Atatürk’ün Said Nursi’yi Barla’da Gizlice Ziyaret Ettiği İddia Edildi

Avukat Ahmet Özkılınç, Nesil Yayınları’ndan çıkan “Akrebin Kıskacında” isimli kitabında birçok yeni bilgi ve belgeye yer veriyor. Kitabın içindeki iddialardan birisi de Bediüzzaman’ın, Şeyh Said isyanı bahanesiyle sürgün edildiği Barla’da Mustafa Kemal tarafından gizlice ziyaret edilmesi olayı. Özkılınç, bu iddiasını Bediüzzaman’ın talebelerinden Askerî Yıldız’ın anlattığı bir hatıraya dayandırıyor.

Hadisenin Mustafa Kemal’in Isparta’nın Eğirdir ilçesini ziyaret ettiği günün sabahında yaşandığını anlatan Askerî Yıldız, o ziyaret esnasında yanında bulunduğunu söyleyen dönemin emniyet müdürünün aralarında geçen diyaloğu şöyle naklettiğini aktarıyor:

“Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘Mustafa Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi. Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vemeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. Mustafa Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”

Mustafa Kemal’in o yıllarda Eğirdir ziyareti yaptığı ise yine kitabın içerisinde bizzat bakanlıklar arasında yapılan yazışmaların belgeleriyle ve Mustafa Kemal’in Eğirdir tren istasyonunda çekilmiş bir fotoğrafıyla ispat ediliyor.

(CİHAN)

Evlenilecek eşlerde aranan vasıflar nelerdir?

Erkeğin, evleneceği kızı seçmesi, kız velisinin de damat adayını seçmek için dikkatli davranması, kurulacak yuvanın selâmeti ve doğacak çocukların sıhhati ve terbiyesi açısından çok mühimdir. Gelin ve damat namzetlerinin tayininde dikkatli olunmasını tavsiye eden Sevgili Peygamberimiz, “İnsanlar iyilik ve kötülükte madenler gibidir“(1) buyurarak bizleri ihtiyata davet etmektedir. Hz. Ömer, kendisine çocuğun babası üzerindeki hakkını soran bir oğluna şu üç şeyi sayar: “Temiz ve iyi ahlâklı bir anne seç, güzel bir isim koy ve ona Kur’ân öğret.” (2)

Her şeyden önce, evlilikte esas maksat hayırlı bir neslin vücuda gelmesidir, insanın bazı muhtemel günahlara girmesine mani olması ve düzenli bir hayata kavuşması için de ayrıca ehemmiyeti vardır. Yoksa sırf nefsin arzusundan kaynaklanan ve sadece geçici bazı zevklerin tatmini düşüncesine dayanan bir teşebbüsün ilerisi için devamlı bir rahatsızlık unsuru olacağı şüphesizdir.

İmam-ı Gazali dinimizin bu husustaki prensiplerini sayarken ilk iki maddeye, “dindarlık ve güzel ahlâkı” koymuştur.(3)

Aile yuvasının ileride bozulmaması için eşler arasındaki denklik büyük ehemmiyet arz etmektedir. Dindar bir kız ile hevaî bir erkeğin denk olmayacağı muhakkaktır. Böyle bir evliliğin ileride bozulma ihtimali kuvvetlidir. Çünkü dünyaları ayrı iki insan arasında uyumun sağlanması çok defa mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde, dindar bir erkeğin, dindar olmayan, davranış ve hareketlerini İlâhî emirlere göre tanzim etmeyen bir kadınla evlenmesi ve hayat arkadaşlığı kurması beraberinde pekçok problem getirdiği gibi, böyle bir yuvanın da devamı zor olur. İşte İslâmiyet, sonradan olabilecek hadiseleri önceden tedbir olarak engellemektedir. Böylece cemiyet nizamını sağlam esaslar üzerinde devam ettirmektedir.

Bu hususa dikkatimizi çeken Peygamberimiz (a.s.m.) mü’minlere şu tavsiyede bulunur:

Kadınlarla dört hasletleri için evlenilir: Malı için, asaleti için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı tercih et, mesut olursun.” (4)

Kadının diğer vasıfları yanında, bilhassa dinî cihetine ağırlık verilmesi bir Peygamber tavsiyesidir. Dolayısıyla, Müslümanın da göz önüne alması gereken en hayatî noktadır.

Peygamberimiz, Hz. Ömer’in “İhtiyacımızı gidermek için ne gibi mal elde edelim?” diye sorması üzerine şu tavsiyede bulunurlar: “Malın en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili [İslâmî] hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanım.” (5)

Kocasına İslâmî hizmetlerde destek olan hanımı, Peygamberimiz, dünya servetinin en mühimlerinden birisi saymıştır.

