Yaptığımızın saadetini değil, yapamadığımızın ıstırabını çekmek!..

İnsan halden hale düşer. Çünkü insan acizdir.

Bazıları diyor ki; “Niye aciz olacakmışım! Ben gayet iyiyim!” Fakat gözle görülmeyen mikrop onu yere serebiliyor. Herhangi bir olay onu perişan edebiliyor. Böylece insan acizdir. Dünyaya Zaloğlu Rüstem gibi pehlivanlar gelmiş… Devlet başkanları, diktatörler, zenginler gelmiş fakat hepsi ölmüş gitmiş…

Demek ki, kaderin önünde herkes acizdir…

Mesela bir öğrenci, “Ben falan lisede okuyorum” diyor. Amma bu söz yetiyor mu? Okulda müdürlerine, öğretmenlerine itaat ediyor mu? Sınavlarda başarılı olup sınıf geçiyor mu? Mezun oluncaya kadar nerelerden geçiyor çocuk…

Aynen bunun gibi, dünyaya gönderilmemizin sırrı, İslamiyet’i yaşamaktır. Amma sadece “Müslüman’ım” demek yetmiyor. Allah, kulunu imtihan ediyor. Bu imtihanın sırrı şudur: Kul, Allah’a ne kadar bağlı, herhangi bir hadise karşısında O’na ne kadar itaat ediyor?

Birbirine zıt olan halleri düşünün… Zengin olan şahıs, bir günde fakir duruma düşebilir. Mesela depremden sonra bir adam dedi ki; “Evlerim, arabalarım vardı. Hepsi yıkıldı gitti. Şimdi bir ekmeğe muhtacım…” Sağlıklı olan bir kişi, bir anda sağlığını kaybedebilir. Mesela ben Eyüpsultan Camii’nde pat diye düşüp bayıldım. Uyandığımda felç olmuştum…

Bu birbirine zıt olan hayat şekillerini herkes kendine göre düşünsün…

Aileler perişan… Birisinin karısı ölmüş, birisinin kocası ölmüş, birisi işten çıkarılmış, birisine iftira etmişler, birisi en yakınını kaybetmiş, birisinin evi bombalanmış… Bunlar dünyanın çeşitli yerlerinde oluyor. Hayatta ne kadar olabilirlik varsa, her insanın başına bunlar her an gelebilir.

Görüldüğü gibi, insan acizdir… Bu sebepten sıkıldığım zaman hemen 20. Mektub’u açar okurum…

Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.

Bu dersten anlıyorum ki, Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur, insanın yaptığı işlerde kötülük vardır. Müslüman, Allah’ın karşısında kendini anne kucağındaki bir bebek gibi bilmeli. Çünkü dünyadaki bütün annelerin merhameti toplansa, Allah’ın kuluna olan merhametinin milyarda biri kadar olamaz…

Bizden daha kıymetli insanlar, bizden daha büyük dertlerle uğraşmışlar. Peygamberler, veliler, alimler… Amma çektikleri dertlerden şikâyetçi olmamışlar. İslam’ın derdini kendilerine dert edindikleri için, başka şeyleri dert edinmemişler. “Geçer gider…” demişler. Bir Müslüman İslamiyet’e hizmet ederse, Allah da o kuluna çeşitli imkânlar, ihsanlar verir…

Büyük insanlar, yaptıklarının saadetiyle bayram etmez, yapılması gereken işlerin ıstırabını çekerler…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

İman-İrfan Okulu: Denizli Hapishanesi (Şiir)

Denizli hapishanesi tecrit ile başlıyor

Geçirdiği çok zor şartlar yine devam ediyor

 

Fakat bu cezaevinde kalan bütün mahkûmlar

Üstad ve talebelerle yakından tanışırlar

 

Onlar Risale-i Nur’u beraber okuyorlar

Böylelikle de bambaşka bir insan oluyorlar

 

Bu hapishaneler birer okul haline dönmüş

İlim – irfan bakımından herkese örnek olmuş

 

Risale-i Nur çemberi gittikçe genişliyor

Bu nurları okuyanlar her gün fazlalaşıyor

 

Gizli İslam düşmanları bunu fark ediyorlar

Risale-i Nur’dan ürküp telaşa düşüyorlar

 

