Müjde: Kur’an kurslarında yaş sınırlaması kalktı

28 Şubat darbesi ürünlerinden biri olan Kur’an kurslarına giden çocuklara 12 yaş sınırı getiren uygulama sona erdi. Diyanet, Kur’an Kursları Yönetmeliği’ni değiştirerek küçük çocukların Kur’an kurslarına gitmemesi için uygulanan yaş sınırına son verdi. Buna göre artık çocuklar okulların tatil olduğu zamanlarda velisinin isteğine bağlı olarak Kur’an kurslarına gidebilecek.

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Eğitimi ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği’nin dünkü Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla Kur’an kursu yaş sınırı sona erdi.

Kur’an hocasına ders ücreti ödenecek

Yönetmelikte yapılan değişikliğe göre okulların tatil olduğu zamanlarda, 18 yaşındakiler kendi isteğine, çocuklar da velilerin iznine bağlı olarak kurslara gidebilecek. Camilerde ve müftülüklerce uygun görülecek yerlerde mülki amirin onayıyla yaz Kur’an kursları açılacak. Camilerde Kur’an öğretimi kurslarında, din hizmetleri sınıfından nitelikleri Başkanlıkça belirlenen personel, öğretici olarak görevlendirilecek. Personele, ders ücreti tahakkuk ettirilecek.

70 puan alana Hafızlık belgesi

Yönetmelikte bir diğer yenilik ise Hafızlık eğitimi oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı Hafızlık Tespit Yönetmeliği’ni yürürlükten kaldırdı. Bunun yerine Hafızlık eğitim süreçlerini takip etmek ve değerlendirmek üzere il ve ilçe müftülüklerinde hafızlık takip komisyonu kurulacak. Hafızlık tespit sınavı, Kur’an kurslarında veya kendi imkanları ile hafızlıklarını tamamlayanların tespiti amacıyla başta Diyanet’e bağlı eğitim merkezleri olmak üzere uygun görülen yerlerde ve tarihlerde Başkanlıkça sözlü olarak sınav yapılacak. Hafızlık tespit sınavlarında değerlendirme, 100 puan üzerinden yapılacak. Başarılı sayılabilmek için en az 70 puan alınması şart olacak. Sınavda başarılı olanlara Başkanlıkça Hafızlık Belgesi verilecek.

Sosyal etkinlik de düzenlenebilecek

Kur’an kurslarında gerçekleştirilecek faaliyetler, yönetmelikte şöyle düzenlendi:

– Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak yüzünden okumayı öğretmek,

– Tecvid, tashih-i huruf ve talim gibi Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun ve güzel okumayı sağlayıcı bilgileri uygulamalı olarak öğretmek,

– Özellikle namaz ibadeti için gerekli sure, ayet ve duaları ezberletmek ve anlamlarını öğretmek,

– Hafız yetiytirmek ve hafızlık yaptırmak,

– Kur’an-ı Kerim’in daha iyi anlaşılmasını sağlamak,

– İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile Hazreti Peygamberin hayatı ve örnek ahlakı hakkında kurslara katılanların tümüne bilgiler vermek,

– Açılacak kurslarda sadece Kur’an eğitimi değil, dini içerikli sosyal ve kültürel etkinlikler düzenlemek.

STAR GAZETESİ

Ey Bülbül

           Sabahın seher vaktinde

            Nedir bu ah-u figanın?

            Derdin nedir ki ey bülbül

            Neden tutuştu her yanın?

 

            Yoksa seni yakan gül mü?

            O mu derdinin dermanı?

            O mudur seni ağlatan?

            O mu kararttı dünyanı?