Bu noktadan sık sık ikazlarda bulunan Peygamberimiz şu sözlerinde daha da dikkatli davranılmasını istemektedir: “Kadınları [sırf] güzellikleri için nikahlamayınız, Çünkü onların güzellikleri onları tehlikeye atabilir. [Sadece] malları için de nikahlamayınız. Çünkü mallan onları azdırabilir. Dindar olanını nikahlayın. Şüphesiz, burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir cariye, dindar olmayan bir kadından efdaldir.

Evlenecek kadında dindar olma şartı arandığı gibi, kız velîsinin de erkekte öncelikle dinî tarafını araması bir vazifedir. Kızlarını verecekleri adamda sadece güzellik, zenginlik ve makam gibi üstünlükler arayıp, dinî cihetine itibar etmeyen kimseler bozgunculuğa ve fitneye meydan vermiş olurlar.

Kızının talipleri olan bir adam Hasan-ı Basrî’ye gelerek “Kızımı nasıl bir kimseye vereyim?“diye fikrini sorar. Hasan-ı Basrî de, “Allah’tan korkan bir adama ver. Çünkü böyle bir kimse kızını severse ona iyilikte bulunur, şayet ondan nefret duyacak olsa zulmetmez” buyururlar.(6)

Şer’an, koca karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı” diyen Bediüzzaman Hazretleri de devamında, “Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer” demektedir.(7)

Her iki taraf dindarlık cihetini nazara aldıktan sonra,tabiî olarak, diğer yönlere de ehemmiyetine göre yer verir. Kadında aranan başka bir vasıf da iyi huylu ve temiz ahlâklı olmasıdır. Zaten dinî hayatına dikkat eden kadınların ekserisi, İslâm ahlâkını yaşamaya çalışacaktır.

Kadının erkek hakkında fikir ve tercihi de unutulmamalı, ihmal edilmemelidir. Çünkü ömür boyu sürecek ve sonsuz hayatta da devam edecek bir beraberlik olacaktır.

Dikkate alınması gereken diğer bir husus da kadının mehrinin az olmasıdır. Yani fazla masrafa yol açmayan bir çevreden alınmasıdır. Bugün hâlâ bazı bölgelerimizde bir cahiliye âdeti olan başlık parası nikâh yolunun kapanmasına sebep olmaktadır.

İslâm âlimleri, hayırlı ve faziletli bir namzetin fakirliğinin karı-koca arasındaki denklige mâni ve nikâha zarar veren bir durum olmadığını açıklamaktadırlar.” O halde, eşler arasında karşılıklı rıza olduktan sonra zenginlik ve fakirlik noktasındaki bir dengesizlik evliliğe ciddî bir engel teşkil etmez.

Bunun yanında, dindarlığı ve ahlâkı istenen vasıfta olduktan sonra, kadının zengin bir aileden olması, malî cihetten yeterli bulunması da ayrı bir tercih sebebi olabilir. Hadiste de bu şık ayrı bir hususiyet olarak zikredilmiştir.

1. Müsned, 2: 539.
2. Terbiyetü’l-Evlâd, 1: 38.
3. ihya, 2: 38.
4. İbni Mâce, Nikâh: 6.
5. Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’ân.- 48, IbnİMâce, Nikâh: 5.
6. İhya, 2: 43.
7. Lem’alar, s. 186.

Kaynak : Mehmet Paksu, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları

Siz Hala Çocuğunuzu Tehdit Ediyor Musunuz?

Bütün anne ve babalar gibi hepimiz çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmeyi isteriz. Ancak bunu yaparken farklı yöntemler kullanırız. Kimimiz çocuklarımızı katı ve mesafeli kurallarla yetiştirirken kimimiz de daha yumuşak ve samimi yöntemleri seçebiliriz.

Anne ve babaların özellikle ilk 6 yaşa kadar olan dönemde yaptığı en önemli hatalardan biri çocuğu tehdit etmektir. Baskı ya da tehdit yoluyla çocuğun davranışını değiştirmeye çalışmak yapılabilecek en büyük hatadır. Çocuk değersiz olduğunu hissederek öfkeye kapılır. Nedense bazı ebeveynler çocukları ile oturup meselelerini konuşarak, tartışarak halletme yoluna gitmeyip, çocuklarına karşı genellikle anlamsız bir otorite kurmak isterler ve çocukların kendilerinden korkmalarını arzu ederler.

