Kategori arşivi: Yazılar

Bediüzzaman ile Abdülhamid Han

İstanbul’a yerleşiyor bin dokuz yüz yedide
Van’daki sevdiklerini bırakıyor geride

Şarkta bir Üniversite kurmaktı düşüncesi
Arzu ettiği bu istek her şeyden en öncesi

Fen ve din ilimlerini beraber okutmaktı
Hazırladığı mektubu Padişaha sunmaktı

Daha önce Tahir Paşa bir risale yazmıştı
Bu referans mektubunu kendisine vermişti

Bu düşünceyle beraber İstanbul’a geliyor
Ve Ferik Ahmet Paşa’nın evine yerleşiyor

İlk önce dilekçesini hükümete sunuyor
Hükümetse mektubunu hiç dikkate almıyor

İki ay gibi bir zaman bu mekânda kalıyor
Buradan Şekerci Han’a gelip orda yaşıyor

Odasının kapısına Üstad bir levha asar
O levhanın üzerine şöyle bir yazı yazar

“Burada her bir suale hemen cevap verilir
Kimseye sual sorulmaz her müşkül halledilir.”

Bu levhayı astırmakla sanki meydan okuyor
Âlimlerle aydınları bununla korkutuyor

Said Nursi’nin gelişi herkesçe duyuluyor
O’nun meydan okuyuşu her yere yayılıyor

İnsanlar bu genç âlimin yanında toplanırlar
Hükümet yetkilileri O’ndan kuşkulanırlar

Birkaç kere tutuklanır ve serbest bırakılır
Sonunda tımarhaneye insafsızca atılır

Tımarhanenin doktoru sağlam rapor veriyor
Ne yazık ki yine Üstad serbest bırakılmıyor

Tımarhaneden çıkarıp O’nu tutukluyorlar
Hiçbir fırsat verilmeden içeri atıyorlar

Tutukluyken Padişah’tan O’na teklifler gelir
“Bunlar sus payıdır” diye cümlesi reddedilir

Ancak Üstad Padişah’la görüşme talep eder
Ne isteği kabul olur, ne de gelir bir haber

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir?

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müçtehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı (80/150 – 700/767).

Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. İslâm’in hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti.

Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Sa’bî’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir ögrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdi fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife’nin de bu itikâdi tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir.

Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi.

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf’un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf’u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bir çokları ticarette Ebû Hanife’yi Ebû Bekir’e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.

Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, “Benimle eğleniyor musun?” demişti. Ebû Hanife de, “Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim” dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-i mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müçtehiddi.

Fıkhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müçtehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkibu’l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8).

Müçtehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Seybânî’dir. Ebû Hanife’nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müçtehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.

Ebû Hanife’nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır.

Ebû Hanife kimseye “benim görüşüm en doğrudur” demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değistirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır.

Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde firsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramis, hapsedilmiştir (Ibnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, V, 559).

İmam, takvâsı, ferâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadi. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali’nin imamlığına zımnen bey’at etmişti.

Hz. Ali (r.a.)’in torunlarından Muhammed en-Nefsü’z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik Medine’de açıkça iktidarı tenkit etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İçtihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardiğimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz” (Zehebî, a.g.e., 2i).

Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.” O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm’ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi içtihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Şamil İslam Ansiklopedisi

Futbol Açılımı

Bir ülke düşünün ki yıllar önce devlet en çok taraftarı olan bir futbol takımını ‘ulusal takım’ ilan edip diğerlerini kapatmış. Sonra herkese birlik çağrısı yapıp ulusal takımı tek yürek halinde desteklemeye çağırmış. Ancak, diğer takımların taraftarları nesiller boyu damarlarına işlemiş olan kendi takımlarına taraftarlık hissinin sökülüp atılma talebini bir haksızlık ve temel kişisel haklarına bir tecavüz olarak görmüşler ve bu dayatmaya karşı tavır almışlar. Ulusal takıma taraftar olmayı reddeden bu kişiler yıllar boyu ulusal birlik için bir ‘tehdit unsuru’ olarak algılanıp şüpheyle bakılmışlar ve devlet de bunları milli güvenliğin zaafa uğrayacağı korkusuyla büyük masraflarla sıkı bir gözetim altında tutmuş. Bu gerilim ortamında ekonominin çöküşü ile beraber iktidar değişmiş ve yeni yönetim mevcut durumun sürdürülemez olduğunu görüp çare aramaya başlamış. Kapatılan futbol takımlarının taraftarlarının küskünlüğünü giderecek bir çözüm bulmak için toplantı üstüne toplantı yapılmış ve rapor üstüne rapor hazırlanmış.

