Brüksel’e Selimiye Camii Geliyor

Brüksel’e minareli camii geliyor .

Avrupa’da artan Müslüman nüfusun dini vecibelerini yerine getirmek için açılan mescit ve camiler çağdaş çizgilerden oluşan mimari ile de göz dolduruyor. Köln ve Rotterdam’daki camilerin ardından Brüksel’de de minareli cami yapılacak.

Türklerin yoğun yaşadığı Saint Josse semtinde yapımı başlanacak olan Selimiye Camii ve Eğitim Merkezleri’nin çizimini ünlü Türk mimar Şefik Birkiye yaptı. İnşaat projesinin sunumu, Belçika İslam Kültür Merkezleri Birliği tarafından maket eşliğinde gerçekleştirildi. Projenin sunumunda Brüksel Bölge Hükümeti İmar Bakanı Emir Kır, Saint Josse Belediye Başkanı Jean Demannez, Selimiye Camii’nin mimarı Şefik Birkiye iştirak etti.

Türk ve Avrupa mimarisinin sentezini yansıtacak ve yeşil ile beyaz renklerin hakim olduğu 750 kişilik, kubbeli ve minareli Selimiye Camisi’nin temeli 4 Mart’ta atılacak. Belçika’da Avrupa Birliği binaları dahil olmak üzere yüzlerce büyük projede imzası olan ünlü Türk mimar Şefik Birkiye’nin çizimini yaptığı 5 katlı cami, Saint-Josse belediyesi sınırları içinde 2 bin 700 metrekarelik bir alana inşa edilecek. Herhangi bir ülkeden yardım almadan kendi öz imkanlarla inşaatın tamamlanacağını kaydeden Belçika İslam Kültür Merkezleri Birliği Başkanı Davut Çınar, projenin toplam maliyetinin 4 milyon Euro olacağını ve en fazla 2 yılda tamamlanarak ibadete açılacağını duyurdu.

Selimiye Camisi’nin tanıtımı için düzenlenen basın toplantısında konuşan Brüksel Bölge Hükümeti İmar Bakanı Emir Kır, ”Bu proje 50. yılına yaklaşan Belçika Türk toplumunun entegrasyon isteğinin bir göstergesidir. Bu eser tamamlandığında Türk toplumunun Belçika’ya uyumunun en büyük sembollerinden birisi olacaktır. Üzerinde Türk esintisiyle şehir mimarisine uyumu ile örnek gösterilecek bir projedir. Bu cami Belçikalı Türklerin Belçika’ya uyum isteğinin göstergesidir.” şeklinde konuştu. Ünlü Türk mimar Şefik Birkiye, Avrupa’da cami yapımının sorunlu olduğuna atıfta bulunarak ‘‘Hiç kimseyi kızdırmadan, herkesle istişare ve ikna ederek, en yakın komşuları projeye dahil ederek inşaata başlanacak olması bence büyük bir başarı. Başarının ilk kısmı gösterilen sabır olmuştur.’’ dedi.

Cihan

Malatya Niyazi-i Mısri Vakfı Okuma Programı (14-22 Ocak ve 23-30 Ocak)

Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/310) buyurmuş Peygamber Efendimiz (a.s.m).

İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.” der Konferans’ta Zübeyir Gündüzalp Ağabey.

Bu gaye ile, 500 lise talebesi Malatya’da Niyazi-i Mısri vakfında Kur’an-ı Kerim’in bu asrın anlayışına uygun tefsiri olan Risale-i Nur’ları okuma programı için bir araya geldi.

Malatya’da  220 Üniversite talebesi, Tokat, Urfa, Sivas, Diyabakır, Kırşehir, Kayseri, Samsun, Ankara, Nevşehir, Bingöl, Erzurum, illerinde okuma programlarına katılmak için aynı tarihlerde gittiler.

Başka illerden Malatya gelip okuyanlar da oldu. İstanbul, Sivas, Samsun, Diyarbakır, Tokat, Bingöl illerinden  ve Kakta ilçesinden 90 kişi üniversite talebesi okuma programına dahil oldu.

Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.” “İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.” Gibi ifadelerle hem İnsan’ın yaratılış amacını hem de öğrenmesi gereken ilk ilmin Marifetullah ilmi yani Allah’ı bilmek ve tanımak ilmi olduğunu belirtmiştir.

İşte bu noktalar içindir ki birkaç günlüğüne de olsa Cenab-ı Hakkı daha iyi tanımak ve bilmek, Kur’an’ı daha iyi anlayabilmek, Resul’ünün sünnetine daha bir iştiyakla sarılabilmek için zikrettiğimiz manaları en güzel bir şekilde ifade eden ve istifademize sunan Risale-i Nurları okundu ve daha iyi anlayabilmek ve anlaşılamayan yerleri sorabilmek ve hayata birazcık disiplin getirebilmek için birkaç günlük yoğunlaştırılmış, sabah namazından önce teheccüd namazıyla başlayıp akabinde Kur’an-ı Kerim ya da Cevşen gibi duaları okuduk ve akabinde Sabah Namazını cemaatle beraber tertemiz bir aleme açılarak dünyayı kesben değil kalben terk ederek namaza duruldu. Şahsi ve sosyal hayata Kur’an’ın hakikatlerini nasıl daha iyi yerleştirip düstur haline getirebiliriz gibi ince ve ulvi manaları düşünüldü, fıkhi ve günlük meselelerden kafalara takılan suallere cevaplar arandı ve bu alanda uzman hocalarımıza danışıldı. Ayrıca şevke medar nurani hadiselerden bahsedildi. Yaratılış amacını bir nebzede olsa daha iyi anlamak ve bunları sadece Allah’ın rızasını kazanmaktan başka herhangi bir amaç için yapmamak ve bu sayede aramızdaki kardeşliği, uhuvveti pekiştirmek niyetiyle bir sonraki programa buluşmak niyetiyle vedalaşıldı.

İbrahim Yüksel

www.NurNet.Org

“Quo vadis” (Nereye gidiyorsun?)

Yakınlarının vefatında bazıları, onların tabutuna sarılıp yüksek sesle ve ağlayarak;

“-Nereye gidiyorsun?” derler. Bu hal, bazı kişilerin vefatında medyaya da yansır. Dinî kaynaklarımıza göre; tabutun içindeki vefat etmiş kişinin ruhu bunu duyar, yüksek sesle ağlamalardan da rahatsız olur, ancak orada bulunanların duyabileceği şekilde bir cevap veremez. Fakat, eğer iyi bir yere gidiyorsa, bir an önce oraya gidebilmeyi ister.

Quo vadis”, Latince bir soru cümlesidir ve Türkçedeki “-Nereye gidiyorsun?” soru cümlesinin karşılığıdır.

İncil’de, Yuhanna 16:5’de bulunur: “16: 5 – At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: ‘Quo vadis?”.

( Türkçesi: “16: 5 -Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.”)

“Quo vadis” Latince cümlesi, tarihte ve modern kültürde çeşitli dilleri konuşan halklar tarafından da çeşitli maksatlarla, çok farklı şekillerde ve yerlerde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu cümlenin meşhur oluşunun ve dünyada yaygın şekilde kullanılmasının bir sebebi de, 1905 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği bir romanın ve senaryosu bu romandan alınmış 1950’li yıllarda yapılmış uzun metrajlı bir sinema filminin bu adı taşımasıdır. Fakat, aslında bu cümlenin çok meşhur oluşunun en başta gelen sebebi; insanın selim akılla bu dünyada sorabileceği en mühim sorulardan biri oluşudur. Bunun mukabili, insanların selim akılla sorabileceği diğer çok mühim bir soru da: “-Nereden geliyorsun?” sorusudur. Bunlar, insanın bu dünyadaki varlığı ve vazifeleri ile alâkalı anahtar hükmündeki sorulardandır ve ancak selim akıl sahipleri bu soruların cevabını ciddî olarak araştırır.

