz?

– Dönerli ders yapıyoruz, dönerli ders!

Bu son cümleyle Resul’ün zihninde şimşekler çaktı. Birden öfkesi dindi. Adeta hizmet için yeniden formatlanmıştı. Bu lider karakterli insan, yine düştüğü yerden onu kaldırmış, moralini düzelterek hedefine yöneltmişti.

– Tamam, Abdülkerim anladım, yarın sabah yine geliyoruz, dedi.

İkinci gün

Radyo binasından çıktıktan sonra Resul, Novgorod’da kaldığı dershaneye döndü. Yemekten sonra hemen kitabın başına oturdu. Çünkü Abdülkerim onun bozulan moralini tekrar onarmış, dağılan himmetini toparlamıştı.

Söylediği söz, kendisine müthiş bir motivasyon sağlamıştı. Gerçekten de hiç öyle düşünmemişti. Böyle bir yerde bu insanlarla Risale okumak ve dönerli ders yapmak ne demekti? Bundan sonra seslendireceği metinleri daha bir şevk ve gayretle okumaya çalıştı.

Alıştırmalara devam etti. Çünkü mesele, yanlış yapmanın da ötesindeydi. İslamiyet’e haksız eleştiriler yapılmasını engellemeliydi.

Ertesi gün Abdülkerim ile beraber sabah saat 9’da kayıt için stüdyodaydılar. Resul, bu sefer kendini daha bir güvende hissediyordu. Abdülkerim’in sözü kulaklarında çınlamaktaydı: “Dönerli ders yapıyoruz!

Herkes yerine yerleştikten sonra Resul okumaya başladı. Ne kadar hazırlansa da karşısında Rusya’nın en ünlü bir spikerlerinden birisi vardı. Ona beğendirmek kolay değildi. Yine peş peşe stop lambası yanıp söndü. Yine Sofıa Valentinovna’nın “Olmadı, olmuyor!” sözleri duyuldu. O günü de böyle geçirdiler.

Resul stüdyodan çıkar çıkmaz, Sofia’nın yüzünü görmemek için, kaçarcasına oradan uzaklaştı.

Cin Kole Değişiyor

NİKOLAY, bir müddet sonra kaldığı tek kişilik hücreden çıkarılmıştı. Koğuş ağaları büyük hayranlık duydukları bu ünlü mafya liderinin etrafına toplanddar.

Ona meşhur lakabı “Cin Kole” diyerek hitap ediyorlardı. Böyle yaşayan bir efsanenin aralarında bulunması onlar için bir gurur vesilesiydi. Ondan gelecek istekleri emir telakki ediyorlardı. Zira hapishanenin kuralı buydu.

Kim daha güçlü ve namlı ise, herkes ona boyun eğer ve ondan emir alırdı.

Nikolay, şahsına olan bu hayranlıktan eskiden olsa çok hoşlanırdı. Ama şimdi feleğin tokadını yediği ve dünyadan alabildiğine soğuyup küstüğü bir haldeyken bunlar kendisini pek ilgilendirmiyordu.

Kendisine hayranlık duyan ağalara hiç beklemedikleri bir teklifte bulundu.

– Gelin, bu kitabı birlikte okuyalım, dedi.

Sözlerini emir telakki eden koğuş ağaları hemen Nikolay’ın etrafında toplanıp halka oldular ve onu can kulağı ile dinlemeye başladılar. Dinledikçe ruhlarına Kur’an’dan manevî bir esinti geldiğini ve içlerindeki kötü duyguları arındırdığını hissettiler.

