Bediüzzaman ile Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa

Asıl adı Said iken dendi Bediüzzaman
Daha küçük yaşlarında bildi ki dünya yalan

Üstün kabiliyetiyle ilgi alaka gördü
Bütün herkesi şaşırtıp hayretlere düşürdü

Ön plana çıkıyordu O’nun keskin zekâsı
Harikulade gelişmiş mükemmel hafızası

Hareketli geçiyordu O’nun gençlik yılları
İmanı kurtarmak idi istek ve arzuları

İlim tahsili anında zühde önem veriyor
Üç günde bir parça ekmek onun için yetiyor

Bazen o parça ekmeği yemediği olurdu
Çevredeki otlar ile idareye koyuldu

Onüç ondört yaşlarında Üstad Bitlis’e gelir
Orada mümtaz âlimler onunla ilgilenir

Tillo’da iken bir gece acip bir rüya görür
Abdülkadir-i Geylâni rüyasında görünür

Abdülkadir Hazretleri diyor “Ey Molla Said
Mustafa Paşa denilen Miran Reisi’ne git

Halkına zulmettiğinden hidayete davet et
Bir de namaz kılmasını Reis’e tavsiye et

Dediğini yapmaz ise başka işlere girme
Reisi hemen öldürüp fazla zaman geçirme”

Üstad uyanır uyanmaz yol tedariki eder
Tillo’dan Miran’a doğru hemen hareket eder

Doğru Miran Reisinin çadırlarına gider
Paşa bulunmadığından O istirahat eder

Paşa dışarıdan gelir onu hiç umursamaz
Her kes kıyam ettiyse de Üstad ayağa kalkmaz

Paşa sorar “Kim bu?” diye fazla kızmış ise de
Kızdığını belli etmez onu sorar yine de

“Molla Said” cevabını alınca Mir Mustafa
Hiddetlenerek yüzünü çevirir o tarafa

Ne sebeple geldiğini Molla Said’ten sorar
Aldığı cevap ile de rengi tamamen solar

“Ya zulmünü terk eyleyip insaflı olacaksın
Halkına merhamet edip namazı kılacaksın

Veya gözümü kırpmadan seni öldüreceğim
Leşini serdikten sonra buradan gideceğim”

Paşa direkte asılı kılıncına bakıyor
“Hayret bu pis kılınçla mı öldüreceksin” diyor

Üstad Mustafa Paşa’ya cevaben şöyle diyor
“Kılınç kesmezse el keser” diye cevap veriyor

Miran Aşiret Reisi ona çok hiddetlendi
Ancak hiç belli etmeden Üstad’a şöyle dedi

“Cezire’nin âlimleri bir yerde toplansınlar
Kendinden emin olanlar seninle yarışsınlar

Eğer onları yenersen dediğini yaparım
Onları yenemez isen seni nehre atarım”

Bu muhavereden sonra Paşa ile beraber
Yarışmaya girmek için Cezire’ye giderler

Cezire’nin âlimleri bir yerde toplanırlar
Üstad Bediüzzaman’ı içlerine alırlar

Görüşmeler yapılırken onlara çay verilir
Meşhur misafirlerine izzet ikram edilir

Üstad çayını içerken kimselerden ses çıkmaz
Onların çayını içer kimse farkına varmaz

Mustafa Paşa diyor ki “Ey Hoca Efendiler
İnanın ki Molla Said peşin sizi yendiler

Mağlup olacağınızı şimdiden biliyorum
Ancak bu işin sonunu merakla bekliyorum”

Üstad dedi “Efendiler, bendeniz vadetmişim
Hiç kimseye sual sormam dinlemek benim işim”

Kırk kadar sual sorarlar oradaki âlimler
Cümlesine cevap verir onlara birer birer

Sonra da Mustafa Paşa Üstad’ı tebrik eder
Namazı kılmaya başlar mavzer hediye eder

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hakiki Ömrünü Bulunduğun Gün Bil!

