Kategori arşivi: Yazılar

Bedîüzzaman’dan Avrupalı feylesofa cevap

İnsanın sahip olduğu hal, tarz, vaziyet, durum; o varlığın, mevcûdun en güzel derecesi, makamı, konumu ve sahip bulunduğu en üstün mertebesidir. Yokluktan kurtulmuş, varlık makamına yükselmiş halidir. Âlemde olması gereken yerde bir duruş/varlık sergilemektedir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın feyziyle bu hususu ne kadar veciz bir biçimde ifade etmişlerdir:

“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip…

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” (1)

Mesnevî-i Nûriyede geçen ve aşağıdaki cümlelerde işâreten cevabını bulan bir hakîkattan bahsetmek istiyorum.

Önce o veciz cevapları okuyalım, ondan sonra meselenin cereyan tarzını, genelde umûma, özelde bir feylesofa verilen cevabın detaylarını anlatmaya çalışalım inşâallah:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.(2)

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’i hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (3)

Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a geldiğinde kalmakta olduğu ikâmetgâhının kapısına: “Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” şeklinde bir levha asmıştı.

Avrupa’dan gelen bir feylesof; “Gidip Ona iki suâl soracağım. Bu suâllerimle O’nu mağlup edeceğim” diyerek Bedîüzzaman’ın ikametgâhına gider.

Ve der ki: “Sana iki suâlim var

“Birisi; ben niçin peygamber olmadım? Yani peygamber olamayışımın sebebi nedir?

Bedîüzzaman, o feylesofa “Sus!” der. Adam, “niçin susayım?” diye sorar.

Bedîüzzaman cevâben der ki, “Sus, çünki; dünyanın bütün eşekleri ayaklanıp dilekçe verecekler. Biz niçin feylesof olmadık diye itiraz edecekler.

Sonra Bedîüzzaman, bu suâle cevap olmak üzere şu açıklamada bulunur (mealen):

“Bak dinle! Eğer senin dediğin gibi olsa; bu durumda bütün unsurlar, Allah’a ‘biz niçin maden olmadık’ diye şikâyette bulunacaklar. Madenler, ‘biz niçin nebat (bitki) olmadık?’; bitkiler, ‘biz niçin hayvan lmadık?’; hayvanlar, ‘ biz niçin insan olmadık?’; insanlar ise ayaklanarak, ‘biz niçin paşa olmadık?’ diye itiraz edecekler. Bu sefer paşalar ayaklanarak, ‘biz neden peygamber olmadık?’ diyecekler.

Bütün peygamberler de –bin kere hâşâ!– ayaklanacak, ‘biz neden Resûl-i Ekrem olmadık?’ diyecekler.

Bu durumda dünyanın nizam ve intizamı bozulacak, âlem fesâda gidecekti. Hem bu durumda bir tek fert yaratılmış olacaktı. Bu ise abestir.
Cenâb-ı Hak, iradesiyle her şeye bir vücûd mertebesi vermiştir. Mevcûdâtın vazîfesi, verilene şükür ile rıza göstermek, hakkına razı olmak, kanâat etmektir. Yoksa hâşa i’tirâz etmek, hak da’va etmek değildir. Cenâb-ı Hak, bu kâinatta insanın hevesine göre değil, hikmetine göre tasarruf eder. Allah Mâlikü’l-Mülk’tür. Rahîmdir, Hakîmdir, Vedûd’dur. Herkese lâyık olduğu şeyi vermiştir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur” der ve o feylesofu susturur.

Öyle ya! Bu itirazlar haklı olsaydı, madensiz, unsursuz, bitkisiz, hayvansız bir dünya oluşacaktı. Ben niçin… olmadım, biz niçin… olmadık sorularının ardı arkası kesilmeyecek, hayat ve dünya alt-üst olacaktı.

Demek ki, Allah (c.c) her bir varlığa, ezelî ilim, hikmet ve irâdesiyle kabiliyetine göre bir makam, bir mertebe, bir görev bahşetmiştir. Dünyanın ve âlemlerin düzen ve intizamı, sosyal hayatın düzgün akışı ancak böyle sağlanabilirdi.

Hiçbir insanın, diğerine karşı fahr ve gurura hakkı yoktur. Bir başbakanın, bir çöpçüye karşı üstünlük iddiası yersizdir ve haksız bir davranıştır.