Okudukça Kur’an’da tarif edilen üç tip insandan (kâfir, münafık, mümin) Kur’an’ın övdüğü ve cennetle müjdelediği mümin insan olmayı arzulamaya başladılar; cehennemlik kâfir ve münafıklardan olmama isteği ve arayışı giderek güçleniyordu. Fakat Kur’an’ın tarif ettiği müminin yapması gerekenler hakkında bir bilgileri yoktu. Kur’an’da okudukları namaz, oruç, hac ve zekâtın ne demek olduğunu, nasıl yapılacağını onlara öğretecek kimse de yoktu. Bildikleri tek şey, cennete gidebilmek için Allah’ın hoşnut olacağı iyi bir kul olmak, yaptıkları günahlardan pişmanlık duymaktı. Böyle olduğu takdirde Allah’ın kendilerini bağışlayacağını umuyorlardı. Bu yüzden günahlarından ve yaptıklarından pişmanlık duymaya başladılar. Kur’an’ın mealini okumak, onlara Allah’ın kulları safında yer alma istek ve arayışını güçlendiriyordu. Bir zamanlar zulüm ve haksızlıktan zevk alan bu insanlar, Kur’an’ı dinledikçe kalplerinin yumuşadığını ve içlerinde iyi duygular belirdiğini hissediyorlardı.

Fakat çok geçmeden bu okumalar hapishane yönetiminin dikkatini çekmişti. “Kitap okuma adı altında bir plan mı çeviriyorlar?” şüphesiyle onları takibat altına aldılar. Fakat tam tersine, eski yaptıklarından da pişmanlık duyup ıslah olmaya çalıştıklarını görmeleri onları şaşkına çevirdi.

Bu durum kısa süreli olmadı. Hatta sonunda ıslah olduklarına hükmedip hapiste kalma gerekçelerinin kalmadığına hükmettiler. Müdür bu maksatla Moskova’ya bir yazı yazarak tahliyelerini talep etti. Bu talebe müspet cevap geldi ve şartlı olarak salıverilmelerine izin verildi.

Eski bir mafya liderinin etrafına toplanıp okudukları Kur’an, kendilerine şefaatçi olmuş ve bir dua hükmüne geçmişti.

Üçüncü gün

RESUL, Risale kayıtlarının ikinci günü akşamından ertesi sabaha kadar okuma temrinleriyle geçirdi. Ne olduysa üçüncü gün oldu. O gün Tabiat Risalesi bitmiş, sıra Yirminci Mektup’a gelmişti. Sabah stüdyoya vardıklarında herkes yerini aldı. Bu sefer takip edenlerin elinde Yirminci Mektup’un nüshaları vardı. Resul’ün gözü yanıp sönen lambadaydı. Nihayet işaret verildi ve okumaya başladı. Yirminci Mektup’un girişinde “Lailahe illahu vahdehû lâşerîke leh” diye başlayan tevhid kelimesinin Arapça aslını okuduktan sonra Rusça tercümesini yaptı. Ardından Mukaddeme’ye geçti. Burası Resul’ü her zaman etkileyen bir bölümdü. Rusça’ya tercümesi de oldukça edebî düşmüştü. İçinden gelerek ve üstüne basa basa okumaya devam etti:

Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürür ve kalb-i insan için en safı sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenabı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat)

Bu ifadelerde, yüksek bir fesahat ve belagatle, insanlığın inkârın verdiği kimsesizlik, sahipsizlik karanlığından kurtulup saadete ermesinin reçetesi saklı olduğundan, her ruhu cezb ve celb edecek bir mana vardı. Resul bu satırları okurken kendini bu mananın akışına kaptırmıştı. Daha sonra bir yerde vurgu hatası yaptığını fark etmişti, fakat ikaz lambası yanmamıştı. “Herhalde mühim bir hata değildir” diye düşünüp devam etti. Daha sonra bir hata daha yaptığının farkına vardı. “Bu sefer mutlaka ışık yanar” diye beklerken yine yanmadı. Epey okuduğu halde stop lambası inatla yanmıyordu. Merakını izale için bir yerde kasıtlı olarak yanlış yaptı. Bir paragrafı atlayarak okudu, yine tepki gelmedi. Bazı paragrafları birbirine karıştırarak okudu, yine hiçbir ikaz gelmedi.

Bunun üzerine “Bu işte bir şey var” diyerek okumayı kesti. Kafasını kitaptan kaldırıp baktı. Cam bölümün arkasında kendisini takip edenlerin gözü adeta kitaba çakılmıştı. Öylesine dalmışlardı ki, kendilerine seslenildiği halde duymadılar. Bu defa eliyle mikrofonu tıklatmak zorunda kaldı. Ancak o zaman başlarını kitaptan kaldırıp bakabildiler.