Diyorlar ki: “Üstad gizli bir cemiyet kuruyor

Hükümetin aleyhine bir şeyler çeviriyor

 

İnkılâpları kökünden yıkmayı arzuluyor

Mustafa Kemal’e deccal, din düşmanıdır diyor”

 

Bu nedenle memurlardan bir komisyon kurulur

Risaleler ve Mektuplar müsadere edilir

 

Bu Komisyonun gayesi bunları tetkik etmek

Siyasi bir mevzu olup olmadığını bilmek

 

Bu mektup ve risaleler tetkike başlanıyor

O zaman Bediüzzaman buna karşı geliyor

 

“Bu vukufsuz ehli vukuf inceleme yapamaz

İnceleme yapsa bile bir şeyler anlayamaz

 

Ankara’dan ehli vukuf teşekkül ettirilsin

Avrupa’dan feylesoflar buraya getirilsin

 

Ağır cezaya razıyım eğer suç bulunursa

Her şey benim kabulümdür sonucu ne olursa”

Üstad’ın bu isteğini olumlu görüyorlar

Ankara’da bir komisyon anında kuruyorlar

 

Heyette yüksek âlimler profesörler vardı

Mektuplar ve Risaleler teker teker tarandı

 

Ehli Vukuf tarafından bir rapor hazırlanır

Raporun açıklanması Üstad’ı rahatlatır

 

“Bütün eserleri ilmi ve hepsi imanidır

Siyasi bir içerik yok Kuran’ın tefsiridir”

 

Üstad ta mahkemede bir müdafaa yapıyor

Şikâyetlerin ispatsız olduğu görülüyor

 

Mahkeme de ittifakla berat kararı verir

Risaleler serbest olur ve iade edilir

 

Üstad ve talebeleri dokuz ay yatıyorlar

Berat edildikten sonra tahliye oluyorlar

 

Üstad tahliye olmadan hapiste zehirlenir

Cezaevindeyken ölüm tehlikesi geçirir

 

Allah’ın inayetiyle ölümden kurtuluyor

Sonradan zehirlenmeler yine devam ediyor

 

Tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulümler

Üstad’a reva görülmüş işkence, ihanetler

 

Üstad ise dinsizlerin planını bozuyor

Ölümü hiçe sayarak hakikati söylüyor

 

Denizli hapsinde yazmış “Meyve Risalesi”ni

Sonra orda telif etmiş “Asayı Musa”sını

 

Hapisteki talebeler ile diğer mahkûmlar

Bu “Meyve Risalesi”ni defalarca yazmışlar

 

Hâlbuki hapishaneye kâğıt sokulmuyordu

Nurların yazılmasına izin verilmiyordu

 

Eserler hapishanede gizlice yazılmıştı

Hatta kibrit kutuları bile kullanılmıştı

 

Üstad ve talebeleri hapisten çıkıyorlar

Denizli halkı onları misafir ediyorlar

 

Daha sonra Şehir Palas Oteline yerleşir

Bir buçuk ay kadar kalır insanlarla kaynaşır

 

Berat kararına rağmen rahat bırakmıyorlar

Emirdağ’a gönderilip iskân ettiriyorlar

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

 

Hırvatistan-Dubrovnik Hizmet Seyahati

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu…

Muhterem ağabeyimiz, -15 derece soğuk ve 1,5 metre kar olan Sarayova’dan binler selam eder, dualarınızı bekleriz.

Teveccühünüz ve dualarınızla  Boşnak’larla münasebetimiz çok güzel meyveler vermeye başladı. İnşaallah maddi imkanımız olursa Türkiye’ye getireceğimiz çok hoş kardeşlerimiz var. Kısa zamanda tanışıp, kardeş olduğumuz; Sarayova’dan polis Elvedin, taksici Asmir, Tuzla’dan Hukuk Fakültesi öğrencisi olan ve Melik Abdullah Camii’nde fahri müezzinlik yapan Yusuf, Mostar’dan köfteci İsmail bunlardan bazıları.

Elhamdülillah, hediye ettiğimiz kitapları okuyan polis Elvedin namaza başladı, taksici Asmir tövbe edip, içkiyi bıraktı. Bunların Türkiye’ye, İstanbul’a ve cemaatimize ciddi teveccühleri var ve sizleri merak ediyorlar.