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

O, Rahman’dır (Sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir), Rububiyet arşına kurulmuştur. Göklerde ne var, yer de ne varsa O’nundur. Bu, ikisi arasında olan, yerin altında olan da O’nun’dur.”

[Tâ Hâ Suresi 20,5-6]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Buhari’nin Ebu Hureyre Radiyallahu Anh’tan yaptığı bir rivayette Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

“Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah vaktinde, akşam vaktinde, bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün (ibadet edin), ağır ağır hedefe varabilirsiniz. Unutmayın ki sizden hiç kimseye, yaptığı amel, cenneti kazandırmayacaktır.” buyurdu.

“Sende mi (amelinle cennete gidemeyeceksin) Ey ALLAH’ın Rasulü?” dediler.

“Evet, ben de, dedi, ALLAH affı ve rahmetiyle muamele etmezse ben de!

(Buhari, Rikak 18)

Buhari Nesai’de gelen bir başka rivayette:

Bu din kolaylıktır. Kimse (aşırı gayretle) dini geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine de yapamadığı eksikleri kalır ve) galibiyet dinde kalır.” buyrulmuştur.

(Buhari, İman 29)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil.

(21. Söz’den)

…….

Cevşen’den ;

49.
Allah’ım ben, ismin hürmetine sana el açıyor (hacetimi) senden diliyorum;
Ey (müşkülleri) kolaylaştıran,
Ey (hakkı, batıldan iyiyi, kötüden, nuru zulmetten…) ayıran,
Ey (kötülüğü iyiliğe) çeviren,
Ey (serkeş ve âsileri) râm eden,
Ey (rahmet ve nimetini) indiren,
Ey bol bol bağışta bulunan,
Ey fazl-ü kerem sahibi olan,
Ey büyük (nimetler) veren,
Ey (günahkarlara tevbe ve dönüş için) mühlet veren,
Ey (kullarına) güzel davranan!
Münezzehsin sen,
Ey kendisinden başka bir ilah olmayan…
Kurtar bizi ateşten ey Rabb’im!

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’larla Yeniden Doğuşum – Filipinler

Bir arkadaşım bana, Filipinler Risale-i Nur Enstitüsü’nün onikincisini düzenlediği Genç Bayanlar Yaz Okuma Programı olacağını ve katılmak isteyip istemediğimi sorduğunda, onun bu önerisini hiç düşünmeden reddettim. Bu programa kimlerin katılacağı hususunda hiçbir fikrim yoktu ve ayrıca geçmişte Müslümanlarla alakalı hiç de hoş olmayan deneyimlerim olmuştu. Bu teklifi ikinci bir kez tekrar düşündüğümde, belki de kendime bir şans vermem gerektiğine karar verdim ve şimdi düşünüyorum da iyi ki öyle yapmışım.

Programın ilk gecesinde bizlere bir soru soruldu: ”Sadece bir ay hayatınız ve de yapacak beş şeyiniz kalsaydı bu beş şey neler olurdu?” Bu soru üzerine iç dünyamda birden cennet ve cehennem olgularının kesinliğini hissettim. Birkaç yıl önce İslamla ilk tanıştığım zamanları anımsadım; şu anla kıyasladığımda da inancımın son derece azaldığını hissettim. Öyle ki, Cennet ve Cehennemin varlığından dahi şüphe eder bir haldeydim. Fakat sorulan bu soru beni, düşünsel anlamda ölüm ve sonrasının gerçekliğine, Cehennem düşüncesinin ürperticiliğine ve hayatımı bir çeki düzene koymam gerektiğine yöneltti.

Programdaki aktivitelerin ilk zamanlarında, yetimler evini ziyaretimiz esnasında, Malaybalay’daki Baraka isimli merkezi, ziyaretimiz esnasında hep arka planda kalarak kendimi diğer insanlardan uzakta tuttum. Fakat sonraları, diğer kızların bizlere karşı olan samimi davranışlarını gördükçe ben de onlardan biri olmayı istedim ve onlardan hiç ayrılmamayı düşündüm zira onlar Allah’a yakın kimselerdi ve kesinlikle benden daha iyiydiler.