Futbol açılımı siyaseti bölmüş

Sonunda yeni yönetim siyasi bir irade sergileyerek ulusal takım taraftarlarını da fazla tedirgin etmeden ikinci bir takımın devlet kontrolü altında kurulabilmesinin önünü açacak düzenlemeleri yapmaya karar vermiş ve bulunan çözüm formülünün adını “Futbol Açılımı” koymuş. Bu cesur yaklaşımından dolayı da iktidar bir demokrasi havarisi olarak görülmüş. Muhalefet ise bunu bir ‘ihanet projesi’ olarak görmüş ve iktidarı bölücülükle itham etmiş. Ekranlarda da yeni bir futbol takımına izin verilmesinin ülkeyi bölünmeye götürecek bir sürecin başlangıcı olduğunu iddia etmiş ve zaten çok takımlı bir hayatı hayallerine sığdırmakta zorlanan halkın tedirginliği daha da artmış.

Yeni bir takım kurma hürriyeti

Bu tür bir haberi okuyan aklı başında birisi herhalde böyle bir ülkenin bugünün dünyasında olamayacağını düşünüp bu ülkenin hangi gezegende ve zaman diliminde olduğunu merak edecektir. Sonra da futbol takımı kurup istenen takıma taraftar olmakta hiçbir sınırlamanın olmadığı kendi ülkesine bakacak ve çok takımlılığın ülkenin birlik ve beraberliğine bir tehdit oluşturduğu düşüncesine kahkahalarla gülecektir. Çünkü çok takımlı bir kültürde doğup büyüyen bu kişinin ülkesinde, çok takımlılığın ülke birlik ve beraberliğine bir tehdit olabileceğini düşünen bir kişinin aklından şüphe edilir. Bu tür evhamlı kişilere takımları ne olursa olsun insanların hürriyet ortamını sevdiği ve bu ortamı sağlayan ülkelerine olan bağlılıklarının da azalmayıp aksine arttığı ve devletlerine küskün insanların olmadığı hatırlatılır. Ayrıca, serbest rekabet içinde mücadele ederek futbolun güzelliklerini sergileyen takımların tüm futbolseverlere bir şölen sunduğu ve hayatlarına renk ve heyecan kattığı anlatılır. Futbol hürriyeti olan ülkelerde herkes tuttuğu takımlarda farklı, ama serbestçe takım tutma veya yeni bir takım kurma hürriyeti konusunda tam bir birliktir.

Yine düşünün ki bu ülkede birlik olsun diye ayak tipine bakılmaksızın futbol takımındaki her oyuncu aynı ölçüde tek tip bir krampon giymeye zorlanıyor. Yani onlardan ayaklarını üst yönetimce belirlenen krampon tipine uydurmaları isteniyor. Ayak farklılıklarını gözardı eden böyle insanlık dışı bir uygulama tahmin edileceği gibi norm dışı ayakları incitir, sahiplerini küstürür ve tüm takımın performansını düşürür. Hatta onları krampon düşmanı haline getirip yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık krampona değil, seçilen tek tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle krampon giyer ve giymeyi savunur – yeter ki takımdaki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik boyları ve tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan krampon mağdurlarını ‘krampon düşmanı’ ilan etmek duyarsızlıktır ve bağnazlıktır. Hele hele ‘bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve kontrolden çıkarlar’ demek, tam bir despotluktur. Tek tipte ısrarı bırakıp esnek bir yaklaşımla ‘ayakkabının ayağa uyumluluğu’ esas alınsa görülecektir ki takımda ‘ayakkabı sorunu’ diye bir şey kalmayacak ve ‘ayakkabı düşmanı’ olarak etiketlenen kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Farklılık doğal bir zenginlik