Burada tanıştığımız bütün Boşnak’lara; “İma namaz nema problema, nema namaz ima problema. Dünya problema, mezar problema, ahiret problema” diyoruz, çok tesirli oluyor. Yani; namaz varsa problem yok, namaz yoksa problem var. Dünyada problem, mezarda problem, ahirette problem var, manasında. Bu iki cümle ile tövbe eden, içkiyi bırakan, Cuma namazına ve beş vakit namaza başlayanlar oldu Elhamdulillah.

Ağabey, geçen hafta Hırvatistan’a gittik, risalelerden götürdük. Allah’ın lütfuyla Hırvatistan’a pasaportsuz giriş-çıkış yaptık. Hem girişte hem çıkışta hiç bir polis pasaport sormadı. Nur’ların açık kerametini gözümüzle müşahade ettik. Buradaki Boşnak’lara anlattım; böyle bir şeyi ilk defa duyduk, dediler. Biz de; Hırvatistan’a gezmeye değil hizmete gittik, Risale-i Nur götürdük deyince hayret ettiler.

Araba kiralayıp önce Mostar’a gittik, geceyi orada geçirdik. Ertesi sabah yola çıktık. Giderken yol üzerindeki Bılagay’a uğradık. Burada,  sizin de ziyaret ettiğiniz, Horasan erlerinden Sarı Saltuk’un tekkesi ve kabri var.

Sarı Saltuk buraya 600 sene evvel Ahmed-i Yesevi’nin teşvikiyle İslamiyet’i anlatmak için gelmiş. Tekke, büyük ve yekpare bir kayanın altından çıkan Buna nehrinin  yanına yapılmış. Uzun zamandır devam eden tadilatı bitmek üzere.

Daha sonra yine yol üzerinde, Osmanlı’nın geldiği son nokta olan, Neretva nehrinin kıyısındaki Poçiteli köyüne uğradık. Bu köy, kültür mirası olarak ilk günkü gibi muhafaza edilmiş, Osmanlı tarzı evler orijinal ve Safranbolu’yu hatırlatıyor.

Burada Osmanlı’dan kalma çok güzel bir cami var, öğle namazını bu camide kıldık. Bosna savaşında caminin kubbesi ve minaresi bombardıman neticesi yıkılmış, savaştan sonra aslına uygun olarak Türk devleti tarafından yeniden yapılmış. Bu münasebetle, mihrabın sağ tarafına yeşil sancakla beraber Türk bayrağı asmışlar. Bu cami gördüğümüz son cami oldu.

Buradan itibaren yol üzerinde hıristiyan köyleri ve kiliseler var. Çaplina ve hıristiyanların Hac merkezi olan Mecugorye’yi geçtikten sonra Metkoviç sınır kapısından Hırvatistan’a girdik. Savaştan sonra Dayton anlaşmasıyla Bosna’ya verilen Adriyatik sahilindeki Neum şehrine uğradık,  ardından da Dubrovnik’e vasıl olduk.

Dalmaçya denilen Adriyatik sahilleri, bizim Akdeniz sahillerine benziyor ve tefekküre seza yerler… Dubrovnik, Orta Çağ’dan kalma eski şehir, kale ve kiliseleriyle meşhur. Dünyada ilk altyapı şebekesi 1300’lü yıllarda burada yapılmış. Nüfusun %10’u Boşnak Müslüman, %90’ı ise Hırvat Hıristiyan. Bunlar Katolik ve çok müteassıblar. Her adımda katedraller ve küçük kiliseler var. Yazın Dubrovnik’e dünyanın her tarafından ve Türkiye’den yüzbinlerce ziyaretçi geliyormuş.

İkindi namazını Dubrovnik’te yol kenarında şehre nazır bir evin terasında kıldık. Namazdan sonra baktık ki; burası daireleri kiralık olan bir apartman. Kapıyı çaldık, sahibiyle tanıştık ve 2 günlüğüne bir daire kiraladık. Tevafuk ki; apartman sahibi Ziyad Bey Boşnak ve Dubrovnik Boşnak Müslümanları Organizasyonu’nun sekreteriymiş, dedeleri Osmanlı zamanında Türkiye’den gelmiş. Bizimle çok alakadar oldu, Dubrovnik Camii’ni tarif etti ve imamı telefonla arayıp bizden bahsetti. Akşam da hanımıyla beraber bizim cemaatle namaz kılışımızı seyrettiler.