– Ne var, ne oluyor?

– Ne mi oluyor? Bir sürü hata yaptığım halde hiç ikaz lambası yanmadı! Bunun üzerine Sofia Valentinovna ilk defa sakin ve biraz da umursamaz bir ses tonuyla,

– Öyleyse tekrar baştan al, dedi.

Resul tekrar Yirminci Mektub’u baştan aldı ve takılmadan okumaya devam etti. O gün, ilk defa bu kadar kolay ve az hata ile çalışmayı tamamladılar. Resul, her günkü gibi ceketini alıp uzaklaşmak niyeti ile kapıya yöneldi. Ancak Sofia Valentinovna’nın birkaç adım yukarıdaki bürosundan aceleyle indiğini fark etti. Sofia, Resul’ü kapıda yakalamıştı.

– Bir dakika, sana bir şey soracağım, dedi Sofia.

Resul, “Acaba yine azar işitir miyim?” düşüncesiyle tedirgin oldu. Yüzüne bile bakmadan müstağni bir tavırla:

– Ne var, ne soracaksın, dedi. Sofia:

– Düşünüyorum da bu kitapları okumaya başladığınızdan beri cümleler hep zihnimde çınlıyor. Otobüste, evde, iş yerinde hep o kelimeler, neden acaba?

Resul, epey rahatladığını hissetti. Görevinin önemini düşünerek “Herhalde bu kadın artık gerçeği dinlemeğe hazırdır” düşüncesiyle anlatmaya başladı:

– Çünkü sizin bu zamana kadar okuduğunuz kitaplar insan sözüdür. Bunlar ise ilahi kitap olan Kur’an’ın tefsiridir. Kur’an ise Arş-ı Azam’a bağlıdır. Latif kelimeler olduğundan, diye konuşmasını sürdürecek oldu. Fakat Sofia’nın iç dünyasında beliren kıpırdamayı şeytan yine susturmuştu. Resul’ün sözünü yarıda kesti:

– Tamam, tamam, anladık, kes! Herhalde herkeste olur böyle şeyler! Stüdyodan yine üzüntü içinde dışarı çıkarken Abdülkerim, hemen koluna girdi:

– Anlat bakalım o ne dedi, sen ne dedin?

– Yahu bırak, bu kadından iş çıkmaz. Kalbi iyice mühürlenmiş!

– Sen anlat hele! Abdülkerim kayıt sırasında bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Resul, Sofia ile konuştuklarını aktarınca:

– Kim bilir, hidayet Allah’tandır, diye karşılık verdi. Resul, yine ümitsizce konuştu:

– Hidayeti kim kaybetti de, o bulacak!

Amerikalı John Zacharias: Risale-i Nur’u Türkçe Okuyorum

Benim ana dilim Türkçe değil, Kürtçe de değil. Açıkça söylesem, Türkçe, öğrendiğim dördüncü dil hükmündedir. Onun için baştan bu yazıda yapacağım hatalardan özür diler, sabrınızı rica ederim.

Benim ismim John Zacharias Crist. Amerika’da doğup büyümüş 25 yaşlı biriyim. Evet, benim ana dilim İngilizcedir ve sonradan Fransızcayı ve İspanyolcayı öğrendim. Artık neredeyse üç senedir İstanbul’da ikamet ediyorum ve Türkçeyi yaşayarak ,ve kanaatimde daha mühim, Risale-i Nuru okuyarak öğrendim. Şimdi mevzu’a geçelim, Risale-i Nur talebesi olarak lakin ana dilim Türkçe olmadığı halde çok sıklıkla sorulan bir sual bana geliyor: “Risale-i Nur’un ‘sadeleştirmesi’ hakkında ne düşünüyorsun?