Allah’ın varlığı birliği ve kainatta tezahür eden isimleri hakkında kampta yapılan dersler ve mütalaalar beni öylesine derinden etkilemişti ki kampın altıncı günü yapılan kır gezisinde karşılaştığım her yaprakta ve ağaçta Allah’ın büyüklüğünü müşahede ediyordum. Yarattığı herşeyin ne kadar mükemmel olduğunu, O’nun ne kadar güçlü olduğunu, tüm kainatı idare ettiğini, küçük ve büyük herşeyin O’nun tasarrufu altında olduğunu idrak ediyordum. Allah’ın isimlerini büyük ağaçlarda ve yüksek tepelerde okumaya çalışmak o kadar hoştu ki anlatamam. Tüm varlıkların O’nun kudretine boyun eğdiğini ve isimlerine ayna olduğunu anlıyorduk.

Kampta yaptığımız aktiviteler sayesinde her hareketimi ve karakterimi denetleyebilme yetisini kazandım. Duygularımı nasıl kontrol edebileceğimi, sabırsızlığımı nasıl önleyebileceğimi öğrendim. Hayatta başıma gelen kötü olaylarda suçlunun sadece ve sadece kendim olduğunu anladım. Oysa geçmişte, yaşadığım kötü hadiselerde Allah’ı suçlardım. Allah günahlarımı bağışlasın…

Kainatta yaratılan herşeyin bir görevi olduğunu ve bu görevi çerçevesinde hayatını sürdürdüğünü anladım. Peki ya kendim? Benim görevim, Allah’ı hakkıyla tanımak ve O’na kulluk etmektir. Bu dünyada hiç kimse bana değer vermese dahi, şunu iyi biliyorum ki Kainatın sahibi yanında bir değerim var. O beni, kendi yolunda sarf etmem için özel kabiliyet ve duygularla donatmıştır. Başkalarının değil, sadece ve sadece O’nun rızasını kazanmak zorundayım. Hayatımda böyle bir değişikliğe sebep olan bu insanlarla karşılaşmaktan son derece memnunum ve umarım ilerde ben de başkalarının hayatlarında kendi yaşadığım değişikliği oluşturabilirim.

Johara Evangelista De Los Reyes (FİLİPİNLER)

Yazının Orjinali için tıklayınız (www.nurnetwork.org)

www.NurNet.org

Allah ile Kul Arasındaki En Yüksek Münasebet Nedir?

İbadet Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

İbadet; kulun, Allah-ü Teâlâ’ya karşı tekbir, hamd, şükür gibi vazifelerini Onun emrettiği tarzda yerine getirmesidir. İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek Ona karşı hamd ve şükür görevini yerine getirmekle sorumludur. Bu ise, ancak ibadetle olur.

Cenâb-ı Allah; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat.56 )

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nail olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz’ı size döşek, semâyı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah’a misil ve ortak yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka Ma’bûd ve halıkınız yoktur.” (Bakara.21-22) buyuruyor.

Bediüzzaman ibadet hakkında şöyle diyor: “Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke hâline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümleri terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hâle, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.

Ve keza, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, meaş ve meade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.” (İşaratül İ’caz. 227)

İnsanın imanla ilgili esasları ve hükümleri güçlü ve sabit bir hale getiren ancak ibadettir. Cenab-ı Allah’ın emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden uzak kalmak gene ibadetle olur. İbadetsiz insan gaflettedir. İşte bugünkü âlem-i İslamin hal ve vaziyeti ve perişaniyeti, ibadetdeki zafiyet ve kusurların neticesidir.