Namazdan sonra Ziyad Bey bize; “Allah daima kalbimizde ve hanımla beraber en büyük hayalimiz Hac’ca gitmektir”, dedi. Burada oteller, kış olmasına rağmen çok pahalı ve biz kalacak yer ararken Cenab- Hak bize hem çok ucuza hem de bir Müslüman’ın dairesini nasip etti. Bu da namazın kerametidir dedik ve Cenab-ı Hak’ka şükrettik.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra eski şehri gezdik ve öğle namazını kılmak için Dubrovnik Camii’ne gittik. İki katlı, tarihi bir binayı 1916 yılında cami olarak Müslümanlara tahsis etmişler. O zamandan beri cemaati olan bir cami. Cuma ve teravih namazlarında beş, altı saf oluyormuş. Caminin yanında çay-kahve içilen, sohbet edilen bir divanhane var. Üst katta ise medrese ve imam efendinin evi var. Medresenin 55 tane talebesi varmış.

Namazdan sonra imam Salkan Efendi ile tanıştık. Kendisi Boşnak ve Tuzla şehrinden. Arapça, İngilizce ve çok az da Türkçe biliyor. İkindi namazına kadar sohbet ettik. Üstad’ımızdan ve Nur’lardan bahsettik. Kendisine Hutbe-i Şamiye, Ayet-ül Kübra, Gençlik Rehberi, Mucize-i Ahmediye, Küçük Sözler, Hastalar,İhlas ve Uhuvvet Risaleleri’ni hediye ettik. Çok memnun olduğunu ve bu kitapları okuyup, hutbe ve vaazlarında istifade edeceğini söyledi.

Dubrovnik’te görüştüğümüz müslümanların en büyük sıkıntısı mezar yeri olmaması. Belediye yetkilileri müslümanlara yeni mezar yeri vermeyip, cenazelerinizi Mostar’a götürün, diyormuş. Bize diplomat nazarıyla bakıp adeta yalvararak, Türkiye devletinin bu işi halledebileceğini söylediler. Biz de elimizden geleni yapacağız, diye söz verdik.

Dubrovnik Boşnak Müslümanları Başkanı Fehim Bey bizimle görüşmek için camiye gelmiş fakat biz camiyi bulana kadar epey gecikince selam söyleyip, ayrılmış. Biz de kendisine verilmek üzere Risaleler’den bıraktık.

Ayrıca, Dubrovnik’te  Türkçe, Osmanlıca, Arapça ve Farsça bilen Türk dostu, Vesna Meykoviç adında bir tarih profesörü var. Şimdi emekli ve müzede görevli. Defalarca İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı  Tarihi üzerine yayınlanmış 50’ye yakın kitabı varmış.

Yine burada Türk’lere ait Rixos Otel’inde çalışan müdürlerle tanıştık, çok memnun oldular ve her zaman gelin, misafirimiz olun dediler. Bundan sonra İnşaallah Dubrovnik’e  sık sık gitmeye çalışacağız. Yakınlarda da nasib olursa Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a ve Karadağ’ın başkenti Podgoritsa’ya gideceğiz.

Ağabey, Mostar köprüsünde tanıştığımız ve iki gün sonra Müslüman olan Meksikalı avukat Süleyman Horasyo Fernandez şimdi Roma’da. Beraber İstanbul’a Mart okumasına gelecektik fakat o Türkiye vizesi alamadı, bizim de Boşnakça kursumuz başladığı için Barla okumasına gelmeye niyet ettik. Kendisi İtalya’dan buraya dönecek ve beraber okuma programı yapacağız. Süleyman kardeş Fatiha’yı ve İhlas’ı ezberledi. Namazlarını kılıyor. Risaleler’i Türkçe’sinden okuyor. Bir kaç tane vecize ezberlettik. Az da olsa Türkçe öğrendi. Kendisine; Meksika’ya dönünce dersane tutup kalır mısın, diye sorduğumuzda; benim Meksiko City’nin merkezinde babaannemden kalma iki katlı, bahçeli evim var. Başka bir yer tutmaya lüzum yok, dedi. Size ve cemaate selamları var, dualarınızı bekliyor.

