Kategori arşivi: Yazılar

Gemideki Yükü Sırtında Taşımak

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi,30)

Bütün yarattıklarını düzenle ve dengeyle idare eden Yüce Allah, Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık (Kamer Suresi, 49) ayetiyle haber verildiği gibi,  tüm varlıkları kaderleriyle birlikte yaratmıştır. Belirlenmiş kader dışında, iyi veya kötü hiçbir olayı engellemeye hiç kimse güç yetiremez; çünkü ayette de bildirildiği gibi,  …Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzab Suresi, 38)

Allah’ın hayat rehberi olarak indirdiği Kur’an’ın ayetlerinden habersiz olan ve toplumda yerleşik yanlış bilgilere sahip kişilerin en büyük yanılgılarından biri, kader konusudur. Kur’an’dan uzak oldukları için, kaderi gerçek anlamda bilemeyen bu kimseler, kaderi kavramanın verdiği rahatlık ve huzurdan da mahrum kalırlar.

Kader, geçmişte olmuş, bugün yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacak olan herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı Allah’ın en ince detayına kadar bilmesi ve kontrol etmesi demektir. Her insanın hayatı boyunca yaşayacağı her şey, Allah Katında o daha doğmadan belirlenmiş ve planlanmıştır. İnsan, yaşamı boyunca Allah’ın kendisi için dilediğinin dışında bir olayla karşılaşmaz. Kur’an’da, Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52-53) âyetiyle de kader konusunun iç yüzü bildirilir.

İnsan dahil, yarattığı tüm canlıların ve olayların Kendisinin kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamakta oldukları gerçeğini Yüce Allah bir başka Kur’an âyetinde şöyle haber verir:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

…Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir (Ahzab Suresi, 38) hükmü gereği, insanın kaderinin dışına çıkması asla söz konusu olamaz. Kişinin yaşadığı kötü gibi görünen her olay ve gösterdiği tepki de Allah’ın belirlediği ‘takdir edilmiş kader’dir; kısacası o da Allah’ın emridir. Bu yüzden tüm insanlar kaderlerine teslim olmuşlardır.  Ayette de bildirildiği üzere, istese de istemese de herşey Rabb’ine teslim olmuştur ve kaderinde olanı yaşar.

…Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa  göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)

Müminler, dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak, Yüce Allah’ın insanları hem hayırla hem de şerle denemekte olduğunun bilincindedirler. Bu önemli sır,  Kuran’da,  “...Biz sizi şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi 35) ayetiyle haber verilir.

Dinden uzak yaşayan insanlar ise, karşılaştıkları her olayı zahiri yönüyle değerlendirirler. Bu durumu Allah, Rum Suresinin 7. ayetinde, Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.” buyurarak haber verir. Mümin ise olayların zahirine aldanmaz, ardında gizlenen hayırlara, hikmetlere bakar. Çünkü, “...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216) hükmü gereği her olay, insanın görebildiği ve göremediği birçok hikmetle birlikte yaratılır.

Allah’tan korkup sakınan bir mümin,  zahirinde ne görünürse görünsün, yaşadığı olayların ardında kendisi için çok büyük hayır ve güzellik gizli olduğunu bilir. Hatta her olay kendi aleyhinde gelişiyor gibi görünse dahi mümin, kendisi için gerçekleşecek olan hayırları bekler. Rabbimiz, Kendisine sığınanları, arınmayı ve hoşnutluğunu dileyenleri mutlaka yardımıyla destekler. İnanan insan, Kuran’da Hz. Yusuf’un sözlerinde de bildirildiği gibi, ‘Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir’ (Yusuf Suresi, 100) diyerek, Allah’a güvenip dayanır. Olayları yaratan Rabb’imizdir ve O, yarattığı insan için neyin iyi kötü olduğunu en iyi bilendir. Bunun aksini düşünmek Allah’ın kadrini gereği gibi takdir edememek olacaktır ki, bu da insanı kayba sürükler.

Ancak inanan insan, Allah’ın yarattığı bir musibet isabet ettiğinde, hiçbir şey yapmadan sonucu beklemez. Bir bela karşısında fiili anlamda hiçbir şey yapmadan, konuyu Allah’a bırakmak şeytani bir tevekkül olur. Mümin, bir zorluk durumunda fiili dua mahiyetinde sebeplere de sarılır. Çünkü Rabbimiz, yalnızca sonucu değil, sebepleri de yaratmaktadır.