Neden o zengin, ben fakir; neden o âmir, ben memur; neden o patron, ben işçi; neden o kadın, ben erkek…v.s itirazlara hakîkat nazarında yer yoktur.

Aynı itiraz kapısının açık olmamasıyla; ağacın kökü: “Niçin yaprak olmadım?”, yaprak da: “Niçin çiçek olmadım?”, çiçek de: “Niçin meyve olmadım?” diye hak da’va edemez. Aksi takdirde o ağaç vücûda gelemezdi. Diğerleri buna kıyas edilebilir.

O halde, âlemde tekvînen ve teklîfen hiçbir abesiyyet/Faydasız ve boş olma/lüzumsuz ve gayesiz oluş aslâ söz konusu değildir.

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki maîşetlerini taksim ettik ve bazılarını bazıları üzerine dereceleri itibariyle yükselttik. Tâ ki bazıları bazısını istihdam edebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.” (4)

O feylesof, Üstad Bedîüzzaman’a ikinci bir suâl daha sorar. Peki der: “Şarap üzümden yapılıyor. Şarap niçin haramdır, üzüm niçin helâldir? Halbuki, o sarhoş edici madde üzümde de var. Niçin hamı helâl, işlenmişi haramdır? Bunun sebebini bana açıkla.

Bu suâle de susturucu ve ikna edici bir cevap verir. Der ki: “Senin annen ekmek yer, su içer, çeşit çeşit yemekleri yer. Yediği bu gıdaların bir kısmı süt olur, senin ağzına akar, diğer kısmı da hâşâ bevl (idrar) olup dışarı akar. Birisi helâl, diğeri haramdır. Sen bu meseleyi hallet, ben de diğerini halledeceğim.

O feylesof susar, çıkıp gider.

O feylesofa verilen her iki cevap da; bu tarz şüphe, tereddüt ve inkâr kokan yaklaşım/iddia ve fikir sahiplerine dünya çapında şâhâne cevaplardır.
Yeterince ders ve ibret alanlar için!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 24. Mektup, 1. Makam, 1. Remiz
2- Mü’minûn, 70/71
3- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, Şemme
4- Zuhruf Sûresi, 113/32

Puthanede Devrim

ÇAĞRI VE Ömer Muhtar filmlerinin senaristlerinden biri olan H.A.L. Craig, Hz Bilal’in öyküsünü anlattığı o harika kitabında ‘Üç yüz altmış ilah vardı, hepsi kar içindi’ der, Hz Bilal’in ağzından. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle aktarır Ebu Süfyan’ın sözlerini; “Mekke nerede olacak o zaman, ilah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Bu durumda kimse Ebu Süfyan’ın bildiğimiz anlamda bir putperest olduğunu söyleyemez. Yani o taşlara tapmıyordur, ya da tahtadan oyulmuş olanlarına. Maddesi ne olursa ne olsun put denilince zihnimizde beliren ve tümünün tüm varlıklarını cahiliye dönemine yığıverdiğimiz o putlar umurunda bile değildir küfrün azılı temsilcisinin. Onun asıl taptığı, yolculuklara çıkarken yanına aldığı ve acıktığı zaman da yediği putudur. Yani menfaati.

Bu durumda tarih boyunca ortaya çıkan tüm putperestliklerin menfaate dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Zira ortada “babalarının dini, atalarının dini” diye bir şey yoktur. ‘Neydi o’ diye sorsanız verecek cevapları da yoktur. Bu sadece bir bahaneden ibarettir. Onlar, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere Allah’ı inkâr ediyor da değillerdir. Ve babalarına isnat ettikleri dinin o Allah tarafından gönderilmediğini gayet iyi biliyorlardır. Son peygamberi, Efendiler Efendisini, oğullarını bildiklerinden farksız şekilde bildikleri gibi.