 

            Bilmez misin vefasızdır

            Bahçenin güzel gülleri

            Bu yüzden de şanssız olur

            O bahçenin bülbülleri

 

            Mağrur gülün etrafında

            Pervaneler gibi dönme

            Ateşlere düşmüş gibi

            Bir yanıp ta bir de sönme

 

            Seni ağlatan o güller

            Ebedi kalacak sanma

            Güllerin cazibesine

            Sakın kapılıp ta kanma

 

            Tanyeri’nin sözüne bak

            O kadar güle yüz verme

            Şu kısacık hayatında

            Rahat ol kendini germe

 

            Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Zübeyir Ağabey’in müdafaasından uhuvvet dersi…

Muhterem Fethullah Hocaefendi, 14. Şua’da yer alan Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in müdafaası için diyor ki;

Zübeyir Ağabey’in müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır haliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne… İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri lüks otel köşelerine tercih ediyordu…

Zübeyir Ağabey’in müdafaasında en çok dikkatimi çeken cümlelerden biri şudur: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz!..

Bu beraberlik hizmette, ibadette, ilimde (Risale-i Nur okumakta) beraberiz, demektir. Bu cümleyle, uhuvvet meselesini düşünmeye başladım…

Uhuvvet, iki kişiyle başlar. Cemaatlere, milletlere, devletlere kadar uzanır. Uhuvvet dostluktur, arkadaşlıktır, yardımlaşmadır. Bu birlik, beraberlik iki türlü olur. Biri ruhen beraberlik, diğeri hizmette beraberlik. Mesela Bediüzzaman Daru’l Beka’ya intikal etti amma dualarımızda onunla beraberiz. Risale-i Nur’u okuyarak beraberiz, O’nun prensiplerini okuyarak, yaşayarak beraberiz.

İmanımızın yakılmaya çalışıldığı günlerde hapislik vardı, sürgün vardı, ölüm tehdidi vardı; bunların hiçbiri iman hakikatlerine çalışmamıza mani olamadı. Amma parada, malda, makamda uhuvveti bozanlar oldu, oluyor… Mesela kıskançlık duygusu uhuvveti zedeler. Böyle ortamlardan kendimi çekmişimdir. Kıskançlık fıtri bir duygudur. Fakat 6. Söz’de anlatıldığı gibi, maddi ve manevi organlarımızı Allah’a satacağız. Yani maddi-manevi organlarımızın bütününü Allah’ın emrettiği gibi çalıştıracağız. Allah için işleyip, Allah için çalışıp, Allah için görüşünce fıtri duyguların bize tahakkümü ortadan kalkar…

Mesela manevi organlardan kıskançlık duygusu Allah’a nasıl satılır?

Eskiden, televizyonum yoktu. Haberleri radyodan dinliyordum. Bir gün radyoda Çetin Altan bir konuşma yaptı. Hintli Beydaba’dan, sonra filozoflardan misaller verdi. Onu kıskandım, gıpta ettim; “Ben de böyle olmalıyım, bu bilgilere sahip olmalıyım.” dedim. Kütüphanemi çeşitli kitaplarla doldurdum, okudum…

Uhuvvet meselesinde diğer bir husus da, bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmamaktır. Yani iki grup arasında ihtilaf çıkmışsa, biz de tarafımızı belli ederiz amma diğer tarafı kırmadan…

Mesela Rusya’da dinsizler var diye Allah orayı helak etmedi, ıslah ediyor. Demek ki bizim de adetullahı beşer planında yaşarken, herhangi bir kötülüğünü gördüğümüz insanı silip atmak değil de onun hidayetine çalışmak gibi bir mecburiyetimiz var…

Çevremdeki bazı insanlarla aramızda anlaşmazlıklar oldu. Tartışma esnasında bir arkadaş bana hakaret etti. O sıra onunla irtibatımı kestim. Olayın üzerinden aylar geçti. Bir gün ona dedim ki; “Senin çok arkadaşın var, bir de benim gibi kötü bir arkadaşın olsun.” Böylece aradaki buzlar eridi. Eriyen buzlardan akan sular toprağı yeşertti. Metot belli: Bir insanda on huy olsa, dokuzu kötü, biri iyi olsa o insana karşı çıkamayız.