Kader kavramının bilincinde olmak, Allah’a tam teslim olmamızı sağlayacaktır; çünkü insan gereksiz yere korkular yaşar, hayatını zorlaştırır. Bediüzzaman kader konusunu, gemideki bir insanın, gemi giderken yükünü omzuna alıp, sırtında taşımasına benzetir. Oysa gemi o yükü zaten götürmektedir; kişi yükü sırtına taşıyarak boşuna kendine eziyet eder. Özetle; her iş olacağına, yani Allah’ın belirlediği şekilde bir sonuca varır ancak insanlar boş yere tedirgin olup acı çekerler.

Kötü İle Kıyaslamak

Birçok insan, Allah’ın herşeyi kendileri için özel olarak yarattığını düşünmediğinden, kendi durumunu başka kişilerle kıyaslar. Kendisinden kötü durumdaki kişilerden örnekler vermek, Allah’ın herkes için bir kader belirlediğini, kendi kaderi içinde –eğer kişi samimiyse- mutlaka herşeyin lehinde ve en güzel şekilde yaratılacağını düşünmemesi anlamına gelir.

Bu gerçekleri tam olarak kavrayamayan kişiler, “kaderde herşey belirlenmişse, dua etmeye ne gerek var?” diye düşünebilirler. Oysa dua, gerçekte bizi kaderimizde var olana doğru yönlendirir. Duasını yapmamız, Allah’ın icabet edecek olması anlamındadır. Kaderimizi takdir eden de, bize dua etmeyi ilham eden de Allah’tır. İmam Rabbani bu konuda şöyle söylemektedir:

“Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez.”

Başına bir musibet geldiğinde,  kader gözüyle bakıp, “Allah’tandır” diye düşündüğünde insan rahat eder. İman sahibi, “Allah’ın kaderi ne güzel, sonu hayır olacak” şeklinde düşünmelidir. Ancak Allah’ın bunu diyebilecek gücü vermesi için de dua etmelidir. Ve bu dua bir kez değil, sürekli olmalıdır.

Fuat Türker

www.NurNet.Org

Bediüzzaman Hakkında Kısa Kısa…

Asrın Müceddidi Bediüzzaman

Cenab-ı Hak asırlar boyunca dini tecdid eden ve karanlıklı, girdaplı yollarını tenvir eden müceddidler gönderiyor. İşte bu şeref ve fazilete nail olan zatlardan birisi de Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Bediüzzaman Said Nursi, Bitlis vilayetinin Hizan kazasının Nurs köyünde, 1876 yılında doğdu. Babasının ismi Mirza, annesinin ismi Nuriye’dir. Ailenin yedi çocuğundan dördüncüsüdür. 84 yıla sığdırdığı çileli hayatının her anını iman ve kur’an hizmetiyle geçirmiş nadire-i hilkat bir alimdir. Ama O’nun ilmi diğer alimlerin ilminden farklıydı.Hayatına ve eserlerine baktığımızda ilminin kesbi olmayıp, vehbi olduğunu her satırında görebiliyoruz.

Said Nursi bir gün rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Bu esnada Peygamber Efendimizi(sav) ziyaret etmeyi arzu eder.Peygamberimizi nasıl ziyaret edebileceğini düşünürken, gidip sırat köprüsünün başında beklemek aklına gelir.

Bütün insanlar buradan geçer ve Peygamber Efendimiz de buradan geçerken ziyaret edip elini öperim, diyerek sırat köprüsünün başında bekler. Orada bütün peygemberlerle görüşür ve onların elini öper. Nihayet son peygamber Hz.Muhammed (sav)’in ellerine kapanır ve O’ndan ilim talep eder. Hz.Peygamber (sav):’Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana İlm-i Kur’an verilecektir’ diye müjde verir.Heyecan ve sevinç içinde uyanır.

İlme ziyade meftun olan Said Nursi’de, bu rüya üzerine ilme ve ilim tahsiline şiddetli bir iştiyak uyanır.Bu sebeple köyünden ayrılıp ilmi tahsile çıkar. Çok kısa zamanda medreselerde okutulan ilmi tahsil eder. Aynı zamanda 90 cilt kitabı da hafızasına alır. Hıfz ile zekanın bir arada bulunması nadirdir.Lütf-i ilahi ile ikisi de Said Nursi’de cem olmuştur ve zamanın alimleri tarafından Bediüzzaman (zamanın garibi) adıyla yadedildi.