İbadet dünya ve ahiret saadetine vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini düzeltmesine de sebeptir. İnsanın kemalâtına vasıtadır. Netice itibariye ibadet Cenab-i Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

Bediüzzaman hazretlerinin, ibadetin dünya saadetine vesile olduğuna dair izahları şöyledir:

Birisi: İnsan, Hayrete bırakan hoş bir fıtrat üzere yaratılmış, birçok meyiller ve arzuları vardır. Meselâ, insan en güzel bir geçim ve şerefle yaşamak ister. Bu kadar istek ve ihtiyaçlarını tedarik edebilmesi için birçok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatları anlama ve bilmesi de mümkün olmadığından kendi cinsinden olanlarla birlikte çalışma ve işbirliği yapma mecburiyeti olur ki; her birisi çalışmanın semeresiyle diğer arkadaşına mal değiş-tokuşu ile kar elde edebilsin. Yoksa fert kendi başına bu külli istek ve arzularına yetişemez ve terakki etmesi de mümkün olamaz.

İkincisi: İbadet, fikirleri Cenab-ı Allah’a yöneltmeyi, itaat ve teslimiyeti neticelendirir. İtaat ise abdi mükemmel sistem ve düzen altına alır. İbadetsiz ve itaatsizlik ise şer ve tahribi intaç eder ve neticede düzen ve sistemi bozmaya çalışır.

Üçüncüsü: İnsan santral gibi, yaratılış kaidelerine ve fıtratın kanunlarına ve Cenab-ı Allah’ın koymuş olduğu kanunlarına bir merkezdir. İşte insan o kanunlara mensup olması lazımdır ki, genel cereyanı temin etsin. Bu dünya âleminde dönen dolaplarına muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmemek, ibadet ve taata önem vermekle olur.

Dördüncüsü: Cenab-ı Allah’ın emirlerine uyma, yasakladığı şeyden çekinme ve uzak durmakla bir fert sosyal hayat içerisinde çok derece ve basamak çıkar. Bilhassa dine ait hükümler ve herkese ait faydalar ile bir fert bir nevi hükmüne geçer, bu nedenle büyük vazife bir şahsa verilir. Eğer emirlere tamamen uyma ve yasaklanmış şeylerden uzak duran o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen ayakaltına alınarak, sosyal ve içtimai hayat yaşanmaz bir hale gelir.

Beşincisi: İnsan İslamiyet sayesinde, ibadet sebebiyle bütün Müslümanlara karşı değişmeyen bir münasebet peyda eder ve kuvvetli bir irtibat elde eder. Bunlar da sarsılmaz bir kardeşliğe ve muhabbete sebep olur. Bu nedenle sosyal ve toplumsal kalkınmanın terakkisinin birinci basamağı ancak Uhuvvet ve Muhabbettir.

Rüstem Garzanlı

Diyarbakır/ Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Üstadı Doğru Anlamak ve Demokratik Açılım

Prof. Dr. Alaaddin Başar, Demokratik açılım konusu ülke gündeminde baş sırayı alırken bazı düşünürlerimiz konuya Risale-i Nur açısından yaklaşarak görüşlerini kamu oyuna sunmuş bulunuyorlar. Böyle bir ortamda, yanlış yorumlara girilmemesi ve Üstadın doğru anlaşılması için şahsî kanaatlerimi kısaca beyan etmeyi bir görev addettim.

Üstad Bediüzzüman hazretleri, hayatının gayesini şu cümlede en veciz ve açık bir şekilde ortaya koymuştur: “Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.” (Mektubat ; 16. Mektub)

Bu zamanda “ehl-i dalalet ve haksızlığın (tesanüd sebebiyle) cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehâsıyla hücum” etmesi (Yirminci Lem’a) Üstadı çok endişelendirir ve Eşref Edip beyle yaptığı bir mülakatta bu endişesini şöyle dile getirir: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)

İşte bu davasının tahakkuku ve kalplerde tahkiki imanın yerleşmesi için verdiği bir ömürlük mücadele ve mücahelesinin yanında onun bir başka gayesi daha vardı. Bunu kendisi bizzat şöyle açıklar: Camiü’l-Ezher’e Afrika’dan bir medrese-i umumiye olduğu gibi Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir darü’l-fünun da ve bir İslam üniversitesi de Asya’da lazımdır, dedim. Ve felsefe-i fünun ile ulum-ı diniye birbiri ile barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaiki ile tam müsellah etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye. Velayet-i Şarki’nin merkezinde hem Hindistan’ın hem Arabistan’ın hem İran’ın hem Kafkasya’nın hem Türkistan ortasında Medresetü’z-Zehra manasında Camiü’l-Ezher üslubunda bir darü’l-fünun hem mektep hem medrese olarak vücuda gelmesi için tam 55 senedir Risale-i Nur’un hakikatine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. (Emirdağ Lahikası)