Ama bu düzen bir şekilde kurulmuştur. Büyük putlar zenginlerindir. Kim kuvvetliyse onun putu kudretlidir. Hevâlarına göre yerine göre dil verdikleri, yerine göre gazap isnat ettikleri putları hep devletlüler idare etmiştir. Oysa kendileri de bilirdir ki, kendi varlığı bir başkasının yapımına muhtaç olan bir varlık yaratıcı değildir. Büyük put düşmanı küçük İbrahim kadar onlar da bilir, batıp gidenlerin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını. Ama kurallarını kendilerinin koymadıkları bir dini kabul edemezler elbette. Adına geçmişlerimizin dini dedikleri bir şey üretir ve çeşitli suretler vererek sadece ve sadece menfaat putu üretirler. Peki ya diğerleri, ezilenler yani. Putların asla kendi ağızlarından konuşamayacağı zavallı halk kesimi. Onların da çoğunu tutan yine menfaatti. Oturmuş düzene karşı çıkarlarsa düzenleri bozulur, hayatları tehlikeye girerdi. Susmak daha menfaatliydi. Öyle de oldu.

Böyle bir menfaat arenasında ‘kral çıplak’ dillendirmesini yapacak biri menfaatler üstü biri olmalıydı. Ücretini sadece yoktan var edeninden bekleyen biri. Ölümün sadece ama sadece onun izniyle geleceğini, eğer O istemezse kendisine yığınlarca düşmanın asla zarar veremeyeceğine inanmış biri. Tek başına bile olsa, O isterse başaracağına iman edebilmiş biri. Devrimci biri. Evet devrimci, Seyyid Kutub’un belirttiği gibi; “Dünyanın En Büyük Devrimi, Lâ İlâhe İllallah’tır.” Ve bu durumda tüm peygamberler nefsin türlü hallerinden türemiş yığınla canlı ve cansız puta karşı durarak devrim yapmıştır. Firavun sarayında Musa, Nemrut karşısında İbrahim, cahiliye karanlığında Muhammed Mustafa (s.as.). İla ahirih..

Tek Allah’ın yüce öğretilerini yüklediği bu yüce öğreticiler, hep aynı davanın neferi olmuş, karşılarına çıkanların hepsi de aynı tepkileri vermek suretiyle aynı akıbete uğramıştır. Bizim zamanımıza, ne saadettir ki bizim payımıza düşen son elçi sayesinde ehl-i tevhid olmuşuzdur bizse. Ehl-i İslam, ehl-i İman. Şirki reddederek girmişizdir bu dine. Dünyanın en büyük devrimi olan cümleyi söylemek şartıyla girmişizdir hem de. Ama gelin görün ki, ne insanoğlu değişmiştir, ne nefis. Ne de menfaat şemsiyesine giren hırslar. Bu durumda şekli değişen tek şey putlardır. Şirk koşmanın 1400 yıl öncesinde kaldığına inanan insan algısı büyük bir devrime muhtaçtır.

Zira putperestlerin yaptığı inkâr değildir, şirktir. En basit tabiriyle ortak koşma. Yani ‘tek’ten bir başkasına pay ayırma… Devrim yeryüzüne yalın bir bakış demektir, der Nuri Pakdil. Sahte ilahların yansımalarında boğulmamış bir bakış ancak müminlere has olabilir. Görmediğine iman edenlere, gözünün görüp, elinin tuttuğu ve kendisinden menfaat umduğu her şeyi kalp hanesinde betonlaştıranlara değil.

İbrahim Paşalı’ya göre ‘Put abartılan her şeydir’. Bence de kesinlikle öyledir. Ve abartmanın ölçüsü hep Rabbe göredir. Onun vermeni istediğinden çok değer verdiğin her şey, O’nunla senin arana giren, O’nu senden seni O’ndan uzak kılan her şey… Molla Camii’nin Nefahatü´l-üns min hadarati´l-kuds ismini verdiği evliya menkıbelerinin anlatıldığı kitapta bir dervişten bahsedilir. Derviş dünyadan el etek çekmiş, kendi köşesinde münzevi bir halde yaşarken hem ihtiyaçtan, hem el yatkınlığından yama dikmeye başlar. Gerçekten de güzel dikmektedir. Ve sevdiği de bir gömleği vardır. Söker söker tekrar diker.. Ve bu uzun süre böylece devam eder. Durumu gören şeyhi ona şöyle seslenir, “Şimdi o gömlek senin putundur.” Böyle bir tekdiri getiren şey ne dikiş dikmektir, ne de gömleğin kendisi. Sadece o eyleme atfedilen değerdir.