Bediüzzaman’ın en önemli özelliklerinden birisi de, sadece din ilmini değil, aynı zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimleri de tahsil etmiş olmasıdır. Zaten asıl gayesi de fen ilmiyle din ilmini bir arada okutmaktı.

”Aklın nuru fen ilimleri kalbin nuru din ilimleri, ikisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar.Birbirlerinden ayrıldıkları vakit, birincisinden hile ve şüphe, ikincisinden de taasub(körü körüne bir şeye bağlanma) ortaya çıkar.”

Bediüzzaman islam aleminde yeni bir irşad ve tebliğ hareketi başlatmıştır. O, maneviyat aleminde bir sultan olduğu gibi, irşad aleminde bir müceddiddir. İnsanlığı kuşatan, gençliği kasıp kavuran imansızlık ve ahlaksızlık cereyanları gibi bütün küfür ve dalalet buzlarını eriterek, bu asrı ilim ve irfanıyla saadet ve selamete çıkaran bir güneştir. Anadolu’nun ıssız ve tenha bir köşesi olan Nurs köyünün ufkunda doğan bu güneş, bütün dünyaya yayılarak paslanmış vicdanları, çorak çöllere dönmüş fikir ve kalpleri cennet bahçelerine çevirdi.

Bediüzzaman Van’da iken, Tahir Paşa gazetede çıkan müthiş bir haberi göstermiş. Haberden anlaşıldığına göre İngiliz Müstemleke Nazırı Gladstone elindeki Kur’an-ı Kerimi göstererek şöyle demiş: ‘Bu Kur’an müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalı veya müslümanları ondan soğutmalıyız.’Bu müthiş haberi okuyan Bediüzzaman ”Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.” deyip hayatı boyunca mücadele edip vecizane söylediği sözü isbat etti ve şöyle diyordu:

Bir tek gayem var. O da mezaristana yaklaştığım bu zamanda, islam memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşların seslerini işitiyoruz. Bu ses alem-i islam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum.” (Şualar,s.427)

O bereketli ömrünü hep iman kurtarmak ve imansızlık hastalığını tedavi etme faaliyetleriyle geçirmiştir. Asla kendi rahat ve menfaatini düşünmemiş, 28 sene hapse sürüklendiği, 21 defa zehirlendiği, sebepsiz yere türlü türlü işkencelere maruz kaldığı halde, bakalım bu yüksek hamiyetli zat, sarsılmaz imanıyla, tarife sığmayan cehd ve gayretiyle neyi düşünüyor?: ”Bana ızdırap veren, yalnız islamın maruz kaldığı tehlikedir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkatlere maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selamette olsa.’ Ve yine şöyle der:

Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar.Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.

Çekmediğim cefa, görmediğim ceza kalmadı. Divan-ı harpte bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildim.Defalarca zehirlendim.Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım .Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı saadet ve selameti yolunda nefsimi ve dünyamı feda ettim .Helal olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur hiç olmazsa birkaç yüz bin, birkaç milyon kişinin, adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon savcısı beşyüzbin demişti. Belki daha ziyade imanı kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selameti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.”

İşte insanı en çok meftun eden O’nu o külli şeref ve mertebeye yükselten meziyetlerden biri de güneş gibi parlayan sağlam imanıdır.

Ne yazıktır ki, bağrımızdan fışkırmış, bu millete şeref kazandırmış, karanlıkta kalmış gönüllerimizi aydınlatmış, Hak yolundan sapmış, dalalette boğulmuş insanları dalaletten kurtararak Hak yoluna getirmiş bu nurlu, faziletli, vatanperver, iffetli ve gayretli zat, bizden hürmet yerine sadece türlü türlü işkence ve zulüm görmüştür.

Fakat O, bundan hiçbir zaman yılmamış, bir adım bile yolunu değiştirmemiştir.Aksine O, hakkalyakin derecesinde inanmış ki, mücadelesiz, ızdırapsız ve fedakarlıksız hiçbir dava kök tutmaz. Bu inanç ve gayretle hizmetine devam etmiş ve şu an milyonları aşan hakiki ve sadık talebeleri bütün dünyaya Kur’an’ın sönmez nurunu karanlık gönüllerde birer meşale gibi yaymış ve aydınlatmış.S öndürülmek için yapılan tazyik ve işkenceler, nurunun daha ziyade parlamasına neden olmuştur. Allah’a binlerce kez şükürler olsun.