Devam etmeden evvel, bunu da söylemem lazım: Benim asıl mesleğim Fransızca eğitimidir. Amerika’dan dil eğitimi fakültesinden mezun alıp hem Amerika’da hem de Türkiye’de Fransızca ve İngilizce öğretmenliği yaptım ve hâlâ yapıyorum. Üniversitedeyken derslerimin büyük bir kısmı linguistics, yani dil bilimi, bölümünden idi.

Peki, suale dönelim. Hiçbir dil, ne olursa olsun, sadeleştirilemez, ancak sakatlaştırılabilir.

Sadece insanların ifade edebileceği kabiliyeti ve fikirleri daraltıyor. Türkiye’de bir sefer 14 ve 15 yaşındaki öğrencilerle Risale-i Nur sohbeti yapıyordum ve nifak kelimesini kullandım, bu öğrencilerin çoğu, şu kelimenin manasını bilmiyordu ve ben gerçekten şaşırdım. Zira aynı yaştaki Amerika’da yaşayan bir öğrenci hem bu kelimenin manasını bilir hem de günlük hayatında kullanır. Yani, bu ne demek? Bu öğrencilerin zihniyetinde nifak mefhumu yoktu, manasını bilmeden kendi dünyasında ne kavrayabilir ne de yansıyor. Hayatta nifakâne bir hadiseyi tecrübe etseler bile onun aleyhinde kördür ve ona karşı bir cevap veremezler.

Fakat “Risale-i Nur artık anlaşılmıyor” diyenler var şimdi. Ona karşı neyi düşündüğümü merak edenler de çok. Ama ben, 500 sene evvel yazılan Shakespeare’in şiirlerini ‘sadeleştirilmeden’ anlayabilirim. Hatta 800 sene evvel yazılan Chaucer’in İngilizcesinin bir kısmını da anlayabilirim. Evet, İngiliz dili, o 800 ve 500 seneler zarfında değişmiş – yeni kelimeler oluşturuldu, gramer değişmiş ve saire. Eskiden daha saf bir dil değildi ve hâlâ İngilizcenin %40 Fransızca, yani Latince, kökenlidir; ama İngilizce konuşan dünyası ona karşı hiç eziyet hissetmiyor. Bilakis ona bir zenginlik olarak algılıyor. Bizim dilimizi daha iyi bir şekilde öğrenmek için ya Fransızcayı ya da Latinceyi okuyoruz. Evet, ben de Latinceyi lisede okudum.

Demek, benim fehmettiğim kadarıyla sadeleştirmek, tembellik meşhurlaştırmasından başka bir şey değildir. Neden? Bir başka bir misalle ifham etmeye çalışacağım inşallah. Shakespeare’in eserlerini ilk gördüğümü hatırlıyorum, ilk nazarda anlayamadım. Fakat öğretmenlerimiz ve halkımız Shakespeare’in ‘sadeleştirilmesi’ne izin vermedi ve vermez. Zira onun eserlerine ve mütedahil manalarına müdhiş bir hakaret olarak görürdüler. Çünki nüansları ve derin kavramları, gözlerimizin altında olduğu halde kaybolurdu. O vakit ne yaptı kıymetdar öğretmenlerimiz? Bize Shakespeare’i okuttular, anlamadığımız kelimeleri anlattılar, değişik gramer kurallarını şerhettiler, tâ ki mütenevvir olduk… Bize sakat bir dil ile bırakmadılar; vazifesini yaptılar ve elhamdülillah, 500 senelik ihtiyar bir İngilizceyi, günümüzdeki İngilizce gibi anlayabilirim.

Bu kadar İngilizce bildiğim halde, yine de nakıs görüyorum. Neden?

Çünkü üniversitede iken bilmediğim kelimelerle çok sıkça karşılaştım ve hâlâ akademik bir kitabeti veya makaleyi okuduğum zaman, bilmediğim en az bir kelime çıkıyor. Evvelce anlattığım eğitimden geçtikten sonra, bazen o kelimeleri, cümlesinin bağlamında fehmedebilirim, ama bazen de sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.