Selim akılla düşünenlerin cevabını aradıkları en mühim sorular şunlardır:

Ben neyim? Ben nereden geldim? Ben nereye gidiyorum? Bu dünyaya kendi isteğimle gelmediğime göre beni kim gönderdi? Ve niçin gönderdi? Bu dünyada nasıl yaşamalıyım?”

İnsanlık tarihi boyunca, selim akıl sahiplerinden başka, felsefecilerin de üzerinde asırlarca durduğu üç temel soru olmuştur:

1 – Kâinattaki mutlak hakikat nedir?

2 – Varlıkların hikmeti ve gayesi nedir?

3 – İnsan nedir ve onun vazifesi nedir?

Felsefeciler, bu üç temel soru üzerinde durarak, mükemmel bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin yollarını asırlardır araştırmışlardır. Önce, maddî gelişme ile dünyada saadetin elde edilebileceği zannedilmiş; malda, parada, eşte, evladda, zînette, mevki ve makamda, saltanatta, şöhrette saadet aranmış; fakat hakikî saadet bunlarda bulunamamıştır. Bu soruların doğru cevapları, ancak asliyetini muhafaza eden semavî din (O din, zamanımızda İslâmiyet’tir) tarafından verilebilir.

Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve sahih bir hadiste İsm-i Â’zam mertebesini taşıdığı bildirilmiş, tevhid hakikatiyle alâkalı bir cümlenin on birinci kelimesinin manâsına dair Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynen iktibasla nakledilecek cümleler, “-Nereye gidiyorsun?” sorusunun en güzel cevaplarından birine misaldir:

“ON BİRİNCİ KELİME:

Yâni: Ticâret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yâni, bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar. Yâni, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahîmlerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder. Ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbûblarda ve bütün mevcûdât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sâhib ve Mâlik-i Hakîki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Yirminci Mektubun Birinci Makamı)

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Keşke Dawkins’in karşısında ben olsaydım

MİLİTAN ATEİZME ANGLİKAN KİLİSESİ CEVAP VEREMEDİ

Anglikan Kilisesi Başpiskoposunun cahilliği çok şaşırtıcıydı, ayrıca denk olmayanlar arası bu münazara Oxford’a hiç yakışmadı.

Son yıllarda bütün dünya da dinin toplumdaki yerine dair tartışmalar artıyor. Bu çerçevede Oxford Üniversitesi’nde Ünlü Biyolog Richard Dawkins ile Anglikan Kilisesi’nin başı Başpiskopos Rowan Williams ‘Tanrının varlığı’ konusunda tartıştı. Üç soruya Williams bilemiyorum diye cevap verdi.

Gerçeği araştırma kaygısı olsaydı Dawkins’in karşısına tasarımsal varoluşu savunan bir bilim adamı çıkarılırdı. Bu denk olmayan “Debate” yani tartışmalı münazara Oxford’a yakışmadı.

Milliyet Dış Haberler Servisi’nin haberine göre tartışma şöyle cereyan etti:

Katolik bir rahipken Tanrı’nın varlığından kesin biçimde emin olunulamayacağını düşünerek filozofluğa çark eden Sir Anthony Kenny ‘hakem’ oldu. İki taraf da fikirlerinden taviz vermezken beklendiği kadar şiddetli bir tartışma yaşanmadı.

S-1-Dawkins “Anlayamadığım şey neden dünyanın bir hiçlikten var olduğu fikrinin güzelliğini göremiyorsunuz. Bu zerafet dolu, nefes kesici ve güzel bir şey. Neden böyle bir şeyi Tanrı gibi karmaşık bir şeyle alt üst ediyorsunuz?” diye sordu.

Williams, Dawkins’in argümanının ‘güzelliği’ konusunda ‘hemfikir’ olduğunu belirtse de “Tanrı’nın bu süreçte bir ayakkabı çekeceği gibi öylesine fazladan bir rolü olduğundan bahsetmiyorum” diye esprili bir cevap verdi.