Bediüzzaman’ın kitaplara sığmayan bir derya gibi hayatının bir damlasını bile olsa acizane ifade etmeye çalıştım. Fakat Bediüzzaman’ı tam olarak anlayabilmek için mutlaka ilim deryası olan eserlerini okumak gerekir.

Mehmet Naci Sönmez

www.NurNet.org

GENÇ’ken Tadılacak 50 Lezzet!

  • Hacer-ül Esved’i öpmek…
  • Sahura taze pide alıp, gelene kadar yarısını yemek…
  • Allah Rasulü’nün yanıbaşında Cennet Bahçesi’nde sıkışa sıkışa namaz kılmak…
  • Aç olduğun halde başka bir kardeşine yemek yedirmek…
  • Kabe’yi ilk gördüğünde hangi duayı edeceğine dair güzel bir kafa karışıklığı yaşamak…
  • Ülkemizi ziyaret eden turistlerden birine güzelce İslam’ı anlatmak ve o kişinin Müslüman olmasına vesile olmak.. Bunun ardından da Peygamber Efendimiz’in şu sözlerini hatırlayıp şükretmek: “Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.
  • Gece herkes uyurken tatlı yatağından kalkıp ibadetin zevkine varmak, uyuyanlara da dua etmek, hatta “onların defterine bir şey yazılmıyor, acaba benim defterime şimdi ne yazılıyor” diye derde düşmek…
  • Haklı olduğun halde susarak melekleri kendi safına davet etmek, Allah’ı vekil kılmak…
  • Eyüp’te sabah namazı kılmak, ardından simitle kahvaltı yapmak…
  • Kabe’nin kapısının eşiğine varıp “kapına geldim Allah’ım” diye sarılmak, sonra örtüsüne yapışıp ağlamak, ağlamak, ağlamak…
  • Üsküdar’daki Hüdayi Vakfı’nda gariplerle birlikte karavanadan yemek yemek…
  • Bir hafta da olsa bir Afrika ülkesinde bulunmak, oradaki kardeşlerimizle göz göze, diz dize gelmek…
  • Kuş sesleri eşliğinde çimlerin üzerinde huşu ile namaz kılmak…
  • Bir Kur’an tefsirini baştan sona tefekkür ederek okumak…
  • 30 Ramazan’ı 30 ayrı camide kılmak…
  • Kur’an’ı Kerim’i hatmetmek (Ezberlediyseniz size başka lezzete gerek yok…)
  • Hizmetten yorgun düşmüş bir bedenle yatağa girip, teheccüde kalkma planı yaparken uyuyakalmak…
  • Sükût sohbeti yapmak…
  • Çanakkale Sargıyeri’nde gece cemaatle namaz kılmak…
  • Size kötülük yaptığı hâlde o kişiye iyilik yapmak ve şu ayeti kerimenin bahsettiği tarifsiz lezzeti yaşamak: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet 34)
  • Arefe günü Arafat’ta ümmete ağlayarak dua etmek…
  • İftar vakti herkes orucunu açarken iftariyelik dağıtmak…
  • İmanın halavetini kalpte hissetmek ve “iman varsa her zaman imkan da vardır” diyebilmek…
  • Herkesin birbirinin kusurunu gördüğü şu hengâmede Musa Topbaş hazretlerinin şu sözlerinden hisse alıp onunla amel edebilmek: “Cenâb-ı Hakk’ın, bir kuluna en büyük nîmetlerinden biri, o kuluna aczini bildirmesidir. Bu mâneviyat yolunda kazandığım belki de en büyük nîmet, hatâlarımı görmem oldu. Rabbime karşı müflisliğimi idrâk ettim. Böylece kimsenin hatâsını görmeye ve onunla uğraşmaya tâkatim kalmadı. Hamdolsun, bütün bunların şükrü içindeyim…
  • Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) rüyada görmek…
  • Sadece Allah’a olan sevgi ve saygıdan dolayı gözleri haramdan sakınmak ve bundan dolayı imanın helvadan daha tatlı olan tadını kalpte hissetmek…
  • Gece vakti Uhud Şehitliğini ziyaret etmek…
