Kategori arşivi: Yazılar

Zübeyir Ağabey’in müdafaasından uhuvvet dersi…

Muhterem Fethullah Hocaefendi, 14. Şua’da yer alan Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in müdafaası için diyor ki;

Zübeyir Ağabey’in müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır haliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne… İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri lüks otel köşelerine tercih ediyordu…

Zübeyir Ağabey’in müdafaasında en çok dikkatimi çeken cümlelerden biri şudur: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz!..

Bu beraberlik hizmette, ibadette, ilimde (Risale-i Nur okumakta) beraberiz, demektir. Bu cümleyle, uhuvvet meselesini düşünmeye başladım…

Uhuvvet, iki kişiyle başlar. Cemaatlere, milletlere, devletlere kadar uzanır. Uhuvvet dostluktur, arkadaşlıktır, yardımlaşmadır. Bu birlik, beraberlik iki türlü olur. Biri ruhen beraberlik, diğeri hizmette beraberlik. Mesela Bediüzzaman Daru’l Beka’ya intikal etti amma dualarımızda onunla beraberiz. Risale-i Nur’u okuyarak beraberiz, O’nun prensiplerini okuyarak, yaşayarak beraberiz.

İmanımızın yakılmaya çalışıldığı günlerde hapislik vardı, sürgün vardı, ölüm tehdidi vardı; bunların hiçbiri iman hakikatlerine çalışmamıza mani olamadı. Amma parada, malda, makamda uhuvveti bozanlar oldu, oluyor… Mesela kıskançlık duygusu uhuvveti zedeler. Böyle ortamlardan kendimi çekmişimdir. Kıskançlık fıtri bir duygudur. Fakat 6. Söz’de anlatıldığı gibi, maddi ve manevi organlarımızı Allah’a satacağız. Yani maddi-manevi organlarımızın bütününü Allah’ın emrettiği gibi çalıştıracağız. Allah için işleyip, Allah için çalışıp, Allah için görüşünce fıtri duyguların bize tahakkümü ortadan kalkar…

Mesela manevi organlardan kıskançlık duygusu Allah’a nasıl satılır?

Eskiden, televizyonum yoktu. Haberleri radyodan dinliyordum. Bir gün radyoda Çetin Altan bir konuşma yaptı. Hintli Beydaba’dan, sonra filozoflardan misaller verdi. Onu kıskandım, gıpta ettim; “Ben de böyle olmalıyım, bu bilgilere sahip olmalıyım.” dedim. Kütüphanemi çeşitli kitaplarla doldurdum, okudum…

Uhuvvet meselesinde diğer bir husus da, bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmamaktır. Yani iki grup arasında ihtilaf çıkmışsa, biz de tarafımızı belli ederiz amma diğer tarafı kırmadan…

Mesela Rusya’da dinsizler var diye Allah orayı helak etmedi, ıslah ediyor. Demek ki bizim de adetullahı beşer planında yaşarken, herhangi bir kötülüğünü gördüğümüz insanı silip atmak değil de onun hidayetine çalışmak gibi bir mecburiyetimiz var…

Çevremdeki bazı insanlarla aramızda anlaşmazlıklar oldu. Tartışma esnasında bir arkadaş bana hakaret etti. O sıra onunla irtibatımı kestim. Olayın üzerinden aylar geçti. Bir gün ona dedim ki; “Senin çok arkadaşın var, bir de benim gibi kötü bir arkadaşın olsun.” Böylece aradaki buzlar eridi. Eriyen buzlardan akan sular toprağı yeşertti. Metot belli: Bir insanda on huy olsa, dokuzu kötü, biri iyi olsa o insana karşı çıkamayız.

Meselelerimizi ariflere danışmak lazım… “Arifler çok uzak.” diyorlar. Arifler uzak değil… Kendi ördüğü kozanın içinden çıkamayan yine insanın kendisi…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Dördüncü Gün

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 4. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ABDÜLKERİM VE RESUL, olup bitenden habersiz olarak ertesi sabah yine stüdyoya geldiler. Resul, tam saat dokuzda kayıt odasındaki yerini aldı. Kafasını kaldırıp camekânın arkasına baktığında Sofia Valentinovna’nın yerinde olmadığını, yerine başkasının baktığını gördü. Derin bir nefes aldı. İçinden:

– Oh be, o kadından kurtuldum. Bugün rahat okuyacağım, diye geçirdi.

Kayıt her günkü gibi stop lambasının yanıp sönmesi ile sürüp gitti.

Ve son gün

Planladıkları şekilde kayıt çalışmalarında son gün gelmişti. Resul, masanın başına geçtiğinde yine Sofia Valentinovna’nın olmadığını fark etmiş, o gün de rahatça okumasını sürdürmüştü.

Beş kasetlik çalışma o gün bitmişti. Resul, yine de Sofia’yı merak etmişti. Kayıt odasından çıktığında ses yönetmenine sordu:

– Sofia iki gündür yok, nereye gitti?

– Duymadınız mı?

– Hayır, ne oldu?

– Önceki gün, sizden sonra kendi programını sunarken başına şiddetli bir ağrı saplandı. Bayılıp yere düştü, acile kaldırdılar!

– Ya öyle mi?

– Evet, şimdi hastanede yatıyor.

Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz Resul un ilk sözü:

– Duydun mu Sofia Valentinovna’nın başına geleni?

– Hayır?

– Hastaneye kaldırılmış, tokadı yedi sonunda! Abdülkerim, Sofia’nın hidayeti için içten içe dua etmekteydi.