S-2-Dawkins’in ‘şefkatli bir Tanrı varsa niye bu kadar acı var?” şeklindeki sorusuna Williams samimiyetle “Bunu yapabileceği halde neden daha fazla yapmıyor? Bilmiyorum” dedi.

S-3-Dawkins’in ruhun ölümsüzlüğüne inanıp inanmadığı konusunda ısrarlı sıkıştırmalarıyla karşılaşan Williams ‘ruhun ölümle sona ermediğini’ belirtse de insan ruhunun ne olduğu konusunda tam bir açıklama getiremedi. Başpiskopos, “Ruhun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok” dedi.

C-1- Birinci soruya özet cevap: Dünyanın hiçlikten var olduğuna inanmanın zerafet ve güzellik dolu olduğu kesin, tek istisnası ölümün varlığı. Eğer ölümü öldürebilirseniz herşeye rağmen dünya çok güzel. Ancak her gün bir adım darağacına gittiğini düşünen insan bu güzellikten zevk alamaz. Akıllı insan “Sonsuzluğun sonunu” düşünmek zorunda bu soruya da en güçlü cevabı tevhid inancı veriyor.

Her şeye hâkim ve sınırsız güç, irade ve ilme sahip yaratıcıya inanıldığı zaman kulluk yükümlülükleri ortaya çıktığı için ateizmi savunanların zihinsel konforu bozulmaktadır. Ateizmin kolaycılığı ve duygusal temeli gerçekte budur. Yoksa evrenin tasarımsal varoluşu tesadüfi var oluşundan daha çok akla yakındır. Mamafih Dawkins dürüst davranarak “Allah’ın yokluğunu ispat edemediği için” ateist değil agnostik olduğunu söylemiştir. Dawkins, var da diyemiyor yok da, yani bilinmezci, tıpkı Darwin gibi.

C-2-“Şefkatli bir Tanrı ve bu kadar acı ve kötülükle nasıl bir arada bulunuyor?” sorusu neye baktığınızla ilgili değil ‘nereden’ baktığınızla ilgilidir. Yaratıcının konumundan konuya bakarsanız şer sorununa cevap bulabilirsiniz. ‘İnanç Psikolojisi’ kitabımın 225. nci sayfasında ‘Kötülük Sorunsalı’ başlığı altında ayrıntılı anlatmıştım. ‘Sınav Diyalektiği’ ile evrene bakılmazsa bu soruya cevap alınmaz.

Eğer kötülük ve şer olmasaydı insanlık ilk insan veya evrimcilerin tanımlaması ile “maymunsu ata” düzeyinde kalırdı.

Nörobilim çalışmaları çerçevesinde ‘Duygusal Beyin’in varlığı ile insanın iç eğilimleri içerisinde kötülük eğilimlerinin genetik alt yapısı doğrulandı.

Şefkatsiz gözüken davranışlar dünya yaşamının sonsuzluk çizgisinde bir parantez olduğuna inananlar için ‘birer sınav çilesi’ olmasından başka bir şey değildir.

Kötü insan geni yok ama sınırsız iyicili veya sınırsız kötücülü seçme yetimizin varlığı kesindir. İnsan bu şekilde kodlanarak var edilmişse, ‘bunun nedenlerini araştırmak’ kötülüğün var olmasını reddetmeye çalışmaktan daha zekicedir.

C-3- Ruhun ölümsüzlüğü ‘İnancın Epistemolojisi’ çalışmaları kapsamında önemli başlıklardan birisidir. Materyalist pozitivizmin kuantum evren içerisinde evrenin sonsuz bir enerji ile kuşatıldığına itiraz edemediğini biliyoruz.

O halde ve bütün seçeneklerin aynı anda hem var olduğu hem de yok olduğu bir enerji evreninde yaşıyoruz. Dünyadaki dolaşımı bitmiş bir ruh programı bilgi sinyalinin boyut değiştirerek başka bir enerji bandına ve boyutuna geçmesi yok olmasından daha akla yakındır. Aksi takdirde hayat çok anlamsız olurdu.