Evet, ana dilim İngilizce olduğu halde kendi dilimde sürekli yeni kelimeleri öğreniyorum ve doğrusunu söylesem, öğrenmekten müdhiş bir zevk alıyorum. Çünkü fikrimi geliştiriyor, o kadar dar bir dünyada yaşamaya mahkûm değilim, elhamdülillah.

Yani bir eser okurken, İngilizce – İngilizce Sözlüğü elimde olmadan silahsız kendimi hissediyorum; fakat bu usulü Türkiye’de çok nadiren gördüm. Evet, normal bir Amerikalının evindeki kitaplıkta bin sahifelik bir sözlüğün bulunması neredeyse şarttır ve içindeki kelimeler tâ Shakespeare’den evvel açıklıyor.

Peki, okurken bilinmeyen bir kelimeyle karşılaşıldığı zaman bu kadar tembellik için ne bahane var? Artık ben soruyorum.

Mühim ihtar: Bu yazıyı ana dili Türkçe olana kasden tashih ettirmedim. Bütün kusurlar bana aid, hak sahibi ise Allah’dır.

Kaynak: Risale Ajans

Aykırı Mezar

RUSYA’NIN kuzey batısında Hıristiyanlığın sembolü Novgorod şehri. Bu şehrin kuzeyinde, adeta diğerlerine sırtını dönmüş bir mezar bulunuyor.

Bütün mezarlar haç işaretli ve aynı istikamette olduğu halde, üzerinde haç işareti olmayan ve yönü kıbleye dönük tek mezar bu…

Başucundaki oval mermer taşın ortalarında küçük harflerle Sofla Valentinovna, mermerin üst kısmında büyük harflerle yarım ay şeklinde yazılmış büyükçe MERYEM yazısı göze çarpıyor. Ayrıca mermer taşta, mezarlığa yolu düşenlerin dikkatini çeken şu vecize yer alıyor:

Dünya fanidir. Fakat iyi bilin ki, sonsuz bir hayat vardır.”

Mezarının yönünü Sofia, bizzat kendi vasiyetinde belirtmişti. Mezar taşma da bu vecizenin yazılmasını istemişti.

Mezarlığa giren herkes, hayatının son altı ayını imana adamış bu kadının mezar taşına hayretle bakmaktan kendini alamıyor. Ve ardındaki sebebi merak ediyor. Bu aykırı mezarın sahibini tanımak için altı ay öncesine gitmek gerek.

Novgorod’un en yüksek binalarından birindeyiz. Radyo televizyon binasındayız. Sofla Valentinovna radyo kanalının önemli programcılarından.

Tüm Rusya’da hayranlıkla takip ediliyor. Çok güçlü bir hitabete ve son derece güzel bir ses tonuna sahip. Rusça’yı düzgün ve akıcı bir diksiyonla konuşuyor ve dinleyicileri kendine bağlıyordu.

İşini her zamanki gibi büyük bir titizlikle yapan Sofla, o günkü radyo programı için odasında hazırlanıyordu.

Abdülkerim randevusuna geç kalmış gibi arabayı hızla sürüyordu. Yanında bulunan Resul, Abdülkerim’in bir işi başlayıp bitirme konusundaki titizliğini bildiğinden arabayı sürmedeki heyecanını buna bağlıyordu.

Epey dolaştıktan sonra nihayet Novgorod‘taki radyo televizyon binasının önünde durdular. Ve ikisi arabadan indiler, radyo binasına girdiler. Abdülkerim kendine olan güvenin verdiği cesaretli tavırla danışmaya yaklaşarak müdür beyle görüşmek istediğini söyledi. Resul ise yeni hizmet macerasında bu sefer nelerle karşılaşacağını merak ediyordu. Sekreter, hangi konuda görüşmek istediklerini sorup öğrendikten sonra müdürle irtibat kurdu ve:

– Buyurun, müdür bey sizi bekliyor, dedi.

