Zevale mahkum olan bir şey İlah olamaz

Cenab-ı Allah’ın vahdet, ehadiyet ve tevhid mührü bütün varlıkların üzerinde görünüyor.

Bâtıl yoldaki felsefecilerin, varlıkların sebepler dairesinde tecelli ettiği iddiası ise tam bir safsatadır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu konuya 22. Söz 1. Makam 10. Bürhan’da sarahatten açıklık getirmiştir.  Bilmana; eşya nasıl zevale ve yok olmaya mahkûm ise, sebepler de aynı şekilde zevale ve yok olmaya mahkûmdur. Zevale ve yokluğa mahkûm olan sebeplerin, onlara bağlanan neticeleri ve meyveleri yoktan ve hiçten icat etmesi mümkün değildir.

Sebepler de, neticeler de zevalden ve yokluktan münezzeh olan Allah’ın icadı ve yaratması ile varlık sahasına çıkıyorlar ve yine onun yok etmesi ile de yokluğa ve zevale gidiyorlar.

Örneğin; elma ağaçtan çıkıyor. Elma netice; ağaç ise elmaya bir sebeptir. Elma nasıl zevale mahkûm ise, elmaya vasıta ve sebep olan ağaç da zevale mahkûmdur. Zevale ve yokluğa mahkûm olan bir şey ilâh olamaz. Kudret sahibi yüce Allah (cc)’ın zatı hiçbir varlıkta tecelli etmez, tecelli eden ancak onun sıfatları ve isimleridir.

Allah’ın kudreti sonsuzdur, sonsuz kudret ise hiçbir varlıkta tecelli etmez; çünkü her varlık, her şeyiyle sınırlıdır. Allah’ın sıfatları için tecezzi ve inkısam, yani parçalara ve kısımlara ayrılmak söz konusu olmadığına göre; bir varlıktaki kudret tecellisini ilâhî kudretin aynı olarak düşünmemiz de mümkün değildir. 

Eşyada görünen mahlûk kudret, ilâhî kudret ile yaratılmıştır; ama o kudrete hiçbir cihetle benzemez. “…Hiçbir şey onun misli gibi değildir…” (Şûrâ, 42/11). Ayette ifade edildiği üzere hiçbir varlığın zatı Allah’ın zatına benzemediği gibi, hiçbir varlığın hiçbir sıfatı da ilâhî sıfatlara benzemez.

Örneğin: Kâinat, bir kitab-ı kebirdir, onda yazılan varlıklar da kelimât-ı kudrettir. Bir kitabın kelimelerine hayat, ilim ve kudret gibi sıfatlar takılamaz; zira bu sıfatların hiçbiri kâtibin sıfatları cinsinden olamaz. Zira yazının mahiyeti başka, kâtibin mahiyeti daha başkadır.

Teşbihte hata olmasın, mesela: Güneş’in aynadaki tecellisi güneş değildir. O aynadaki ışık güneş ışığının bir gölgesi hükmündedir. Yani, aynada görülen ışık güneş ışığından haber verir; ancak derece itibariyle onun ışığı, güneş ışığından “zat ile gölge arasındaki farklılık” kadar uzaktır, farklıdır. 

Demek ki, bir varlıktaki kudret tecellisini, ilâhî kudretin aynı olarak düşünmemiz mümkün değildir. Zevale ve yokluğa mahkûm olan bir şey ilâh olamaz. Her bir varlık üzerinde tecelli eden, Allah’ın sıfatları ve isimleridir.

16.04.2024

Rüstem Garzanlı

Ülkemiz ve İnsan Yetiştirme Sanatı

Ülkemiz ve İnsan Yetiştirme Sanatı

Ülkemizi tarif etmeye çalışan hemen herkes farklı şekilde tarif etmektedir. Ülkemizin çeşit çeşit konumları olduğu ise aşikardır. Bu konumların da tabiîki getirdiği sorunları olacaktır. Hatta öyle ki, bir konumun getirdiği farklı sıkıntılı haller de yok değil.

Ülkemiz yeni neslinin yetiştirilip ülkeye kazandırılması ve ülkemizin yıldızının daha da parlaması için her şeyi yapmalıdır. Bunun için de eğitim metedolojisi -yani eğitim ve öğretim sisteminin- mataryalist sistemden yakasını kurtarıp tevhid sistemiyle hem hal olması gerekmektedir. Çünkü maddeyi esas alan bir metedolojiden yetişen insanın önceliği de madde olacaktır.

Madde ise, menfaatle mütevazıdır yani paralellik gösterir. Maddenin ve menfaatin ön planda olduğu sistemin meyvesi de kendisi gibi bozuk olacağı kaçınılmaz sonuç olacaktır. Üç kağıtçı, kaypak, dolandırıcı, maneviyattan yoksun ve maneviyata yabanilik bunların semereleridir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu meselemizde şunları ifadeetmektedir.

“…şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.
İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.

Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.”[1]

Hayat şartlarının artması ve ağırlaşması neticesinde kalb ve ruhlar bundan hissesini almıştır elbette ki. Maneviyata zaman ayıramaz, ayrıldığında da kalitesi azalmış olarak olmaktadır. Bu sebeple insan hem maddi hem de manevi hayatında kaliteyi arttırma gayretinde olmalıdır. Sadece birini arttırmak diğerinden yontup birine harcamak hayatta dengesizlik getirecektir.

Kaliteli insanların içtimai hayatta yer almasıyla içtimai düzenin de kalitesini arttıracaktır. Çeşitli musibetlerin de maddi olarak önüne sed çekilmiş olacaktır.

Eğitimin kalite ve başarısı sadece kitap, okul ve doküman kalitesiyle ölçülemez. Çünkü bu toprakları bize yurt bırakan atalarımızın ne böyle kaliteli binaları ne de dokümanları vardı. Onları köreltmeyen ve yetiştirmeye yönelik hem yetkin hem de yetişmiş muallimleri olup onların bu yetkinliği de insan yetiştirmekteydi. Burada Milli Eğitim sistemi içindeki kadroların yetkinliğinden değil eğitim sisteminin sistematik yanlışlığından şikayet ediyorum yanlış anlaşılmasın.

Eğitim ve öğretim sistemi zamanın ihtiyaçlarına göre kendini yenilemeli ve ata bak, ılık su iç vs. gibi şeyler yerine üretici ve geliştirici bir sistemle materyalist sistemden yaka kurtarma yoluna gidilmelidir.

Gerek görsel gerek metinsel olarak mazimizin mimarlarını kahramanlarını hem şimdimize hem de istikbalimize aksedebilmesi için çeşitli çalışmalar yapılmalıdır. Çünkü “istikbal mazinin aynasıdır.” Eğer hem şimdimiz hem de istikbalimizin perişan olmasını istemiyorsak gömlek düğmelerimizi doğru iliklemeliyiz. İstikbalini doğru yapan kazanan kimsedir. Çünkü istikbali parlak olanın mazisi de doğrudur. Şayet böyle olmazsa kaliteli bir eğitimden de söz edilemeyecektir.

Eğitim sisteminin duayenleri de sistemden bu konularda şikâyetçi olduklarını ifade etmektedir zaten.

O halde Milli Eğitim müfredatı şanlı tarihimizin izini, eserlerini, seslerini istikbale taşımakla mükelleftir.

“Bir devlet ne zaman ayağa kalkar” diye soracak olursak iman ve İslam ile mücehhez olursa işte o zaman. Tabiî ki devlet dediğimiz insanlardan oluşur o halde bir toplum iman ve islamiyetle ayağa kalkarsa devlette ayağa kalkar ve o devlet diğer devletlere nümune-i imtisal olur, reis olur, abi olur, kardeş olur.

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.”[2]

Ama, lakin, fakat… Teknoloji aslında adeta ikinci makinalaşma devrinde birçok şey insanları tarumar ediyor maneviyattan uzaklaştırıyor. Hal böyle olunca da zamanımızın silahı ve geçerli reçetesi teknolojiyse biz de bu teknolojiden istifade ederek bunu müsbet manada kullanarak kısa zamanda daha çok kaliteli insan yetiştirmek için kullanmalıyız.

Covitten sonraki dönemde toplumların ayakta kalabilmesi ancak yeni nesillere milli ve manevi değerlerini aktarabilmesi ile mümkündür.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (481)
[2] Sözler (717)

Kaynak: RisaleHaber

Tahiri Mutlu, Üstadın Son Yolculuğunu Anlatıyor!

“UR­FA’YA Zİ­YA­RE­TE Gİ­DE­CE­ĞİZ…”

Tahiri Mutlu: “Biz du­ru­yo­ruz ba­şın­da, Üs­tad Haz­ret­le­ri uyur va­zi­yet­te ya­tı­yor. Bir ara gö­zü­nü aç­tı, ‘Hüsnü’ye söy­le, Ur­fa’ya zi­ya­re­te gi­de­ce­ğiz’ de­di, tek­rar gö­zü­nü yum­du. Ben he­men kal­ktım bak­tım, kar­deş­ler ya­tı­yor, de­dim: ‘Kar­deş­ler! Üs­tad Haz­ret­le­ri Ur­fa’ya zi­ya­re­te gi­de­ce­ğiz, diyor.’ Emir­dağ’dan ge­lir­ken ara­ba­nın las­ti­ği pat­la­mış, ye­de­ği tak­mış­lar…

Hüsnü, ‘Oto­mo­bi­lin bi­raz ta­mi­re ih­ti­ya­cı var’ de­di. Ben git­tim söy­le­dim Üs­tad’a. ‘Baş­ka oto­mo­bi­le ba­kıl­sın’ de­di. Va­kit yok, dur­mu­yor, ta­mi­ri­ne mü­sa­a­de yok. Va­kit yok ya­ni… Tek­rar gel­dim, ben yi­ne, ‘Kardeş­ler! Üs­tad’ımız, baş­ka oto­mo­bi­le ba­kıl­sın, di­yor’ de­dim. Öy­le de­yin­ce hep­si bir­den hop sefer­ber va­zi­ye­ti al­dı­lar, he­men pat­lak te­ke­ri dü­zelt­ti­ler.