Meselelerimizi ariflere danışmak lazım… “Arifler çok uzak.” diyorlar. Arifler uzak değil… Kendi ördüğü kozanın içinden çıkamayan yine insanın kendisi…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Çelik: Keşke Bediuzzaman dinlenseydi

Mardin Artuklu Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırma Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği ”Münazarat Sempozyumu: Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” konulu sempozyum, Artuklu Üniversitesi Konferans Salonu’nda Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı.

Sempozyumda konuşan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, hukuk devletinin, kendi geçmişiyle hesaplaşmasını bilen devlet olduğunu söyledi.

DEVLET MİLLETLE BARIŞMAK ZORUNDADIR

Geçmişte yapılan hataları bugün sürdürmek zorunda olmadıklarını kaydeden Çelik, ”Birçok mümin nezih ortamlarda oturup çay kahve içerek Risale-i Nur sohbeti yaptığı için ‘bunlar irtica hareketidir ayin yapıyorlar’ diye yıllarca cezaevlerinde insanlar süründürüldüler. Bu memleket bu acıları yaşadı. Bu kötü hatıraları artık silmek zorundayız. Devlet milletle barışmak zorundadır” dedi.

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumun çok anlamlı olduğunu belirten Çelik, şöyle konuştu:

Bakanlığım esnasında benimle görüşen birçok rektör giderken, özellikle kısık bir sesle şunu söylemiştir; ‘Sayın bakanım, YÖK’ün bu görüşmeden haberi olmasın’ demiştir. Rektörü özgür olmayan bir üniversitenin özgür olması söz konusu olabilir mi? Bu ülkede üniversitelerde Bediüzzaman Said Nursi’den, İmam Gazali’den alıntı yapıyorsun diye insanlar üniversiteden atıldılar. Böyle bir üniversitede araştırma, ilim irfan olabilir mi? Ama şükürler olsun ki bu kabus geride kalmıştır. Bugün burada düzenlenmiş olan çok anlamlı sempozyum, aslında devletle milletin barışmasıdır. Devlet milletle barışmıştır.

TÜRKLER VE KÜRTLER BİRLİKTE YAŞAMAYA ADETA MAHKUM

Türkler ve Kürtler asırlar boyunca kader birliği yapmış olan, iç içe geçmiş olan, birlikte yaşamaya mecbur değil, adeta mahkum olan insanlardır” diyen Çelik, konuşmasını şöyle sürdürdü:

Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olmayacaktık. O reçeteleri ortaya koymuştu. Eğer bugün PKK’nın bütün gayretlerine rağmen, bölücü unsurların bütün çabalarına rağmen bu kadar kan, gözyaşı ve şehit olmasına rağmen, eğer bugün Türkiye’de bir Türk-Kürt kavgası yoksa, Türklerin ve Kürtlerin aynı ruh ve mana iklimini paylaşmasından, aynı Allah’a inanıp aynı kıbleye dönmesinden, aynı peygamberin ümmeti olmasından kaynaklanmaktadır. Bunu bilen Kürt ve Türk ırkçılar, bu manevi çimentoyu yok etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan Kürtçüler, Kürtlere, ‘İslam dini ümmet anlayışıyla sizi sömürge haline getirmiştir. Kürtlerin esas dini Zerdüştlüktür‘ diyorlar. Bunu bölücü hareketin en ileri gelenleri söylüyor. Diğer taraftan yine dinden tamamen mahrum olan Türkçülük iddiasında olan bir grup da, ‘Türklerin esas dininin Şamanizm olduğunu, Türk’e adeta İslam iksiri içtirilerek tarih boyunca pasifleştirildiğini‘ söylüyorlar. Bugün hala bütün tahriklere rağmen biz yine Türk-Kürt kardeşliğini muhafaza ediyorsak, aynı camide saf tutup namız kılıp aynı üniversitede beraber çalışıp ve sosyal hayatta, ticarette birlikteliğimizi sürdürüyorsak, bütün gayretlere rağmen kardeşliğimiz devam ediyorsa işte bu manevi bağın devam etmesinden dolayıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bütün ömrü boyunca buna hizmet etmeye çalışmıştır.”