Sanatsal düşünceyi, sembolik ve kavramsal düşünceyi insanın evrim sürecinde kendi kendine ürettiğini söylemek bir bilgisayarın işletim sistemini kendi kendine ürettiğini söylemek kadar gülünç olmaktadır.

Ruhun bekası konusu ‘İnanç Psikolojisi’ kitabımda Ruh, Bilinç, Evren Laboratuvarı, Tanrı Hipotezi, İnanç geni, Kuantum dinamiği, Elektromanyetik enerjiler, İnsanı anlamak, Din ve bilimin sınırları gibi başlıklar altında incelendi. İlgi duyanlar daha fazla bilgiyi buradan temin edebilirler.

Keşke Dawkins’in karşısında ben olsaydım” diye çok hayıflandım.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan / Haber 7

Batı onu Deccal olarak görürdü!

Fetih 1453 filmi Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından Fatih Sultan Mehmet’e olan ilgiyi artırdı. Batılıların Deccal olarak gördüğü sultan hakkında tarihçi ve yazarların söyleyeceği çok şey var.

Konstantiyye (İstanbul) bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker” der Hz. Muhammed (a.s.m) İstanbul için. Yüzyıllar sonra Osmanlı’nın yedinci ve en kudretli padişahı Sultan Mehmet de, İstanbul’u fetheder ve ‘Fatih’ lakabını aldı. Onun hükümdarlığı boyunca Osmanlı İmparatorluğu en şaşaalı günlerini gördü. Ellisine varmadan vefat eden ve ilmi, zekası kültür sanata düşkünlüğüyle Avrupa’da da dikkat çeken Fatih Sultan Mehmet, şu sıralar Fetih 1453 filmiyle gündemde. Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest gibi isimlerin rol aldığı film hakkında farklı görüşler var ama Fatih’e duyulan ilgiyi arttırdığı bir gerçek. Biz de tarihçilere onun hakkında yanlış bilinenleri, duymadığımız özelliklerini sorduk…

Kanuni Sultan Süleyman onu örnek aldı

Fetih 1453 filminin danışmanlığını yapan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Anabilim Dalı’nda görevli olan Prof. Dr. Feridun Emecen filmin genç bir sultanın tutkusunu ve gayretlerini gözler önüne serdiğini söylüyor: “Bu bakımdan mühim bir vazife icra ediyor ama bu nihayetinde bir filmdir, başka kaygılar da devrededir, gerçek anlamda bu dönemi ve kuşatmayı anlamak için araştırma türü kitaplara müracaat etmek en doğrusu” diyor. İstanbul’un fethine dair doğru düzgün kaynağımızın olmadığını belirten Emecen, olanların da Bizans ve Latin eserlerinden edindiklerini bilgilerle hareket ettiklerini anlatıyor: “Osmanlı kaynakları o dönemde bu hadiseyi teferruatlı anlatmıyor. Batı kaynakları haliyle geçmişi derinlere inen büyük Roma İmparatorluğu’nun son kalıntılarını yıkan, Hıristiyanlığın mukaddes şehrini alan biri gibi gördükleri Fatih’i ‘Deccal’ diye niteler. Öte yandan Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olmuş bir kumandan olarak da İslam dünyasında çok farklı bir yere sahip olması tabii karşılanmalıdır. Tarihçi olarak bizim daha serinkanlı yaklaşımlarla onu bu büyük devletin köklerini atan gerçek bir kurucu ata gibi kabul etmemiz, bütün bunların ötesinde ayrı bir anlam taşır.

Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı’yı bir cihan devleti haline getirdiğini söyleyen Emecen: “Hakkında bilinenler genellikle hamasi bir üslupla nakledilip onu ulvi bir şahıs olarak ortaya konuyor. Özellikle Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk haline getirecek çok önemli adımlar attığını vurgulamak gerekir. Siyasi ve askeri bakımdan genişleyecek imparatorluğun gerçek anlamda müessisi olduğunu unutmamak lazım. Bu yolda zaman zaman çok sert davranmış, vergileri artırmış, kaynakları sonuna kadar kullanmış ve gelecek haleflerine bürokrasisi, askeri sistemi ve kanunlarıyla yeni bir devlet bırakmıştı. Onun bu siyasi mirası, mesela Kanuni’ye önemli bir örnek teşkil etmiştir. Siyasi misyonunun yanında doğu ve batı kültürüne aşina ender padişahlardan biridir.

