Kategori arşivi: Yazılar

Kur’an’da Kalp Temizliği

“Benim kalbim temiz” sözünü hemen hemen herkes bilir. Birçok insan “benim kalbim temiz, benim kimseye zararım yok ya da Allah içimi biliyor ” gibi kalıplaşmış olan bu sözleri söyleyerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışır. Kendisini, temiz kalpli biri olarak ilan ederek, çevresinde bulunan insanları da buna inandırmaya çalışır. Fakat Kur’an’ı Kerim’e baktığımızda, Allah’ın emir ve yasaklarını gerektiği gibi yerine getirenlerin ve Allah’tan samimi olarak korkanların kalplerinin temiz olabileceği çok açık bir şekilde anlatılmaktadır.

O halde bir insanın kalbinin temiz olması için, Kur’an’da bildirilen emir ve yasaklara çok titizlik gösterip, Allah’tan da çok derin bir korku ile korkması gerekmektedir. Kişinin, kendi değer yargılarına göre kalbinin temiz olduğunu ilan etmesinin, Allah katında hiçbir geçerliliği yoktur. Ayrıca, kalbinde Allah korkusu olmayan bir insanın, kalbinin temiz olduğu iddiasında bulunması hiç inandırıcı değildir. Bu şekilde düşünen bir insan, sadece kendini aldatır.

Kur’an ahlakına göre bir insanın, zaman zaman ihtiyaç içinde olanlara yardımda bulunması, kimseye bir zararının dokunmaması, bazı ibadetleri yerine getiriyor olması kalp temizliği için yeterli değildir. Tevbe Suresi’nde, bu konuyla ilgili bir örnek verilir;

“Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cehd (mücadele) edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.” (Tevbe Suresi, 19)

Aynı şekilde, Bakara Suresi’nde de bu konu, başka bir örnekle açıklanır.

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve mücadelenin kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.” (Bakara Suresi, 177)

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, Allah rızası gözetilmeden, gösteriş amaçlı yapılan yardımların ya da iyiliklerin hiçbir değeri yoktur. Bu zihniyetteki insanlar, kendi çevrelerinde, iyi bir insan olarak tanınmaktan öteye gidemezler. Müslümanın amacı ise, etrafında sadece ” iyi bir insan” olarak tanınmak değildir. Samimi bir Müslüman’ın tek amacı, Rabbi’nin rızasını ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Mümin, Allah’tan hiçbir şeyin gizli kalmayacağını bilir. Allah, insana şah damarından bile daha yakındır. Bu sebeple, kalbimizin temiz olup olmadığını da, Allah bizden daha iyi bilir. “…sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Tegabün Suresi, 4)”

Gerçek kalp temizliği için, insanın nefsinde barındırdığı tüm tutku ve hevalarından arınıp, selim bir kalple Allah’a bağlanması şarttır. Kalbi temiz olan bir insan, derin bir aşk ile Allah’a bağlı olmaktan, Allah’ın rızasını gözetmekten, Allah’ın emir ve yasaklarını harfiyen yerine getirmekten, Kuran’a sıkı sıkıya bağlı olmaktan ve her an Rabbiyle kalben bağlantı halinde olmaktan, sonsuz mutluluk ve huzur duyan insandır.

“Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Rad Suresi, 28)

 Esra Erat

www.NurNet.org

Cabir İbn-i Abdullah (R.A.) Kimdir?

Câbir(ra), genç yaşta Müslüman olmuş ve mümtaz vasıflarıyla Hazreti Peygamber(sav)’in defalar­ca takdirlerine mazhar olmuştu. Re­sû­lul­lah sık sık evlerine mi­safir gider, yemeğe kalırdı.

Eli silah tutan gençler Uhud Harbine katılmak için Peygamberimize(sav) müracaat ediyor, müsa­ade istiyorlardı.

Câbir bin Abdullah’ta bunlardan biri idi . Re­sû­lul­lah (sav), gidip babasından izin aldığı takdirde savaşa katılabileceğini kendisine bildirdi.

Hazreti Câbir(ra)’in babası Abdullah bin Amr (ra), oğlunun arzusuna şöyle cevap verdi:

Sevgili evladım, kız kardeşlerine bakıp himaye edecek başka bir kimse olsaydı, senin Uhud’da gözlerimin önünde şehit olmanı ne kadar ister­dim!

Câbir(ra)’in babası, ikinci Akabe bey’aitinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onun, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Geride kalan dokuz kızına* Câbir(ra) baktı.

Babası Abdullah şehit olduğunda kız kardeşleri ona bir deve vererek “Git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğulları kabristanına göm” dediler.. Rasûl-i Ekrem(sav) babamı aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki;

Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah’a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir.”

Rasûl-i Ekrem(sav)’in bu sözü üzerine ben de babamı aile kabristanına defnetmekten vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm.

Rasûlullah(sav), Câbir(ra)’e “Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır” buyurdu.

Câbir(ra) babasının bıraktığı borçlarını ödeyemedi ve Rasûlullah(sav)’a giderek,”Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler.’ dedi.