YOK SAYAN ZİHNİYET

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, yıllar yılı yanlış uygulamalar ve politikalar nedeniyle bugünlere gelindiğini de ifade ederek, ”Kürt yoktur, Kürtçe yoktur noktasından, 24 saat devletin televizyonu Kürtçe yayın yapıyor, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü var, devlet tiyatrosunda Kürtçe eserler sahneye konuluyor ve Kültür Bakanlığı ünlü Kürt edebiyatçılarının eserlerini yayınlıyor. Annelerin gidip cezaevinde kendi çocuklarıyla ana dilinde konuşmasının önündeki yasaklar kalkmıştır. Yani o yok sayan, inkar eden zihniyet bertaraf edilmiştir, bir tarafa itilmiştir. Bu birileri inanıyor olsun diye yapılmamıştır, bu böyle olması gerektiği için yapılmıştır. İnsan olmak, Müslüman olmak bunu gerektirdiği için yapılmıştır. Onun için diyoruz ki Bediüzzaman dinlenseydi bunlar olmazdı” diye konuştu.

TÜRKÇE, KÜRTÇE, ARAPÇA HOŞ GELDİNİZ

Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ise konuşmasına Türkçe, Kürtçe ve Arapça, ”Hoş geldiniz” diyerek başladı. Omay, Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam ve mücessem bir hayat kitabını eser olarak bıraktığını anlatarak, ”İşte bu külliyatın içinde, engin basiretinin bir tezahürü olan Münazarat adlı eseri, bizim can yakıcı meselelerimizden biri olan Kürt meselesi ve tefrikaya sebep bir nispete varabilen milliyetçilik fikirleri üzerine düşünmemizi sağlayacak niteliktedir” dedi.

Sempozyumun üniversite açısından öneminin büyük olduğunu kaydeden Omay, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Türkiye’de bir üniversite, Bediüzzaman ve eserleri merkezinde sosyal bir sorunu ele alan böyle bir sempozyumu ilk kez düzenliyor. Üniversitemiz, aynı zamanda Kürtçe, Arapça, Süryanice ile coğrafyamızın diğer dillerini geliştirmek için adım atan bir akademik kurumdur. Son asırda yapılan siyasi ve sosyal hatalar yüzünden kendini dışlanmış hisseden kesimler, üniversitemizin akademik alanda attığı bu önemli adımları ilgiyle ve büyük bir zevkle izliyor. Biz, ülkemizin son 10 yılda demokrasi ve hürriyetler yönüyle kat ettiği mesafeden güç alarak, halkın itimat ve hürmet ettiği Bediüzzaman gibi mümtaz şahsiyetlerin fikirlerinin akademik camianın gündemine aktarılmasının öteden beri sorunlu bir alan olarak görülen din, devlet ve halk ilişkilerinde normalleşmenin sağlanmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.”

Konuşmanın ardından Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı, Rektör Omay’a Risale-i Nur hediye etti.

Sempozyumda konuşan eski Çevre Bakanı Rıza Akçalı da Mardin’de tarihi bir gün yaşandığını belirterek, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’unun bütün insanlık için birlikte yaşama projesi olduğunu söyledi.

Risale Akademi Sempozyum Düzenleme Kurulu Üyesi Dr. İsmail Benek de Kürt meselesinin 100 yıllık bir yara olduğunu ifade ederek, ”Münazarat doğru okunsaydı, Kürt meselesi olmayacaktı” dedi.

Akademik Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Gürbüz Aksoy ise Kürt meselesinin bölgenin en yakıcı problemi olduğunu ve bunun söndürülmesi gerektiğini ifade etti.