  • Reşit olduğundan bugüne kadar kavga ettiğin, cedelleştiğin, tartıştığın, dargın ayrıldığın bütün insanların çetelesini çıkarmak; onların ardından dua etmek. Mümkünse onları arayıp, kusurun varsa af dilemek…
  • Ravza’daki iftar sofralarına çuvalla ekmek taşıyıp, üç hurma ile iftar etmek, iftarı beklerken Ravza’nın bahçesinde, serin esinti ile ferahlamak..
  • Özel sakal-ı şerif bulup özel ziyaret yapmak…
  • Bir hastanın kişisel temizliği ve bakımı ile meşgul olup, onu ferahlatmak, sağlığın şükrünü bir nebze de olsun bu şekilde ödemek…
  • Bir defa olsun “Keşke Allah Rasûlü döneminde yaşasaydım da O’na inanan gençlerden biri de ben olsaydım, O’na destek olsaydım, ölene kadar O’nun yanında ve O’nunla birlikte bulunsaydım” diye içinden geçirmek… Tıpkı Horasan komutanlarından birinin içinden geçirdiği şu sözler gibi: “Keşke, bu ordumla birlikte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında yaşasaydım da, Uhud gibi savaşlarda bu ordumla O’nu korusaydım ve O’na yardımcı olsaydım.”
  • Allah ve Râsulü’nün anıldığı bir sohbette bulunmak ve orada “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar kendi aralarında merhametlidirler” ayetinden esintiler hissetmek…
  • İslamî değerlerin küçük görüldüğü, Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı bir ortamdan vakârla kalkmak onlara “Selamâ” deyip oradan ayrılmak…
  • Birbiriyle küsmüş iki kişiyi sadece Allah rızası için her yolu deneyerek barıştırmak…
  • Âmâ bir kimsenin kolundan tutup gideceği yöne doğru birlikte en az “40” adım yürümek ve ardından o kimseye “sen bize emanetsin, sen bize nimetsin” deyip ayrılmak…
  • Hodkamlığın ve bencilliğin altın çağını sürdüğü bu devirde diğerkamlığa ve hasbiliğe talip olup dertlilerin derdiyle dertlenmek, en az bir gönüle girmek…
  • Allah dostu olabileceğini düşündüğün bir meczupla teşriki mesaide bulunmak..
  • Mütevazı da olsa küçük bir kütüphane oluşturmak ve her daim enginlik ve derinlik peşinde olmaya çabalamak…
  • Birkaç arkadaşla birlikte “şu yetimin her türlü ihtiyacını karşılayacağız” diye niyet etmek ve Efendimiz’in mirasına sahip çıkacak olmanın mutluluğunu yaşamak…
  • Soldurmayacak olduracak bir şekilde aşık olmak…
  • Anne ve babaya ne yapıp edip “Evladım, ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun.” dedirtmek.
  • Kavramların, kelimelerin sonsuz yolculuğuna çıkmak ve özellikle Kur’anî kavramların tarif edilemez güzelliğinde hayatı anlamlandırmak…
  • Milli ve manevi duygularımızı içeren meşhur 5-6 şiiri ezberlemek…
  • Evvelâ imanı, takvası, sonra güzelliği, soyu ve malı seçkin olan biriyle evlenmek…
  • Bir yetimin çaktırmadan başını okşamak…
  • Harçlıklarımızdan ayırdığımız önemli sayılabilecek bir miktarı bir zarfa koymak, zarfın üstüne yardımı yapacağımız garibin adını “felanca beyefendi ya da hanımefendiye…” şeklinde yazdıktan sonra zarfı büyük bir saygı ve teşekkür hissi ile takdim etmek…
  • Arafat’ta tuvalet kuyruğunda bekleyip sıra gelince koşturarak gelen birisine sıramızı ikram etmek…
  • Sevdiğimiz kardeşlerimizin ara sıra ellerinden tutup, gözlerinin içine ta yüreğimizden gelen bir derinlik ve muhabbetle bakıp “kardeşim seni Allah için seviyorum…” demek…
  • Teheccüd vakti gürül gürül Kur’an okumak…