Bunun bir tokat olarak değil, bir uyanış vesilesi olmasını temenni ediyordu. “Kim bilir, belki de bu ona Allah’ın bir ihsanıdır” diye düşündü ve Resul’e dönerek:

– Hemen ziyaretine gidelim, dedi. Resul ise:

– Abdülkerim, o kadından kurtulduğumuza şükür!

– Biliyorsun ki, hasta ziyareti sünnettir. Hiç olmazsa bir sünneti yerine getiririz…

Resul, o kadar incinmişti ki, Sofia’nın yüzünü görmek bile istemiyordu. Ama Abdülkerim kararlıydı, kafasına koyduğu şeyi yapacaktı. Resul, onu atlatmak için bir şeyler düşündü.

– Abdülkerim bu sünneti sen yapsan da beni bıraksan olmaz
mı?

– Olmaz, beraber başladık, beraber gideceğiz…

Resul, Abdülkerim’i vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayınca, yavaştan almaya, işi geciktirmeye çalıştı:

– Abdülkerim, hele şöyle bir dershaneye varalım. Biraz dinlenelim, ondan sonra düşünürüz. Abdülkerim, her şeyi hizmete endeksli düşündüğünden;

– Tamam dershaneye uğrayalım. Hastalar Risalesi yeni çıktı. Ne güzel, onu da alır kendisine hediye götürürüz. İyi aklına geldi, dedi.

Abdülkerim hizmete öylesine motive olmuştu ki, Resul’ün zaman kazanmak için dershaneye uğrama teklifini bile yine hizmet için kabul etti.

Dershaneye vardılar. Resul içeri girdi, öteye beriye gidip gelerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Fakat Abdülkerim oralı değildi, ayakkabılarını bile çıkarmadan kapıda bekliyordu. Resul kendisini içeri davet etti. O ise:

– Oyalanma da Hastalar Risalesini al gel, dedi.

Resul, “Bu adamdan kurtuluş yok!” deyip Hastalar Risalesini alıp çıktı.

Fakat sanki bir adım ileri, iki adım geri gitmekteydi. Sofia’dan o kadar nefret etmişti ki, adını bile duymak istemiyordu. Hep “Bir engel çıksa da gitmesek” diye düşündü, durdu. Bu atmosferde hastaneye vardılar. Zihni bahane aramakla meşgul olan Resulün aklına yeni bir fikir geldi:

– Abdülkerim gel seninle hastanenin başhekimine çıkalım. Bu Yirminci Mektup kasetini verelim. Belki hastalara dinletir, ne dersin?

Abdülkerim hizmet olacak tekliflere asla karşı çıkmazdı: Çok iyi bir fikir, hemen çıkalım, dedi.

Sadece Üç Kitap mı?

ABDÜLVELİ ne kadar da değişmişti! “Demek iyi bir Müslüman olabilmek için böyle olmamız lazım” diye düşündüler. İlk intibaları hayranlık doluydu. Arkadaşlarını muhabbetle kucakladıktan sonra arabalarına atlayıp süratle kaldıkları yere gittiler.

Sabırsızdılar. Vakit kaybetmek istemiyorlardı. Yolda giderken:

– Anlat bakalım, ne gördün, ne öğrendin? Dinimizle ilgili bize ne getirdin, diye soru bombardımanına tuttular.

Arkadaşlarının şevk ve heyecanı Abdülveli’yi de etkilemişti. Yol yorgunluğunu unutmuş, anlatmaya başladı. O anlattıkça, arkadaşları hayranlıkla dinlediler. Adeta çölde susuz kalmış da suya yeni kavuşmuşlar gibi büyük bir alaka ile ona kulak verdiler. Tam üç gün, üç gece göz kırpmadan dinlediler.

Bir defasında Nikolay, bir ara arabasına atlayıp evine gitmeyi düşünmüş, yarı yolda “Ya ben yokken çok mühim şeyler anlatır da kaçırırsam” deyip tekrar geri dönmüştü. Bu halleriyle, Asr-ı Saadet’te taze nazil olan Kur’an hükümlerini öğrenmekte birbiriyle yarışan sahabilere benziyorlardı.

Günlerdir yaptıkları sohbetle dinleri hakkında bir hayli bilgi elde edinmişlerdi. Anlatılanlar bittikten sonra:

– Peki, Aleksandır, biraz da bize getirdiğin kitaplardan söz et! Bize hangi kitapları getirdin bakalım, deyince ciddi bir itirazla karşılaştık.

– Artık Aleksandır yok, Abdülveli var!

– Tamam Abdülveli!

– Şimdi kitaplardan anlat bakalım. Bize hangi kitapları getirdin?

Abdülveli o zamana kadar elini atmadığı çantasının fermuarına uzandı. Arkadaşlarının meraklı bakışları altında, çantasından Kur’an-ı Kerim’in aslını çıkararak gösterdi:

– Bakın arkadaşlar, bu Kur’an‘ın aslıdır. Bunu size aslından, yani Arapça’sından öğreteceğim. Bu bir… Arkadaşlarının meraklı bakışları altında onu bir kenara koydu.

Sonra ikinci bir kitap daha çıkardı. Bir hazine keşfeder gibi gözleriyle onu takip ettiler. Abdülveli:

– Bu da Namaz İlmihali‘dir. Namazın nasıl kılınacağını anlatır. Size bunu da öğreteceğim, deyip onu da yana koydu.

Sıra yanında getirdiği üçüncü kitaba gelmişti. Bu kitap hacim olarak hepsinden daha küçüktü.