Herkesin elini taşın altına sokması gerektiğini kaydeden Aksoy, sadece travmaya maruz kalanların değil, herkesin bu acıyı duyması gerektiğini vurguladı. Aksoy, 33’ü yurt içi, 5’i yurt dışından olmak üzere 38 üniversiteden 91 akademisyenin sempozyuma destek verdiğini sözlerine ekledi.

Gazikent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir ise bölgenin birçok sorunu olduğunu ifade ederek, ”Nasıl ki Berfo ninenin çığlığı hepimizin vicdanını rahatsız ediyorsa 12 Eylül’e sebep olanlardan hesap soruyorsak, 27 Mayıs’tan da soralım, 31 Mart’a kadar bu millete acı çektirmiş herkesle hesaplaşalım. Urfa’daki mezarın hesabını da soralım. Ama bunu sorarken bazılarının yaptığı gibi yıkarak yakarak değil, tarihi anlayarak, anarken anlamaya çalışarak yapalım” diye konuştu.

Açılış konuşmalarının ardından Doç. Dr. Ahmet Yıldız, ”1910’dan bugüne, ‘Birlikte düşünmeye‘ davet ya da Bediüzzaman Said Nursi’nin Münazaratı” konulu sunumunu yaptı.

Sempozyum 3 gün sürecek

Kaynak: ensonhaber.com

Dördüncü Gün

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 4. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ABDÜLKERİM VE RESUL, olup bitenden habersiz olarak ertesi sabah yine stüdyoya geldiler. Resul, tam saat dokuzda kayıt odasındaki yerini aldı. Kafasını kaldırıp camekânın arkasına baktığında Sofia Valentinovna’nın yerinde olmadığını, yerine başkasının baktığını gördü. Derin bir nefes aldı. İçinden:

– Oh be, o kadından kurtuldum. Bugün rahat okuyacağım, diye geçirdi.

Kayıt her günkü gibi stop lambasının yanıp sönmesi ile sürüp gitti.

Ve son gün

Planladıkları şekilde kayıt çalışmalarında son gün gelmişti. Resul, masanın başına geçtiğinde yine Sofia Valentinovna’nın olmadığını fark etmiş, o gün de rahatça okumasını sürdürmüştü.

Beş kasetlik çalışma o gün bitmişti. Resul, yine de Sofia’yı merak etmişti. Kayıt odasından çıktığında ses yönetmenine sordu:

– Sofia iki gündür yok, nereye gitti?

– Duymadınız mı?

– Hayır, ne oldu?

– Önceki gün, sizden sonra kendi programını sunarken başına şiddetli bir ağrı saplandı. Bayılıp yere düştü, acile kaldırdılar!

– Ya öyle mi?

– Evet, şimdi hastanede yatıyor.

Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz Resul un ilk sözü:

– Duydun mu Sofia Valentinovna’nın başına geleni?

– Hayır?

– Hastaneye kaldırılmış, tokadı yedi sonunda! Abdülkerim, Sofia’nın hidayeti için içten içe dua etmekteydi.

Bunun bir tokat olarak değil, bir uyanış vesilesi olmasını temenni ediyordu. “Kim bilir, belki de bu ona Allah’ın bir ihsanıdır” diye düşündü ve Resul’e dönerek:

– Hemen ziyaretine gidelim, dedi. Resul ise:

– Abdülkerim, o kadından kurtulduğumuza şükür!

– Biliyorsun ki, hasta ziyareti sünnettir. Hiç olmazsa bir sünneti yerine getiririz…

Resul, o kadar incinmişti ki, Sofia’nın yüzünü görmek bile istemiyordu. Ama Abdülkerim kararlıydı, kafasına koyduğu şeyi yapacaktı. Resul, onu atlatmak için bir şeyler düşündü.

– Abdülkerim bu sünneti sen yapsan da beni bıraksan olmaz
mı?