 

Kaynak: Genç Dergisi

Asrımızın Dört Büyük İlahı

Günümüzde insanların peşine düştükleri, mübtelası oldukları hatta bir putperest gibi taptıkları, günümüz insanının problemi haline gelmiş 4 büyük hastalık şunlardır;

1-Her çeşidiyle, Şirk ve hurafeler.

2-Haram mal yemek.

3-Zina ve envaı.

4- İçki ve uyuşturucu.

Bunların çözümü temelde fıtrilikten, fıtrata uygun hareket etmekten geçer.

Haram mal yemenin başında riba gelir. Günümüzde bankaların iyice artması ve farklı bir çok alternatif sunmasıyla, faiz, alınıp yutulan kolay bir lokma haline gelmiştir. Kuranda ve sünnette faizin haram oluşu, kebairden olduğu sarahaten bildirilmesine rağmen, günümüzde yaygın bir sistem haline gelerek dünyanın her tarafında mütedavil hale gelmiştir. Efendimiz’in beyanları çerçevesinde riba, Allahu Tealanın harb ilan etmesine sebebiyet verecek kadar tehlikeli bir davranıştır. Faize bulaşmak, Semavat ve arz, kabzayı tasarrufunda bulunan Cenabı Hakka karşı ilanı harbte bulunmak demektir ki, böyle bir harp de netice itibariyle helaket ve felaketlerle sonuçlanır.

Bir diğer açıdan Efendimiz, Yemesine içmesine, kazancına dikkat etmeyenin duasının da müstecab olmadığına işaret etmektedir.

Allah Rasulü “saçı başı dağınık, üzerinde sefer emaresi bulunan, Ya Rab, Ya Rab şeklinde dua eden ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram olan böyle birisinin duasına nasıl icabet edilir ki” buyurmaktadır.

İnsanı değerli kılan duasına icabet edilmesi olduğundan, duasına icabet edilmeyen kimse başıboş, kimsesiz ve değersiz kalır.

Günümüzde gayet derecede şayi, 2. bir problem olan harama nazar ve zinaya gelince, bu da fert ve toplumun dünya ve ukbasının mahv olmasına, insanın latifelerinin körelmesine, insandaki envarı tecellinin yok olmasına, basiretinin bağlanmasına sebep olan şeni bir fiildir. Bu açıdan müminler bunu işlemek şöyle dursun, bu şeni fiile yaklaşmaktan bile nehy olunmuşlardır.

Sakın zinaya yaklaşmayın! Çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur.”

Bu konuyla alakalı diğer bir ayet olan;

Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle! Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korumalarını söyle.Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.”

Ayet-i kerimesinde, dini vecibelerin hakkıyla yerine getirilebilmesi, şeytanın vesvesesinden ve şehevani düşüncelerden kurtulmanın yolunun, zinanın ilk basamağı olan nazarı terketmeye bağlı olduğu ifade ediliyor.

Efendimiz, zina ve harama nazarla ilgili muhtelif halleri şu şekilde tasvir etmektedir:

Ebu Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah, Adem oğluna zinadan nasibini takdir etmiştir. Hiç şüphesiz bu akıbete erişecektir. İmdi göz zinası bakmaktır, dil zinası da konuşmaktır. Nefis temenni eder ve iştahlanır. Tenasül uzvu ise bunu ya tasdik eder gerçekleştirir, yahut (bırakarak) yalanlar.”

Efendimiz Hz. Ali’ye

Ey Ali! Bir bakışın peşinden tekrar bakma (birinci bakışına ikinci bakışını ekleme)! Çünkü birinci bakış, senin hakkındır (kasıtlı olmadığı için birinci bakışında sana bir şey yoktur.) İkinci bakış ise, senin hakkın değildir (kendi isteğinle olduğu için ikinci bakışında sana günah vardır.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi 15-20 yaşlarında, Van’da Tahir Paşa’nın sarayında altı ay kadar kaldığı hâlde, onun kerimelerini bir türlü tanımıyordu, iki üç günlüğüne gelip o saraya misafir olarak yerleşen başka bir hoca ise kısa zamanda onları birbirinden tefrik etti, aynı şekilde 20-25 yaşlarında İstanbul’a geldiğinde, Çamlıca’da Yusuf İzzettin’le birlikte onun köşkünde kalırken, çoğu zaman geze geze Üsküdar’a inip, oradan kayıkla karşı tarafa geçerlerdi, Haliç’te kadın-erkek, çoluk-çocuk şarkı söyleyip saz çalmak için sahile döküldükleri hâlde, bir kerecik olsun göz kapağını kaldırıp onlara bakmıyordu.

Kendisine neden bakmadığı sorulduğunda da, kaçamak bir cevapla, “Ben âlim olmanın izzet ve onurunu koruyorum.” demişti. Oysa o, mehâfetullaha (Allah korkusu) ve mehâbetullaha (Allah saygısı) o kadar kilitliydi ki, hayatını sürdürdüğü kalb ve ruh ufkundan öyle şeylere bakılmazdı ve bakmadı. Bu konumda bulunan, tebliğ ve irşad vazifesini üstlenmiş kimselerin, harama nazarları dine, ilme, davaya, bütün mukaddesata karşı bir hıyanet sayılır ve bu durumda olan hain de hiç bir sırra vakıf olamaz.