Radyo müdürüne gidip bant kaydı için okunmasını istedikleri kitabı gösterdiler. Okunanların büyük bir mahkûm kitlesine dinletileceğim, bu yüzden kayıt için radyo binasını seçtiklerini söylediler. Bunun üzerine müdür, şartlarını ve stüdyo saat ücretini söyledikten sonra, kendilerini üçüncü kattaki Sofıa Valentinovna’ya sevk etti. Asansöre binip üçüncü kata çıktılar. Koridorun hemen sağında bulunan ve üzerinde “Sofia Valentinovna” isminin yazılı olduğu kapıya yöneldiler.

O anda Resul’ün zihninde bir şimşek çaktı. Bu ismi bir yerlerden hatırlamaktaydı. Hafızasını biraz yokladıktan sonra, “Tamam, Azerbaycan’dayken radyolarda, seslendirdiği Rusça romanlarını dinlediğimiz, sesine hayran olduğumuz, meşhur Rus spiker Sofia Valentinovna bu!” dedi içinden. Heyecanı daha da arttı.

– Şu işe bak Abdülkerim, kimin yanına geldik. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, diye mırıldandı.

Abdülkerim hemen tepki vermedi. Çünkü o tipik bir Rus’un karakteristik özelliklerine sahipti, soğukkanlıydı. Daima yapacağı işi düşünür, hedefine yürürdü. Tabiri caizse, dereyi görmeden paçaları sıvamazdı.

Rusya’nın Korkulu Rüyası: Nikolay İvanoviç

BATI RUSYA’NIN mafya lideri olarak tanınırdı. Yaptıkları sık sık Rus medyasının gündemine taşınırdı. Uluslararası pek çok gasp, soygun, kaçakçılık ve cinayet olayına adı karışmıştı. Fakat buna rağmen uzun yıllar yakayı ele vermedi. Çok kurnaz ve cesur bir kişiliğe sahipti. Bu yolda elde ettiği servetinin çokluğu dillere destandı. Amerika ve Kanada’da malikâneleri, okyanuslarda yüzen gemileri vardı. Rus kamuoyunda neredeyse onu tanımayan yoktu.

Nikolay için işler yolunda gidiyordu. Fakat bir gün hiç ummadığı bir durumla karşılaştı, ihanete uğradı. Çok sevdiği, çocukluğunu beraber geçirdiği, aynı zamanda mafya işlerinde en güvendiği yoldaşı onu ele vermişti. Dostum dediği insan, Nikolay’ın yerini alabilmek için devletten gelen gizli teklifi reddedememişti. Kendisi serbest bırakılmak şartıyla Nikolay’ı ihbar etti ve onun yerini aldı.

Bir zamanlar Rusya’ya hükmeden Nikolay, ihanete kurban gitmiş, Rusya’nın en ünlü hapishanesine konulmuştu.

Sıradan bir mahkûm gibi işkence gördü ve hücreye atıldı Nikolay. Bütün bunlar umurunda bile değildi. Asıl onu kahreden, en güvendiği arkadaşının ihanet etmesiydi. Bunu bir türlü içine sindiremiyordu.

Düşündükçe kahroluyordu.

Hatta bu yüzden intihara bile teşebbüs etmişti.

Sofia Valentinovna

SOFİA, KOYU renkli ahşap masasının başında, o gün yapılacak programla ilgili notlarını düzenlemekle meşguldü. Odasındaki sessizlik bir anda kapının çalmasıyla bozuldu. Resul ve Abdülkerim içeriye girdiler.

Sofıa, Resulün tipinden Rus olmadığını anladı. Tepeden bakan ve küçümseyen bir tavırla sordu:

– Ne var, ne için geldiniz?

Yüzünde ciddiyetten de öte, soğuk rüzgârlar esen, 65 yaşlarındaki bu kadının Resul’ün üzerinde bıraktığı ilk intiba hiç de hoş değildi. Resul bu hisler içindeyken Abdülkerim cevap verdi:

– Müdür bey gönderdi, bir seslendirmemiz var.

– Şartları konuştunuz mu?

– Evet, kayıt için sizinle görüşmemiz gerektiğini söyledi müdür bey.

– Metni siz mi seslendireceksiniz, yoksa biz mi?