Mesela zekatını vermeye kıyamadığın, daha çok daha çok hırslarıyla harama bulaştığın, seni dünya işlerine boğduran para, pekala bir şirk aleti olabilir. O para putun olup seni eksiksiz şekilde batırabilir. Ama aynı para, hatta çok daha fazla para kılını bile kıpırdattırmaz kürsüdeki İmam-ı Azam’a.

Artık beynimizdeki put suretlerini bir kenara atmamızın tam zamanı. Bir zamanların ilkel putlarına kahkahalarla gülerken, tam otomatik, son derece teknolojik putlara kucak açmak ahmaklıktır. Putperestliği tarih sayfalarına gömüp müntesiplerini Ebu Süfyan ve tayfasından ibaret sanmak sadece kendini kandırmaktır. Mevlana hazretlerinin dediği gibi, içinde put olmaya aday sayısız ‘şey’ barındıran bu dünya bir su’dur. Eğer üzerine çıkmayı başarırsan seni yüzdürür, eğer içine alırsan seni batırır. Bediüzzaman’ın dediği gibi pencerelerden seyredip içlerine girmemek lazımdır. Helal dairesine kanaat etmek, harama meyl etmemek, helali de şirk unsuru olabilecek hale getirip haramlaştırmamak lazımdır. Zira putların hiç biri haram maddeden imal edilmemiştir. Onları put eyleyen hammaddeleri değil kendilerine atfedilen değerdir.

‘ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim’
Asaf Halet Çelebi

 

*Bu yazı ilk olarak Kur’ani Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.

 

14/01/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Müslüman daima kârlıdır…

Müslüman, kararlı ve cesur insan demektir. Ne yapacağını, ne iş göreceğini hangi istikamete gideceğini, hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilir. Ne kuru gürültülere pabuç bırakır, ne de inandığı davadan döner.

Münkir ise kararsız ve korkaktır. Hadiseler onu kısa zamanda değiştirir. Bazen devrimci, bazen sosyalist, bazen şu veya bu kılık altına girer, inanmadığı şeyleri müdafaa edecek kadar şuursuzlaşır ve sadece menfaatine tapar.

Müslüman, belli bir hayat görüşüne bağlıdır. Asırlardan beri inandığı dava uğruna güçlüklere göğüs germiş, karanlık devirlerden yılmamış, çekinmemiş, teslim olmamıştır.

Münkir ise hangi hayat görüşüne bağlıdır, bilinmez. Hiçbir davaya, sisteme fiilen bağlanmamıştır. En küçük bir baskı karşısında heyecanına mağlup olur. En ufak bir imkânı muarızının aleyhine kullanmakta tereddüt etmez. Kuvvetli olduğu zaman gaddar, zayıf olduğu zaman riyakârdır.

Müslüman, her şeyi Allah’tan bilir. Bütün hadiselerde kader-i ilahinin bir payı olduğunu anlar, sebeplere tam tevessül eder, sonra da Allah’a tevekkülü vazifesinin bir şartı sayar. Tebliği esas kabul etmiştir. Tesir ettirmek, halklara kabul ettirmek gibi bir iddiası yoktur. Bu bakımdan rahat ve huzur içerisindedir, daimi bir faaliyet halindedir. Müslüman, İslam gemisinde tayfadır. Geminin hareketleriyle hiç meşgul olmaz. Düşünür ki bu geminin kaptanı var. Gemiyi o yönlendirir. “Ben kendi vazifeme bakarım.” der, rahat eder.

Münkir ise kâinatta cereyan eden her şeyi tesadüf zanneder. Kevni hadiseleri, sağır tabiata, kör tesadüfe verir. Böylece en aciz, en camid mahlukları rab tanır. Daima kendisini başkalarına beğendirmek, başkalarını tesir altına almak sevdasındadır. Bunda da muvaffak olamadığı için daimi bir azap içerisinde kıvranır durur.

Müslüman, hayatı bir hizmet ve ubudiyet olarak kabul ettiği için, onu yegâne gaye ve maksat edinmez. Çünkü Müslüman Allah’ın kölesidir. Uhrevi emel için çalışır. Peşin ücretleri değil, istikbaldeki mükâfatları düşünerek hareket eder. 21. Mektup’ta denildiği gibi, “Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Münkir ise hayatı bir mücadele olarak gördüğü için daimi bir cidal halindedir. Her şeyin dünya ile beraber elinden gideceği kanaatine saplandığı için de, “gün bu gün” diyerek, yaşadığı süfli hayatı kâr zanneder.

