Kategori arşivi: Yazılar

Kur’an’da Geçen İlmi ve Fenni Tespitler

1- Kur’ân, anne karnında ceninin teşekkül ve gelişmesini anlatır: “Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, ……..yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim…” (Hac, 22/5) .

Başka bir yerde ise, kademe kademe anne karnında geçirilen safhalara dikkat çekilir: “Andolsun ki biz insanı, çamurdan meydana gelen bir öz ve süzmeden yarattık……..Sonra da onu başka bir yaratık olarak inşâ ettik (yani belli bir devreden sonra diğer canlılardan ayırarak istidâdına göre bir şekil verdik.” (Müminûn, 23/12-14).

Bir başka ayette ise; yine anne karnındaki değişik bir noktanın aydınlatıldığını görüyoruz: “Sizi annelerinizin karnında, üç karanlık içinde hilkatten hilkate (nutfe, alaka, mudğa) intikal ettirerek yaratmaktadır..” (Zümer, 39/6) Bilindiği gibi rahim, dışından içe doğru üç dokudan meydana gelir: Parametrium, Miometrium, Endometrium. Bu dokular, su, ısı ve ışık geçirmez zarları sarmıştır. Kur’ân bu dokulara (zulmet) diyor ve insanın bu üç zulmet içinde yaratıldığını ifâde ediyor.

2- Kur’ân, sütün meydana geliş keyfiyetini de süt gibi dupduru ve berrak olarak anlatmaktadır: “Doğrusu davarlarda da size deliller vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, halis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer..” (Nahl, 16/66)

3- Bir diğer mucizevî beyânı da, her şeyin bir erkek, bir de dişi olmak üzere çift çift yaratılmış olmalarıdır. “Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı.” (Yasin, 36/36) Canlılardaki erkeklik dişilik öteden beri biliniyordu; ama, otların, ağaçların “ve daha bilemedikleri nice şeyler” sözüyle atomlara, bulutlara kadar pozitif ve negatif çiftini ta’mim, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir.

4- Kur’ân, kâinatın hilkati mevzûunu da, yine kendine has üslupla ele alır: “İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi; biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık..” (Enbiva, 21/30) Kâinatın, bir bütünün parçaları ve birbirine numûne ve misâl tek hakikatin yaprakları olduğu anlatılıyor ve Kaliforniya çınarlarından insanlara kadar, vücudun dörtte üçünü teşkil eden suyun, hayatiyet ve ehemmiyetine parmak basılıyor.

5- Bütün kâinat içinde güneşin, ayrı bir ehemmiyeti vardır.“Güneş de kendimüstakarrı  içinde akıp gider. “ (Yâsin, 36/38)

6- Yine dört kelime, âlemşümûl bir meseleye dikkatimizi çekiyor.. “Göğü kendi ellerimizle (kudret ve irâdemizle) yaptık. Ve, Biz onu, devamlı genişletmekteyiz.” (Zâriyat, 51/47)

7- Bir diğer âyette ise, bu yaklaşma, uzaklaşma ve birbiri içinde dönüp durmadaki, itibârî kanuna dikkat çekilmektedir. “Allah O’dur ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti..” (Ra’d, 13/2)

8- Günümüzün aktüel meseleleri arasında mühim bir yer işgal eden, Ay’a seyahat mevzuu da bir işâretle hissesini alıyor. “Dolunay şeklini alan Ay’a kasem ederim ki, siz mutlaka, tabakadan tabakaya binecek (yükselecek)siniz.” (İnşikak, 84/l8-l9).

9- Küre-i arzın şekil değiştirmesiyle alâkalı beyân da fevkalâde ilgi çekicidir: “Hükmümüzün yere yönelerek O’nu yavaş yavaş eksilttiğini görmüyorlar mı? Durum böyle iken onlar nasıl galip gelebilirler?” (Enbiya, 21/44). Yerin uçlarının eksilmesi; yağmur, sel ve rüzgârlarla dağların aşınmasından daha ziyade, kutup bölgelerinin basıklaşmasından ibaret olsa gerektir.

10- Son bir misâl de ay ve güneş benzerliklerinden verelim: “Biz gece ve gündüzü iki âyet (alâmet) yaptık. Gecenin âyetini (ayı) sildik; gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık.” (İsra, 17/12). İbn Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneştir, diyor.