Bu üniversitenin ana gayesi, hem din hem de fen ilimlerinde mütehassıs bilim adamları yetiştirmek olmakla birlikte, bir başka gayesi de yine Üstadın çok önemli bir hedefi olan ittihad-ı İslâma zemin hazırlamasıdır. Bu üniversitenin eğitim dili konusunda Arapçanın vacip, Türkçenin lâzım, Kürtçenin de caiz olması gerektiğini ifade eder.

Üstadın İttihad-ı İslâm fikrini, bugünkü Avrupa birliği bir yönüyle kendi bünyesinde gerçekleştirmiş, bu ittihadın sağlayacağı faydalar konusunda bize de, doğrusu, iyi bir örnek olmuştur. İttihatla iltihakı karıştırarak İttihad-ı İslâma karşı çıkanlara bu hal güzel bir cevaptır.

Yani, Üstadın nazara verdiği ittihad, her devletin kendi bütünlüğünü ve istiklaliyetini korumasıyla birlikte, ekonomik hedeflerin gerçekleşmesinde, asayişin temininde, gençliğin kötü alışkanlıklardan korunmasında ve benzeri birçok konuda ortak hareket etme manasınadır.

Üstadın idealindeki üniversite modeli olan Medresetü’z-Zehranın İslâm âleminde varlığını hissettirmesiyle İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyet (ırkçılık) belası da bertaraf edilmiş olacaktır.

Menfi Milliyet

Üstadımız menfi milliyet hakkında müstakil bir risale telif etmiştir (Mektubat 26.Mektub). Bu risalesinde şu noktaya da önemle dikkat çeker: “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.” Zaten Üstadın iman kurtarma davası, ırklar ötesi bir davadır. Bütün bir insanlık âlemine şamildir. Mi’raçtan hediye getirilen Bakara Suresinin son ayetlerinin sonuncusunda şöyle bir niyaz cümlesi geçer: “Sen bizim Mevlamızsın. Kâfirler kavmine karşı bize yardım et.

Burada iman cephesindekiler bir kavim, küfür cephesindekiler ise başka bir kavim olarak nitelendirilmiş, her iki cephede de ırk kavramı arka planda kalmıştır.

Üstad hazretleri, ırkçılığın İslâm ittifakına büyük zarar vereceği gibi, sair dinlerin tabilerinin de dostluklarını kazanmada önemli bir engel olduğu fikrindedir. Bu görüşünü Emirdağ Lahikasi 2. ciltte şöyle açıklar: “Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Şefkat ve Sevgi

Üstad hazretleri, Nur Talebelerinin iman ve Kur’an hizmetinde takip etmeleri gereken yolu şu dört hatvede (adımda) özetlemiştir: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. Şefkat maddesinin konumuzla çok yakın ilgisi vardır. Bütün insanlar kâinat ağacının meyveleridirler. Hepsi aynı havayı solumakta, aynı yer küresi üzerinde seyahat etmekte, aynı güneşle aydınlanmaktadırlar. Ve Kur’an-ı Kerimde insanın “ahsen-i takvimde”, yani istidat ve kabiliyet yönünden bütün mahlukları geride bırakan bir mükemmellikte yaratıldığı haber verilmektedir. Peygamberimiz bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmetin şefkatle çok yakın ilgisi vardır. Ve Kur’an-ı Kerim bir kavme değil bütün bir insanlık alemine rehber olmak üzere inzal edilmiştir.