Sarayova’da sabah namazlarını kıldırdığımız Sokoloviç Camii’nin imamı Enver Efendi’ye de Risaleler verdik. Kitapları görünce; Bediüzzaman Said Nursi çok büyük bir alim, dedi. Bu da bizi çok şevklendirdi. Dua edin, Cenab-ı Hak bu hizmette son nefese kadar istihdam etsin.

Sizlere ve dualarınıza müştak Bosna’daki kardeşleriniz namına

Ömer
22.2.2012-SARAYOVA

www.NurNet.org

 

Lawrence: Kur’an, bütün ruhları tedavi edebilecek güçte

Dost İslam’a Hizmet Ödülleri törenine katılmak için İstanbul’a gelen Amerikalı profesör Bruce Lawrence, 17 yaşından bu yana İslam tarihi üzerine araştırmalar yapıyor. Duke Üniversitesi’nde ders veren Lawrence, bugüne kadar ses getiren çok sayıda esere imza atmış. Ona göre Kur’an, “her dönemde çekiciliğini koruyan büyüleyici bir kitap“.

Amerikalı Prof. Dr. Bruce Lawrence, 17 yaşında öğrenmeye başladığı Arapça vesilesiyle İslam’a ilgi duyar. Hakkında hemen hiçbir bilgi sahibi olmadığı bir dini araştıran, Yüce Kitab’ını okuyarak günlerini geçiren bu genç, şimdi 70 yaşında. İslam dini üzerine yaptığı araştırmalar, yazdığı sayısız makale ve kitaplarla dünya çapında hatırı sayılır bir isim yapan Bruce Lawrence, geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Dost İslam’a Hizmet Ödülleri törenine katılmak için İstanbul’a geldi. 2006 yılında yayımlanan ‘Kur’an: Bir Biyografi‘ isimli kitabıyla ödüle layık görülen Lawrence, gecede bir de konuşma yaptı. Kur’an’ın insanlığa gönderilen bir mesaj olduğunu ifade etti. Kendisinin de bu mesaja gönülden inandığını söyledi. Kur’an’ın tatmin ve teskin edici yönüne dikkat çekerek, ‘Ben Kur’an’ın şiirselliğini çok seviyorum.‘ dedi.

Lawrence’in yazdığı kitap, 20’ye yakın dile çevrilmiş ve milyonlarca kişi tarafından okunmuştu. Macar bir baba ile İskoç bir annenin en büyük çocuğu olan Bruce Lawrence, 40 yıldır Duke Üniversitesi’nde İslam tarihi dersleri vermeye devam ediyor. “53 yıldır İslam’ı öğrenmeye çalışıyorum.” diyen Lawrence, kendini hâlâ genç bir öğrenci olarak görüyor. Lawrence, aralarında Fas, Mısır, Ürdün, Yemen ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu 12 farklı ülkede yaşayarak hem Müslümanların sosyal hayatlarını yakından tanıma fırsatı bulmuş hem de İslami ilimler üzerine ihtisas yapmış. Ayrıca Hindistan’daki farklı dinler üzerine de araştırmalar yapmış. Bruce Lawrence’e göre Kur’an’ın gücü gizeminden geliyor. Bu cümlesini, Mevlânâ’nın, “Kur’an, her dönemde çekiciliğini koruyor.” beyanıyla destekliyor. Bütün ruhların Kutsal Kitap’tan tedavi olabileceğini söylüyor. 2006 yılında yayımladığı Qur’an: A Biography (Kur’an: Bir Biyografi) adlı kitabını 3 yıllık yoğun bir çalışma sonrasında tamamlayabilmiş. Bu eser, 14. kitabıymış. Kitap çalışmaları sırasında, Kur’an’ın derinliklerine indiğini söyleyen yazar, “Bu süre zarfında büyülendim. Her öğrendiğim yenilik bana başka kapılar araladı. Kutsal Kitap’ın insanlığa yol gösteren sembollerine, gizemlerine tanık olmak heyecan vericiydi.” ifadelerini kullanıyor.