İbn Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneştir, diyor. Bu itibarla “gecenin âyetini sildik” sözünden, bir zamanlar ayın da güneş gibi ışık veren bir peyk olduğunu, ısısının bulunduğunu; daha sonra Yüce Yaratıcının, onun ışık ve ısısını söndürdüğünü anlatıyor ki; bir yönüyle ayın geçmişini dile getirirken, bir yönüyle de, diğer yıldızların kader ve âkıbetlerine işaret etmektedir.

İşaret edilen bu bir kaç numûne gibi, Kur’ân’da daha pek çok âyetler vardır ki, hem insanı alâkadar eden her mevzuun -hiç olmazsa- icmâlinin Kur’ân’da bulunduğunu, hem de bu meselelere dair, İlâhi beyânın herkesin anlayacağı şekilde, fakat beşer için ifâdesi imkânsız mûcizevî olduğunu göstermektedir.

Kaynaklar:
1. S.Y, Kur’ân-ı Kerim ve Fennî Keşifler.
2.İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi.

Ne Sıcak, Ne Soğuk

KUZEY KUTBU’nda yaşayan Eskimolar, üst üste giydikleri kalın kürklü elbiseleriyle buzdolaplarımızın derin dondurucularından bile çok daha soğuk olan ülkelerinde, yağlı bir fok avlamanın derdine düşmüşlerdi.

Buzdan evlerinde yaşayan küçük Eskimo çocukları, gezginlerin kendilerine hediye ettikleri vanilyalı dondurmaları yalayabilmek için, onları bir süre ateşin üzerinde tutmaları gerektiğini çoktan öğrenmişlerdi.

Kutuplar soğuktu, hem de çok soğuk…

Aynı vakitlerde, Dünya’nın bambaşka bir yerinde, Büyük Sahra’da, bir kervancı, akreplerin bile deliklerinden çıkmaya cesaret edemediği öğle vakti, ufukta minicik bir vaha gördüğünü sandı.

Hayır! Bu sefer serap değildi, gerçekten çölün ortasında yaratılmış bir mucizeydi gördüğü.

Kervancı ve develeri, kafataslarının içini haşlanmış yumurta gibi kavuran sıcağın altında ilerlerken, zeminde kayan kum denizine çıplak ayakla basmak için, hatırı sayılır miktarda akıl tahtasını yitirmiş olmak gerekti.

Vaha gittikçe yakınlaşıyor ve serin bir pınarın şırıltısı, kervancı ile birlikte develerin de aklını başından alıyordu…

Çöl sıcaktı, hem de çok sıcak..

Bir yanda kutuplar, bir yanda çöller..

Bir yanda, dondurucu soğuk, öte yanda ise taşları yakan bir sıcak bulunur yeryüzünde…

Ama yine de, bizim küçük mavi gezegenimizin ortalama bir ısısı vardır.

Ve bu ısı, üzerinde kelebeklerden, fillere, kutup ayılarından, karıncalara.. kadar çeşit çeşit hayatın cilvelendiği bir gezegen için en uygun ortalama ısı derecesindedir.

Güneş gibi yıldızlarda milyarlarca dereceyi bulan ısı, karanlık uzay denizinde -273.15°C gibi akıl almaz bir seviyeye de iner. Bu olağanüstü farklılık içinde, canlıların yaşayabileceği aralık sadece %1 kadardır. İşte Dünyamızın ortalama ısısı bu %1’lik pay içindedir.

Dünyanın bu ısı aralığında tutulması için pek çok tedbir alınmıştır. Mesela Güneş’e olan mesafesi bunlardan biridir.

Eğer gezegenimize en yakın yıldız olan Güneş’e Venüs kadar yakın, ya da Jüpiter kadar uzak olsaydık, yeryüzü üzerinde böyle bir hayat şenliği olmayacaktı.

Güneş’ten Dünya’ya ulaşabilen ısı oranı %10 kadar azalacak olsa, yeryüzü kalın bir kar ve buz tabakası altında kalacaktı. Eğer biraz artacak olsa, bu sefer de, yanıp kavrulacaktık.

Ama ne donarız ne de yanarız. Her şey son derece hassas dengelerle yaratılmıştır çünkü.