– Olmaz, beraber başladık, beraber gideceğiz…

Resul, Abdülkerim’i vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayınca, yavaştan almaya, işi geciktirmeye çalıştı:

– Abdülkerim, hele şöyle bir dershaneye varalım. Biraz dinlenelim, ondan sonra düşünürüz. Abdülkerim, her şeyi hizmete endeksli düşündüğünden;

– Tamam dershaneye uğrayalım. Hastalar Risalesi yeni çıktı. Ne güzel, onu da alır kendisine hediye götürürüz. İyi aklına geldi, dedi.

Abdülkerim hizmete öylesine motive olmuştu ki, Resul’ün zaman kazanmak için dershaneye uğrama teklifini bile yine hizmet için kabul etti.

Dershaneye vardılar. Resul içeri girdi, öteye beriye gidip gelerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Fakat Abdülkerim oralı değildi, ayakkabılarını bile çıkarmadan kapıda bekliyordu. Resul kendisini içeri davet etti. O ise:

– Oyalanma da Hastalar Risalesini al gel, dedi.

Resul, “Bu adamdan kurtuluş yok!” deyip Hastalar Risalesini alıp çıktı.

Fakat sanki bir adım ileri, iki adım geri gitmekteydi. Sofia’dan o kadar nefret etmişti ki, adını bile duymak istemiyordu. Hep “Bir engel çıksa da gitmesek” diye düşündü, durdu. Bu atmosferde hastaneye vardılar. Zihni bahane aramakla meşgul olan Resulün aklına yeni bir fikir geldi:

– Abdülkerim gel seninle hastanenin başhekimine çıkalım. Bu Yirminci Mektup kasetini verelim. Belki hastalara dinletir, ne dersin?

Abdülkerim hizmet olacak tekliflere asla karşı çıkmazdı: Çok iyi bir fikir, hemen çıkalım, dedi.

Sadece Üç Kitap mı?

ABDÜLVELİ ne kadar da değişmişti! “Demek iyi bir Müslüman olabilmek için böyle olmamız lazım” diye düşündüler. İlk intibaları hayranlık doluydu. Arkadaşlarını muhabbetle kucakladıktan sonra arabalarına atlayıp süratle kaldıkları yere gittiler.

Sabırsızdılar. Vakit kaybetmek istemiyorlardı. Yolda giderken:

– Anlat bakalım, ne gördün, ne öğrendin? Dinimizle ilgili bize ne getirdin, diye soru bombardımanına tuttular.

Arkadaşlarının şevk ve heyecanı Abdülveli’yi de etkilemişti. Yol yorgunluğunu unutmuş, anlatmaya başladı. O anlattıkça, arkadaşları hayranlıkla dinlediler. Adeta çölde susuz kalmış da suya yeni kavuşmuşlar gibi büyük bir alaka ile ona kulak verdiler. Tam üç gün, üç gece göz kırpmadan dinlediler.

Bir defasında Nikolay, bir ara arabasına atlayıp evine gitmeyi düşünmüş, yarı yolda “Ya ben yokken çok mühim şeyler anlatır da kaçırırsam” deyip tekrar geri dönmüştü. Bu halleriyle, Asr-ı Saadet’te taze nazil olan Kur’an hükümlerini öğrenmekte birbiriyle yarışan sahabilere benziyorlardı.

Günlerdir yaptıkları sohbetle dinleri hakkında bir hayli bilgi elde edinmişlerdi. Anlatılanlar bittikten sonra:

– Peki, Aleksandır, biraz da bize getirdiğin kitaplardan söz et! Bize hangi kitapları getirdin bakalım, deyince ciddi bir itirazla karşılaştık.

– Artık Aleksandır yok, Abdülveli var!

– Tamam Abdülveli!

– Şimdi kitaplardan anlat bakalım. Bize hangi kitapları getirdin?