Müslüman, ölümü terhis tezkeresi bilir. Kabre sevinçle bakar. Berzahı, akrabalarına, dostlarına, evliyalara kavuşmak için bir seyrangâh olarak itikad eder, öyle de muamele görür.

Münkir ise ölümü yokluk ve hiçlik olarak bilir. Mezara dehşetle bakar. Berzahı kapkaranlık zanneder. Onu, ebedi bir firak ve helak bildiği için, neticede o muameleye tabi tutulur.

Demek oluyor ki, Müslüman daima kârlıdır. Malını kaybetse sadakadır, canını kaybetse şehittir. Ayağına diken batsa günahına kefarettir. Hastalansa sevabı artar. Haramlardan kaçarak dünyasını cennet eder. İman ederek ebedi saadete nail olur.

Dünyanın hiçbir hadisesi, küfrün hiçbir tasallut ve tecavüzü, onu bu azim kârdan mahrum bırakamayacağı gibi, hizmetten de alıkoymaz. Müslüman, şu veya bu yollarla yapılan tehdit ve baskılara bakarak değil, Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine göre vazifesini ikmal eder, kulluğun hazzını tadar…

Bakınız Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Sabah namazının esintileri ve halkla ilişkiler

Sabah namazını kılarken beynimde şimşekler çaktı. Bir an aklım ve kâinatım aydınlandı. Sevincime, hazzıma ve huzuruma diyecek yoktu. Dilim, “Elhamdülillahi Rabbilalemîn” (1) derken, aklım da nefsime: “Sen sadece seni terbiye eden Zât’ın huzurunda değilsin; sen, âlemleri terbiye eden Zât’ın huzurundasın. Yani senin Rabbin, aynı zamanda görünen ve görünmeyen bütün varlıkların Rabbidir. Öyleyse Allah’ın düşmanları ve inkârcıları hariç, bütün varlıklar senin kardeşin, zikir ve ibadet arkadaşındır. Kardeş kardeşe zarar vermez. Arkadaş arkadışını yardımsız, desteksiz ve duasız bırakmaz. Sen âlemlerin Rabbinin kulu olma şeref ve nimetine layık görülmüşsün. İnsan olan bu nimeti teşekkürsüz bırakmaz. Namaz kılar, namazda da ibadetini, duasını ve dilekçesini Allah’a sunar, hem kendisine, hem de kardeş ve arkadaşlarına Allah’dan yardım ister: “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım isteriz,” (2) der.

Madem Allah âlemlerin Rabbidir, öyleyse âlemler sayısınca takdire, hamde ve övgüye de ancak o layıktır. Çünkü âlemleri yaratan, yürüten, yöneten, yediren, içiren, büyüten, yaşatan O’dur. Bu işi kim yapıyorsa elbette hamd ve övgü de onun hakkı olacaktır.

Allah Teâla, hem âlemlerin sayısınca övülmeye layıktır; hem de her an övülmeye, layıktır. Çünkü O, her an övülmeye layık işler yapmaktadır. İnsana gelince, o da her an Allah Teâla’yı övmeye layıktır. Çünkü Allah’ın her an devam eden en önemli, en kıymetli nimetleri insana, insanın sofrasına akıp gelmektedir.

Tesbihatta 33 defa “Elhamdülillah” demekle ve tekrar eden namazlarımızla güya biz, “Allahım! Senin tekrar eden nimetlerine, tekrar tekrar hamd etmek istiyoruz,” diyoruz ama ne mümkün! Sayısız tekrar eden nimetin yanında 33 tekrarın sözü mü olur? Layıkıyla karşılık veremediğimiz açık. Çünkü biz, namaz kılıyoruz, tesbihlerimizi çekiyoruz, yoruluyoruz, duruyoruz, Allah’ın tebrik, takdir ve hamde layık nimetleri hiç durmuyor, hep devam ediyor. Buradan da anlıyoruz ki, Allah’ın hakkını ödemek mümkün değildir.

Bunun içindir ki Hamidlerin Reisi, Kâinatın Efendisi (s.a.v) bile kâinat çapındaki hamdini takdim ettikten sonra: “Ey Mahmud-u Mutlak! Senin hakkın olan hamdi Sana takdim edemedim!” diyerek hüznünü, aczini ilan etmiş, affını istemiştir.