Bizim sevgili gezegenimiz yaratılırken ekseni 23°27´lik eğimle yaratılmıştır. Bu eğim sebebiyle, kutuplar ile ekvator arasındaki ısı farkı, şimdikiyle kıyaslanmayacak seviyelere çıkmaz. Böylece, kutuplarda kutup ayıları yaşarken, ekvatorda, tropikal orman kuşları rengarenk uçuşur..

Dünya 24 saatte kendi etrafında bir tur atar. Böylece gece ile gündüzler nisbeten kısa sürer. Eğer bu dönüş hızı daha yavaş olsaydı, geceler çok daha uzun olurdu. Bu da, gece-gündüz arasındaki ısı farkını artırırdı. Uzun gecelerde ısı çok fazla düşer; uzun gündüzlerde de ortalık kavrulurdu. Kendi etrafındaki dönüş hızı Dünyaya göre çok yavaş olan Merkür gibi gezegenlerde, bu ısı farkı 1000°C kadar çıkmaktadır mesela…

Bütün bunlardan başka, Dünya’mızın üzerine koruyucu bir kalkan gibi sarılan atmosfer tabakası, yeryüzünün ısı dengesini koruyacak pek çok özelikle birlikte yaratılmıştır… Mesela bulutlar, Güneş’ten gelen fazla ısı ve ışığı uzaya yansıtarak bu dengeye hizmet eder.

Kutuplarda Eskimolar yağlı fok balıklarını avlar, büyük sahrada kervancılar vahalarda serinler…

Kalın buz tabakalarının üzerinde kaya kaya yol alır penguenler, tropikal denizlerde rengarenk balıklar, mercan kayalıklarının içinde, “bul beni” oynar…

Sevimli mavi gezegenimiz, ne Merkür’ün gündüzleri gibi çok sıcak yaratılmıştır ne de geceleri gibi çok soğuk…

Ve türlü türlü canlının yaşamasına imkân veren bu ısı aralığı, pek çok tedbir ile korunur…

Tarık Uslu / Zafer Dergisi

Doğu Meselesine Reçete II

Gürültülü, karmakarışık ve intizamsız bir fıtrata sahip olan ekradın, sorduğu suallerin evveli Baskı ve istibdat rejimi hakkındaydı.

Evvela, “İstibdat nedir?” diye bir soru sorulması lazımdı ki; meşrutiyetin can düşmanı olan, asırlardır kürtleri vahşet batağında, fakirlik ve sefalet derelerinde durduran “İstibdat ve Baskı rejimi” nasıl bir görüntüyle karşımıza çıkıyor bilsinler ve bu fikriyata sahip Cehalet Ayılarını tanısınlar..

Zira Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen saadetleri meşrutiyettedir.

Ve baskı ve zulümlerden herkesten ziyade biz zarardide olmuştuk.

Bundan dolayı meşrutiyet ve istibdatın ne anlama geldiğini, halkın zihinlerindeki yansımasının ne olduğunu teşhis edip tespit etmek vazifesi de bu asrın manevi doktoru Bediüzzaman hazretlerine aitti.

 Burada bahse konu olan“meşrutiyet” kelimesi, halkın yönetimde söz sahibi olduğu ve kendi seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetildiği “Cumhuriyet” ve bunun halk içinde yaşamsal yansıması olan  “Demokrasi” anlamlarıyla eşdeğer bir ifadedir.

 Bununla birlikte “İstibdat” kelimesi ise haksızlık, adaletsizlik ve keyfi muamelelerin egemen olduğu, “Baskı” ve “Zulüm” rejimleri anlamında kullanılmıştır.

 Evet, meşrutiyeti, demokrasiyi ve bunun muhalifi olan İstibdat ve baskı akımlarını gayet garib bir surette telakki eden bu millete evvela İstibdat rejimini şöylece tarif edip ders veriyordu:

“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan bir hastalıktır.”  

 Bediüzzaman evvela istibdat ve baskı diktasını en geniş çerçevesiyle ve farklı yönleriyle ele alıp ders veriyor.

 Zira “Şeytan, hiç kimseyi; ben şeytanım deyip aldatıp kandıramaz.” kaidesince, hariçten sözlerine ve görünüşüne bakıldığında “Demokrat” görünen, ama damarlarında baskı, zulüm ve isyan ateşleri dolaşan; kan ve şiddetle beslenen; dışı süs, içi pis; bulduğu her fırsatta çirkin ve vahşetli yüzünü gösteren beşer; bu milleti en fazla zarardide kılmış, sefalete atmakla mazinin en derin derelerinde durdurarak gelişmesine ayakbağı olmuştur.