Abdülveli o zamana kadar elini atmadığı çantasının fermuarına uzandı. Arkadaşlarının meraklı bakışları altında, çantasından Kur’an-ı Kerim’in aslını çıkararak gösterdi:

– Bakın arkadaşlar, bu Kur’an‘ın aslıdır. Bunu size aslından, yani Arapça’sından öğreteceğim. Bu bir… Arkadaşlarının meraklı bakışları altında onu bir kenara koydu.

Sonra ikinci bir kitap daha çıkardı. Bir hazine keşfeder gibi gözleriyle onu takip ettiler. Abdülveli:

– Bu da Namaz İlmihali‘dir. Namazın nasıl kılınacağını anlatır. Size bunu da öğreteceğim, deyip onu da yana koydu.

Sıra yanında getirdiği üçüncü kitaba gelmişti. Bu kitap hacim olarak hepsinden daha küçüktü.

– Bu da bizim bütün sorularımıza cevap verecek bir kitaptır! Bunu da hepimiz okuyacağız, deyip sustu. Onlar şaşkınlıkla,

– Hepsi bu kadar mı? Başka yok mu?

– Bu kadar!

– Nasıl olur, altı ayda üç kitap mı getirdin?

– Evet!

– Bizi hayal kırıklığına uğrattın. Sen gittikten sonra biz İslamiyet hakkında belki yüz tane kitap okuduk. Senin bize kolilerle kitap getireceğini beklerken sadece üç kitapla gelmen bizi şaşırttı!

Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından, kitapları merakla tetkike koyuldular. Nikolay, Yirmi Üçüncü Sözü eline aldı, bir müddet kendi kendine okuduktan sonra sesli olarak okumaya başladı. İfadeler orijinaldi, dinlerken hepsi dikkat kesildi. İmanın ve küfrün mahiyetleri arasındaki karşılaştırma, inkârın karanlığını bütün dehşetiyle yaşayan bu ihlâs sahibi insanlara çok orijinal gelmişti. Bu kitap adeta içlerinden geçeni okuyordu. Dinledikçe onda kendilerini buldular. Tarif edemedikleri ulvi bir duygu ruhlarını sarmıştı. Okuma bittikten sonra herkes merakla elini küçük kitaba uzattı. Abdülveli bir teklifte bulundu:

– Bir dakika arkadaşlar. Bundan elimizde sadece bir tane var. Nereden alacağımızı da bilmiyorum. En iyisi bunu yazarak birer tane kendimize çoğaltalım!

Anadolu’da ilk ortaya çıktığı zaman da bu kitapların kaderi elle yazılarak çoğaltılmak değil miydi? Fakat onlar bunu şimdilik bilmiyorlardı…

Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve hemen yazmaya koyuldular. Yirmi Üçüncü Söz’den birer nüsha yazıp çoğalttılar. Asıl nüshanın başına bir şey gelmesin, diye itina ile sarıp kütüphanenin üst bölümünde bir yere sakladılar.

Altıncı namaz mı?

Abdülveli Kur’an’ı, kısa sureleri ve beş vakit namazı arkadaşlarına öğrettikten sonra,

– Ha unuttum, bir de Cuma namazı var, deyince hep birden:

– Yoksa altıncı bir namaz mı bu, diye şaşkınlıkla sordular:

– Hayır, bu haftada bir kılınan namazdır. Cuma günü büyük ve merkezi bir camide bütün Müslümanlar’ın katılımıyla kılınır.

Novgorod’da kilise çoktu, ama maalesef bir tek cami yoktu. Cuma kılınacak en yakın yer ise, en az iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Dinlerinin bir emrini öğrenip yerine getirmek için uzaklık akıllarına bile gelmiyordu. İlk cumayı Petersburg’ta kılmaya karar verdiler.

***

Sizi Kim Gönderdi?

ASLINDA BAŞHEKİME gitme teklifi, Abdülkerim’i oyalamak ve zaman kazanmak için Resul’ün zoraki uydurduğu bir şeydi. Sonucu düşünülmüş bir şey değildi.