Bütün insanların yaratıcısı olan Allah insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını istemekte, yanlış yolda olanların ise şefkatle ikaz edilmesini emretmektedir. Bu tebliğ hareketinin en son, en büyük ve en canlı örneği Peygamber Efendimizdir. O, dünyaya teşrif ettiğinde, Arap yarım adasında şirk hakimdi. Kahir bir ekseriyet putlara tapıyorlardı. Ve O, bu putperest insanların ıslahına çalışıyordu. Peygamberimiz şirke düşenlere değil, şirke düşmandı; müşrikleri şirkten kurtarmaya çalışıyor, dinlemedikleri, kabul etmedikleri zaman, o eşsiz şefkatiyle aşırı derecede üzülüyordu. Allah, o puta tapan kullarını cehennem yolculuğundan kurtarıp, yönlerini cennete çevrilmesi için en büyük peygamberini, Sevgili Habibini (asm.) görevlendirmişti.

Demokratik Açılım, Sevgi ve Kardeşlik

Demokrasi açılımının tartışmaya açıldığı bu günlerde, bizlerin bu teşebbüse, bu plana nazar tarzımız şöyle olacaktır: Allah’ın kullarının birlikte ve huzur içinde yaşamaları, birbirlerini dinlemeleri ve anlamaları için bu açılım bir fırsat olabilir mi? Ve biz daha da gelişen bir demokrasi ortamında iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırmak için daha fazla şeyler yapabilir miyiz?

Konunun siyasî yönü ve alınan siyasî tedbirler bizim sorumluluk sahamızın dışındadır. Milletimiz ve memleketimiz hakkında hayırlı sonuçlar doğurmasını candan temenni ederiz. Bu konuda fikrî katkılarımız olabilecekse onu da basın ve yayın yoluyla yerine getirir ve daha sonra yine aslî görevimizin başına döneriz.

Sınırları daha da genişletilecek bir demokrasi ortamında Nur Talebelerine düşebilecek önemli bir görev de, her fikirden insana şefkatle yaklaşmak ve insanlar arasında sevginin, kardeşliğin tahakkukuna gayret etmek olacaktır.

Hepimiz aynı Allah’ın kullarıyız. Hepimiz kâinat ağacının meyveleriyiz. Ve hepimiz dünyanın dönmesiyle her gün ahirete doğru bir adım daha atan yolcularız. Üstad hazretleri, bir risalesinde “Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (Şuâlar, Onbirinci Şuâ) buyurur. Hepimiz bu ailenin saadeti için bir şeyler yapmalı, bunu engelleyen sebeplerin karşısına yine hep birlikte çıkmalıyız. Zira aynı gemide seyahat eden yolcular gibiyiz. Gemiye verilecek bir zarar hepimize dokunacaktır.

Üstad hazretleri birlik ve beraberliğe çok önem vermiş ve telif ettiği “Uhuvvet Risalesinde” bu hususta şu önemli vurguları yapmıştır .“… Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.” Mektubat 22.Mektub, İhlas Risalesinde de “üç elif ittihat etmezse üç kıymeti var. Eğer sırr-ı adediyet ile ittihat etse yüz on bir kıymet alır” diyerek ittihattaki kuvveti çok güzel bir şekilde ortaya koymuştur.

İttihat etmemenin zararlarını ise yine Uhuvvet Risalesinde şöyle nazara vermiştir:

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.” Mektubat 22. Mektub

Üstad Bediüzzaman hazretleri henüz Nur Külliyatını telifine başlamadığı eski Said zamanında da birlik ve beraberliğe büyük önem vermiş; düşmanlarını “cehalet , zaruret ve ihtilaf” olarak açıklamış ve bu üç düşmana karşı “sanat, marifet ve ittifak” silahıyla cihat edilmesi gerektiğini beyan etmiştir.

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz.” (Tarihçe-i Hayat, Birinci kısım, İlk hayatı)

Müspet Hareket

Bediüzzaman Hazretlerinin bütün hayatında takip ettiği değişmez bir düsturu “müsbet hareket” etmektir. “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir…. …. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet İmân hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası) diyerek asayişin ancak müspet hareketle ve iman hizmetiyle gerçekleşeceğini vurgular ve bütün ömrünü bu davanın tahakkuku için geçirir.