 Evet “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” düsturu bu zaman ve zeminde en fazla tatbika ve yaşanmaya değer, ihtiyaç duyulan bir külli kaide ve hüküm olmuştur.

Şimdi bizler de, Asrın doktorundan aldığımız derse binaen, şöylece etrafımızı bir süzgeçten geçirip, ince eleyip sık dokuyarak; “Demokrat” geçinen zevatı, sözleriyle değil, yaptıklarıyla bir parça tecrübe edip teşhis edeceğiz; ta gerçekte ne fikriyatta oldukları anlaşılsın;  maskelerinin ardındaki gerçek yüzleri ortaya çıksın ve şeytanın arkadaşları olan bu pürşer beşer, gariban ve safi milleti kandırıp yoldan çıkarmasın, maddi ve manevi felaketlere sürüklemesin.

Sureten medeni, fikren mazinin en derin derelerinde olup, insanlığı ateşe atan bu bedbaht ruhlu beşeri, gözlemlerimize dayanarak şöylece teşhis edip tanımaya çalışıyoruz;

Örf adet bilmez; kanun ve nizam tanımaz; her türlü ahlaksızlığı ve fuhşiyatı irtikap edip işlemekten geri durmayarak keyfi muamelelerde bulunur..

Önderliğini yaptığı ve temsil ettiğini iddia ettiği milletinin mallarını ceplerine indirdikleri gibi, akıllarını da ceplerine hapsederek düşünmelerine ve konuşmalarına söz hakkı tanımayıp tahammülsüzlük gösterdikleri gibi; mukadderatlarını ve geleceklerini de ağızlarından çıkan, gerçekte de nefis ve şeytanlarından gelen şahsi kararlarına mahkum ederler..

Asırlardır aynı topraklarda sırt sırta, kardeş kardeşe yaşayan; aynı havayı soluyup, Bir olan Rablerine Secde ederek, ibadet edip kulluk eden; Allahın farklı renkleriyle boyanmış milletler arasında huzursuzluk çıkarıp kin, nefret ve düşmanlık tohumlarını ekip yetiştirmek için her türlü fedakarlıktan çekinmeyerek, canlarını ve mallarını feda etmekten geri durmazlar..

Hak ve hakikate değil; parasına, güç ve kuvvetine, nüfuzuna güvenip dayanarak; sadece ve sadece kendi menfaatlerini düşünüp, hakikatte de nefsinden başka hiç kimseyi sevmemekle birlikte milletini küçümseyip hor hakir gören; aynı zamanda umumun menfaatine olup bu amaçla yapılan çalışma ve gayretleri boşa çıkarıp mani olmak için türlü desise, hile, iftira ve dolaplarla engellemeye çalışırlar. Ne acıdır ki, şeytanın hesabına yaptıkları bu şer işlerinde; can, mal ve namus demeden her yolu mubah görürler.. Hak hukuk demeden yakıp yıkarlar…

Ve son olarak şunu da açıkça belirtmek gerekiyor; bunların temel felsefesinde, yaratanımız Allah’la, firavuncuklar misali savaşmak vardır. “Kork, Allahtan korkmayandan” diye güzel bir tabirimiz vardır. Zira bunların Allah korkusu olmadığı içindir ki; böyle telafisi mümkün olmayan büyük acılara sebebiyet vererek, nev-i beşerin her iki cihan saadetini mahvetmeye azm-ü kast etmişlerdir bu bedbaht cehennem yolcuları..

Bütün bu müşahedelerimize istinaden, kitlelere muhatap olan zevatı sorgulamak mecburiyetindeyiz. Millet olarak saf, temiz yaratılışımızdan dolayı “Her gördüğümüz sakallıyı; Hacı” olarak algılayıp tabi olup peşine takılarak çabuk aldanıyoruz. Zira bu millet, hadiselere konu olan zevatı; akıldan geçen bir sorgulama neticesinden ziyade, Gözüyle gördüğü ef’aline bakarak hüküm veren bir inanca sahiptir.