Rasûlullah(sav) daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir’e mühlet vermelerini istemiş, fakat onlar mühlet vermeyince Rasûlullah(sav) Câbir(ra)’e babasının borçlarını hurmalarıyla ödemesini buyurmuş ve Cabir (ra) hurmalarıyla borcunu ödemiştir.

Câbir(ra), Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihat hareketlerine katılmıştır.

Babasının Uhud’da şehit olmasından sonra Hazreti Câbir(ra) dul bir kadınla evlen­mişti. Re­sû­lul­lah(sav) “Bakire mi, dul mu aldın?” diye sordu, Câbir (ra) :“Ey Allah’ın Resûl’ü, biliyorsunuz, benim yedi kız kardeşim vardır. On­lara bakıp saçlarını tarayacak, besleyip büyütecek tecrübeli birisini almak iste­dim. Onun için dul bir kadını tercih ettim.”

Fevkalade yakışıklılığı ve kahramanlığıyla istediği kızla evlenebilecek du­rumda olan Câbir(ra)’in bu davranışı Re­sû­lul­lah(sav)’ın çok hoşuna gitti ve “İsa­bet ettin, ey Câbir!” diyerek kendisini teyit buyurdu. Câbir’in(ra) evlendiği Süheyme binti Mes’ud isimli kadın, daha sonraları İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Ensar’ın ileri gelenlerinden olan Hazreti Câbir(ra), Medine’ye iki kilometre kadar uzak bir me­safede oturmasına rağmen, Peygamber Mescidi’nde, Peygamberi­mizin(sav) imam­lığında kılınan bütün vakit namazlarına iştirak ederdi.

Hazreti Câbir(ra)’in kabilesi olan Selemeoğulları bir ara Mescid-i Nebevî civarında boş olan yere yerleşmek istedi. Bunu haber alan Re­sû­lul­lah, “Ey Selemeoğulları! Yurtlarınızdan ayrılmayınız ki, sevaplarınız çok olsun.” buyurdu.

Resûl-i Ekrem(sav)’in iltifatlarına birçok defa mazhar olan Câbir(ra), ilmi önce Re­sû­lul­lah(sav)’tan tahsil etmiş, daha sonra Hazreti Ebû Bekir(ra), Hazreti Ömer(ra), Hazreti Ali(ra), Ebû Ubeyde(ra) ve Talha’dan(ra)’dan tahsile devam etmişti. Bildikleri­ni başkalarına aktarmakta ve öğretmekte de çok cömert davrandı ve naklettiği 500’den fazla hadis-i şerif yanında İmam-ı Bakır, Muhammed bin Münkedir, Sâid bin Minâ, Âsım bin Ömer bin Katâde gibi çok kıymetli ilim adamlarını talebe olarak miras bıraktı.

Câbir(ra), Enmar gazasında Rasûlullah(sav)’ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlullah(sav) ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabîlerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadıklarını nakleden Cabir(ra) şöyle buyurur;

Rasûl-i Ekrem(sav)’e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara ‘Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz’ buyurdu. Su serpildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem(sav) açlıktan karnına bir taş bağlamıştı.”

Câbir(ra), Rasûlullah(sav)’in kendilerine istihâre duasını öğreterek şöyle buyurduğunu rivayet eder.”Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil istihare niyetiyle nafile olarak iki rekat namaz kılsın. Namazdan sonra şöyle dua etsin:

-Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inâyetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah’ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayır kabul etmeye razı kıl.

Hazreti Câbir(ra) “istihare eden müminin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını” söylemiştir.

Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında dönüp evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır.” Hadisi şerifinide Hazreti Câbir(ra)’in rivayet etmiştir.

Hazreti Câbir(ra)’in rivayet ettiği hadislerden bazıları şunlardır,

Yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlullah (sav) cenaze geçtiği için kıyam etmişti, biz de ayağa kalktık, kendisine Ya Rasûlallah(sav), bu bir Yahudi cenazesidir dedik. Rasûlullah, Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir buyurdu

Ey Câbir dikkat et. Sana Kur’an’da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe’dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır.”

Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur.”

Rasûlullah(sav)’ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hazreti Peygamber(sav), hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çıktığını işittik. Hazreti Peygamber(sav) minberden inip de elini üzerine koyunca sustu, O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra “O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı’ buyurdular.”

Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim.”

Rasûl-i Ekrem (s.a.s) efendimiz öğleni zevâlden sonra gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş beyaz ve tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kıldırırdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlullah karanlıkta kılarlardı.”

“Hazreti Peygamber(sav) sarımsağı kastederek “Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu.”

Hazreti Câbir(ra) Medine’de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıh’da önemli bir yeri vardır.

” Müttaki veya facir, herkesin Cehennem’e gireceğini, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah’ın onları ateşten kurtaracağını” bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir “İnsanlar Allah’ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar.”

Uzunca bir ömre mazhar oldu. Müslümanlardan herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmakta çok hassas idi Ömrünün sonlarına doğru Haccâc’ın valilerinin zulüm ve sıkıntıları yüzün­den fazlaca müteessir olmuş ve çökmüştü, gözleri görmez oldu.