Nur talebelerinin de “asayişin manevî bekçileri olmaları” bu davayı tasdik eder. Ve bütün yetkililere hem nur talebeleri , hem de nur risaleleri şu mesajı verirler: “Asayişi muhafazanın tek yolu insanların kalplerine iman ve marifet nurunun yerleşmesidir.

Fikir Hürriyeti

Üstad, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.” diyerek, meselelerin fikir ortamında ve medenice tartışılmasını arzu eder. Onun asayişin muhafazasına önem vermesinin önemli bir yönü de budur. Zira, fikirler ancak sulh ortamında ve asayişin hakim olmasıyla rahatça tartışılabilir. Silah sesleri arasında korku ve dehşet ortamında kiminle, neyi ve nasıl tartışabiliriz?

Üstadın “fikir hürriyeti mücadelesi” tâ eski Said döneminde başlamış, daha sonra mahkemelerde yaptığı o eşsiz müdafaalarla devam etmiştir.

Hürriyetin esası insana verilen cüzi iradeye dayanır. Herkes bu dünyada ahiret hesabına bir imtihan geçirmektedir ve bu imtihanın önemli bir şartı insanların kendi iradelerini diledikleri gibi kullanabilmeleridir.Hayvanlar sadece ne için yaratılmışlarsa o görevi yerine getirirlerken insana bu konuda büyük bir yetki verilmiştir. İnsanın diğer varlıklardan üstünlüğünün önemli bir yönü de bu hürriyet ve irade meselesidir. “İnsan, hikmetle yapılmış bir masnudur. …… Öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.” ( Mesnevi-i Nuriye, Zerre) Üstadın hürriyet hakkındaki şu tespitlerini de nazara vermek isterim:

İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.” (Tarihçe-i Hayat, Birinci kısım)

Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.” (Tarihçe-i Hayat, Birinci kısım.)

Birinci hükme göre, insan Allah’a isyanda hür olamaz. Bir çocuk, babasına isyanda, bir nefer komutanına isyanda ve bir vatandaş kanunları çiğnemekte serbest olamazken insan, Rabbine isyanda nasıl hür olabilir?!..İkinci hükümde ise, hürriyet sadece başkasına zarar vermekle sınırlandırılmamış, insanın kendisine de zarar vermesi yasaklanmıştır.Bir başka eserinde de şu görüşe yer verir:

Belki, hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” (Beyanat ve Tenvirler)

İşte hürriyeti bu manada değerlendirenler hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini birlikte yakalamış olurlar. Böyle fertlerden teşekkül eden bir cemiyette ise huzur ve güven tam manasıyla tahakkuk eder.

Hürriyet ve demokrasi konusunda şu acı gerçeği de görmek mecburiyetindeyiz: Bu gün iman hakikatlerinin tefsiri olan Nur Risalelerini muhtaçlara ulaştırma hizmeti, demokrasinin hakim olduğu bir çok Avrupa ülkesinde büyük bir kolaylıkla yürütülürken, diktanın hakim olduğu bazı İslâm ülkelerinde aynı kolaylıkla intişar edememektedir. Üstadın hürriyet ve asayiş taraftarı olmasına, bununla da kalmayıp bu kavramların mücadelesini vermesine bu açıdan da bakmak gerekir. Demirperde döneminde bu hakikatlerden uzak kalan Rusya’nın, bugün bu hizmetle buluşması ve ona kucak açmaya başlaması da bu gerçeğin açık bir delilidir.

Fikir ve insanca yaşama hürriyetlerinin genişletilmesinden endişe etmemek gerekir. Özgürlüklerin genişletilmesi, yaygınlaştırılması hiçbir tehlike arz etmez, aksine büyük hayırlara, rahatlamalara sebep olabileceği gibi birçok istismarların ve aksülamellerin de önüne geçilmiş olur. Türkiye bunun en güzel örneğini yakın mazisinde vermiştir. Bu dönemde büyük bir demokratik atılım yapılmış, hem din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan 163. maddenin, hem de Marksist ve komünist bir sisteme kapı açacağından endişe edilen 141 ve 42. maddelerin yürürlükten kaldırılmasıyla büyük bir demokratik atılım gerçekleştirilmiştir. Bu büyük icraattan sonra ne komünizm tehlikesi büyüme göstermiş, ne de bazı mihrakların kasıtlı olarak abarttıkları bir irtica hareketi görülmüştür.