Ulubatlı Hasan değil Balaban Bey

Tarihçi-yazar Doç. Dr. Erhan Afyoncu ise Fatih Sultan Mehmet’in, bütün Türk tarihinin en önemli devlet adamı olduğunu söylüyor: “Tarihimizde büyük işler başarmış ve büyük zaferlere imza atmış devlet adamlarımız çoktur. Ancak hiçbiri Fatih Sultan Mehmet kadar çok yönlü değildir. Hanedandan birçok büyük komutan çıktı ancak onun kadar bilime, felsefeye, tartışmaya ve sanata önem veren bir ikincisi yoktu. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusu olan Fatih, gerçek manada bir Rönesans hükümdarıydı. Onu tarih sahnesine çıkaran en önemli hadise ise İstanbul’un fethidir. Bu konuda çok laf edilmiş, ancak maalesef az araştırma yapılmıştır” diyor. Afyoncu, doğru bildiğimiz pek çok bilginin yanlış oluğunu söylüyor: “İstanbul surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu kabul edilir ve onun surlara tırmanışı, bayrağı dikişi tarih kitaplarında bir destan havasında anlatılır. Bu hadisenin kaynağı İstanbul’un fethi sırasında, bizzat orada bulunan Bizanslı tarihçi Francis’tir. Ancak anlatılanlar Francis’in eserinin orijinalinde yok. Sahte Francis olarak anılan ve daha sonraki tarihlerde Francis’in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos’un yazdığı kitapta yer alıyor. İstanbul’a ilk giren ve suralara bayrağı diken Balaban Bey’dir. Keza fetih için gerekli gemiler Tophane’den denize çekilmedi, Okmeydanı civarında inşa edildi.

Türk sarığını Latin külahına yeğlerim

Fatih Sultan Mehmet hakkında bir diğer iddia ise kardeş katli. Afyoncu “Kardeş katli I. Murat ile başlıyor. Ancak Fatih ile kanunlaşıyor. Bu meseleyi Fatih’e yakıştıramayanlar, onun adını lekelememek için bu kanunnamenin batılılar tarafından yazıldığını ileri sürer. Kanunnamenin tek nüsha halinde ve Viyana arşivlerinde bulunmasını da iddialarına delil olarak gösterirler. Ancak yapılan araştırmalar kanunnamenin tek nüsha olmadığını, Osmanlı arşivlerinde başka nüshalarının da bulunduğunu ortaya çıkardı” diyor. Afyoncu’ya Ortadoks olan Bizanslıların fetihten bir sene önce Katolik mezhebini neden seçtiklerini soruyoruz: “İmparator Konstantin halkın tepkisine rağmen adım adım yaklaşan tehlikeye karşı Avrupa’dan yardım almak için son çare olarak Papa’ya Ortodoks kilisesini Katolik kilisesiyle birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Halk ve din adamlarının çoğu bunu protesto etti. En güç koşullarda bile Ortodoksluktan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinlere borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi tercih ediyordu. Nitekim Grandük Notoras, Bizanslıların duygularını ‘Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim’ diye en veciz biçimde ifade etmişti.” Afyoncu sanılanın aksine İstanbul’un fetih öncesinde ölü bir şehir olduğunu belirtiyor: “Şehir, 1204’te Latinler tarafından işgalinden sonra uzun bir gerileme dönemine girmişti. Adeta köye dönüşmüş, bağlar ve tarlalarla dolmuştu. Patrik Scholarios, İstanbul’u ‘Büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir’ olarak tasvir eder. Fatih, İstanbul’u harabe bir nehir olarak ele geçirmek istemediği için son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizans İmparatoru’na, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif eder ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu önerir. Konstantin kabul etmeyince Fatih hocası Akşamsettin’den izin alarak şehrin yağmalanmasına müsaade eder.