– Bu da bizim bütün sorularımıza cevap verecek bir kitaptır! Bunu da hepimiz okuyacağız, deyip sustu. Onlar şaşkınlıkla,

– Hepsi bu kadar mı? Başka yok mu?

– Bu kadar!

– Nasıl olur, altı ayda üç kitap mı getirdin?

– Evet!

– Bizi hayal kırıklığına uğrattın. Sen gittikten sonra biz İslamiyet hakkında belki yüz tane kitap okuduk. Senin bize kolilerle kitap getireceğini beklerken sadece üç kitapla gelmen bizi şaşırttı!

Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından, kitapları merakla tetkike koyuldular. Nikolay, Yirmi Üçüncü Sözü eline aldı, bir müddet kendi kendine okuduktan sonra sesli olarak okumaya başladı. İfadeler orijinaldi, dinlerken hepsi dikkat kesildi. İmanın ve küfrün mahiyetleri arasındaki karşılaştırma, inkârın karanlığını bütün dehşetiyle yaşayan bu ihlâs sahibi insanlara çok orijinal gelmişti. Bu kitap adeta içlerinden geçeni okuyordu. Dinledikçe onda kendilerini buldular. Tarif edemedikleri ulvi bir duygu ruhlarını sarmıştı. Okuma bittikten sonra herkes merakla elini küçük kitaba uzattı. Abdülveli bir teklifte bulundu:

– Bir dakika arkadaşlar. Bundan elimizde sadece bir tane var. Nereden alacağımızı da bilmiyorum. En iyisi bunu yazarak birer tane kendimize çoğaltalım!

Anadolu’da ilk ortaya çıktığı zaman da bu kitapların kaderi elle yazılarak çoğaltılmak değil miydi? Fakat onlar bunu şimdilik bilmiyorlardı…

Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve hemen yazmaya koyuldular. Yirmi Üçüncü Söz’den birer nüsha yazıp çoğalttılar. Asıl nüshanın başına bir şey gelmesin, diye itina ile sarıp kütüphanenin üst bölümünde bir yere sakladılar.

Altıncı namaz mı?

Abdülveli Kur’an’ı, kısa sureleri ve beş vakit namazı arkadaşlarına öğrettikten sonra,

– Ha unuttum, bir de Cuma namazı var, deyince hep birden:

– Yoksa altıncı bir namaz mı bu, diye şaşkınlıkla sordular:

– Hayır, bu haftada bir kılınan namazdır. Cuma günü büyük ve merkezi bir camide bütün Müslümanlar’ın katılımıyla kılınır.

Novgorod’da kilise çoktu, ama maalesef bir tek cami yoktu. Cuma kılınacak en yakın yer ise, en az iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Dinlerinin bir emrini öğrenip yerine getirmek için uzaklık akıllarına bile gelmiyordu. İlk cumayı Petersburg’ta kılmaya karar verdiler.

***

Sizi Kim Gönderdi?

ASLINDA BAŞHEKİME gitme teklifi, Abdülkerim’i oyalamak ve zaman kazanmak için Resul’ün zoraki uydurduğu bir şeydi. Sonucu düşünülmüş bir şey değildi.

– Kime niyet kime kısmet, derler ya… Sofia’yı ziyaret, bir anda başhekimi ziyarete dönüşmüştü. Başhekimin odası giriş katındaydı. Koca binadan içeri girer girmez kendilerini başhekim odasının önünde buldular. Abdülkerim kapıyı çaldı.

– Buyurun!

İçeriye girdiler. Başhekim elli yaşlarında olgun bir bayandı.

– Hayrola, sizi kim gönderdi, diye sordu.

Resul, “Allah gönderdi” dememek için dilini tuttu.

– Şey… Efendim, aslında biz Sofia Valentinovna’yı ziyarete gelmiştik. Başhekim:

– Ha o zavallının durumu çok kritik. Beyin tümörü teşhisi konuldu, en az dört ay burada kalır!

Abdülkerim ve Resul yakinen tanımasalar da Sofia’nın hastalığına üzülmüşlerdi. Başhekim:

– Sizi dinliyorum, dedi.

– Efendim, bizim yanımızda Sofia Hanım’la yaptığımız bir kaset çalışması var. Eğer uygun görürseniz, hastalara onu dinletmek için size verelim.

Çekinerek sundukları teklifi başhekim büyük bir alaka ile karşıladı.

– Aaa tabi, verin bakalım, nasıl bir şey? Olaylar beklenmedik şekilde gelişmekteydi.

Yeni hazırladıkları Yirminci Mektup’un kasetini başhekime uzattılar. Başhekim kaseti dinlemeye başladı. Girişte meşhur Çağrı filminin fon müziği vardı.

– Aaa… Bu Şark müziği!

– Evet.

– Çok güzel. Ben de böyle bir şey arıyordum!

Resul, hayret ve sevinçle Abdülkerim’in yüzüne baktı:

– Efendim devamında hastalara hoş gelecek ifadeler de var, dinleyin isterseniz. Başhekim dinlemeye devam etti. Yirminci Mektup‘un o teselli edici ifadelerini dinlerken:

– Tamam, bunlar tam istediğim gibi, hastalara moral verecek şeyler… Başhekim tüm hastaneye yayın yapan düğmeyi açtı. Bir anda sekiz katlı hastanenin bütün odalarında, koridorlarında Yirminci Mektup dinlenmeye başlandı.

Koridora çıktıklarında hastabakıcıların, doktorların ve hastaların, sesi ilgiyle dinlediklerini görüp, sevinç içinde şükrettiler.