Bruce Lawrence’e göre Kur’an’ın insanlık tarafından tanınmasına katkıda bulunmak hiçbir maddi menfaatle ölçülemez. İslam’ın en son ve mücadeleci İbrahimi din olduğunu anlatan Lawrence, “Son dindir; çünkü Hz. Muhammed gibi yüce bir peygamberi vardır.” diyor. Özellikle Amerika ve Avrupa’da yıllardır süregelen İslam karşıtlığını ise şu cümlelerle değerlendiriyor: “Özellikle Batı’da başka kültürlerin dinlerinden söz edilirken insanlar özgür düşüncelerine bir limit koyabilmeli. Bu konuda hoşgörü ve diyalog en önemli unsur olmalı. Ben tüm dinlere karşı derin bir saygı duyuyorum. Ayrıca Amerika ve Avrupa’daki gazeteciler de İslam’ı anlayabilmek için daha iyi soru sormasını öğrenmeli.” diyor.

Bünyamin Köseli / Zaman Gazetesi

Esmâ’nın diliyle imtihan sırrını okumak

Bir maden ateşe atılmadan kömür ve elması; altını ve bakırı birbirinden nasıl  ayrılacak?

Aynen öyle de, bu dünya bir imtihan ve ibtilâ meydânıdır. İnsan nev’i bir ma’den gibidir.

Elmas ruhlu, temiz fıtratlı insanları; kömür ruhlu insanlardan ayrıştırmak için, onları imtihan ateşine atar, hayatın içinde yoğurur, teklîfen ve tekvînen denemeye tâbi tutar. Emirleri ve yasakları ile; hayır ve şer ile ortaya koyduğu tercih şıkları ile; ni’met ve musîbetle test eder, neticesinde doğruları yalancılardan, iyileri kötülerden ayırt eder.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşerin içinde bulunduğu bu mücâhede ve mücâdelenin izahı bağlamında der ki:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin(Sözler, 20. Söz, 2. Makam, iki mühim suâle karşı iki mühim cevap, 266)

Cenâb-ı Hak, insanı stabil bir vaziyette bırakmamış, ondaki cevheri ortaya çıkarmak için teklifî ve tekvinî bir süreci önüne koyarak özellikle imân ehlini daha şiddetli ve ağır imtihanlarla tecrübe etmektedir.

Mes’ele imân dâvasında sadâkatın, sebâtın, azmin, tahkikî imânın, zamanın dalgalarına, şeytânî tuzaklarına dayanabilmenin dayanıklılık testinden geçip geçemiyeceği meselesidir.

Mes’ele Salih amellerle bâkiyâtın tarafını mı, yoksa şerlerle fenâ ve zevâlin temelsiz câzibesini mi tercih meselesidir.

Mes’ele dünyevîleşmenin kıskacında kıvranan âhir zaman müslümanlarının önünde bekleyen İttihâd-ı İslâm ve Hz. Mehdî’nin, hayatın tüm kademe ve birimlerindeki  icraatına muhatabiyyet noktasında hazır olup olmama mes’elesidir. Allah mutlaka Nûr’unu tamamlayacaktır. Gözlerimizin ve gönüllerimizin zeminini ve konumunu, murâd-ı İlâhî istikametinde tekmil bir vaziyete getirme hususunda son hazırlıkları yeniden kontrol etmenin gayreti ve cehdi içinde olmaklığımız zarûrîdir.

“İnsanlar, sâdece imân ettik demeleriyle serbest bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebût, 2)

Hiç şüphesiz belâ ve musîbetler, ehl-i imânı ateş gibi yakar, insanın özü, cevheri bununla ortaya çıkar. Sonunda da Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Zülcemâli bulur.

Ve insan haykırır evliyânın sesiyle ve nefesiyle: Yâ Rab! Senin rahmetinden daha şâmil bir rahmet, senin hikmetinden daha fâik bir hikmet, senin muhabbetinden daha güzel bir muhabbet düşünülemez.

O Zât-ı Rahîm, Hakîm ve Vedûd, bir sırr-ı imtihan olarak Hz. Eyyûb (a.s)’ı can, mal ve evlâd vesilesiyle musibete uğratmış, Hz. Zekeryâ (a.s)’ı testereyle biçtirmiş, Hz. Yahyâ (a.s)’ın başını kestirmiş, Hz. İsâ (a.s)’ı çarmıha gerilmekten kurtarıp semâ katına cesed-i nûrânîsiyle yükseltmiş, Hz. Muhammed (A.S.M)’i  ahir zaman nebîsi olarak en şiddetli belalarla imtihan etmiştir.