Şimdi.. Körü körüne inanıp, safiyane tabi olmanın neticesi olarak, birilerinin cebinde mahpus olarak bıraktığımız akıllarımızı serbest bırakıp özgür kılmanın zamanı..

Şimdi.. Maddiyatta bizleri cahil bırakıp, sefalete atan, zenginlerin ve paranın kölesi olup, zulüm sisteminin kurbanı haline getiren ve fakirliğin kaderimiz olarak önümüze sunan cehalet ayılarından kurtulma zamanı..

Şimdi.. Maneviyatta da bizleri BeNamaz bırakıp; (haşa!)Allahı zalim(güya haklarını vermemiş yahut kendilerine yapılan baskılara müsaade etmiş gibi tasavvur ediyorlar), indirdiği dinini de ayak bağı görerek, kendi fikriyatlarına uygun olarak bu semavi dini arzileştirerek, bizlere dayatmaya çalışarak; ebedi hayatımızı mahvetmeye çalışan yılanların zehirlerini Asrımızın iman nurları olan Risale-i Nurlar ile tedavi etme zamanı…

Şimdi.. Fikren mazinin en derin derelerinde bizleri yuvarlayıp, insani değerlerimizi ayaklar altına almakla vahşetlere gark eden; baskı, zulüm ve keyfilik prangalarını kırma zamanı..

Ve Şimdi.. Asrın imamı Bediüzzaman hazretlerinin çağları aşan mesajlarını yeniden okuma, anlama ve anlatma zamanı… Vesselam

Hasan Tayfur

www.NurNet.org

Vallahi iman etmiş olmaz!

Ülkemizdeki tüm insanları kardeş biliyoruz.. -İnsan kardeşi.. İslam kardeşi.. Kardeşlerimizle sevgi saygı içinde muhatap olup kucaklaşmayı da bu kardeşliğimizin vazgeçilmez bir gereği olarak görüyoruz. Hatta böyle devrelerde kardeşliğimizi pekiştirme ve kuvvetlendirmeyi de en makbul hizmetimiz ve amelimiz diye yorumluyoruz..

Çünkü, Müslümanların kendi içindeki kardeşlik duygusunu zayıflatarak birbirlerine karşı savaşa girişmelerini de görünce, bir daha anlıyoruz ki, bugünün Müslüman’ının en makbul amel ve hizmeti, aralarındaki kardeşlik duygularını kuvvetlendirmek, sevgi, saygı ile kucaklaşmalarını sağlamaktır..

Nitekim kardeşliğin bu öneminden dolayı Efendimiz (sas) Hazretleri de, en uyarıcı ifadesini kardeşliği koruma konusunda kullanarak üç defa tekrarladığı ikazında buyurmuş ki:

Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!

Sorarlar:

-Ya Resulallah kim iman etmiş olmaz? Şöyle haber verir iman etmiş olmayanı:

Kardeşlik duygusunu korumayan kötü ahlaklı Müslüman!.

Evet, kardeşlik duygusunu korumayan, çevresine karşı itici ve ayırıcı davranan insan, bu itici tavrını devam ettirdikçe tam iman etmiş sayılmaz! Çünkü bu sevgisiz tavrıyla birlik beraberlikte gevşeme ve ayrışmalar meydana getirir. Kardeşlik duygusu kaybolmaya, arkasından da düşmanlık duygusu gelişmeye başlar..

Halbuki Rabb’imizin en sevdiği kulu, kardeşlik duygusunu koruyan kuludur.

Nitekim ashaptan Üsame bin Şüreyk bir müşahedesini şöyle anlatmaktadır.

Efendimiz’in (sas) huzuruna giren bir grup insandan biri şöyle sordu:

-Ya Resulalllah, Rabb’imizin en çok sevdiği kulu hangi kuludur?

Bu soru hemen herkesin de sorusuydu. Şöyle cevap verdi:

Allah’ın en çok sevdiği kulu, kardeşliğini koruyan güzel ahlaklı kuludur!.

Evet, hiç unutulmaması gereken bir sevilen kul tarifidir bu:

-Allah’ın en çok sevdiği kulu, kardeşliğini koruyan güzel ahlaklı kuludur!

Efendimiz’in sevdiği ümmeti de aynıdır. Buyurur ki:

Benim en çok sevdiğim ümmetim de, kardeşliğini koruyan güzel ahlaklı ümmetimdir!.