Bilindiği gibi 163. madde ile mağdur edilenler, daha çok, nur talebeleri olmuştur. Onlar sadece iman ve Kur’an hakikatlerini kalplere ve akıllara yerleştirmeğe çalışmışlar, aktif siyasete girmemişler, hele silahlanmayı hatırlarından bile geçirmemişlerdir. İki binden fazla beraat kararı almalarına rağmen yine mahkemelerin sonu gelmemiş, memleketimizin her tarafında bir hukuk terörünün estirilmesine devam edilmiştir. Üstad Bediüzzamana ve talebelerine uygulanan bu sindirme ve korkutma hareketi, bir çok insanı huzursuz etmekten öte bir işe yaramamış ve bu iman davası muhtaç gönüllerde gittikçe daha da artan bir hızla yerleşmiş, hakimiyetini devam ettirmiştir.

Şu var ki bu antidemokratik maddenin kalkmasıyla İslâm adına silaha sarılmak isteyen bazı radikal kimselerin menfi propagandalarına son verilmiş ve Üstadın tabiriyle “dinde mutaassıp, muhakeme-i akliyede noksan” bu kişilerin yanlış şeyler yapmalarının önüne büyük oranda geçilmiştir.

Silaha sarılanlar sadece 141 ve 142. maddelerin muhatapları olan Marksist kesim olmuşsa da bu maddelerin kalkmasıyla onlar da yerini bölücü teröre bırakarak gündemden düşmüş, zaman içerisinde sahneden tamamen çekilmiştir.

Fikir hürriyetinin azami derecede uygulandığı Avrupa’da, farklı ırkların, inançların ve kültürlerin aynı devlet içinde birlikte yaşamaları safhası çoktan aşılmış, Avrupa Birliği adıyla birçok devletler sınırlarını birbirlerine açmışlar, paralarını birleştirmişler ve bir tek devlet gibi hareket etmeyi menfaatleri açısından daha faydalı bulmuşlardır. Böyle bir yaklaşım o devletlerin hiçbirinin iç işlerine karışma olarak yorumlanmamış ve genel kabul görmüştür. Milletimiz gerek kendi içinde, gerek komşuları arasında aynı manayı yaşamaya ve yaşatmaya daha layıktır. Bunun önünün açılmasından korkulmamalı, kısıtlamaların ülke menfaatlerine zarar getireceği unutulmamalıdır.

Aslî Görev

Demokrasi ve açılım denilince bir nur talebesinin hatırına öncelikle bu iki kavramın iman hizmetinde kazanacakları mana gelir. Devlet yetkililerinin bu konudaki siyasî planlarını bilmiyoruz. Bilsek de fikrimizi basın yoluyla açıklamaktan öte bir görev ve yetki sahibi değiliz. O halde, bir nur talebesi, her konuda olduğu gibi bu konuda da gerektiğinde fikri katkısını sunar, ondan sonra gerçek görevi olan iman hizmetini bu demokrasi ortamında daha fazla nasıl icra edeceğine ve bu hizmeti daha fazla nasıl genişletip yayacağına kafa yorar.

Konuyu Üstad hazretlerinin şu dua cümleleriyle noktalayalım:“İnşaallah istikbaldeki İslamiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmiyi de temin edecek.” (Tarihçe i Hayat, Birinci Kısım, İlk hayatı) “Size katiyen ve çok emarelerle ve kat i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükumet, alem-i İslama ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.” (Emirdağ Lahikası, Afyon Emniyet Müdürlüğüne)

Prof. Dr. Alaaddin Başar / iikv.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version