Hicret’in 74. senesinde 94 yaşındayken vefat etti. Haccâc da dâhil binlerce Müslüman, Hazreti Câbir(ra)’in cenaze namazına iştirak etti. Sağlığında olduğu gibi cenazesiyle de Müslümanların bir araya gelerek kaynaşmasına vesile olan Hazreti Câbir(ra)’in şefaatinden Cenâb-ı Hak bizleri mahrum etmesin! Amin.

Ashab arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir İbn Abdillah er-Râbisî’dir.

*Bazı rivayetlerde yedi kızı olduğu yazılıdır.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Sahabeler Ansiklopedisi
  • Risalei nur org

Gayr-i Münteşir Bir Mektub (İnebolu Nur Talebeleri)

Candan sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

            Günleri takib eden gecelerin gelmesi gibi cihanın karardığı bir anda her şey karanlık, cihanın dört bucağını kaplamış, pâyansız bir dehşet içinde bunu biraz fark edenlerimiz şöyle diyor ki: “Bir hakikat doğacak, bir Nur parlayacak.” Amma akla gelmiyordu ki; herşeyi bitmiş halet-i nez’de bir hasta gibi, tam o sırada önce bildiğimiz, sonra söz ile anlatamayacağımız Arş-ı A’zam’dan inmiş Kur’anın tefsiri bir hâzık doktor oldu.

            Onun tercümanı hubb-u câh düşkünü olmadığı, dünyada en mütevazi. Çünki esrar-ı Kur’anın son müfessiri ve nâşiri. Ve sürgün, mahpus, canını hakikat-ı iman ve Kur’an uğrunda fedaya hazır. Evet selefleri aynı akibete giriftar olmuşlar. Evet, nihayetsiz kelimeler deryasını bulup nihayetsiz bir hakikatı ifade etmeğe çalışmak, ön ve ardına sed çekenlere hakikatı göstermek ne ile mümkündür?

            İşitiyorduk, Kastamonu’ya gelmiş. Kitabları matbu’ değilmiş, hükûmetten gizli imiş, basit sözler fakat çok manalı imiş! Evet nasılki Mekke’de Haliliye Mezhebi’ne can atanlar, bir Nur arayanlar Kur’anın hakikat ruhunun nurunu gönüllerde aldılar. Aynen öyle de: Kahraman kardeşlerimiz, çok zorluk içinde bu hakikate talib olmuşlar. Allah’ın hidayetiyle muvaffak da oldular. Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbî.

            Evet, kıymetli Üstadımız Efendimiz. Zillete batmış, nefsinin kurbanı olmuş, Allah mefhumunu bilmemiş ve yemek içmek ve ezvak-ı âlemin tadını tadıp hayvanî hisleriyle hevesat-ı nefsaniyesine boğulmuş bir kısım bîçarelere ve o zamanki bizlere cihan kadar hayattar, belki bütün bütün vücud kadar kıymettar olan Risale-i Nur imdada geldi.

Bu çok güzel ve kudsî isim müfessiri ve müellifinin kendi kafasından uydurarak veya başkalarının tesiriyle değil olduğunu Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Kur’an-ı Azîmüşşân’ın ve Selef-i Sâlihînin ve ülema-i muhakkikînin haber verdiği bir hakikatın dellâlı, hâdimi ve mücahidi tarafından malım değil; belki âlem-i İslâmın, bütün dünyanın susuz kaldığı bu asırda onun ile teyemmüm edilecek yegâne çare-i necat olarak Kur’anın malıdır ve onun bir mücevherat hazinesidir.

Bir hakikattayız diyen sâlik-i dinin susup susturulup ezildiği, şaşırtıldığı halde bunun tercümanı ise, tek başıyla kaldığı ve hiçlik içinde, kimsesiz, muavinsiz, ihtiyar, hasta, âciz, zaîf, fakir halleriyle susturulup mağlub edilmeyeceği ve edilmediği hakikatta hakikat perdesinin arkasına bakıp, maziyi, hâli, hattâ istikbali izah etmesi ve pâyansız metanet ve cesaretiyle ve her kuvvetli muannid muarızlarını kat’î ve cerhedilmez cevablar ile mütecaviz ve muarız ağızlara tokat vurması, yüz otuz risale eczaları içinde binler kelime-i hârikayı kendi üzerine almaması (ki bir beşerin en mümtaz temayüz ve hakkı budur) bunlardan bile müstağni olması ve bütün hayatını bu hakikata sarfettiği halde kendisine hiçbir hisse vermemesi ve ancak Kur’ana ve Risale-i Nur’a bağışlaması, “Ben onların müflis bir hizmetkârıyım” demesi, âza ihbara göre “Binde bir pâyana erişilmez” dediği bir zamanda, o kudsî Risale-i Nur’un ektiği tohumların sünbülleşip meyve verdiği mıntıkamızda dehşetli muvakkat buhran zamanlarında, Risale-i Nur’un tercümanı kalendercesine, cesurane ve vakurane, mütevazi ve manalı ve nuranî cevabları ve tesellileri Nurculara hakikaten bir ikram-ı İlahî olduğu ve talebelerin istinadgâh-ı hakikîsini bulmuş ve hakikî bir mü’min olduğunu hissetmiş, bilhassa geçmiş günahlarına tövbe ile Nur uğrunda canını feda etmeğe zaman zaman iştiyak hissetmeleri ve arzu etmeleri gibi kudsî muhabbetle hakikî saadeti bizzât hissetmeleri, eğer Peygamber olmasa idi cihan zulmet içinde boğulurdu.