İnsanlar bedenen bir hayli benzer olsalar bile fikir, his ve meyil yönünden çok farklıdırlar. Bedenen birbirinin aynı olan eş yumurta ikizlerinin dahi taban tabana zıt fikir ve eğilimleri olabilir. İki insan arasındaki fark, iki hayvan türü arasındaki farktan daha az değildir ve bu farkı tanımamak insanlığı inkârdır. Bu farka saygı duymayan rejimler de insanlık dışıdır ve insanlık için bir ayıptır. Hukuk önündeki eşitlik ve fırsat eşitliği gibi titizlikle korunması gereken evrensel değerler bir kenarda tutularak, dünyada birbirinin eşiti yani aynı olan iki insanın olmadığını söylemek herhalde abartı olmaz. En büyük eşitsizlik, aynı olmayanlara aynı işlemi yapmaktır ve en büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip işlemi yapmaktır. Bu tür toptancı bir yaklaşım dayanışmayı değil, huzursuzluk ve kavgayı doğurur. Eskilerin ifadesiyle, ‘Tenasüp, tesanüdün esasıdır; temasül, tezadın sebebidir.’ Yani dayanışmanın temeli uyumluluk, zıtlaşmanın sebebi de benzerliktir –tıpkı elektron ve protonlarda olduğu gibi.

Futbol açılımı’ sancılarıyla kıvranan bu zavallı ülkenin yetkililerine sormak lazım: Yahu siz hangi dünyada ve hangi çağda yaşıyorsunuz? Görmüyor musunuz ki, tüm çağdaş ülkelerde futbol takımı kurulması ve taraftarlık sonuna kadar serbesttir? Bu serbestlikten hangi ülke zarar görmüş? Yine görmüyor musunuz ki, kendi vatandaşlarınız futbolu ancak yabancı ülkelerde ve yabancılar oynarken seyredebiliyorlar ve şampiyonalarda yer alamamanın ezikliğini yaşıyorlar? Rekabetçi ortamda yetişmediği için de uluslararası turnuvalarda ulusal takımınız ilk maçlarda elenip boynu bükük olarak ülkeye geri gönderiliyor.

Birliği bozan hürriyetsizliktir

Diğer ülkelere bakarak görmüyor musunuz ki ülkelerin birlik ve beraberliğini bozan ve onları zayıflatan hürriyet değil hürriyetsizliktir? Tarihe bakınca görülmüyor mu ki insanları şevke getirip yücelten ve güçlendiren özgürlük, onları bir hayvan sürüsüne çevirip silikleştiren de yasakçılıktır? Evlerinden kaçan çocukların baskıcı ailelerden çıktığı ve demokrasinin hüküm sürdüğü ülkelere göç etmek için fırsat kollayanların baskıcı ülke vatandaşları olduğu sizi hiç mi düşündürmüyor mu? En zayıf ve en fakir ülkelerin demokrasinin en kıt olduğu, insan hak ve hürriyetlerine en az saygı gösterildiği ülkeler olması acaba bir tesadüf mü? Hür dünya ancak hürriyet zemininde gelişebilen bilim, sanat ve teknolojide yeni ufuklara uçarken ve hâkimiyetini pekiştirirken, siz daha ne kadar yasaklarla vatandaşlarınızı ‘koruma’ planları yapmaya ve ülkeyi bir hapishaneye çevirmeye devam edeceksiniz?