Biz de bunları bildiğimizdendir ki ayıp ve kusurumuzun altında eziliyor, büyük bir mahcubiyet içinde her namaz farzının arkasından tekrar tekrar estağfirullah estağfirullah estağfirullah diyoruz. “Sana layık olan namazı kılamadım, Senin hakkın olan Hamdi, şükrü, tesbihi, tahmidi, tekbiri ve takdiri Sana takdim edemedim; beni bağışla ya Rabbi!” diyerek çaresizliğimizi ilan ediyor, affımızı istiyoruz. “Peygamberimizin günde yetmiş kere, yüz kere tevbe ve istiğfarda bulunmasının (3) sırrını da böylece anlamış oluyoruz.

Kendini dahi terbiye edecek kadar kemali, cemali, marifet ve hüneri olmayan biri kalkıyor, karşısındakilerden hak etmediği övgüyü bekliyor. Böylelerini, sınırsız hamde layık olan Allah kınıyor ve çok acıklı bir azaba çarpılacaklarını haber veriyor. (4)

Ayet-i celile’ye (5) göre Allah, sadece beni terbiye etmiyor; aynı zamanda benim muhtaç olduğum her şeyi terbiye ediyordu. Yani her şeyi benim istifade edebileceğim hale getiriyordu. Nasıl hayret etmeyecek ve hayran olmayacaksın ve nasıl aşkla, şevkle hamd etmeyip nankörlük edeceksin? Ve sen Allah’ın nankörler için söylediği: “Kahrolası insan ne kadar nankördür o!” (6) “Ey insan! İkramı ve nimeti bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (7) hitabına nasıl dayanacaksın?

Allah, nimetlerini sayarken gökten yağmuru indirdiğini, yerden türlü türlü ürünleri çıkardığını, dikkatlerimize sunduktan sonra bunlardan bir kısmı size, bir kısmı hayvanlarınıza (8) diyerek beni düşündüğü gibi, benim atımı, öküzümü, ineğimi koyunumu ve tavuğumu da düşünmüştür. Görüyorum ki bana hazırladığı şu sarayda ilgilenmediği, bakımını yapmadığı, ihtiyacını karşılamadığı hiçbir şey yoktur. Havanın, güneşin, denizlerin, toprağın bütün bir kâinatın bakımını yapıyor.

İçimden gelerek diyorum: Kul olunca işte böyle bir Padişah’a kul olacaksın. Hayran ve aşık olunca işte böyle bir Sevgiliye aşık ve hayran olacaksın. Kurban olunca işte böyle her şeyi sana kurban edene, kurban olacaksın.

Bu duygu ve düşüncelerle ikinci rekâta kalktım. Tam bir sevinçle, büyük bir iştiyakla Elhamdulillahi Rabbilalemin, dedim ve diyorum. Ebediyyen demeye de devam edeceğim. Her zaman Onun kulu olduğumu ilan edeceğim.

Aklımla kâinatı kuşattım, her şeyi aklımın ortasına koydum ve her şey adına “İyyake Nabudu ve iyyake Nestaîn.” yani Ey âlemlerin Rabbi ve benim Rabbim! Sadece Sana tapıyor ve yalnız Senden yardım istiyoruz.” dedim. Bütün kâinatla beraber namaz kıldığımı veya namazımla onların namazına iştirak ettiğimi fark ettim. Sadece kendime değil, Adem (a.s) dan kıyamete kadar gelecek olan bütün mümin kardeşlerime, aileme, dine hizmetteki arkadaşlarıma, kırdıklarıma, kırıldıklarıma, hatta bitkilere, hayvanlara, cansız varlıklara, ahlaklılara, hatta ahlaksızlara, hatta kâfirlere, kısaca bütün bir kâinata dua ettiğimi fark ettim, beni her şeye, her şeyi bana dua ettirene bir kere daha hayran oldum.

Fatiha’nin “İhdinassıratalmüstekîm=Bizi dosdoğru yola ilet” ayetiyle de Müminlerin nimet ve iyiliklerinin artmasına, kâfirlerin ve ahlaksızların hidayete kavuşmasına ve ahlaklı olmalarına dua ettiğimi anladım.