Dünyaya bağırıp ilân ve isbat etmesi. Biz de deriz ey kıymetli ve sevgili Üstadımız: Eğer şimdi Risale-i Nur olmasa idi kıyamet tamam olurdu.

Işıksız mağarada hayat olmaz. Dinsiz dünya yaşamaz. Ölüm insanı yaşatmaz, hayat yaşatır. Yaşayan ölmez, ölen sükût edip hiçe iner. Din varlıktır, Nur’dur, Risale-i Nur’dur. Bugün Risale-i Nur’suz dindarlar, küçük feneriyle yalnız olarak zulümat içinde ilerlemeğe uğraşmak gibidir. Risale-i Nur dairesi ise; perde-i gafleti, tabiatı, maddiyunculuğu zîr ü zeber ettiğinden; Nur güneşinin sönmez ışıkları içinde o cadde-i kübra-yı hakikatte yürütmektir.

            Risale-i Nur dairesi dışında olanlar, evvelce kuvvetli bir ele yapışmış dahi olsalar, bîçare oldukları görülüyor. Din, iman ve Kur’an ve İslâm noktasında bir kısım tarîkat sâliklerinin dikenli berzahlarından daha selâmetli bir caddede çalışan ey sâdık umum kardeşler!..

Bizlere hakikatın nurlu cadde-i kübrasını gösteren, hidayet eden ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın mücevherat hazinelerini bize nasib eden Cenab-ı Hakk’a sonsuz secde-i şükrünü eda ve Üstadımıza ve onun yardımcılarına dua edelim ve diyelim ki: “İlahî ya Rabbî! Bizleri bu hakikat ve hidayet yolundan ve hizmetinden ayırma. Hepimize hüsn-ü akibet ihsan eyle, âmîn!..”

İnebolu ve havalisi Risale-i Nur Talebeleri

www.NurNet.org

Fetva Emini Ali Rıza Efendi Kimdir? (1861-1943)

Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerindendir. Medrese eğitimini en üst seviyeye kadar tamamlandıktan sonra birçok görevde bulunmuş ve İstanbul’da Fetva Eminliği de dahil, çok önemli mevkilerde hizmet vermiştir. Tarihimizin üç önemli devrini yaşamıştır. İlimdeki dirayeti, araştırma ve incelemeye önem vermesi, meselelere olan vukufiyetinden dolayı şeyhülislamlar gibi alaka ve ilgi görmüştür.

Risale-i Nur’u okuyup inceleme imkanı bulduktan sonra, her fırsatta takdirlerini dile getirmiştir. Yapılan haksız itirazlara karşı çıkmış ve Risalede ortaya konan meselelere tam destek vermiştir. Eline geçen risaleleri dikkatle incelemiş, İşaratü’l-İ’caz için;“Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” şeklinde övgüde bulunmuştur.

Ali Rıza Efendi, 1861 yılında Muğla’da doğdu. Eğitimine medresede başladı. Muğla’nın Kurşunlu Camisi medresesinde müderrislik yapan Hacı Muhammed Zeki Efendi’den ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra 24 yaşında mezun olup icazet aldı. 

Medreseden mezun olan Ali Rıza Efendi, Muğla’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Yüksek öğrenim düzeyinde eğitim veren İstanbul Fatih Camii medresesine devam etti ve buradan da mezun oldu. Burada müderris Mehmet Neş’et Efendiden ders aldı. Mezuniyetini de bu hocanın elinden aldı.

Ali Rıza Efendi, Fetvahane İlamat Odası’da memurluğa başladı. Bu kurumun görevi, kadılar tarafından verilen kararları temyiz yoluyla incelemekti. Aynı yıl ilmi rütbesi de yükseltilerek medresede hocalık yapmaya başladı ve ders okuttu. Bir süre sonra medresedeki ilmi derecesi yükselince, daha üst seviyede ders vermeye ve müderrislik yapmaya devam etti.

1915 yılında Ali Rıza Efendi, Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi Hanefi Fıkhı Müderrisliğine tayin edildi. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri İstanbul için kullanılan tabirlerdendir. Osmanlı devrinde İstanbul yerine; İslâmbol, Dersaadet, Deraliye tabirleri kullanıldığı gibi Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri de kullanılmıştır. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi tabiri ise İstanbul’un hilafetin merkezi olması hasebiyle, buradaki medreseleri diğerlerinden ayırt etmek maksadıyla kullanılan bir tabirdir.