Meğerse başhekim, 20 gün önce göreve başlamıştı. Hastanede bir yenilik yapmayı, hastalara bir şeyler dinletmeyi tasarlamıştı. Tevafuk bu ya, çalışma tam bu esnada eline geçmişti.

O gün Resul’le Abdülkerim üst üste tevafuklarla karşılaştılar.

Bir süre sonra Resul, bu hizmetin heyecanına kapılıp Abdülkerim’in Sofia’yı unuttuğunu sanarak çıkış kapısına doğru yöneldi. Fakat Abdülkerim unutacak biri değildi. Hemen Resul’ün önüne geçti:

– Hop nereye! Dön bakalım bu tarafa, Sofia’yı ziyarete!

– Yahu Abdülkerim, ne güzel hizmet oldu. Ağzımızın tadını bozmadan şuradan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Olmaz, biz onu ziyaret için buraya geldik ve unutma ki, bu hizmet de onun yüzünden oldu!

Abdülkerim, Resul’ün koluna girip onu Sofia’nın odasına doğru yürüttü. İhlâs sırrı ile iki halis kardeşin kuvveti on bir gücünde olduğunu, birlikte hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Bu ihlâs sırrını yakaladığından olsa gerek, Abdülkerim, teşebbüslerinde daima muvaffak oluyordu.

devamı edecek….

Ashab-ı Kehf gibi

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 3. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ALTI KOĞUŞ ağası ve meşhur bir mafya lideri… Sayıları Ashab-ı Kehf‘e denk gelen bu eski eşkıyalar, bir nevi evliyalaşarak hapisten çıkmışlardı. Hapis onlara bir Medrese-i Yusufiye olmuştu.

Ellerinde bavulları ile kendilerini hapishanenin önünde bulduklarında şaşkındılar. Bir süre ne yöne gideceklerini bilemediler. Sokakta yürümeyi bile unutmuşlardı. Bu şaşkın ve kararsız durumu her zamanki gibi yine Cin Kole, yaptığı kısa bir konuşmayla değiştirdi:

– Arkadaşlar biz neyiz, şimdi neredeyiz ve ne yapacağız? Bizler daha yıllarca hapiste kalmamız gereken suçlular değil miyiz? O halde neden dışarıdayız? Bunu iyi düşünelim. Arkadaşlar, bizi hapisten çıkaran bu kutsal kitaptan başkası değildir. O halde bundan sonraki hayatımızı Kur’an’ın hizmetine adamalıyız. Komünizmle zehirlenmiş vatandaşlarımızı bu kitabın mesajlarıyla aydınlatmaya çalışmalıyız ve buna söz vermeliyiz.

Bu ifadeler, aslında hepsinin gönüllerinde var olan gizli bir isteğe tercüman oluyordu. Hep birden:

– Tamam, söz veriyoruz. Bu uğurda sen bizim reisimiz ol, bize ne emredersen onu yapmaya hazırız, dediler.

Evet, bir zamanların azılı suçluları, hayatlarını Kur’an hizmetine adamaya söz vermekteydiler!

Kısa süren bir kararsızlıktan sonra ağır ağır yürümeye başladılar. Artık ne için yürüdüklerini, hangi istikamete doğru adım attıklarının bilincindeydiler. Liderleri Cin Kole’den yeni bir teklif geldi:

– Arkadaşlar biz, bu dinle ilgili bir şey bilmiyoruz. Biz, bu işin başındayız. Önce bir ev tutup, orada dinimizi öğrenmeye başlayalım. Biz Ruslar nasıl ki, Komünizm’i dünyaya yayarak ateizm ağacını ektik, aynen öyle de ağacı kökünden söküp İslamiyet ağacını ekelim!

Bu teklif de hepsinde can u gönülden kabul gördü. Çok geçmeden bir ev tutarak içine yerleştiler.

Bir gün Aleksandır’dan bir başka teklif geldi:

– Arkadaşlar, ben Özbekistan’da hapis yattım. Orada pek çok Müslüman tanıdım. Dilerseniz, ben gidip Müslümanlığı onlardan öğrenip geleyim, dedi.

Hepsi söz birliği etmişçesine “Evet” cevabını verdiler. Derhal harekete geçtiler. Arkadaşlarının şehir dışına çıkabilmesi için hapishane müdüründen özel izin istediler. Müdür, gerekli temaslarda bulunup arkadaşlarına izin çıkardı. Aralarından topladıkları parayı Aleksandır’a yol harçlığı yaptılar:

– Haydi, Aleksandır, hiç vakit kaybetme! Hemen git, dinimizle ilgili ne varsa öğren gel, bize anlat, dediler.

Valentinovna Hastanede!

YİRMİNCİ MEKTUP’TAKİ ifadeler adeta Sofia Valentinovna’nın beyninde uğulduyordu. Çok düşünceli bir şekilde çalışma odasındaki masasının başına geçti.

Evet, şu perişan fani dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette aciz, miskin bir insan bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

Bu satırlar, sanki ruhunun derinliklerinde olan gizli bir feryadın tercümanı oluyordu. İçinden, “Çok doğru, ben meşhur bir spiker oldum da ne oldu? İşte yaşlandım ve her geçen gün hiçliğe doğru yuvarlanıyorum!” diye geçirdi.

Sofia bir süre koltuğuna yaslanarak gözlerini kapadı ve düşüncelere daldı. Çocukluğu, gençliği, bir bir gözünün önünden geçti. “Dünyaya geldim de ne oldu, işte kara toprağın altında yok olmaya gidiyorum!” diye derin bir üzüntüye daldı. Bu düşüncelerin kıskacında ezildiğini hissetti ve kendinden geçmiş olarak bir müddet öylece kaldı.