Aynı Zât (c.c) , Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Yûsuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberleri de saltanatla tahta oturtmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerine ömür boyu yapılan zâlimâne muâmelenin, işkence, cefâ ve sürgünlerin altında rahmet, hikmet ve vedûdiyyetin tecelliyâtının misâlleri o kadar çoktur ki, izâhı köşemizin boyutunu aşar.

Celâl sahibi yüce Allah, Said Nursî Hazretlerini eli kolu bağlı bir vaziyette, ıssız bir köyde (Barla) ikamete mecbur edip ehl-i dünyanın gözetimi altında hapislere ve esâretlere mahkûm eder. Yaşlılığının yanı sıra çeşitli hastalıklarla birlikte bir de verilen zehir ve pek çok menfî durum karşısında sıkıntılar içinde geçen bir hayatın sabır içindeki tatlı meyveleriyle celâli içinde cemâlî bir atmosfere mazhar kılar.

Risale-i Nur gibi Kur’ân çeşmesinden akan mânevî bir tefsir, ilham eseri olarak O’na yazdırılır.

Yaşadığı sıkıntılar içerisinde birden bire gözünü açar, bir tesellî levhâsını okur:” Bak! Cennet-i a’lâ bütün letâifi ile seni bekliyor, sana âşıktır, bin bir ismimle senin imdadındayım, yardımındayım, haydi çalış, dellallığa devam et” diye O’nu teşvik eder.

Bu Zât-ı muhterem de bu va’d ve İlâhî müjdeye dayanarak dinî ve ilmî vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

O Zât’a muhâlefetle Kur’ânın nurunu söndürmek isteyen bedbaht gürûh ise, her ne kadar zâhiren dünya şatafatı ve rahatı içinde yaşamış olsalar bile, o görüntünün altında bir kahr-ı İlâhî saklıdır.

Çünkü o cebbâr ve müstebidler, şimdi kabrin karanlıklı hayatında azap ve itap içerisinde mahzûn, pişman ve perişân bir vaziyette azaba dûçâr olmuşlardır. Mahşer ve mizanda da elîm ve fecî’ âkibet onları beklemektedir.

Bütün dünya Bediüzzaman’ı tanırken, O’nun Kur’ân ve Hadisten nebeân eden imânî hakîkatlerinden kana kana içerek rahmet ve şükranla anarken; bir devrin Nemrût, Firavun ve Şeddatları hak ile yeksân olmuş, adları/sanları/namları unutulmuştur.

Tarih; Va’dedilen müjdeler birer birer çıkarken, biiznillah ahir zamanın geniş dairesindeki faaliyet ve nûrânî yansımaları kabrinden şükrederek seyredecek olan Bediüzaman’ı “ahir zamanın en bahtiyar insanı” olarak yâd edecektir.

Üstad Bediüzzaman, Hz. İbrahim (a.s)’ın meşrebinde olduğu için teenni ile hareket etmiş, aceleci davranmamıştır. Vazîfesini yapıp sabır içinde neticeyi Allah’tan beklemiştir.

İmtihan devam ediyor…Kim sâdık, kim kâzib? Kim korkak, kim cesur, kim azimli, kim kararsız?

Kim rahmetten yana, kim azaptan yana? Kim kâfire, münafığa dost; kim Allah ve Resûlüne?

Kim münkerât ve menhiyyâta karşı, kim içindeki tâğûtlarıyla titretiyor Arş’ı?

Kim Tevhîd dini olan İslâm’ın kıyâmete kadar tahrîfsiz devamından yana; kim dinin tahrîb, tebdîl ve tağyîrine tavizkâr, füccâr ve eşrâra müsamahakâr?

Kazananlar ve kaybedenler…Kayanlar/kaydıranlar ve sebat edenler…Hak ve hakîkatten ta’vîz vermeyenler, denge hesabıyla vaziyete vaziyet edenler…Hepsi birer test, birer imtihan. Kazanmak ve kaybetmekle karşı karşıya bulunan biz mü’minler…

Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden ve icrââtından suâl olunmaz.

Bütün bunları imtihan sırrının bir gereği bilip kaza ve kadere teslim olmak, kulluğumuzu unutmamak, çizgimizde ve müstakîm hattımızda sebat etmek,  hep Hak’tan yana olmak, Hakk’ı söylemek, ya da sükut etmek, en selâmetli yol olsa gerek.

İsmail Aksoy

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version