Ali Rıza Efendi, yaklaşık bir yıl sonra en üst düzeyde eğitim veren Sahn Medresesinde görev yapmaya başladı. Müderrisliğine devam etti. Eylül 1917 tarihinde Süleymaniye Medresesi Medresetü’l-Mütehassinin kısmında ders vermeye başladı. Burada, alanında uzman olarak görev yapacak kimseler yetiştirilmekteydi. Ayrıca, kadı yetiştirmek amacıyla açılan ve bu maksatla eğitim veren Medretü’l-Kudat’ta da görev yapıp ders verdi.

Ali Rıza Efendi, 18 Ağustos 1916 yılında Fetva Emini oldu. Risale-i Nur’da bu görevinden dolayı, kendisinden eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi olarak söz edilmektedir.

Fetva Eminliği, Kanuni Sultan Süleyman zamanında ihdas edilmiştir. Şeyhülislama bağlı olan bu kurumun şer’i konularla ilgili meseleleri çözümlemek, fetvalar hazırlamak, dilekçe yolu ile sorulan soruları cevaplamak, şer’i mahkemeler tarafından verilen kararları incelemek, görevleri arasında yer almaktaydı. Bu kurumun başındaki kişi Fetva Emini idi. Bu makama, en yüksek ilim sahibi olan ve memuriyetleri itibariyle unvanları uygun olanlar arasından seçilirdi. Fetva Eminleri arasından şeyhülislam olanlar da olmuştur.

Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman Hazretlerinin üyeleri arasında yer aldığı Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de başvekillik görevinde bulundu. Bu göreve de 10 Ağustos 1918 tarihinde tayin edildi. Bu görevi başkan tayin edilinceye kadar sürdürdü. Osmanlının son zamanlarında kurulan ve bir İslam Akademisi mahiyetinde olan Darü’l-Hikmet-i İslamiye; İslam aleminde ortaya çıkan bir takım yeni dini meselelere ışık tutmak, özellikle de İslam’a yönelen hücum ve saldırılara karşı yayın yoluyla cevap vermek ve mukabelede bulunmak maksadıyla kuruldu.

Ali Rıza Efendinin atandığı önemli görev ve makamlardan bir tanesi de Huzur Dersleri Mukarrirliği’dir. Bu göreve de Aralık 1918 yılında getirildi ve üç sene de bu görevi sürdürdü.

Mukarrirler Ramazan aylarında padişahın huzurunda ders veren hocalardır. Bu göreve, medreselerde hocalık yapan müderrisler içinden çok değerli olanlar seçilirdi. Bu kişiler bir çeşit konferans verir, bu konferansı ve dersleri dinleyenler başta padişah olmak üzere şehzade ve bazı saray görevlileri bulunurdu. Bu dersler Ramazanın ilk gününden itibaren başlardı.

Muhtelif görevlerde bulunan Ali Rıza Efendi, çok önemli görevlere atandığı gibi üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı ile de ödüllendirilmiş, ayrıca kendisine Anadolu Kazaskerliği makamı ve ünvanı da verilmiştir.

Ömrünü ilmi çalışmalara adayan Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un yayınlanması ve bazı Risalelerin eline geçmesinden sonra bunları inceleyerek görüşlerini açıkladı. Kendisi, son dönem Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerinden biri ve çok müdakkik olması, şeyhülislamlar gibi alaka görmesi, fikirlerinin daha da dikkatle izlenmesine sebep olmaktaydı. Birinci Şua, İşarat-ı Kur’aniyye ve Ayetü’l-Kübrâ Risalelerini inceledikten sonra;

Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâm’a en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu” Hafız Emin’e beyan etti ve “Cenab-ı Hak, onu muvaffak-un-bilhayr eylesin!”  şeklinde duada bulundu. Ayrıca, Bediüzzaman’ın sakal bırakmamasından dolayı bazı kimseler tarafından yapılan itirazlara ve eleştirilere karşılık olarak da,Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır*” demek suretiyle kendisini savunmuştur. Hoca Mustafa aracılığıyla da şunların iletilmesini talep etmiştir:

Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın ikmaline hırz-ı can (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymettar) ile dua etmekteyim. Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira ‘Yemişli ağaç taşlanır.’ kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffakü’n bilhayr eylesin.”

Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un neşriyatını takip ederek yakından ilgi gösterdi. Mucizat-ı Ahmediye risalesini okuduktan sonra da; “Bu tarz-ı ifade ve ispat ve beyanı hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış”demek suretiyle takdirlerini bildirdi. Bir çok kez kendisini ziyarete giden ve yakın çevresinde bulunanlara, “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” demek suretiyle yemin etmekteydi.”

Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinden evvel, Risale-i Nur’a birkaç cihetten hücumu hissettiğini söylemesinden kısa bir süre sonra, İstanbul’da ihtiyar bir hoca bir risalenin bir meselesine itiraz etti. Bu itiraza karşılık Ali Rıza Efendi; o itiraza karşı çıkıp reddettiği gibi, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu hakikatlere tam destek verdi.

Cumhuriyet döneminde de haytını sürdüren Ali Rıza Efendi, 1927 yılında emekli oldu. Bir ara tutuklanıp mahkum edildikten sonra ömrünün son zamanlarını Üsküdar’da geçirdi. 31 Mart 1943 tarihinde vefat etti.Allah kendisine rahmet etsin.