Bu namazımda bir şeyi daha anladım: Hak’la ilişkisi güzel olanın halkla ilişkisinin de güzel olacağını, namaz kılan müminin diğergam olduğunu, kendinden başka her şeyi ve herkesi düşündüğünü, düşünmesi gerektiğini, kılmayanın ve inanmayanın kimseyi düşünmediğini ve düşünemeyeceğini.

Düşündüm… Yokluktan kurtulup varlık alemine çıktığıma, taş olmaktan kurtulup canlı olduğuma, hayvan olmaktan kurtulup insan olduğuma, insan olmaktan kurtulup Müslüman olduğuma, namazsız ve ahlaksız Müslüman olmaktan kurtulup güzel ahlaklı ve namazlı bir Müslüman olduğuma, cahil bir Müslüman olmaktan kurtulup alim, arif ve ihlaslı bir Müslüman olduğuma, en mükemmel halkla ilişkiler kitabı olan Kur’an’a talebe, en mükemmel halkla ilişkiler uzmanı olan Peygamberimize ümmet ve bu yüksek hakikatlere muhatap bir fert olduğuma şükrettim.

Allah’ın nimetlendirdiği kimselerin yolunda ve kafilesi içinde olduğuma, azıp sapanların, Allah’ın azabına ve gazabına çarpılanların (9) yolunda olmadığıma şükr ettim.

Bunlardan mahrum insanlardan biri de ben olabilirdim. Af buyurunuz, tuvaletlerde, yolların kenarlarında, milletin gözü önünde ayakta işeyecek kadar edepten ve hayadan yoksun insanlardan biri de ben olabilirdim. Eli silahlı bir eşkıya, canlı bomba bir terörist; alkol alan, trafiğe çıkan bir canı, aldatan bir dolandırıcı, sahtekâr bir tüccar, hain bir eş, hain bir arkadaş, hain bir vatandaş, inkârcı bir ateist, iki yüzlü bir münafık da ben olabilirdim. Böyle olmadığım için Elhamdulillahi Rabbilâlemîn, dedim.

Beden temizliğini, elbise temizliğini ve mekân temizliğini, diş fırçasını ve tuvalet adabını yedinci asırda keşfederek insanlığa öğreten bir Peygamber’le, bir dinle büyük insaniyet olan İslamiyet’le tanışmamış biri de ben olabilirdim. Böyle olmadığım için Elhamdulillahı Rabbilalemîn, dedim.

Yaptığı bir yanlıştan dolayı bin ah çeken, vicdan azabıyla kavrulan, kırdıklarına barış elini uzatan, kırıldıklarını affeden, herkesin iyiliğini düşünen, yaratılmışı Yaradan’dan ötürü seven bir Müslüman olduğuma şükrettim. Sabah namazının bereketli esintileriyle beni baş başa bırakan, huzuruna kabul eden Âlemlerin Rabbine âlemlerin hamdini takdim ettim.

Vehbi Karakaş

DİPNOTLAR:

1-Fatiha, 1 / 2

2-Fatiha, 1 / 5

3-Bkz. Buharî, Daavat, 3;

4-Bkz. Al-i İmran, 3 / 188

5-Fatiha, 1 / 2

6-Abese, 80 / 17

7-İnfitar, 82 / 6

8-Bkz Abese,

9-Bkz. Fatiha, 1 / 7

Bediüzzaman’ın Hafızası

Çok iddialı bir başlık değil mi? Bir çay bardağının koca bir bahr-i muhit-i okyanusu ölçmesine benzer. Ama ölçer mi, ölçmese de bir yorum imkânı verebilir mi?

Ben de siz de düşünelim. Bediüzzaman’ın eserlerinden hareketle o sonu gelmez hafızanın hakkında mülahazalar yapabiliriz. Sadece konuşmak değil örnek metinlerden hareket edeceğiz. Mu’cizat-ı Kur’an’iye isimli eserin tamamı o büyük hafızanın bazı görüntülerini almış. İkinci Şule’de şu cümleye bakalım: “Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın heyet-i mecmuasında,

Raik bir selaset
Faik bir selamet
Metin bir tesanüd
Muhkem bir tenasüb

Cümleleri ve heyetleri mabeyninde ulvi bir tecavüb olduğunu ilm-i beyan ve fenn-i maani ve beyaninin Zemahşeri, Sekkaki, Abdulkahir-i Cürcani gibi binlerce dahi imamların şehadetiyle sabit olduğu” (Sözler, 448)

Bu cümlenin sahibinin Kur’an’ın haritasını gören bir ihatası ve hafızası vardır.