Unutulmamalıdır ki çocuk eğitiminde ve özellikle de ilk 6 yaşa kadar olan dönemde korku ve tehdidin eğitimde yeri yoktur. Çocuk korkutularak tehditle yola getirilemez; sevgi, anlayış ve yumuşaklıkla eğitilebilir. Küçük çocuklar, kendilerine bu çeşit tehditler yapılmasa bile sürekli olarak terk edilme ve sevilmeme korkusu geliştirmeye açık ve uygun durumdadır. Bu kaygı, çocukların düşüncelerini zaten ciddi biçimde etkilerken üstüne üstlük bir de büyükler tarafından tehdit edilmeleri bu korkuların sürekli olarak yaşanmasına neden olacaktır. Çocuğunuzun yapmasını istediğiniz davranışının dişlerini fırçalaması olduğunu düşünelim. Burada ebeveynin yanlış tutumunu şöyle örneklendirebiliriz. “Eğer dişlerini fırçalamazsan sana yatarken kitap okumam veya eğer dişlerini fırçalamazsan seni sevmem gibi.” Oysa ebeveynin çocuğuna şöyle seslendiğini farz edelim; “Yatma zamanı geldi. Yatmadan önce yapmamız gereken en önemli şey neydi? Burada ebeveynin yaptığı şey cezalandırıcı olmadan çocuğuna yatmadan önceki rutinleri hatırlatmak olmuştur.

Birde öyle bir tehdit türü vardır ki bence tehdit ve korkutmaların en tehlikelisi ve ilerleyen yıllarda aile içi iletişimin önündeki en önemli engellerden biri. Çocuğu en çok sevdiği veya sevmesi gereken kişi ile tehdit etmek ve onu onunla korkutmak, yani çocuğu babası ile korkutmak ve tehdit etmek. “Akşam baban bir eve gelsin yaptığın haylazlıkların hepsini bir bir anlatacağım. Sen o zaman görürsün Hanyayı, Konyayı.

Bu tip korkutmalarda çocuğun bilinçaltında baba ile ilgili şu sıfatlar ister istemez oluşmaktadır: “Cezalandıran, şiddet uygulayan, nefret eden…

Şimdiki aklım olsaydı: “Benim için dünyanın en değerli varlıkları olan çocuklarımı, eşimin benimle korkutmasına izin vermezdim. Uygun bir dille onlarla yaşadığı sorunları ben yokken kendisinin de hallede bileceği yöntemlerle çözmesini söylerdim. Bununla birlikte benim olmadığım zamanlarda yaşadığı problemlere ortak olmaya çalışır ve onunda iş ve ruhsal yükünü hafifletmeye çalışırdım.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Barla

Barla, ehl-i imanın mânevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir.

Barla, millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû ettiği beldedir.

Barla, rahmet-i İlâhiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lûtf-u Yezdânînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm milletinin evlâtları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdat ve zulüm ve tarassut altında bulunduruluyordu. Barla’ya nefiy sebebi ise, kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp böyle ücra bir köye atılarak, ruhunda mevcut hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî, imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur’ân’a hizmetten men etmek idi.

Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu. Bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’ân ve iman hakikatlerini ders veren Risale-i Nur eserlerini telif ederek perde altında neşrini temin etti. Bu muvaffakiyet ve bu muzafferiyet ise, çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakikî birtek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup yok edilmeye çalışılıyordu. Dinsizler Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşriyatına mâni olamamışlardı. Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmi beş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.

Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir.

Tevafuklu Kur’ân ve Hamid Aytaç

Hâmid Hoca 1911 yıllarında İstanbul’da bulunan Bediüzzaman’la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman’la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş’ta yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman’ın hazırlamış olduğu bir hitabeyi okur.

Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman’ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur’ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî’ye, Diyarbakır’ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur.

Hattat Hâmid Bey tevafuklu Kur’ân-ı Kerîm mevzuunda şunları ifade ediyordu:

1911 yazında İstanbul’da görüştüğüm, iltifatına mazhar olduğum Bediüzzaman Said Nursî’nin tevafuk esasına göre tertip ettiği bu tarz, Kur’ân-ı Kerîmin mucizeliğini, ebedîliğini, Hak Kelâmullah olduğunu, daha da net ve çok iyi bir şekilde gözlere gösteren bir tertip tarzıdır.

İslâm-Türk yazı sanatının son hattatı ve son üstadı sayılabilen Hâmid Aytaç’ın bu eseri, bir sanat şaheseri ve mukaddes kitabımızın ebedîliğinin pek çok delillerinden birisi olarak, kalbimizi, aklımızı ve hânelerimizi tezyîn edip süsleyecektir.

Mekke’de bu tevafuklu Kur’ân-ı Kerîmi gören bir islâm âlimi, “Kur’ân Mekke’de indirildi, ama İstanbul’da yazıldı” sözünü hatırlatarak, “Ben bu sözün sadece Osmanlılar devrine ait olduğunu zannediyordum. Fakat Hattat Hâmid’in bu şâheserini görünce, bu hakikatın kıyamete kadar devam edeceğine bütün kalbimle inandım” demiştir.

Hattat Hâmid Hoca, hattatlar için söylenen, “Nefes almadan veya az nefes alarak yazı yazdıkları için, uzun ömürlü olurlar” sözünün güzel bir misâli olarak doksan bir yaşına kadar yaşamıştır.

Hayatının son senesini, Bediüzzaman’ın talebelerinin müşfik alâkaları ve şefkatleri arasında geçirdi. 19 Mayıs 1982’de vefat etti.

Son Şahitler

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version