 **********

*Sakal Meselesine Fetva Emini Ali Rıza Efendinin Cevabı Nedir?

Soru: 

Üstat hazretlerinin sakal bırakmaması konusunda eski fetva emini Ali Rıza Efendiden naklettiği “bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” cümlesinde bahsedilen kıssanın hangi kıssa olduğunu cevaplarsanız sevinirim.

Cevap:

Sultan Veled adına yazılan ama acaba “Sultanu’l-Evliya Muhammed Veled”e mi ait olduğu, yoksa torunu “Sultan Veled”e mi ait olduğu kesin olarak bilinmeyen “Maarif” isimli esere baktığımız zaman bunun ipuçlarını görmek mümkün. 

Bunları ele alacak olursak: 

1. Anlatılan bir meseleyi herkes kendi fikri ve ilmi seviyesinde anlar. Bir öğretmen 5, 15, 25, 45 ve 65 yaşlarında beş kişiye aynı meseleyi anlatacak olsa farklı şekilde ve anlayacakları tarzda anlatır. Anlamayacağı şeyleri anlatarak kafasını karıştırarak onların inkâr ve itirazlarını celp etmekle kendisini cahil bilmelerini sağlayacak yaklaşımlardan uzak durur. Bunun için peygamberimiz (sav) “İnsanlara akıllarına göre konuşun” buyurmuşlardır. 

2.  Mevlevilerin semaı, neyi ve müziği bazı şeriat âlimleri tarafından haram görülerek ilişilmiştir. Onlar da “Şeriatın zahirini ihmal etmemek şartı ile yapılan müzik ve semaın ve buna benzer hallerin yapanın şeriata bağlılığını artırdığı ölçüde caiz olduğunu ve lâzım da olduğunu” savunmuşlardır. Bu gibi şeylerin müridin ibadet şevkini artırdığına dikkat çekmişlerdir. “Şayet gevşemeye sebep olursa caiz olmaz” demişlerdir. Bu durum “kişinin vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır” diye cevap vermişlerdir. Bu babdan olarak Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled şöyle der: “Daima Allah’ın zikri ile meşgul olan evliyânın halini şeriata aykırı gören kimse Fırat nehrini testideki sudan, bâdem yağını bademden ayrı gören kimseye benzer. Muhakkikîn yanında mukallidin imanı değersizdir. Dinin gereği ve hakikati şekil ve dilden ibaret olmayıp her şekil ve surete girebilen bir külli hakikattir. Şekil ise o dini izhar eden bir kap ve kadeh gibidir. Sudan habersiz şekille uğraşan mukallit testi ustaları suyun testiyi bozacağını düşünerek testiye suyun konmasına karşı çıkarlar. Hakikatten habersiz İblis yüce Allah’ın Âdeme secde emrine itaat etmeyerek lanete uğradı.  (Bakara, 2:32) Hakikatte ise Âdemin suretine secdenin sureti altında Allah’ın emrine uyma ve ona itaat vardı. Dinlerdeki değişiklikler ve şeriatların değişmesinin hikmeti iman ve din hakikatinin değişmesi değil, farklı zaman ve şartlara göre suretlerin değişiminden ve hakikatin farklı suretlerde tecellisinden ibarettir. Allah katında din İslam’dır.  (Âl-i İmran, 3:19) Bu ezelde böyle olduğu gibi, ebedde de böyle olacaktır. Hakikat asla değişmez. Akıllıya işaret yeterlidir. Gafile ise şerhin faydası yoktur”  (Sultan Veled, Maarif, (1991-İstanbul) s. 25–34) demektedir. 

3.  Genellikle evliya menkıbelerinde şeriatın zahirine göre yanlış gibi sayılan haller ve durumların gerçekte hakikate uygun olduğunu anlatmak için mutasavvıflar Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) kıssasını anlatırlar.  (Kehf Suresi, 18:63–80) Maarif kitabında da konuya öyle giriş yapılmıştır. Hz. Musa (as) Kelam-ı İlahiye tam mazhar iken Hz. Hızır (as) dan hakikat ilmini öğrenmek istemesi onlar için örnek teşkil etmiştir. 

Bütün bu mukaddimelerden sonra gerçek şu ki: İstanbul ulemasından Fetva Emini Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman hazretlerinin “Birinci Şua” isimli eserine ve sakal bırakmamasına ehl-i dalaletin oyunu ile Abdulhakim Arvasi gibi tarikat şeyhlerinin itiraz etmesi üzerine, onların anlayacağı dilden cevap vermiştir. “Elbette Bediüzzaman’ın bir içtihadı vardır”  (Kastamonu Lahikası, 149) itirazınız anlamsız ve hükümsüzdür demiştir. 

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Fıkıh Bahçesi
  • Risale-i Nur Enstitüsü

Ene Risalesi, İlim, Felsefe ve Dinler Tarihi..

Bediüzzaman’ın ben yani eneden hareketle bir felsefe tarihi seyahatidir ene risalesi. Ben’in penceresinden din, felsefeve bilim tarihini kolaçan etmektir. Bediüzzaman bu eseri için “en dindar filozof bile bu eseri bu kadar kısa sürede kaleme alamaz”der.