Neden sonra çalan telefonun sesiyle kendine geldi ve o gün radyoda sunacağı programı bir kez daha gözden geçirdi. Sekreter her zamanki gibi programa girmeden önce içeceği kahvesini getirdi. Kahveden isteksizce bir iki yudum alıp bıraktı. Sekreter, nazik bir şekilde vaktin geldiğini hatırlattı. Sofia, yine o gururlu haliyle yerinden doğruldu, odasından çıkıp yan tarafta yer alan yayın odasına geçti.

Fakat o gün içine her zamankinden daha fazla düşmüştü ölüm korkusu. İlk defa bu kadar isteksiz bir program sunacaktı. Fon müziğini ve fragmanı duyunca biraz kendine gelir gibi oldu.

Programa başladıktan birkaç dakika sonra başına müthiş bir ağrı saplandı. Adeta kafasına balyozla vuruluyor gibiydi. Buna rağmen, “Ağaçlar ayakta ölür” misali direnmeye ve programını sürdürmeye çalıştı. Fakat ağrı o kadar şiddetliydi ki, daha fazla karşı koyamadı, kendinden geçmiş bir halde koltuğuna yığılıverdi. Radyo görevlileri koşup kollarına girerek stüdyodan çıkardılar. Ağırlaşan bedenini güçlükle salondaki kanepenin üzerine yatırdılar. Hemen ambulans çağırıldı.

Sofia’nın rengi sapsarı kesilmiş ve kendinden geçmişti. Ambulans acı sireniyle radyo evinin kapısına dayandı. Ve Sofia götürüldüğü hastanenin acil servisine kaldırıldı ve hemen müşahede altına alındı. Bütün doktorlar seferber oldu. Gerçekleştirilen bir seri tetkikler ve muayenelerden sonra beyninde tümör bulundu.

Aleksandır Özbekistan’da

ALTI ARKADAŞ, Aleksandır’ı trenle Moskova’ya yolcu ettiler. Bu arada boş durmayıp, kendilerinin de bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Cin Kole, ilk iş olarak kitapçılardan İslamiyet hakkında bulduğu bütün kitapları satın almıştı. Hatta farkında olmadan İslam aleyhinde olanları da almıştı. Farkına vardığında bunu yadırgamadı, çünkü Rusya’nın geçmişte dinlerin kökünü kazımaya kalkışmış bir ülke olduğunu biliyordu.

Daru’l-Erkam misyonu taşıyan evlerinde temin ettikleri kitaplardan hummalı şekilde İslamiyet’i öğrenmeye başladılar.

Özbekistan uçağı havalanırken Aleksandır’ın zihninde tek düşünce vardı. İslam’ı nasıl öğreneceği, zihnini sürekli meşgul ediyordu. Özbekler, uçakta aralarında bir Rus’un olduğunu fark edince:

– Hayrola nereye gidiyorsun, diye sordular.

Aleksandır, yedi arkadaşıyla birlikte Müslüman olduklarını söyledi. Kendisi daha önce Özbekistan’da bulunduğu için arkadaşlarının onu, Özbekistan’da İslam’ı öğrenmesi için görevlendirdiklerini ifade etti. Ama kimden öğreneceğini bilmediğini söyledi. Bunu duyan Özbekler:

– Çok güzel! Sen hiç merak etme, biz sana yardım ederiz, dediler.

Aleksandır, daha uçaktayken yaşadığı bu tevafuktan çok memnun olmuştu. Endişesi gitmiş, içine tatlı bir huzur gelmişti.

Özbekistan’a vardıklarında kendisini bir cami imamına teslim ettiler. İmam, caminin meşrutasında geçici olarak ikamet etmesine müsaade etti. Aleksandır, ilkokula başlayan bir öğrenci gibi her gün taze bir şevkle uyanıp, dinle ilgili yeni şeyler öğrenmenin heyecanını yaşıyordu.

Önce Kur’an’ı, sonra namazı öğrendi. O sırada Ramazan ayı girmişti. Müslümanlarla birlikte oruç tutmaya başladı. Bildiklerine her gün yeni şeyler katmak, onu çok mutlu ediyordu. Merak ettiği her şeyi soruyor cevap alıyordu. Böylece dinin farz, vacip, sünnet, mekruh ve haram hükümlerini, emir ve yasaklarını öğrenmeye başladı. Öğrendiklerini unutmamak ve daha sonra arkadaşlarına anlatmak için sürekli notlar aldı.

Ancak Aleksandır’ın zihnine özellikle iman konusunda bazı sorular takılmaya başlamıştı. Bunları da hocaya soruyordu. Bunlardan biri şöyleydi:

– Hocam, Allah birdir. Peki, bütün insanları, hayvanları, bitkileri, yıldızları, pek çok varlıkları birden nasıl idare ediyor? Bu, aklıma pek sığmıyor?

Hoca bu tür sorularına cevap vermekte zorlanıyordu. Bazı cevaplar verse de Aleksandır için tatmin edici olmaktan uzaktı. Sorular karşısında iyice sıkılan ve daralan hoca bir gün dayanamadı:

– Aleksandır, şu materyalizm, sizin kafanızı iyice bozmuş. Benim sana anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra sana güzel bir Özbek pilavı pişirip, seni göndereceğim. Ha, bir de, sana şu küçük kitabı vereceğim. Belki sorularına onda cevap bulabilirsin, dedi.