Bu sözü söyleyen Kur’an’ın bütünü gören şahıstır. Kur’an’ın 6666 ayetini birden gören ve onlarda raik selaset, faik selamet, metin tesanüd, muhkem tenasüb, ulvi tevavübü genelinde gören ve yorumlayan bir hafıza ve zekâ vardır. Bu kelimelerin anlatamayacağı bir büyüklüktür.

İkinci Şu’le devam eder

Bu beş değişik özellik bir metinde düzen içinde genel tenasübü bozmayacak şekilde ifade edilmiştir, bunu da görmek ve ifade etmek aynı derecede zor.

Her surenin iniş nedeni nüzul nedeni farklı olduğu halde, onlar öyle birbiri ile dayanışma halindedir ki sanki iniş nedeni birdir, Kur’an bazı olaylara farklı ve tekrar tekrar cevap olduğu halde cevaplar o kadar iç içe girmiş, o kadar birbirine kuvvet verir ki sanki tek sualin cevabıdır.

Hem Kur’an değişik sayılarda, farklı farklı hadiselerin hükümlerini beyan için geldiği halde, öyle tam bir intizamı gösteriyor ki, bir hadisenin beyanıdır.

Hem farklı ve çeşitli halette muhatapların anlayışlarına göre uygun üslublarda hepsinin zihin derecelerine göre tenezzül ettiği halde, öyle güzel bir benzerlik ve güzel bir akıcılık gösteriyor ki güya haller birdir, bir anlayış derecesidir, su gibi akar bir selaset ve akıcılık gösteriyor.

Hem o Kur’an birbirinden uzak, sayısız muhatapların sınıflarına yönelik konuştuğu halde, öyle bir beyan kolaylığı, düzgün ve kurallı sözlerden oluşan bir nizamı, bir kolay anlatışı vardır ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki gölgesiz ve engelsiz muhatab kendisidir.

Hem Kur’an değişik ve birbirine derc olmuş irşadi bazı gayelere kavuşturmak ve hidayet etmek için nazil olduğu/indiği halde, öyle bir doğru istikamet, doğru hedef, öyle dikkatli bir denge, öyle bir güzel intizam vardır ki güya maksat birdir.

İşte bu sebepler karışıklığın nedeni iken, Kur’an’ın mu’cize beyanında akıcılık ve tenasübünde uygunluğunda kullanılmışlardır. Bu cümleyi kurmak ve ifade etmek bir büyük zekâ ve hafıza olduğu kadar, Kur’an’ın bütününde bunları tespit etmek daha müşkül bir meseledir. İşte Hadi-i azam bu demektir, bu cümleyi kuran adam Hadi-i azamdır. Bu cümleyi tüm zamanlar içinde kimse kurabilir mi? O da ayrı bir mesele.

Bahsin son paragrafında yine aynı hafıza, yorum, hayal gücü ve ihata konuşur. “Evet, kalbi sakamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim bir adam, Kur’an’ın beyanında güzel bir selaset, rana bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür.

Hem basiresinde selim bir gözü olan görür ki Kur’an da öyle bir göz vardır ki, güya o göz bütün kainatı zahir ve batını vazıh, göz önünde bir sahife gibi görür.” (Sözler, 449)

Burada göz ve görmek ile ilgili harika bir cümle kurmuş.

Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Göz asgari düzeyde eşyanın güzelliğini görür. Ve daha birçok gözle ilgili imajların şahikasında bu göz imajı yatar. Bu gözü gören göz de onun gözüdür. Düştük bir okyanusa sahile var ey kalbim.

Şimdi hazır olalım son cümle ne kadar azametli:

“İstediği gibi çevirir. İstediği bir tarzda o sahifenin manalarını söyler.

“Şu birinci Nur ‘un hakikatini misaller ile tavzih etsek, bir kaç mücelled lazım”. Birkaç cilt eser ile bu paragraflar örneklenebilir, o örnekleri gören de onu yorumlayan da o, seni anlatamadık Üstadım. Sevenler bir âlem, sevmeyenler bir âlem. Elimde şaşkın kalem, neyleyem ?

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer