Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi

Gel şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle, zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki; o teçhizat, o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saâdet tahsîl etmek için mi verilmiştir?… Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbatı, düstûr-u harekâtı vardır….Şu matlûbat ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’ûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır… Halbuki eğer bu meydandan başka âli, dâimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur…(1)

Haşir Risalesinin her bir satırı binlerce esrârın ve Kur’ânî hakikatın birer tezahürüdür.

Sûretler, hakîkatler ve işâretler birbirini destekler, şerh ve izah eder mahiyettedir. Aralarında ince edebî san’antlarla  örülmüş bir bütünlük, âhenk ve uyum vardır.

Evet, bu dünya Cennet ve Cehennemin bir nümûnesidir. Lutuf ve kahır karışımı nice örnekleri seyretmek için gönderildik bu dünyaya. Allah’ın (c.c.) binbir isminin yarısı celâlli, yarısı cemâllidir. Bu isimlerin asıl tecelli edeceği yer, Cennet ve Cehennmdir. Dünya, zıtların karışımından teşekkül etmiş bir mekândır.

Yukarıdaki metinde geçen ‘şu cemaatler’ tâbiri, insan dışındaki varlıklara işârettir.

‘Reis ve zâbit’ ise, insanı işâret etmektedir. Emîn arkadaş, sersem arkadaşına insanın nasıl bu memleketin reis ve zâbiti olduğunu açıklamaya çalışıyor. Böylesi devâsa bir varlığın dirilmemek üzere toprağın karanlıklarına terk edilemeyeceğini izah ederek Haşrin, yeniden dirilişin zarûrî ve kaçınılmaz olduğunu isbat ediyor.

Bu güzide varlığa bahşedilen organ ve aletlerin bu geçici dünyada tatmin olamıyacağını anlatıyor.

Metinde geçen ‘teçhîzatlar’dan kasıt zahirî ve batınî duygular (on havas ve letâif) dır.

Acaba insanın vücudundaki bu kadar mükemmel donanım ve o donanımı teşkil eden parçalar, bu geçici dünya için verilmiş olabilir mi?

 ‘şu zâbitin cüzdanı’ndan maksat, on latîfeleri taşıyan kalbe işarettir. ‘defter’ ise, on havas ve hissiyata sahip olan akla işarettir.

‘maaş’, âhretteki mükâfat ve ücrete işârettir.

Kalbin taşıdığı on latîfe; kalb, ruh, sır, hâfi, ahfâ, nefis ve dört unsur denilen su, toprak, hava ve güneşten meydana gelen on latîfedir.

Aklın sahip olduğu beş zâhir duygu ve beş bâtın duygudur.

Zâhir olanlar; Görmek, tatmak, işitmek, koklamak ve dokunmaktır.

Bâtınî duygular ise; Hiss-i müşterek, hayal, vâhime, kuvve-i hâfıza, kvve-i müfekkire (kuvve-i mutasarrıfa) dır. Bunlar insanın başında bulunan kuvvelerdir.

İnsan beyninin arka kısmında; ön, arka ve orta kısım olmak üzere ufacık bir yer vardır. Ön ve arka kısımda iki bölüm, orta kısımda ise bir bölüm halinde bulunmaktadır. Ön kısımda; hiss-i müşterek ve hayal bulunmaktadır. Hiss-i müşterek her şeyin fotoğrafını alır. Meselâ, insan korkunç bir varlık gördüğünde, hiss-i müşterek hemen onun fotoğrafını çeker, kuvve-i hayaliyeye gönderir.

Arka bölümde; vâhime ve hâfıza denilen iki havâs vardır. Kuvve-i vâhime, görünen şeylerin anlamını kavrar ve anladığı o şeyleri götürüp kuvve-i hâfızada yerleştirir.

Orta bölümde ise; kuvve-i müfekkire (veya mutasarrıfa) bulunmaktadır. En güçlü duygu olan akıl, tefekkür eder, gördüğü şeyin mahiyeti nedir, korkulacak bir şey midir, gördüğü doğru mudur? Diye tartar, tefekkür eder, değerlendirir.

Bu kadar değerli duygular, bu fâni, geçici hayatla yetinip doyuma ulaşabilirler mi?

“…İşte madem mahiyet-i insaniyyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayâliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye ebediyetle fıtraten alâkadardır.” (2)

“…Demek en büyük fâni, en küçük bir alet cihâzât-ı insaniyeyi doyuramıyor…(3)

Hiçbir organ, bu dünya nimetlerine razı olmuyor.

Demek insânî duygular, bu dünya ölçüleri baz alınarak verilmemiştir.

Madem insanın maddî ve mânevî tüm cihâzâtı, latîfe ve duyguları, ebediyeti/devamlılığı/kalıcılığı/sürekliliği istiyor. Bu istek burada karşılanamıyor, öyle ise bu istekleri insana takan ve yerleştiren Zât, başka bir memlekette ebedî ve doyumlu bir biçimde karşılayacaktır.

İnsan bu dünyada ihtiyaçtan dolayı yer içer. Cennette ise sadece lezzet için yer içer. (4)

Bu duyguları yaratan ve insana veren kim ise; ebedî bir mekânda arzularını tatmîn edecek olan da odur. Dilin, gözün ve diğer organların tatmîn yeri ancak Cennet olabilir.

Cennette göz, beşyüz senelik mesafedeki nimetlerin ve güzelliklerin en ince noktalarına kadar nüfuz eder.

Duygu ve latîfeler, bu imtihan yerinde iman,  ibâdet ve takvâ ile ne kadar terakkî edip gelişirse, Cennette o nisbette lezzet alır ve mutluluğa erişir.

O Kerîm Zâtın şe’nindendir ki, insanı yokluğa mahkûm etmeyip en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirerek Kerîm isminin gereğini yerine getirmiş olsun.

Hayâlini nasıl râzı edebilirsin? Diyelim ki, Mekke-i mükerremeye gitmeyi hayâl ettin, ama gerçekte gitmen mümkün olmadı, hayâlin gerçekleşmedi. Ama bu isteğin Cennette yerine getirilecektir. Çünkü orada zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyadaki hayal sur’ati ne kadar hızlı ise, Cennette de bedenin hızı o orandadır. Cisimler, hayal hızında hareket edeceklerdir. Üstelik trafik işareti, hız limiti, ağır trafik cezaları da uygulanmamaktadır.(5)

‘Cüzdan’ tâbiriyle  insan kalbindeki on latîfeye dikkat çekilmektedir. Bunlardan sadece latife-i Rabbâniye denilen ‘sır’ latîfesine bakacak olursak, dünya verilse tatmin olmaz. Onun arzusu Cennetle de  yerine gelmiş olmaz. Ancak rü’yet-i Cemâlullah ile mutmain olabilir. Böyle bir arzunun yerine gelebilmesi için, haşrin açılması gerekir. (6)

Uyanmış, ibâdet/takvâ/tefekkür/zikir/duâ ile inkişaf etmiş bir kalb’e Cennetin bütün nimetlerini verseniz, yine onu razı edemezsiniz. Çünkü insan kalbi, Rahmânın arşıdır, merkezinde Allah’tan başka hiçbir şeyi kabul etmez. Kâmil ve hakîkî  insan  profili böyle ortaya çıkar.(7)

Dünya ve ahretin sultanı olan insana, öyle bir rütbe ve makam verilmiş ki, en son Cehennem’den çıkıp Cennet’e girecek olan bir mü’mine, yer kürenin on katı bir saltanat verileceği hadîs-i şerifle sabittir.

Yetmiş bin saray, yetmiş bin hûrî ile bütün arzularına hitap eden bir memleket insanın arzularının emrine tahsis edilir. Verilen bu mülk ve saltanat geri de alınmaz, ebedî olarak onun istifadesine sunulur. Artık tüm arzu ve isteklerine kavuşmuş olur. Allah, Cennet ehlinden, onlar da Allah’tan razıdırlar.

Bu dünya saltanatı için boğuşanların, ebedî yurdun, ebedî saltanatından gafil olmaları ne acıdır değil mi?

İşte insanın yaratılışına yerleştirilen isteme duygusu, Rabbimizin vermek istemesindendir.

“ Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmâna teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umûmen isterim.”(8)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Onuncu Söz, Onikinci sûret
  2. Şuâlar, 11. Şuâ, Sekizinci meselenin Bir Hulasası
  3. Sözler,10 Söz, 11. Hakîkat
  4. bkz. Sözler, 28. Söz
  5. bkz. Sözler, 28. Söz
  6. bkz. Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf
  7. bkz. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve
  8. Sözler, 17. Söz, 2. Makam

Tek Kanun, Tek Hâkim

Bir memlekette düzen ve nizamın varlığı, her türlü iş ve işlemin bir kanun çerçevesinde yürütüldüğünü gösterir.

Kanun ise hâkimsiz olmaz.

Az gören, çok gören, ağlayan, çapak tutan, normal gören her gözün tâbi olduğu kanun aynıdır. Güneş hangi kanuna tabi ise, sineğin kanadı da aynı kanuna tâbidir.

Şu muhteşem varlık âleminde, gerek âfâkta (ufuk kelimesinin çoğulu olup gözün görebildiği en son çizgi, kıyı, kenar, insanın dışında kalan tüm âlem), gerek enfüste (insanın kendi benliği anlamına gelen “nefs” veya “nefis” kelimesinin çoğulu “nefisler”demek olup, insanın kendi içinde, özünde anlamına gelmektedir) cereyan eden bütün kanunların bir Hâkim-i Ezelîsi vardır ve O birdir.

Birden fazla olsaydı, düzen alt üst olurdu. Söz gelimi, gecenin bir hâkimi, gündüzün başka bir hâkimi olması durumunda, aralarında büyük bir anlaşmazlık ve niza çıkacaktı.

“Resûlüm! (De ki: faraza müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde) o ilâhlar (Arş’ın sahibine) mutlak mânâda her şeyin sahibi ve Rabbi olan kâinatın Yararatıcısına (elbette) galip gelmek, onun hâkimiyetini kendisinden almak için (bir yol ararlardı.) Olanca kuvvetleri ile böyle bir yol elde etmeğe çalışırlardı.Nitekim dünya hüküdarları arasında bu ihtiras cereyan etmektedir. Allah’ın şânı ise bu gibi taarruzlara maruz kalmaktan uzaktır, yücedir.” (1)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmelerde tevhîdin güçlü delilleri ortaya konulmaktadır. Kelam ilminin en önemli kurallarını da nazara vermektedir:

1.Birden çok ilâh olsaydı, aralarında anlaşmazlık çıkar, düzen ve intizam bozulurdu.

2.Farz  edelim ki, biri baş ilâh, diğerleri onun yetki verdiği bir takım ilâhlar olsaydı, aralarında rekabete dayalı bir yarış başlar ve kendi güçlerini/yetkilerini kullanarak hâkimiyetlerini kurmak isterlerdi. Görünen o ki, bu âlemdeki işleyiş ve düzen en mükemmel şekilde işlemektedir. Aksi durumda bir papatya çiçeği bile yetişmezdi.

2.Bu âlemde iki ilâhın olması durumunda, hâkimiyet yarışında ya başarılı olur veya olamazlardı. Emir ve kumandayı ellerine geçirmeleri halinde, hâkimiyet sınırlı kalır, geçirmemeleri hâlinde ise, her iki ilâh da âciz, güçsüz duruma düşmüş olurlardı. Böyle bir âcizlik veya otorite paylaşımı Allah’ın şânına aykırıdır. Biri yaratmak, diğeri yaratmamak gibi bir irade sergilese, ikisinin de dediği olmaz. İki zıddın (varlık-yokluk) birleşmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Biri başarılı, diğeri başarısız konuma düşer. Her ikisinin de sözü geçerli olmazsa, yaratıcılık vasfını kaybetmiş olurlar.

Halbuki; “Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr her şeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şeriklerden (ortaklardan) münezzehtir.”(2)

Kâinatın yaratıcısı birdir, her türlü ortak ve ortaklıktan müberrâdır.

Demek bir memlekette iki hâkim olamaz. Tek elden çıkacak kanunla tek elden yönetim ve hüküm sahibi bir tek Zât olabilir.

Yaratılış kanunlarını koyan ve uygulayan bir olduğu gibi; mükelleflerin fiillerine bakan kanunları koyan da birdir. Çünkü kâinattaki fıtrî kanunların etki alanı insana bakar. Bu durumda insanın söz, eylem ve davranışları da O Zât tarafından düzenlenmelidir ki, şirk olmasın. Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, ırza tecâvüz eden ve benzeri haksızlık ve zulümleri işleyenlerin cezalandırılması için bir kanuna ihtiyaç vardır. Böyle bir kanun, ya insan eliyle yapılacak, ya da Allah tarafından tanzim edilecektir. İnsan eliyle düzenlenmesi şirktir. Çünkü teşrî’ (kanun yapma) hakkı yalnız yaratıcıya aittir.

Günümüzde olduğu gibi, insanlığın idaresi, kendisi gibi âciz bir beşere tevdi edilse, güçlüler zayıfları ezer, fitne/kargaşa/haksızlık/keşmekeşlik baş gösterir, sosyal hayat bozguna uğrar, insanlığın barış ve düzeni bozulur. En sonunda da bu âlemin tek sahibi ve otoritesi kıyâmeti başlarına koparmak suretiyle haşir meydanlarını açar, büyük mahkemeye sevk eder.

En mükemmel bir biçimde insanı yaratıp Rabbânî/fıtrî bir kanunla cismimizi idare eden, ona şekil ve düzen veren kim ise, Ümmet-i Muhammediyeyi ahkâm-ı İlâhiyye ile idare eden de O’dur.

Gece ve gündüzü birbirinden ayırt eden kanun  hangisi ise, zâlim ile mazlûmun arasını fasleden (ayıran) de aynı kanundur.

Demek kâinatın yaratılış, tedbir ve idaresiyle alakalı tekvînî hüküm ve kararlar kimin ise, cin ve insanların hayatlarını/yaşama biçimlerini düzenleyen karar ve hükümler de O’nundur. Uyup uymama tercihi ve sonucu insana aittir.

Yani, fıtrî kanunları koyan kim ise, teklîfî kanunları koyan da O’dur.

“Yaratma, kanun koyup o kanunlarla âlemi ve insanları idare etme yetkisi yalnız ve yalnız Allah’a aittir.”(3)

Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı insanı kendine muhatap kabul edip onunla konuşuyor.

Şu büyük kâinat kitabının ezelî tercümesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân ile konuşuyor.

Bir de, tecessüm etmiş Kur’ân olan kâinatın kelimeleri ile konuşuyor.

Bu her iki kitabın anlamını ve tercümesini bildirmek üzere, tercüman sıfatıyla peygamberler gönderiyor. İnsanları sınava tabi tutuyor.

İşte burada yaşanılan hayat, gayb perdesi arkasında ebedî bir hayatın varlığını göstermektedir.

İnsan ise, tek Hâkim’in koyduğu kanuna göre sorgulanacak, haşir ve neşri bu kriterlere göre gerçekleştirilecektir. Rabbim yardımcımız olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1. İsrâ, 42

2. Mü’minûn sûresi, 92

3. A’râf, 54

Temizlik Ordusunun Askerleri

İnsan, uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı hale getirecek kadar kirleten acayip bir varlıktır.

Bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı, güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İnsan çevreyi kirletmekle kendi varlığını kirlettiğinin farkında mı acaba?

Bediüzzaman, Otuzuncu Lem’a’da dünyayı sürekli işleyen büyük bir fabrikaya, sürekli dolup boşalan bir hana ve bir misafirhaneye benzetir. Elbette benzetilen unsurlar insanîdir, insanların bildiği, aşina olduğu ve hatta kendi eseri olan yapılardır. Belki bütün bunları sınırlı da olsa bir fikir ve mesaj verme maksadıyla zikreder Bediüzzaman.

Zaten benzetmenin hemen akabinde benzetme yönü ve maksadını da dile getirir ve der ki: “Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla (atıklarla), enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli (kokuşan) maddeler her tarafında teraküm ediyorlar (birikiyorlar). Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Bediüzzaman bu eserinde temizlik kanununa dair ilginç bir noktaya daha dikkat çeker. Burada yine bizim kolayca anlayabileceğimiz bir mantık kurgusuyla izahta bulunur.

Bizim anlayışımıza göre bir fabrika ne kadar büyükse o kadar çok makine işliyor demektir. Ne kadar çok makine mevcutsa o kadar çok çalışma, ne kadar çok çalışma varsa o kadar çok üretim vardır. Ancak insanî yapı olduğu için çalışma süresiyle atık miktarı doğrudan orantılıdır. Hammaddenin büyük kısmı atılacak, hurdaya çıkacak veya posa olarak bir kenarda biriktirilecektir. Çalışma miktarı ve süresi aynı zamanda çevre kirliliğine de sebep olabilecektir. Hava, su ve toprak kirlenecek, hatta zehirlenecektir. Tedbir alınmadığı takdirde de önce o fabrikanın içi, sonra etrafı ve devam etmesi halinde daha geniş bir çevre sürekli kirlenecek, kokuşacak, yaşanmaz ve o fabrika işlemez hale gelecektir.

Ancak gördüğümüz şu dünya küresi hiç de öyle değildir. Alabildiğine büyük, alabildiğine karışık bir çalışma sistemine sahip olmasına rağmen kesinlikle kirlilik söz konusu değildir. Sanki büyüklük arttıkça temizlik de artmakta, yaygınlaşmakta, daha belirgin hâle gelmektedir. Gözümüz önündeki tablonun büyümesi temizliğe asla halel getirmemektedir. Dünyadan milyarlarca kat büyüklükteki yıldızlarda, güneşlerde, aklımızın alamayacağı kadar genişlik ve sayıdaki galaksilerde ve hatta tüm kâinatta temizlikten zerre kadar taviz verilmemektedir.

Temizlik ordusunun neferleri

Bediüzzaman’a göre bütün kâinat bir temizlik ordusudur ve her varlık o ordunun birer neferi gibidir. Her şey bu temizliğe katkı için görevlendirilmiştir. Denizlerdeki balıklar, karada yaşayan ve etle beslenen aslanlar, kartallar, kurtlar ve karıncalar temizlik komutuna itirazsız amade olan birer hizmetkârdır; cenazeleri toplayan sıhhiye memurlarıdır.

İnsan vücudundaki organlardan hücrelere kadar her bir unsur temizlik için adeta yırtınmaktadır. Kandaki alyuvarlar ve akyuvarlar temizlik görevindedir. Aldığımız her nefes, akciğerlerde temizlenerek kana geçer, kandaki kirli havayı dışarı atar. O temizlik emrini gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek suretiyle yerine getirirler. Hava, zemin yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla (mükemmel bir disiplinle) çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösterir.

Bediüzzaman’ın gözümüz önüne koyduğu temizlik tablosunda sayısız temizlik mucizeleri resm-i geçit yapar. Bu tabloda zerre ile güneşin temizlik emrine riayette farkı yoktur. Birisinin gösterdiği teslimiyet ve temizlik aşkı diğerinden ne geri ne de fazladır.

O halde bir atom tanesinin temizlik kanununa kusursuz riayeti o kanunu koyan gücün, iradenin ve hâkimiyetin varlığını da açıkça göstermektedir.

Kirli beşer veya beşerin kiri

Bu muazzam ve muhteşem temizlik tablosunu kirletmenin ne demek olduğunu düşünebilir misiniz?

En büyük cirimlerin dahi zerre kadar ihlal etmediği bir kanuna cirmi küçük ama cürmü âlemler kadar büyük beşerin kirli elinin karıştığını söylesek?

Uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı kadar kirleten bir acayip varlıktır insan. Üstelik kendi küçüklüğüyle birlikte, üzerinde yaşayabileceği bir başka gezegen olmadığını bile bile. Ama bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İşte insanı böylesine kötü ve bu derece tehlikeli hâle getiren bu yönü ve özelliğidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “fısk çamuruyla mülevves”, yani günah bataklığına saplanmış bir kafa yapısının ortaya çıkardığı ve yaygınlaştırdığı bir hayat felsefesidir insanı insanlıktan çıkaran. Yaratılış gayesini unutan, hedefini kaybeden beşerin elindeki kir, aslında bir isyanın ve cinayetin de açık delilidir.

Günümüzde hepimizi, tüm insanlığı tehdit eden çevre kirliliğinin başına “küresel” nitelemesi konuluyor. Ama Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği ve beşerin sebebiyet verdiği cinayetler tablosu küresellikten çoktan çıkmış, “evrensel” boyutlara ulaşmıştır. Kirle ve kirlenmeyle açığa çıkan bir “evrensel isyan”la karşı karşıyayız.

İsraf, hırs, gasp, haksızlık, adaletsizlik, tahrip, cinayet, kibir, gurur…

Bu isyanın cezası da elbette çok büyük olacaktır.

İşte tam burada devreye ancak Sonsuz Rahmet Sahibi’ne dönüşle elde edilebilecek bir arınma ve kurtuluşa erme ümidi devreye girmelidir. Suç ve ceza ne kadar büyük olsa da, kurtuluş ve halas o derece kolay gerçekleşecektir.

Çözüm gayet açık ve alabildiğine kolaydır:

Tüm insanlığı ve üzerinde yaşadığımız dünyayı korkunç bir sona ve uçurumun başına getiren süreci durdurmak ve geri çevirmek. Bu korku filmini geriye sarmak…

Yani problemin kaynağına, insanın o kirli eline ulaşmak, o eli ya temizlemek veya geri çekmek.

Bunun için de topyekûn bir anlayış, bir idrak ve bir bakış temizliğini elde edebilmek.

Nezafetin, nezahetin ve temizliğin imanla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade eden Temizlik imandandır hadis-i şerifini rehber edinmek.

İmanlı bir bakış açısına erebilmek.

Temizlik nereden başlar?

Bediüzzaman, temizlikle ilgili “Kötü hasletler, bâtıl itikatlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız” der. Bu tespitini kuru bir iddia olarak ifade etmeyerek Muhakkak ki Allah çok tövbe edenleri ve temiz olanları sever ayet-i kerimesine dikkat çeker.

Evet, her bir günah insan için birer kirdir. Bu kirin en olmaması gereken yer kalptir. İşlenen her bir “günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” (2. Lem’a)

Bu izahta günahların kalbi kirleten, katılaştıran ve iman nurunu söndüren, karanlıklara gark eden en temel aktör olduğu vurgulanırken, günah kirinin neyle temizlendiğine işaret de vardır. Manevî temizliğin yolu “istiğfar”dan geçer. Tövbe ve istiğfarla en küçük günah kirinin dahi temizlenmemesi halinde geri dönüşü çok zor bir uçuruma doğru yuvarlanma tehlikesi vardır.

Görüldüğü gibi iç ve dış temizlik birbirini tamamlayan unsurlardır. Birisi olmadan diğerinin olması düşünülemez. İnsanın ruh dünyasındaki kirlilik eninde sonunda dışarıya yansır. Günahlar, isyanlar, inkârlar zamanla insanın iç dünyasını alabildiğine karartır. Böyle bir insan beden dairesinden çevresini kuşatan varlıklar dairesine kadar maddî temizliğe de riayet edemez. Zahiren ediyor gibi görünse de o sadece görüntüde kalır.

İç âlemi böylesine kararan, günahlarla siyahlaşıp katılaşan bir kalbe sahip insan içinde yaşadığı âlemi ne bir misafirhane olarak görecektir ne onun temizliğine dikkat edecektir. Hattâ her şeye düşman nazarıyla bakar, iyilikleri kötülük, hayırları şer olarak görecektir.

Manen temiz olmayan, günah ve inkâr kirleriyle dolu bir kalbin sahibi ne kendini, ne çevresindeki varlıkları okuyabilecektir. Her birisi İlahî birer mektup olan eşyayı amaçsızlığa, hikmetsizliğe, hatta ademe mahkum eder. Onlar üzerinde vurulan İlahî mühürleri, damgaları okuyamaz. Hattâ temizlik hakikatini görmezden gelir. Âlemdeki eşsiz temizlik ona hiçbir şey ifade etmez. Bilakis hep olumsuz bakar, kirli görür, kirletmekte beis görmez. Hele bir de bol kazanç için her şeyi mübah gören bir kafa yapısındaysa, kendi menfaati için kıyametin kopmasına, o korkunç akıbete maruz kalınacak olmasına da bir önem vermez.

Manevî temizliğe riayet eden bir insan, kâinatta Kuddûs isminin tecellî ve yansımalarını görecektir. Örneğin hayvanlar, Allah’ın memurlarıdır, O’na ayinedarlık yapar ve O’nu zikrederler. Bazı hayvanlar yeryüzünün ve denizlerin temizlik ve sıhhiye memurlarıdır. Sineklerin bile önemli fonksiyon üstlendiği, lüzumsuz hiçbir varlığın bulunmadığı bir dünya her insan için ideal bir ortamdır. (30. Lem’a)

Dr. Veli SIRIM

Kadınlarda sanat, marifet ve iş hayatı olamaz mı?

– Kadınlar evlerinde kapalı kalmalı, dışarıyla bağlantısı olmamalımı? İslam’da kadınların sanat sahibi olması iş hayatında bulunması yasakmıdır? Kadınlar çalışarak eşlerine destek olamaz mı?

Bazı okuyucularımız, Risale-i Nur’da geçen ”Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” “Cümlesini kadın açısından açıklar mısınız? Yani kadın san’at ve marifet açısından ne yapmalıdır” diye soruyor.

Öncelikle şu hususu ayıralım: Kadının sanat yapması ve marifet elde etmesi ayrı bir husustur; bu hedefe ulaşırken edebini ve iffetini çiğnemesi veya çiğnetmesi ayrı bir husustur. Hiç şüphesiz kadın, edebiyle ve iffetiyle san’at ve marifete katkı verebilir ve vermelidir.

Esefle belirtelim ki, kadın konusu beşer tarihinde bilerek veya bilmeyerek hep yanlış mecrâlara çekilmiş ve sû-i istimâle uğramış konuların başında yer almıştır. Asrımıza geldiğimizde, eşitlik ve ekonomik bağımsızlık söylemleri içerisinde kadının dikkati tamamen yuvası dışına çekilmek istenmiş; moda, görenek, çağdaşlık, güzellik, san’at, meslek, eğitim… vs. gibi hep büyülü kavramlar öne sürülerek; ar, namus, iffet, hayâ, şefkat, sevgi ve fedâkârlık gibi kadının fıtratından olan asıl mânevî değerleri âdetâ yok sayılmış ve bunda maalesef başarılı da olunmuştur.

– Kadının yaratılışını güzelleştiren namus, iffet, edep, haya, şefkat, merhamet, sevgi ve fedakârlık duyguları ile çatışmadan, hatta bu duyguları pekiştirecek şekilde san’at yapılamaz mı, marifet elde edilemez mi, eğitim alınamaz mı?

Pekâlâ mümkündür! Fakat gelin görün ki, ısrarla İslâmiyet’in kadınları her meselede evde hapsettiği ithamları geliştirilmiş, sahabe döneminin çalışan, üreten, savaşa katılan, sağlık hizmetleri veren ve insanın bulunduğu her yerde bulunan; ama iffetiyle, haysiyetiyle, kişiliğiyle, hayâsıyla bir nâmus âbidesi kesilen başımızın tâcı ashab kadınları görmezden gelinmiştir.

Kadın şefkat kahramanıdır. Evinin, yuvasının, çocuklarının kişilikli bir “toplum çekirdeği” olması tamamen kadının mahâretli ellerinin, müşfik gönlünün, sevgi dolu yüreğinin ve fedâkâr sinesinin, yuvasını kahramanca benimsemesi ve ana şefkatiyle kucaklaması ile mümkündür.

Ana şefkati, ev sakinlerinin vazgeçemediği en yüksek değerlerdendir ve hiçbir şeye fedâ edilemez. İnsan fıtratının yaklaşımı budur. Kur’ân’ın tercihi bu yöndedir ve Peygamber Efendimiz (asm) Cenneti kadının ayakları altına bunun için, yani “örnek ana” sıfatı için koymuştur.

– Kadın çalışmaz mı? Kadın üretmez mi? Kadının ekonomiye katkısı olamaz mı? Kadın toplum hizmeti yapamaz mı? Kadın eğitim alamaz mı? Kadın sanat yapamaz mı? Kadın yuvasının dışına çıkamaz mı?

Kadın elbette çalışır, üretir, toplum hizmeti yapar; bunun için evinin dışına fiilî olarak çıkmasında dinî bir sakınca da olamaz. Ama yukarıda ifade ettiğimiz şeyin altını muhakkak çizmeliyiz: Çalışmak ile iffetsizlik, san’at ile edepsizlik, marifet ile hayasızlık aynı şeyler değildir!

İslâmiyet’in üzerinde titrediği iffet, nâmus, ar, hayâ, edep, nezâket, terbiye, haysiyet, şefkat ve kadınlık onuru hiçbir şey için yok sayılamaz. Olmasa da olur denilemez. Önce iş ya da san’at veya marifet tercihi yapılamaz.

Bir takım kavramları kaos haline getirerek, bâtılı hak görüntüsüyle takdim ederek; yani açık söyleyelim,—sizleri tenzih ediyorum—özgürlüğü savunurken iffetsizliğin reklâmını yaparak, bir malı tanıtırken kadının onurunu çiğneyerek, haysiyetini ayaklar altına alarak ve buna da meslek veya san’at diyerek, çalışmayı ve üretici olmayı överken ar ve hayâ damarlarını çatlatırcasına kadını kem gözlerin esiri yaparak ve kadını dışarıya mahkûm ederek; yani İslâmiyet’in temel değerleriyle savaşarak “kadın” adına bir şeyler kazandıklarını zannedenler yanılmaktadırlar.

Çünkü özgürlük İslâm’ın malıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hürriyet imanın en has özelliğidir. Çalışmak ve üretmek İslâm’ın malıdır. Görgü ve nezâket İslâm’ın malıdır. Saygı ve onur İslâm’ın malıdır. San’at, güzellik ve estetik İslâm’ın malıdır. Topluma hizmet etmek İslâm’ın malıdır. İnsanlığın yararına her türlü marifet, eğitim, meslek ve san’atlar İslâm’ın malıdır ve himâyesindedir.

Kimse İslâmiyet’e bu değerleri ders veremez. Fakat herkes İslâmiyet’in hassas olduğu terbiye, şefkat, ar, hayâ, nâmus ve iffet değerlerine de İslâmiyet’in titizliği ölçüsünde sahip çıkmak zorundadır. Aksi takdirde kaybeden insanlık olacaktır.

Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri’nin veciz ifadesinde bu husus, “Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli” şeklinde ifadesini bulmuştur.

Bu cümlede Bediüzzaman “yuva” lâfzıyla, mücerret “iffet ve nâmus”un kadın için ve insanlık için “olmazsa olmaz bir mânevî değer” olduğunu hatırlatıyor.

Yoksa kadının san’at ve marifet yapamayacağını değil!

Süleyman KÖSMENE

Beni nefsimle baş başa bırakma!

İnsanlara en zor gelen imtihanların başında nefis terbiyesi gelir. Bediüzzaman’a göre nefis mücadelesi için neler yapabiliriz? Nefislerimizi nasıl terbiye edebiliriz? Bunun yolu var mı?

Terbiye etmekle yükümlü olduğumuz, bu sebeple mahşerde birinci derecede sorumlu bulunduğumuz, ama terbiye etmeye güç yetiremediğimiz, bu yüzden Peygamberimizin (asm) diliyle her an şerrinden Allah’a sığınmaya ve Allah’tan yardım istemeye mecbur olduğumuz temel içgüdümüz nefsimizdir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir duâsında buyuruyor ki: Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni nefsimle baş başa bırakma!”, Bediüzzaman Hazretleri ise “Ben nefsimle musalaha etmemişim; çünkü terbiye etmemişim.” diyor.

Nefis için yükseliş ve iniş, ölüme kadar her zaman mümkündür. Îman, ibâdet ve taat yükselişine; isyan, tuğyan ve günahlar inişine sebep olur. Nefs-i emmârenin, levvâme, mutmainne veya daha yüksek makamlara yükselişi halinde bile, silâhlarını ve cihâzâtını asâba devrettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, asâb ve damarların o vazîfeyi, yani “emmâre” vazifesini ömrün sonuna kadar gördüğünü, dolayısıyla nefs-i emmâre çoktan ölmüş olsa bile eserlerinin damarlarda yaşadığını; bundan dolayı çok büyük asfiyânın ve evliyânın nefisleri “mutmainne” makâmında oldukları halde, nefs-i emmâreden şikâyet ettiklerini kaydeder.

Saîd Nursî Hazretlerine göre, Nefislerinizi temize çıkarmayın.”  âyeti, nefsin en ilkel haline karşı bizi uyarmaktadır. Şöyle ki: İnsan cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Hattâ evvelâ yalnız nefsini sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder. Mâbuda yaraşan bir tenzîh ile nefsini ayıplardan tenzih eder ve berî görür. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine tapar bir tarzda kendini şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında derc edilen ve yalnız Mâbud’unun hamd ve tesbihi için kendisine verilen duyguları ve istidâtları kendi nefsine sarf ederek, “Nefsinin arzûsunu kendine İlâh edinip her emrine uyan kimseyi gördün mü?” sırrına mazhar olur.

Netîcede, gerçekte “acz” içinde yuvarlanan nefis, kendisini üstün görür, kendisiyle gururlanır, kendisini beğenir. Oysa kulluk makâmı, Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında, kendi acziyetini idrâk etmeyi gerektirmektedir.

İşte bu mertebede nefsin tezkiyesi ve terbiyesi, nefsi tezkiye etmemektir, yani nefsi günahlardan berî görmemektir. Yani nefsi temize çıkarmamaktır. Nefsin günahlardan arınması ve temizlenmesi için bu şarttır. Çünkü, “acz” içinde olduğunu idrâk eden nefis, gururlanmaz, kendisini büyük görmez; “ubûdiyet” yoluna girer. Ubûdiyet yolu ise onu, mahbûbiyete, yani Allah sevgisine mazhar olma makâmına yükseltir.

Bedîüzzaman’a göre nefis bazen kendisini unutur. Ölümü başkasına verdiği; fenâyı, zevâli ve yokluğu, kendi üzerine almadığı gibi; külfet, hizmet ve ibâdet makâmında, yani Allah’ın emirlerine muhatap olma makâmında da, kendini unutur. Nefis, kendini Allah’ın emirlerine muhatap saymak istemez.

Fakat ücret almaya ve lezzetlerden istifade etmeye gelince öne atılmakta ve şiddetle istemektedir. Yani lezzetlerde nefis kendini unutmamaktadır. İşte, nefsin emmâre makamı budur. Nefsin bu vahim hâline, Allah’ı unutup da, Allah’ın da nefislerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.” âyeti işaret etmektedir.

Nefsi bu makamda tezkiye, tathîr ve terbiye etmek, yani arındırmak, bu hâlin aksini telkin etmekle mümkündür. Yani nefsin unutkanlığı ile örtüşecek bir biçimde, lezzetlerde, tatlarda, ihtiraslarda, menfaatlerde ve ücretlerde nefsi unutmak. İbadet, hizmet, faaliyet ve ölüm gibi nefsin sevmediği hallerde ise nefsi unutmamak. Yani hizmetlerden geri durmamak, öne atılmak. Her an ölümü beklemek ve hazırlanmak.

Böylece nefis kendisinin “fakr” içinde olduğunu unutmaz. Bu idrak onu Allah’ın Rahman ismine ulaştırır. Yani nefis kendi fakirliğini bilmesine rağmen, bu fakirliğe aldırmaz ve daha dehşetli bir fakirlik olan ölümün her an kapıda olduğunu hissederek, hizmetlere atılır ve ibadetlerde ön safta yer alırsa; Rahman ismi o nefsi kucaklar, ihata eder, şefkat eder, nimetlerini bollaştırır, bereketini arttırır, hadsiz sevaplar verir; ölümden sonra da o nefsi fakir ve yoksul bırakmaz. O nefse rahmet eder.

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim’im! Ben kendimi bilmezken, Sen beni bildin, diledin ve yarattın! Beni insan yaptın; bana ihsan-ı şahanenden faruk bir akıl, zalim bir nefis ve mutî bir kalp verdin ve önüme insaniyet-i Kübra gibi bir hedef koydun! Rabbim! Seni bilmeyi, bulmayı ve şükretmeyi bana müyesser kıl! Beni nefsime bırakma! Nefsimi Zat-ı Mualla’na kul eyle! Sana olan yolculuğumda elimden tut! Benden yardımını esirgeme! Âmin!

Süleyman Kösmene