Aleksandır kitabın hacmine bakıp bu küçük kitapta sorularına cevap bulacağına ihtimal vermemişti. Fakat yine de merak edip göz gezdirmekten kendini alamadı. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî’nin Rusça’ya yeni çevrilmiş Yirmi Üçüncü Söz kitabıydı. Açıp okumaya başladı. İfadeler ve anlatım tarzı o güne kadar duyduklarından çok farklıydı. Hele insanın değerinin madde ile değil, İlahî sanat itibariyle olduğunun izahı çok hoşuna gitmişti. İçinden bir ses, bu kitabın tüm sorularına cevap verecek nitelikte olduğunu söylüyordu. Ayrıca hocanın verdiği Kur’an-ı Kerimle küçük Namaz İlmihali’ni alarak tekrar Rusya’nın yolunu tuttu.

Alo, Ben Abdülveli!

Aradan altı ay geçmişti. İslamî hayatı iyice benimsemiş olan Aleksandır, yeni ismine o kadar alışmıştı ki, eski ismini unutmuştu. Moskova hava alanına indiğinde, arkadaşlarının kendisini yeni ismiyle tanıyamayacakları hiç aklına gelmemişti.

– Alo, ben Abdülveli, diye telefona sarıldığında karşıdaki ses şaşkınlıkla sordu.

– Kim?

– Abdülveli!

– Abdülveli de kim? Böyle birini tanımıyoruz…

– Yahu Özbekistan’a gönderdiğiniz Aleksandır…

– Haa, Aleksandır, Yahu sen nerde kaldın?

– Ancak geldim, şimdi Moskova’ya indim. Şu saatte trene binip geliyorum, dedi.

Bu haberi alan arkadaşları çocuklar gibi sevindiler.

Sevinç ve heyecanla istasyonun yolunu tuttular. Önceden gidip trenin gelmesini beklemeye başladılar. Dakikalar geçtikçe heyecanları artıyordu. Çünkü bekledikleri kişi, onlara sonsuz hayatı temin edecek olan dinî bilgilerle geliyordu.

Nihayet kavuşma anı geldi. Tren, vuslat düdüğü ile istasyona girdi. Altı arkadaşın gözleri, kompartımandan inen insanlara takılıydı. Biraz sonra, başında Özbek külahı, sakallan uzamış, Özbek kemeri kuşanmış, heybetli birinin çıkıp kendilerine doğru geldiğini gördüler. Dikkatle bakınca bunun Aleksandır olduğunu anladılar.

devamı gelecek…

Dillere destan bir pişmanlık ve Tevbe!

Zaman asr-ı saadet. Mekke fethedilmiş. Müslümanlar, Kâinatın Efendisi (s.a.v.) ile birlikte en mutlu dönemlerini yaşıyorlar. Mevsim hurmaların dallarından gülümsediği, bolluk ve bereketin insanı rehavete sürüklediği bir mevsim. Hava çok sıcak. Ağaçların adeta insanları gölgelerine çağırdığı günler.

Tam da o günler de bir haber geldi. Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusu Müslümanlara meydan okuyordu. İşte, bu şartlarda bir sefer çağrısı geldi Efendiler Efendisi’nden (s.a.v.). Böyle bir günde, o zaman dünyanın süper güçlerinden biri olan Bizans ordusuna karşı gitmek demek, samimi mü’min ile münafığın da birbirinden farkını gösterecekti. Sefere mazeretsiz katılmayan ile her zorluğu göze alarak katılanın imtihanı kazanma vakti olacaktı Tebük Seferi.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem evvelden haber vermişti “hazırlanın” diye. Herkes heyecanla hazırlanmaya başlamıştı. Zira Allah’ın rızasının olduğu yerde olabilmeyi hangi samimi mü’min istemezdi ki?

İşte bu zorlu sınava Ka’b bin Malik de (r.a.) herkes gibi hazırlanıyordu. Bineklerini, yükünü titizlikle hazırlamıştı. Fakat yola çıkma vakti gelince nasıl olduysa herkesle beraber çıkamadı. “Arkalarından yetişirim.” diye elinde olmadan biraz gevşeklik etmişti. O böyle düşünüp ümit ederken günler birbirini takip etmiş, o evinde kalakalmıştı.

Tebük seferinde düşman ordusu Müslümanların karşısına çıkma cesaretini dahi gösterememişti. Sefer bitmiş, kutlu yolcular ecirleriyle yükünü tutmuş geri döndüler.

Hz. Ka’b (r.a.) bir taraftan Akabe’de Efendiler Efendisi’ne verdiği sözün mesuliyetiyle iki büklüm olmuş, geri kalmanın hicranıyla yanıyor ve hakkında verilecek hükmü bekliyordu.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mescitte oturmuş sefere iştirak edemeyenleri dinliyor. Onlardan kimileri var ki O’na yakınmış gibi görünüp hep uzak kalanlardan. Bu uzaklıkları ki onları seferden men etmişti. Onlar rahatlığın kahramanlarıydı. İyi günlerde onlar da herkesle beraber önlerdeydi. Zaman oldu îlâh-ı kelimetullah adına uzaklara gidilince onlar yolda kaldı. Onları bu yolculuğa çıkaracak imanları yoktu çünkü.