Buna karar vermemişlerdi. Ama Abdülkerim’e göre, kaydını yapacakları kitap Risale-i Nur metni olduğu için bunu, inanan birinin seslendirmesi gerekiyordu. Bu yüzden düşünmeden:

– Biz seslendireceğiz, diye cevap verdi.

– Peki, o zaman yarın sabah saat dokuzda gelin! Gelirken okunacak metnin üç ayrı nüshasını beraberinizde getirmeyi de unutmayın, dedi Sofıa, sert bir ses tonuyla.

Resul, Risale-i Nurun insanlar üzerinde bıraktığı tesiri bildiğinden, “Belki ilgisini çeker” diye cebinden çıkardığı Tabiat Risalesi’ni kadına gösterdi.

– Efendim, bizim okuyacağımız kitap bu… Adı Tabiat Risalesi… Allah’ın varlık ve birliğini ispat ediyor!

Sofia çok zeki ve gururlu bir ateistti. Resul’ün niyetini sezmiş olacak ki, tam tersine bir cevap verdi:

– Bana bak! Burası Novgorod Rusya, Hıristiyanlığının merkezi… Ben Hıristiyanlığa bile inanmıyorum, nerede kaldı senin dinine inanacağım, hadi oradan, deyip adeta elinin tersiyle Resulü kovdu.

Resul neye uğradığını şaşırmıştı. Beklemediği bu cevapla morali bir hayli bozuldu. Hatta dışarı çıkarken bu kadınla nasıl çalışacaklarını düşünerek endişesini Abdülkerim’e açtı:

– Gördüğün gibi kadın koyu bir ateist! Bununla nasıl yapacağız?

Abdülkerim, her zamanki gibi kararlı tavrıyla:

– Resul, biz işimize bakacağız, o da işine bakacak, onun dinsizliği bizi ilgilendirmez!

Resul, Abdülkerim’e hak verdi.

Nur dershanesine vardıklarında Resul’ün aklı hâlâ Sofia Valentinovna’daydı. İslamiyet’e karşı söylediği sözlerin etkisinden bir türlü kurtulamamıştı.

– Abdülkerim, komünizm kadını ne hale getirmiş gördün mü, diye söylendi.

– Şimdi kadını bırakalım da, biz işimize bakalım. Bu iş, dershanede ders yapmaya benzemez, düzgün ve takılmadan okumalısın, dedi.

O gece ikisi kafa kafaya verip geç vakte kadar Tabiat Risalesi üzerinde çalıştılar. Resul stüdyodaymış gibi alıştırmalar yaptı. Bir ara kendini rol yapıyormuş gibi hissetti ve okuyuş tarzını yüreksiz buldu.

– Bu Abdülkerim de başımıza açmadık iş bırakmadı. Ben kim, stüdyoda ses kaydı yapmak kim? Bir bu eksikti. Sayesinde seslendirici de olduk. Aslında bu işi profesyonel birine yaptırmalıydık, diye içinden söylendi. Daha sonra bu düşüncesini açığa vurdu:

Abdülkerim, bu iş özel bir kabiliyet ve tecrübe ister. Ben hayatımda stüdyoya girip bir cümle bile okumuş değilim. İstersen gel, bunu o kadına okutalım, ne dersin?

– Bak Resul, bu sadece kabiliyet isteyen bir iş değil, aynı zamanda iman işi, ihlâs işi. Görmedin mi, kadın kopkoyu bir ateist! Açıkça inanmadığını söylüyor. İnanmayan birinin Risale-i Nur’ları seslendirebileceğine sen inanıyor musun? Onun için bu işi senin yapman gerek.

Bu açıklama Resul’ü ikna etmeye yetti. Yine Abdülkerim’e hak verdi. Zaten Abdülkerim’de müthiş bir ikna gücü vardı. Artık iş, başa düşmüştü. Resul, stüdyodaymış gibi gece yarılarına kadar okuyacaklarını tekrar etti.

Kayıtta ilk gün

Sabah olunca Abdülkerim tam vaktinde gelip zili çaldı. Resul’ü alıp birlikte radyo binasına gittiler.