Büyük imar hareketi

Fatih, büyük çapta bir imar hareketi gerçekleştirdi. 300 kadar cami, 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saray, hisar, kale, sur, han ve köprüler yaptırdı. Başta Ayasofya olmak üzere sekiz kiliseyi camiye çevirdi. Bugünün üniversitesi olan Fatih Külliyesi’ni 1470 yılında tamamladı.

Hz. Eyyub-i Ensari’nin kabri, hocası Akşemseddin tarafından keşfedildi ve üzerine Eyüp Camii yaptırıldı. Fatih Camii, 1470 yılında yine onun tarafından ibadete açıldı. Fatih zamanında inşa edilen Kapalıçarşı, İstanbul’un en önemli ticaret merkezlerinden biri haline geldi. Devrin mimari eserlerinden Yeni Bedesten de ünlüdür. Saray-ı Cedide-i Amire adı verilen Yeni Sarayı (Topkapı Sarayı) da Fatih Sultan Mehmet yaptırmıştır.

Hastaydı ama öldürüldü

Prof .Dr. İlber Ortaylı (Tarihçi)

Tarihçi Prof .Dr. İlber Ortaylı Fatih Sultan Mehmet hakkında doğru düzgün bir şey bilmediğimizi söylüyor: “Fragmanlarda gördüğüm kadarıyla Fatih’e zırh giydirmişler. Fatih hiçbir savaşta zırh kullanmazdı. Çünkü esas ilgi alanları ateşli silahlardı. Kılıç-kalkan kullanmazdı.” Ortaylı Fatih başka bir çarpıcı bilgi veriyor: “Fatih Sultan Mehmet’in zehirlenerek öldürüldüğü iddialar var. Bunlar doğrudur. Fatih, yönü belli olmayan bir sefere çıkarken zehirlenerek öldürülmüştür. Veriler bu seferin İtalya üzerine olduğunu gösteriyor ve İtalyanlar zehir konusunda çok uzmanlaşmış. Fatih hastaydı ama hastalıktan değil zehirlenerek öldürüldü.

Orduya namaz kıldırdı mı?

Mustafa Armağan (Yazar ve Tarihçi)

Fetih 1453 filminde Papa dahil Batılı yöneticileri aciz, kalleş ve korkak gösteren kısımların olduğunu söyleyen yazar ve tarihçi Mustafa Armağan “Gerek yoktu bence. Unutmayalım ki, Konstantin’i küçültmek, Fatih’i büyütmez; aksine onun büyüklüğünden de bir şeyler eksiltir. Fatih’in İstanbul’u alma tutkusu, yalnız maddi değil, manevi temellere de dayanır” diyor. Armağan’a göre en çok bilinen yanlış Fatih’in fetih sırasında surların önünde ordusuna namaz kıldırması: “Gerçeklerle en ufak bir ilgisi yok. Ayasofya’daki namazda dahi imamlığa Akşemseddin’i geçirdiğini biliyoruz.

Tarafsız gözle okumalı

Ahmet Ümit (Yazar)

Önümüzdeki aylarda Fatih Sultan Mehmet’i anlatan bir roman çıkaracak olan yazar Ahmet Ümit ise şöyle diyor: “Bizim tarafta Fatih, mitolojik bir karakter gibi algılanıyor, batı ise Deccal olarak nitelendiriliyor. Tüm bunları ortak bir okumayla kavramak gerekiyor. Ama inkar edemeyeceğimiz bir şey vardır ki çok büyük bir devlet adamı. İstanbul’un fethi 54 günlük bir kuşatma içerisinde oluyor. Herkes çok yoruluyor, 53’ncü gün divan toplanıyor ve herkes bırakıp gitmek istiyor. Fatih askerlerden sadece bir gün daha dayanmalarını istiyor ve 54’ncü gün İstanbul fethediliyor.

Fatma Karaman / Star Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version