Allah Rasûlü’nün yanına gelenlerden biri daha vardı ki, herkes onu davasında samimiyetiyle tanımıştı. Ama bu defa nasıl olduysa geri kalmıştı. Herkes için zaman zaman böyle geride kalmalar, düşmeler olabilirdi. Önemli olan bundan sonra insanın yeniden kalkabilmesi ve üzerindeki tozları silkeleyebilmesiydi. Hz. Ka’b da diğerleri gibi mazeret uydurabilirdi. O hitabetiyle meşhurdu. İstese en süslü sözleri, en inandırıcı mazeretleri beyan eder, kendini affettirebilirdi. O, bugün vereceği hesabın asıl muhatabının kim olduğunun çok iyi bilincindeydi. Efendimize (s.a.v.) gelip kısık ve mahcup bir sesle, “Ya Rasûlallah hiç bir mazeretim yoktu,” diyebildi sadece. O Şefkat Güneşi de “şimdi git ve hakkında verilecek hükmü bekle” dedi sadece. Mescitten sadece ceset olarak ayrılabilmişti. Ruhu hep O’nunlaydı. Ama sonra ikinci bir imtihan dönemi daha başlamıştı. Kendisi gibi doğru sözlü olmaktan ayrılmayan iki kişi daha vardı.

Artık hiçbir Müslüman onlarla konuşmayacaktı. Ferman böyle çıkmıştı. Efendilerinin bir tebessümüne hasret kalmışlardı. Onlardan kimisi evine sığınmış hakkında verilecek hükmü bekliyordu. Hz. Ka’b ise mescide devam ediyor, insanların arasında dolaşıyordu ama ona iltifat eden yoktu. Amcasının oğlu bile onun “Allah ve Rasulünü sevdiğime inanmıyor musun” sorusuna ancak üçüncüsünde “En doğrusunu Allah ve Resulü bilir” cevabını verebilmişti. Yalnızlık bütün acımasızlığıyla hissettiriyordu kendisini. Bir gün affedilme ümidi olmasaydı bunların hiçbirine tahammül edemezdi. Verdiği sıkıntıyı ancak kendisinin bilebileceği asırlar kadar uzun gelen günler, elli güne kadar ulaştı. Artık “yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmeye başlamıştı.

Ellinci gün affolunduğu müjdesini aldığında, Ka’b bin Malik yeniden doğmuştu. Efendimiz (s.a.v.) kendisine; “Müjdeler olsun! Annenden doğduğundan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurmuştu, güller açtıran mütesebbim çehreleriyle. O da, “Yâ Resûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sorduğunda: “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” diyor ve “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir).” (Tevbe 118.) ayetini okuyordu! Böyle bir müjde için neyi varsa vermek istiyordu. Çünkü artık hiçbir şeyin önemi yoktu. O’na sahip olan her şeye sahip olmuş demekti.

İşte elinde olmayan anlık gevşeklikten dolayı yapılan tevbenin Ka’b bin Malik’çesiydi bu. İnsan istemeden hataya düşebilirdi. Önemli olan o hatadan gönül sızısıyla samimi tevbe edip pişmanlığını, Gönüllerin Sahibi’nin kapısında oturup, sabır ve sadâkatle dile getirebilmekti. Çünkü gönüllerin içindekini yalnız O (c.c.) biliyordu.

Kim bilir bugün Efendiler Efendisi’nin sefer çağrısı, Gazze’deki bir yetimin diliyle, yanı başımızdaki düşkün ve muhtaç bir komşumuzun mahcubiyetten bize uzanamayan eliyle, yalnız Allah’ın rızası için, her şeyini bırakıp, dilini dahi bilmedikleri dünyanın dört bir yanına sefere çıkanların gönülleriyle yapılıyor bizlere. Önemli olan bizim yalnızca, Allah ve Resulullah’ın hoşnutluğunu gözeterek elimizden geldiğince katılabilmektir bu seferlere. Çünkü, “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştu Efendimiz (s.a.v.) Her insan ayağı sürçüp düşebilir. Ama, düştüğü yerden kalkıp, sapmadan yola devam etmek gerekir.

Ne mutlu o kutluları örnek alıp, onlar gibi yaşamayı gönülden arzulayanlara. Ne mutlu o meşakkatli görünen ama sonu mutlulukların en güzeli olan yolda gayret gösterebilenlere. Selam ve dua ile…

Not: Ka’b Bin Mâlik Hz.lerinin Kabri, İstanbul Ayvansaray’ da, Edirnekapı surları dışında Eğri kapı girişindedir.

Abdullah Turan Oğuzhan / Eyüp Gazetesi

Said Nursi’nin Kürd Dünyası dışına çıkışı

MÜNAZARAT NEYİN REÇETESİ

Mardin Artuklu Üniversitesi 6-8 Nisan tarihleri arasında azim bir hizmete imza atamaya hazırlanıyor: Mardin, Münazarat Sempozyumu’na ev sahipliği yapacak…

Risale Akademi işbirliği ile yapılacak sempozyumda milliyet fikri ve Kürt meselesi tartışılacak. Şerif Mardin’in de katılacağı sempozyumda çok sayıda bilim adamı, sosyolog ve akademisyen sunum yapacaklar. Eminim ki İslam âlemi, bu ülke ve Kürt halkı adına olumlu neticeler hâsıl olacaktır. Hem de olmalı…

Zira Mardin, bugün hepimizi fikirleri etrafında yeniden düşünmeye sevk eden Bediuzzaman’ın, sosyo-politik kimliğinin oluşumunda en ciddi kırılmanın yaşandığı, Said Kürdî’nin, Said Nursî ve ardından da Bediuzzaman Said Nursî olmaya yöneldiği şehirdir.

Bediuzzaman, Kürt dünyası dışında bir dünya bulunduğunu orada fark etmiş; sadece Kürtlerin değil, İslam’ın ve Osmanlı’nın da başının derde olduğunu idrak etmiştir.

Cemaleddin Efgani’nin iki talebesiyle yaptığı konuşmalar, onda derin kırılmalara yol açmış, başta İslam birliği ve bireyin hürriyeti olmak üzere tüm Kur’anî kavramları yeniden gözden geçirmesini sağlamıştır.

Mardin, Bediuzzaman’ın; Osmanlı’nın, Türk dilinin, istibdat ve hürriyet fikrinin farkına vardığı; bireyleri gelişmemiş bir din ve toplumun inkişaf edemeyeceğini, hürriyet olmadan da insanda bir gelişmeden söz edilemeyeceğini fark ettiği yerdir. O ana kadar kendisi serazat bir serbestîlik içinde olduğu için başkalarını da aynı hal içinde sanıyordu. İşte Mardin’deki yılları, onun yüreğinde, herkesin hür olmadığını ama herkesin imandan kaynaklanan hürriyete ihtiyacı bulunduğunu kavradığı dönemdir. Ve tabii ‘İslam İttihadı’ fikrini ta yüreğinde hissettiği yer! Nitekim ileride Risale-i Nur ile tamir etmeye çalıştığı şeyi şöyle tarif edecektir:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.

İşte Mardin, Bediuzzaman’ın ‘tahribin’ ve ‘onu tamir etme ihtiyacı’nın farkına vardığı yerdir. O yüzden de Mardin’den Van’a gider gitmez harıl harıl Türkçe öğrenmeye koyulmuştur. Nitekim bugün Türkçeyi yeniden kendisi ile kelam ve felsefe yapılabilir bir lisan haline yükselten Risalelerin dilidir…

Dolayısıyla şu sempozyumun, tam da onun maksadına uygun neticeler vermesi çok önemlidir. Şayet bir şekilde, mesele, -Kürt(!) açılımında olduğu gibi- sadece popüler Kürtçü söylemlere yeni yaklaşımlar getirmekten ibaret kalırsa, hem Münazarat’a hem de Üstadın gayesine yazık etmiş oluruz.

Bugün gerek Arap Baharı dediğimiz hadiseler, gerek İslam dünyasında yeniden yaşatılmak istenen bir Şii–Sünni çatışması için zeminin hâlâ müsaitmiş gibi görünmesi gösteriyor ki, Bediuzzaman’ın tamir etmek istediği o küllî kalbin yaraları yerli yerinde duruyor. Elbette bunda kusur bize, yani onun davasına inanmış olanlara aittir.

Nasıl ki Müslümanlar, Kur’an’ın hâlâ, sadece insanlığın dörtte birine ulaşmış olmasından hesaba çekileceklerse, Nur talebeleri de sanırım, aradan geçen 50 küsur yıla rağmen Bediuzzaman’ın fikirlerinin bırak İslam dünyasına Türk halkının bile hâlâ üste ikisine ulaştırılmamış olmasının bedelini öderler ve ödemektedirler. Nitekim Kürt meselesi ve Türk unsurundaki inşikak, o bedellerdendir…

Bediuzzaman tevhid inancının yeniden ihyası noktasında kitap ehlinden inananlara bile yüreğini uzatırken, İslam içinde hâlâ ayrılıkların bulunması anlaşılır değildir. Ben dilerdim ki bu sempozyumda Ermenilerle dostluktan tutun da Şii/Sünni meselelerinin yeni açılımlarına, Alevilere olan yaklaşımlara kadar birlik çatısı içinde pek çok mesele incelensin.

İlk olması hasebiyle sempozyumun elbette eksiklikleri olabilir ve bu da normaldir. Hatta lokal bile kalsa beis değil amma bilinmeli ki Bediuzzaman ‘İslamiyeti de içine alan’ bir kaleyi yani beşerin ruhunu tamir etmeye çalışıyor.

Bu açıdan ona salt bir İslam alimi yahut sadece Müslümanların meselelerini dert edinmiş bir İslam alimi olarak değil, beşerin ıstıraplarını kendi derdi edinmiş ve o ıstırapları dindirecek reçeteler hazırlamış bir insan olarak bakmak yerinde olacaktır.

Yani amiyane tabirle Nur hareketinin münşisi olduğu için onu Nurcu sanmayın. Nurculuk hatta İslamcılık onu anlamada eksik kalır. Evet, o bir İslam âlimidir amma Kur’an’dan çıkarıp insanlığa sunduğu reçeteler beşerîdir ve umumîdir.

Onun derdi sadece Kürt değildir. Osmanlı ve İslam da değildir. Onun derdi insandır ve insanlıktır. Güya insanlığı aydınlatma iddiasında olan Batı medeniyetinin tanrı tanımazlıkla sersemlettiği, ruhunu zedelediği, manik depresif hale getirdiği beşerin ruhunu tamir etmeye terapi sunmaya çalışıyor. Beşeri yeniden Rabbi ile buluşturmaya gayret ediyor.

Fardipli Sinha romanında da temas ettiğim gibi, o, yırtılan insanlık matriksini yeniden tamir eden, beşeri, “Karasetrililer”in hışmından kurtarıp dünyanın ömrünü uzatmaya çalışan bir Asa-yı Musa, ve iman hakikatlerini beşere yeniden talime çalışan bir Ayetü’l-Kübradır.

Dolayısıyla onu dar bir Kürt meselesine tıkıştırmak veya sadece İslam âleminin dertleriyle meşgul bilmek ona haksızlık olur diye düşünüyorum. Ve sempozyumu düzenleyenlere ve katılımcılara teşekkür ve saygılarımı şimdiden sunuyorum…

M. Ali Bulut / Haber 7