Rotayı ne belirleyecek

Rehberiniz akıl ve bilim mi olacak, mazi karanlıklarında gömülmüş ezberler mi? Rotanızı ümit mi belirleyecek, korkular mı? Zemininiz hürriyet mi olacak, yasaklar mı? Siz sınırlarınızı yabancı işgaline karşı tanklı tüfekli askerlerle beklerken ve fikir hürriyetini ülke birlik ve bütünlüğü için bir tehdit olarak görürken, yabancıların internet ve uydu ordularıyla her türlü fikirle neredeyse her eve girdiğini ve vatandaşlarınızın beyinlerine kolaylıkla zaten ulaştığını hiç mi fark etmiyorsunuz? Kafayı kuma gömmeyi hâlâ akıllılık mı zannediyorsunuz? Hürriyetçi ve despotik tek tipçi rejimlerin meyvelerini yan yana duran iki levha gibi net olarak gösteren Güney ve Kuzey Kore örnekleri size hiç mi fikir vermiyor? Güney Kore gibi bir dünya devi olmaktan mı korkuyorsunuz ki, Kuzey Kore gibi kaynaklarınızı içine sıkışıp kaldığınız yasakçı kabuğu daha da sağlamlaştırmaya harcıyorsunuz? İnsanı gerçek insan yapan hürriyet ışığından niye korkuyorsunuz ki hürriyeti halkınıza gıdım gıdım ve elleriniz titreyerek veriyorsunuz?

Çok şükür ki futbolun her renginin sonuna kadar hür olduğu ve her tip ve ölçüde ayakkabı satışının serbest olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve bu hürriyetin keyfini doya doya çıkarıyoruz. Bu çağda hâlâ “Futbol Açılımı” gibi anlamakta bile zorlandığımız şeylerle uğraşan bir ülkede de yaşıyor olabilirdik.

Prof. Dr. Yunus Çengel Nevada Üniversitesi Öğretim Üyesi

Nene Hatun Kimdir?

Erzurum‘daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.

Nene Hatun 1857 yılında Erzurum’da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı.

Sabah ezanından hemen sonra “Moskof (rus) askeri Aziziye Tabyası’nı ele geçirdi” şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya’ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, “Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum.” diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası’na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda öldüler. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300’e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Osmanlı tarafı ise 1000 kadar şehit vermiştir.

Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:

“Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden ‘Moskof Aziziye’ye girdi’ diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, ‘Seni öldüreni öldüreceğim’ diye and içtim. Yavrumu Allah’a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye’ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.”

Tabya’nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun’un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.

Nene Hatun’un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum’un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın zaferinde Nene Hâtun’un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.

Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO’da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: “Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım” cevabını vermişti.

1955 yılında yılın annesi seçilmiştir.

98 sene yaşadığı Erzurum’da 22 Mayıs 1955’de zatürre hastalığından dolayı 98 yaşında vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası’na defnedilmiştir. Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden birkaç ay önce yılın annesi seçilmiştir.

Vikipedi

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi Nasıldı?

Sultan İkinci Murad’ın vasiyeti, hamdele ve salvaleden sonra şöyle deniyordu: “Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500’ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur’ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500’ü Mescid-i Aksa’da Sadre kubbesinde 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur’ân okuyanlara harcansın.”

Ve yıl 1453… Genç bir serdar, Efendiler Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için İstanbul surlarının önünde otağını kurmuş… Fetihten sonra, Allah Resulü’nü hicretten sonra evinde misafir eden “Mihmandâr-ı Resûl”un kabrini Akşemseddin Hazretleri’ne sorar ve kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir. Onlar sadece Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O’nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve “Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah’ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid’in selâmı var… Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz…” diye söylemesini tembih eder.

Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’e atfen şu mısraları kaleme almıştır:

“Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını

Fethetti bir seferde nebiler diyarını

Sahrayı Mercidabık’a nakş etmiş kader

İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını…”

 

Yavuz Cennetmekan, kendisi için hutbelerde “Hâkimü’l-Harameyn” kullanılması üzerine, bu ibareyi “Hâdimü’l-Harameyn” olarak değiştirmiştir.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman‘ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

 

Sultan İkinci Ahmed, Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”

O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı

Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”

 

Sultan Abdülaziz bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Yanındakilere “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.

İkinci Abdulhamid Han, Hicaz demiryolu projesini hayata geçirmiştir. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Keçe döşenen raylar, günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Osmanlı padişahlarının neden Hacc’a gitmediği sorusu akla gelebilir. Üç ay civarında süren yolculuğu, sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği ve İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler..vb. hususlar bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, yerlerine birkaç defa vekil gönderdikleri de bir gerçek..

Hira dergisi, 18. Sayı (Ocak-şubat-Mart 2010)

www.herkul.org