İbni Abbas hz. konuyla alakalı “O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin sakladığı bütün şeyleri dahi bilir.” ayetini de harama nazar etmek şeklinde tefsir etmektedir.

Toplumu ifsad edip, toplumda onarılması, tamiri çok zor derin yaralar açan bir diğer sıkıntı da içki ve uyuşturucudur. Kur’an-ı kerim’de

Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız.”

şeklinde, şeytan işi bir pislik olarak anlatılan içki, hadislerde de çok ağır bir dille kınanmaktadır.

İçki mübtelası olan putperest gibidir.”

Bir diğer yönüyle içki içmek, diğer maasiden farklı olarak, insanın hayru hasenatının, salih amellerinin yok olmasına sebebiyet veren bir masiyettir. Efendimiz, içki içenin 40 gün namazının kabul edilmeyeceğini bildirmiştir:

Sarhoş edici bütün maddeler içki sayılır. Sorhoşluk verici bütün içkiler de haramdır. Kim onu sarhoş oluncaya kadar içerse, Allah onun kırk gün namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah dilerse bağışlar. Tekar içki içmeye başlarsa, Allah, bunlara tinetul-habal içirmeye ahdetmiştir. “Tinetu’l-Habal nedir?” diye sorulunca: “Cehennemliklerin (vücudlarından, çıkan) terleridir!” diye cevap verdi. İçkinin haram olduğunu bilemeyecek kadar küçük yaşda bulunanlara içki içirenlere de Cenabı Hak bu şekilde muamelede bulunacaktır.”

Ayrıca Efendimiz içki içilen sofraya oturmaktan da nehy etmiştir:

Allaha ve Ahiret gününe iman eden kimse içki içilen sofralara oturmasın.

herkul.org

Tefekkür

Tefekkür dergisini okuyordum. Bir an derginin ismi üzerinde durakladım. Tefekkür deyince akla ne gelir?

Hayâlımla münazaraya girdim.’’Hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider’’ Ben de Tefekkür üzerinde odaklaşmaya başladım.

Dedim ki: Tefekkür; Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu geniş bir sözdür. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsanın sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse, o kadardır.” Ben de bu kıt sermayemle bu umman denizine girmek istedimse de iktidarımı üstadın sözleriyle desteklemek istedim. En güzel söz kelam sahiplerinindir. Konuyu allâme-i cihan, Bediüzzaman Said Nursi’ye havale edip onun nazarıyla bakıldığında ‘’bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.’’

Üstad, tefekkürü iki şekilde izah etmektedir: Afakî ve Enfüsi tefekkür. 

Afakî tefekkür; Afakî malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden hali olamıyor. ’’Hem de afakî tefekkür dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun. Afakî meseleler; büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz malayani ve afakî işlerle meşgul eder, sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulme şerik olur.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.’’(Asayı Musa/4.mesele)

Enfüsi Tefekkür; İç dünyamızla ve âlemimizle ilgili nefis ve beden dairesinde yapılan tefekkürdür. Gafleti izale eder, evham ve ihtimallerden temizdir. Bediüzzaman şöyle izah etmektedir. ’’Evet, nasıl ki ehl-i tarikat seyr-ı enfüsi ve afakî ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar. Evet, ben Hülasatü’l Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i ilahiyeyi ilmen yakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Bu harika-ı san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mücize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek, fikirdir. İnsan kalben ve fikren hakaik-ı ilahiye ye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.’’(M.Nuriye)

Hadiselere zahiri bakıştan ise enfüsi bakış olan hikmet noktalarına mana-i ismi ile değil, mana-i harfi ile bakmak lazımdır Afakî ve içtimai hadiseler, nazarı enfüsten afaka dağılıyor. Her nedense içtimai ve afakî hadiseler de başıboş değildirler.’’Kâinatta tesadüf yoktur.’’ Hadiselerin hikmetlerini anlamak, asla sebeplere takılmamak lazımdır. Çünkü sebepler Allah’ın (cc) kudretine bir perdedir.