Demek ki, kardeşliğimizi koruyan güzel ahlak, bizim ihmal edilmez vasfımızdır.

Efendimiz’in iki kadın hakkındaki değerlendirmesi ise bu konuda unutulmayacak örneklerdendir..

Derler ki: Bir kadın var, namazını kılıp orucunu tutuyor, ama diliyle çevresindeki kardeşlerine eziyet eden kötü bir ahlaka sahiptir. Buyurur ki: Kardeşleriyle iyi geçindirmeyen kötü ahlakı, o kadını kötü ahlaklıların gideceği yere götürür.

Yine derler ki: Bir kadın da var ki, namazı orucu yoktur ama komşularıyla iyi geçinen güzel ahlakı vardır. Buyurur ki: O kadının gideceği yer de güzel ahlaklıların gideceği yerdir.

Demek ki, Müslüman, çevresindeki kardeşleriyle sevgi saygısını koruyan güzel ahlak içinde olmalı, böylece iyi ahlaklıların gideceği yere gitmeyi hedef almış bulunmalıdır!.

Müslümanların kardeşlik duygularını kuvvetlendirerek birbirlerini sevmelerini Efendimiz o kadar istiyor ki, konuyu mazeret kabul etmeyecek derecede kolaylaştırarak şöyle buyuruyor.

Kendinizi sevdirecek paranız pulunuz yoksa, güler yüzünüz tatlı diliniz de mi yoktur?

İşte bütün bu uyarılardan sonra diyoruz ki, içinde bulunduğumuz kardeşliğimizi zayıflatan şu kritik devrenin en makbul ameli ve hizmeti, ülke çapında herkesin çevresiyle kardeşliğini daha da kuvvetlendirmesi, sevgi saygısını artırarak muhatap olması, ayırım yapmadan birlik beraberliğimizi perçinleme hizmetlerinde bulunmasıdır.

Bugün Müslüman ülkelerdeki kardeşlerin birbirleriyle düşmanca çatışmalara girişmeleri de bizlere, kardeşliğimizi koruma ve kuvvetlendirme mesajı veriyor olmalıdır!

Ahmet Şahin / www.ahmetsahin.org

Bediüzzaman ile Abdülhamid Han

İstanbul’a yerleşiyor bin dokuz yüz yedide
Van’daki sevdiklerini bırakıyor geride

Şarkta bir Üniversite kurmaktı düşüncesi
Arzu ettiği bu istek her şeyden en öncesi

Fen ve din ilimlerini beraber okutmaktı
Hazırladığı mektubu Padişaha sunmaktı

Daha önce Tahir Paşa bir risale yazmıştı
Bu referans mektubunu kendisine vermişti

Bu düşünceyle beraber İstanbul’a geliyor
Ve Ferik Ahmet Paşa’nın evine yerleşiyor

İlk önce dilekçesini hükümete sunuyor
Hükümetse mektubunu hiç dikkate almıyor

İki ay gibi bir zaman bu mekânda kalıyor
Buradan Şekerci Han’a gelip orda yaşıyor

Odasının kapısına Üstad bir levha asar
O levhanın üzerine şöyle bir yazı yazar

“Burada her bir suale hemen cevap verilir
Kimseye sual sorulmaz her müşkül halledilir.”

Bu levhayı astırmakla sanki meydan okuyor
Âlimlerle aydınları bununla korkutuyor

Said Nursi’nin gelişi herkesçe duyuluyor
O’nun meydan okuyuşu her yere yayılıyor

İnsanlar bu genç âlimin yanında toplanırlar
Hükümet yetkilileri O’ndan kuşkulanırlar

Birkaç kere tutuklanır ve serbest bırakılır
Sonunda tımarhaneye insafsızca atılır

Tımarhanenin doktoru sağlam rapor veriyor
Ne yazık ki yine Üstad serbest bırakılmıyor

Tımarhaneden çıkarıp O’nu tutukluyorlar
Hiçbir fırsat verilmeden içeri atıyorlar

Tutukluyken Padişah’tan O’na teklifler gelir
“Bunlar sus payıdır” diye cümlesi reddedilir

Ancak Üstad Padişah’la görüşme talep eder
Ne isteği kabul olur, ne de gelir bir haber

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org