Bu eserin bir felsefe tarihi enmuzeci olduğunu ifade ettiği gibi, kendisine de hangi ünvanı verdiğini metnin arka planında söylemektedir. En dindar fiozof bunu kaleme alamaz ise o zaman Bediüzzaman nedir?, onu da okuyucular düşünsün.

Hani bir hükümdar çok özel bir ata sahipmiş, çevresindekilere demiş ki “bu atın ölümünü kim haber verirse onu onun akıbetine duçar ederim” Gel zaman git zaman at ölmüş, vezir bakmış ki öldü desem ben de öleceğim, o zaman hükümdarı çağırmış. Hükümdar demiş “ bu at yatmış mı “ , “Evet efendim” demiş. Peki yemiyor mu “ hayır efendim” demiş, “ peki nefes almıyor mu “ , “ hayır efendim” demiş. “Desene ki vezir bu at ölmüş” , “ vezir de ölümden kurtulmuş gibi nefes almış ve demiş” , “Ben demedim Efendim siz dediniz.” Zekavetiyle mevtten kurtulmuş.

Bediüzzaman enenin penceresinden baktığını anlatır “Ene zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafında da budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”

Adem zamanından günümüze bütün fikir hareketlerinin kaynağı bu “ene“, yani “ben“dir. Klasik din öğretisi iman ve islamın şartları ile ortaya çıkan bir bütünlüktür. İmanın şartları islamın şartlarını zorunlu olarak ortaya getirir , ikisi birden bir bütünlük içinde bir şahsın dini kimliğini oluşturur. Bediüzzaman burada dini çok farklı olarak izah eder. İnsan beni gizli hazine olan Allah’ın isimlerini okuyan açan bir anahtardır. Burada görsel birdin vardır, ene bir anahtar, gizli sırları taşıyan, gizli hazine olan isimleri okuyacak okuma eğitimi almıştır, veya okuyacak özelliklerle donatılmıştır. “ikra bismi rabbikellezi” derken , Allah’ın adı ile oku diyor. Yani Allah’ın isimlerini ki onlar gizli hazinelerdir onları okuyacak anahtarlar sendedir, o şekilde okuyabilirsin. Bütün ilimler bu isimlerin yansımalarından, varlığa yansımalarından okunan bilgilerden oluşur.

Kur’an’da Allah adına okumayı salık verirken, nasıl okunacağı konusunda da örnekler verir. Kur’an baştan ayağa okuma örnekleri ile doludur.Gerek kozmik ayetleri , güneş, yıldızlar,geçeğenler, hareketleri, hikmetleri hep bu hikmetli okumalardır. Çünkü insanlık Kur’an’dan önce acemi kainat okumaları yüzünden hayatını karartmıştır.

Galile’nin dünyanın döndüğünü demesi bir okumadır, o gün döndüğünü söylemek bile yanlış okumadır. Kur’an da “ güneş döner “ demek ile yanlış okumayı ortaya koyar, çünkü güneş eski astronomiye göre sabittir. Ama Bediüzzaman dönmeye de bir okuma olarak bakar ” hareketen fi hikmeti “der yani hareket başı boş değildir, bir gaye uğruna döner, döner zamanı meydana getirir, döner mevsimleri meydana getirir, döner mahlukatı dokur.
Mucizat-ı Kur’aniye risalesinde kırka yakın cümle ile Kur’an’ı tanıtır. Bütün bunlar okumaktır. Tercüme bir tür okumaktır, ancak tercümede iki dil vardır, biri tercüme edilen, bir de tercüme edilen metni nakletmek.

Kur’an şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi “ Hem kitap hem tercüme.. demek kitap öyle bir bakışta anlaşılır bir şey değil onun dilini tercüme etmek gerekir. Çünkü pagan dönemlerde kainat okumaları tercüme edilmemiş yabancı bakışlar ve okumalardır. İkinci tarif ve tavsif cümlesinde “ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi “ Yine burada okumak fiilini kullanmış Bediüzzaman, ayat-ı tekviniye bütün müsbet ilimler denen görünen fiziki varlıkların okumasıdır. Bediüzzaman birçok ilmi okur, ve vardığı sonuç “ ben baktım ki onların okudukları ile Kur’an’ın okumaları örtüşüyor, denk geliyor , o zaman onları bırakıp Kur’an okudum” der.

Mütenevvi diller ilimlerin kozmik ayetleri okumalarıdır. Ama onlar hakikatı okuyamamıştır. Üçüncü cümle yine okumak üzerine kurulmuştur. “ Şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri” burada mana açık, Kuran görünen görünmeyen alemleri okuyan bir müfessir, müfessir yorumlayan , tefsir eden demek,ama tefsir usülü diye bir ders var, Kur’an ‘ı tefsir etmeden önce metodoloji demektir, işte bu ayetleri okumak da tefsir metodolojisi bilmek ile olur, Bediüzzaman kainat ayetlerini gizli açık okuma metodolojisi veren bir insandır. Bütün risaleler bu okuma metodolojisinin alıştırmaları ile doludur.