– Kime niyet kime kısmet, derler ya… Sofia’yı ziyaret, bir anda başhekimi ziyarete dönüşmüştü. Başhekimin odası giriş katındaydı. Koca binadan içeri girer girmez kendilerini başhekim odasının önünde buldular. Abdülkerim kapıyı çaldı.

– Buyurun!

İçeriye girdiler. Başhekim elli yaşlarında olgun bir bayandı.

– Hayrola, sizi kim gönderdi, diye sordu.

Resul, “Allah gönderdi” dememek için dilini tuttu.

– Şey… Efendim, aslında biz Sofia Valentinovna’yı ziyarete gelmiştik. Başhekim:

– Ha o zavallının durumu çok kritik. Beyin tümörü teşhisi konuldu, en az dört ay burada kalır!

Abdülkerim ve Resul yakinen tanımasalar da Sofia’nın hastalığına üzülmüşlerdi. Başhekim:

– Sizi dinliyorum, dedi.

– Efendim, bizim yanımızda Sofia Hanım’la yaptığımız bir kaset çalışması var. Eğer uygun görürseniz, hastalara onu dinletmek için size verelim.

Çekinerek sundukları teklifi başhekim büyük bir alaka ile karşıladı.

– Aaa tabi, verin bakalım, nasıl bir şey? Olaylar beklenmedik şekilde gelişmekteydi.

Yeni hazırladıkları Yirminci Mektup’un kasetini başhekime uzattılar. Başhekim kaseti dinlemeye başladı. Girişte meşhur Çağrı filminin fon müziği vardı.

– Aaa… Bu Şark müziği!

– Evet.

– Çok güzel. Ben de böyle bir şey arıyordum!

Resul, hayret ve sevinçle Abdülkerim’in yüzüne baktı:

– Efendim devamında hastalara hoş gelecek ifadeler de var, dinleyin isterseniz. Başhekim dinlemeye devam etti. Yirminci Mektup‘un o teselli edici ifadelerini dinlerken:

– Tamam, bunlar tam istediğim gibi, hastalara moral verecek şeyler… Başhekim tüm hastaneye yayın yapan düğmeyi açtı. Bir anda sekiz katlı hastanenin bütün odalarında, koridorlarında Yirminci Mektup dinlenmeye başlandı.

Koridora çıktıklarında hastabakıcıların, doktorların ve hastaların, sesi ilgiyle dinlediklerini görüp, sevinç içinde şükrettiler.

Meğerse başhekim, 20 gün önce göreve başlamıştı. Hastanede bir yenilik yapmayı, hastalara bir şeyler dinletmeyi tasarlamıştı. Tevafuk bu ya, çalışma tam bu esnada eline geçmişti.

O gün Resul’le Abdülkerim üst üste tevafuklarla karşılaştılar.

Bir süre sonra Resul, bu hizmetin heyecanına kapılıp Abdülkerim’in Sofia’yı unuttuğunu sanarak çıkış kapısına doğru yöneldi. Fakat Abdülkerim unutacak biri değildi. Hemen Resul’ün önüne geçti:

– Hop nereye! Dön bakalım bu tarafa, Sofia’yı ziyarete!

– Yahu Abdülkerim, ne güzel hizmet oldu. Ağzımızın tadını bozmadan şuradan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Olmaz, biz onu ziyaret için buraya geldik ve unutma ki, bu hizmet de onun yüzünden oldu!

Abdülkerim, Resul’ün koluna girip onu Sofia’nın odasına doğru yürüttü. İhlâs sırrı ile iki halis kardeşin kuvveti on bir gücünde olduğunu, birlikte hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Bu ihlâs sırrını yakaladığından olsa gerek, Abdülkerim, teşebbüslerinde daima muvaffak oluyordu.

devamı edecek….

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version