Böyle kutsi bir mes’eleyi tahattur ederken, tefekkürün önemi üzerinde düşünmeye devam ettim. Evet,’’Bir saat tefekkür bir yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır’’(Hadis). Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘’Hayal dairesi geniştir istediğin gibi içine girebilirsin’’ Ben de tefekkür-i Hayal yolculuğuma devam ettim. Gene, üstadımızın sözüyle: “İnsan bir yolcudur. Alem-i ervahtan, Rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ve ebedü’l-abad tarafına uzanan bir yolculuktur.” Böylece hayalimi nefsime çevirdim.

Çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık alemimin safhalarını tefekkür etmeye başladım.Eyvah..! Bir ömür tükettiğimi ihtiyarlık zamanımda fark ettiğimi anladım.

Niyazi Mısri’nın dediği gibi; 

“Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can atar gafil, binası oldu viran bi haber.

Dil bekası, hak fenası istedi mülkü tenim,

Bir davasız derde düştüm, ahki lokman bi haber. 

Bir ticaret yapmadım naktı ömür oldu heba,

Yola geldim lakin cümle kervan göçmüş bi haber. 

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip,

Dide gir yan, sine biryan, akıl hayran bi haber.”dedim.

Evet, İnsanın en parlak dönemi gençlik yıllarıdır. O yıllara bakıldığında: Kimi insanların; Mal, mülk, servet; evlat, ayal; makam ve mevkinin verdiği cüret ve sarhoşluktan dolayı heves ve hissiyat gafletinin zafiyetine düşer, zayıfken en güçlü, müşevveş kelam sahibi iken, itibar ve söz sahibi olur. Zamanla nimetler bir bir elden çıkınca, kuvvet gider, vücudunda arıza ve hastalıklar da oluşunca bu sefer geçmişte yaptığı kötülüklerinden pişmanlık duymaya başlar. Halk arasında yaygın bir söz var: “Ölünün kafası mezar taşına değdiğinde, eyvah! Ölü benmişim?” Der.

Acze ve fakra duçar olan insanlar da daha sonradan ölü gibi hatalarını anlar. Hayat ne çabuk geçti. “Küllü atin karibün” (Her gelecek yakındır.)  “Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“İhtiyarlık gelmeden önce, gençliğin kıymetini bil. Ölüm gelmeden önce, hayatın kıymetini bil.” Bu sözlerde anlaşıldığı üzere, İmkânlar elde iken kıymetini bilmek lazımdır. Elden çıktıktan sonra bir daha yakalamak zordur. Özellikle gençlik yılları nefis ve hevanın baskı ettiği bir dönemdir. Eğer o gençlik İmanla terbiye edilmezse önüne geçmek ve onu muhafaza etmek zorlaşır, muhakeme-i akliyeden ziyade kuvve-i gadabiye öne çıkar hem kendine hem de etrafa zararlı bir zehir gibi olur. Gençlerin kurtuluşuna tek çare Kur’an ve sünnete tabi olmaları ile olur. Kur’anın tefsiri olan Risale-i Nur, ehl-i imanın yaralarını tedavi eden bir iksir-i manevidir. Risale-i Nur, bu asırda en alî bir ders-i hakikat, en derin bir ilm-i akide, en yüksek bir marifet-i imaniye ve en hayatdar bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye’dir.”(Birinci nota)

Risale-i Nur, eczane-i Kur’aniye’den bir reçete-i imaniyedir. Gençlerin bu reçeteye tabi olmaları halinde hem imanlarını kurtarırlar hem de çevreye, memlekete ve devlete muti olurlar. Aksi takdirde bu günkü tasvip edilmeyen rezalet ve isyanların birer aktörleri gibi ortaya çıkar huzur ve asayişi bozarlar.

Bediüzzaman, hava ve hevesine düşkün olanlara şöyle bir açıklık getirmektedir: ‘’Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur; hayatın lezzetini kaçırır.’’(13.söz.2. Makam) gene “Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil.’’ demiştir.

Dünya hakiki zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, bir takım nimetleri tatsak bile, Üstadın buyurduğu gibi, “tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.”Alınan lezzet ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor. Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar saatlerce, aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.

 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (On Dokuzuncu Lem’a)

 Tefekkür, rahmet vesilesi olan bir düşünce olduğu için esası ve hedefi itibariyle güzel bir amel ve kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Kur’an-ı Hâkim zişuurlara şöyle sesleniyor: “düşünmüyor musunuz?”, “tefekkür etmiyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?”, “baksanıza!”, “düşünsenize!” diye insanı tefekküre davet etmektedir.

Bediüzzaman, “Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.” Demiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org