Risale-i Nur kainat kitabını tefsirin metodolojisini veren bir kitaplar zinciridir. Dikkat edilirse Risale-i Nur’u okumada bir tasnif gerekir, önce şunu sonra şunu daha sonra şunu demek. “Risale-i Nur başta perdeli gidiyor, sonra gittikçe açılır “ diyerek bu metodolojik okumaya kısmen işaret eder. Burada anlatılan kur’an tariflerine göre bir Risale-i Nur okuma programı çıkar, bu kırk madde okuma tarzlarını ortaya koyar. Çünkü bütün metinlerin içinde okuma fiili ya zahir ya muzmer vardır. Ama bu ülkenin aydınları Kur’an’ın metnini dahi okuyamamaktır, o halde Kur’an ne kadar hayatımızın içindedir?

Bir felsefe kongresinde kuçuradı Kant’ın bir sıralamaya göre okunması gerektiğini söylemişti, Kant böyle olursa Bediüzzaman nasıl olur. Risalelerin okuma ve anlaşılması konusunda bir sıralama ortaya koyan çalışmalarımız yok. Keşke olsaydı. Altın hazinesi üstünde oturup ondan birşeyler üretmemekti, birçok şey.

Ene “ kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı”dır. Ne kadar kapsamlı bir anahtardır ene. Kainat bir açılması zor tılsımdır. Kainatın tılsımını dinler, ilim ve felsefe çözmeye çalışmıştır, dünyalar dolusu kitaplar hep bu konuda yazılmıştır. Ama ene , ben bu muğlak sırları çözecek bir keyfiyet ve istidad ve uygulama mantığı kazanmamışsa onları okuyamaz. Bediüzzaman okumadaki doğruluğu ene nin de anlaşılmasına bağlar. Önce anahtarın anlaşılması gerekir. Ene psikolojinin , dinin, psikanalizin, felsefenin odağında bir kelime ve kavram. Bediüzzaman bütün ilimlerin odağındaki bu kelimeye nasıl büyük gayretlerle görmüş. Ene’ye bir sıfat grubu vermiş, “bir muamma-yı müşkül küşadır, bir tılsım-ı hayret fezadır” Bu muğlak kelimelerden oluşan terkibi kurmak bile güç mesele “ muamma-yı müşkül küşa” zorlukları aşan bir muamma, zorluk ve muamma, müşkül ile muamma, ama muamma çözülürse müşkülleri çözebilir, yani anahtarı anlarsanız kapıları açarsınız. Risale-i Nur bu ene anahtarının tedricen açılması, anahtar olduğunun anlaşılmasıdır.

Anahtarın mahiyetini anlatır, metin yavaş yavaş açılır, öyle bir açılma seyri vermişkiene risalesine yavaş yavaş açarak eneyi anlatır. Tarif şöyle “ Sani-i Hakim insanın eline emanet olarak Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işarat ve nümunelerini cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kıyasi olup evsafı-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.” Uluhiyetin işlerini ve rububiyetin vasıflarını anlayacak işaret ve nümuneleri cami bir ene “O işaret ve nümuneleri görmek ve onlar ile Rububiyet ve uluhiyeti anlamak. Yani anahtar rububiyetin ve uluhiyetin sırlarını çözecek işaret ve nümuneleri içinde barındırıyor. Enenin bu cami kapsamlı mahiyeti bilim tarafından görülemmiş sadece enenin cinsel gücün motoru ve zevklerin kaynağı olduğu konusunda çok şey söylenmiş, psikanalistler ve psikologlar enedeki sapmaları ancak psikanalitik seanslarla düzenlemeye gitmişler ama beyhude. Bediüzzaman bilim tarihinin psikolojinin ve sanat ve estetik tarihinin gündemine gelmeden ölürsem ne anlamı var , O’nu klasik bir tanıtımla dahi anlatamıyoruz. Adam yetiştirme sanatı mıdır bu iş öyleyse nedir.

Şu cümleler ilk cümlelerin biraz daha tafsili izahı.”Alemin mifhatı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki alemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki Hallak-ı Kainatın künuz-ı mahfiyesini onun ile keşfeder” 

İnsan Allah ve kainat ilimin dinin ve felsefenin etrafında dolaştığı üçgen, Bediüzzaman bu üçgeni enenin mahiyetini çözerek ortaya koyar ve ondan sonra Allah’ın da kainatın da anlamları anlaşılır hale gelir.

Bediüzzaman kendi enesini kainatın ve esma-yı ilahiyenin sırlarını açacak şekilde hazırlamış, onun hayatı bu enenin yetişmesi ve sırları çözmesine endekslenmiştir. Bütün çektiği çileler bu anahtarı anlamak ve onunla alemin ve uluhiyetin sırlarını çözmek üzerine kurulmuştur. Darısı bizim enemizi terbiye etmemize vesırlarla yüz yüze kalmamıza. Ama böyle biristek yoksa çözüm de yok, ene bizi kemiren bir kene, zevkleri ile rahatı ve gayretsizliği ile..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org