Resul oldukça heyecanlıydı. Sofia ile önceki gün yaşadığı olumsuzluğun etkisini henüz üzerinden atmış değildi. Abdülkerim kendisini bir joker gibi kullanmıştı. Onu rolden role soktuğunu düşündü. İçinden, “Spikerlik kim, ben kim?” diye tekrarlıyordu. Ama bir yandan da, hizmet için her şeye razıydı.

– Yiğidi öldür, hakkını yeme, derler. Ruslar, gerçekten işlerini sağlam yapan insanlardı. Stüdyoya vardıklarında Sofia Valentinovna, kayıt odasında hazır bir şekilde onları bekliyordu.

Abdülkerim ve Resul yeni bir hizmet macerasının ilk gününde şevkle kayıt odasına girdiler. Seslendirecekleri metnin üç nüshasını da Sofia’ya verdiler.

O da bunlardan birini Resul’e, diğerlerini iki arkadaşına verdi. Resul kitabı seslendireceği sırada Sofia okunan kelimelerin telaffuz edilmesini takip edecek, diğer iki arkadaşı da camekân arkasından metnin eksiksiz okunmasını takip edecekti. Böylece yapılan hatayı birinin kaçırması halinde diğerinin yakalaması sağlanacaktı.

Bir Kayıt Esnasında Resul, bu durumu görünce bir kere daha işin ciddiyetinin farkına vardı. Kayıt odasına geçip, masanın başına oturduğunda heyecanı biraz daha arttı. Kendini yatıştırmak için önündeki bardaktan birkaç yudum su içtiyse de heyecanı geçmek bilmiyordu. Sofia Valentinovna, kayıt öncesi son talimatlarını verdi:

– Bak, bu ikaz lambası. Bu yanınca okumayı kesecek, bize kulak vereceksin. Hatalı okuduğun yeri tekrar okuyacaksın, tamam mı?

– Tamam! Sofia’nın işaretiyle kayıt başladı.

Resul dersin başındaki besmeleyi okuyup manasını Rusça’ya tercüme eder etmez, ikaz lambası yanıp söndü. Ardından sanki kıyamet kopmuş gibi Sofia Valentinovna’nın sesi duyuldu:

– Bu ne biçim okumak? Kafkas şivesiyle Rusça’yı berbat ettin! Zaten heyecandan dili damağına yapışmış olan Resul’ün bu sefer eli ayağına dolaştı. Sofia öfkeli ses tonuyla:

– Neyse, hadi devam et, dedi.

Resul okumaya devam etti, ama hiç kendinde değildi. Moral bozulduğuyla neredeyse her cümlede hata yaptı. İkaz lambası da devamlı yanıp söndü. Sofia sert üslubuyla moralini bozmaya devam etti. Üstelik:

– Ne olacak, siz Müslümanlar hep böylesiniz, diyerek kendi kusuruyla bütün Müslümanlar’ı suçladı. Bu, Resul’e daha da ağır geldi.

Okuma bitip de stüdyodan çıktığında Resul’ün yüzü ateşte kızarmış gibiydi. Hele Sofia’nın kendi şahsında Müslümanlar’a hakaret etmesi, işin tuzu biberi olmuştu. İçinden, “Bu iş buraya kadar!” deyip Abdülkerim’e siteme hazırlandı. Stüdyodan çıkıp da Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz:

– Bütün bu hakaretler senin yüzünden… İşitmediğimiz laf kalmadı. Yarın ben yokum, sen gelir okursun!

Abdülkerim, son derece sakin bir tavırla:

– Dur bakalım kardeşim, hemen pes etmek yok. Sabredeceğiz.

– Onu, bunu bilmem, sen gelir okursun. Ben bu dinsiz kadından daha fazla hakaret işitmek istemiyorum!

Not: 1. Bölüm’ün sonuna geldik… Eklenen bölümleri, bu sayfadan takip edebilirsiniz. http://www.nurnet.org/kizil-meydandan-kibleye-hidayet-hikayesi/