“Biz de bir yan­dan Üs­tad’ın eş­ya­la­rı­nı ta­şı­yo­ruz… Oto­mo­bi­le bi­nin­ce, o ayak­la­rı­nı sal­ladı­ğı boş­luk var ya, ora­yı dol­dur­duk ki Hz. Üs­tad ya­tak ola­rak bu­ra­ya yat­sın di­ye… Kar­deş­ler ha­zır­lan­dı­lar, oto­mo­bil ha­zır… Üs­tad Haz­ret­le­ri­ni kal­dır­dık, giy­dir­dik; yi­ne kol­tuk­la­rın­dan tu­tu­yo­ruz… 

Zü­be­yir de­di ki: ‘Ağa­bey, Üs­tad’a bir daha tek­rar ede­lim, Üs­tad’ın ate­şi var…’ ‘Çok iyi olur’ de­dim. ‘Üs­tad’ım, Ur­fa’ya zi­ya­re­te gi­di­yo­ruz’ de­di Zü­be­yir. ‘Evet’ de­me­ye vak­ti yok Üs­tad’ın, bu de­re­ce has­ta; ka­fa­sı­nı sal­la­dı, ‘evet’ de­mek is­te­di­ği­ni an­la­dık. Ya­vaş ya­vaş in­dir­dik. Oto­mo­bi­lin ka­pı­sı­na oturt­tuk. Kol­tuk­la­rın­dan tut­tum, kar­deş­ler ayak­la­rın­dan tut­tular, ha­zır­la­dı­ğı­mız ye­re çek­tik, ya­tır­dık el­ham­dü­lil­lah onu… Kar­deş­ler de bin­di­ler…

 “Ur­fa’ya Üs­tad’la be­ra­ber Bay­ram da git­mek is­ti­yor­du. Fa­kat Üs­tad Haz­ret­le­ri, ev­de bir ki­şi bı­rak­maz, dai­ma iki ki­şi bı­ra­kır; yi­ne Bay­ram’la iki­miz ka­la­cak­tık. Fa­kat Bay­ram da Üs­tad’la git­mek is­ti­yor… O da şo­för, eh­li­ye­ti var. Üs­tad, Al­lah ra­zı ol­sun, ben ne söy­le­sem kabul eder­di. De­dim:

‘Üs­tad’ım, çok uzun me­sa­fe­ye ha­re­ket ede­cek­si­niz, Bay­ram da Hüsnü karde­şi­mi­ze yar­dım et­se, mü­sa­a­de et­se­niz…’ ‘Pe­ki’ de­di. ‘Bay­ram ha­zır­lan ba­ka­lım, hay­di!’ de­dik, bin­di­ler. Ga­raj ka­pı­sı­nı aç­tım. Ga­raj ka­pı­sı ka­pa­lıy­ken ha­zır­lan­dı­lar; ka­pı­yı aç­tım, on­dan sonra uğur­la­dım.”

Ruhları için el fatiha

Kaynak: Son Şahitler

 

www.NurNet.org

RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE NASIL EHİLLEŞİRİM!

RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE NASIL EHİLLEŞİRİM!

İşin ehli, işini kural kaideye göre yaparak ehilleşmiştir. İşin kaçamaklarına uyarak veya üstün körü suhre gibi yaparak değil!

“NE GELİYORSA BAŞIMIZA SAFDİLLİKTEN, SAFDİLLERDEN GELİYOR!

 Üstadımız, Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini lahikalarda sarihan ve vazıhan ve mücmel olarak yazmıştır. Meslek ve meşreb düsturlarıyla kâlen, hâlen, ilmen ve kalemen meşgul olan ve ihlasla cehd eden, vartaya düşmez. Sair usullerle çalışılırsa varta-i azime düşebilir.

Kâlen meşguliyet: Konuşmalarımızın Risale-i Nur’a uygun olmasına cehd etmeliyiz.

Fiilen meşguliyet: Hatt-ı hareketimizin Risale-i Nur’a muvafık olmasına cehd etmeliyiz.

Kalemen meşguliyet: Risale-i Nur’u medh ederek, kalemle yazmalıyız.”[1]

Her işin bir ehli vardır. Şayet usulüne uygun olarak yapmak istiyorsa bir insan ehlini arar, kendi felsefesine, düşüncesine göre hareket etmez. Nitekim hevaya göre hareket mesuliyet getirir insanın başına.

“Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”[2] (Nahl Suresi, 43.) İlim sahipleri, “Verrasihune fil ilmi/İlimde derinlik sahibi” (Al-i İmran Suresi, 7.) ve “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1.) hadis-i şerife göre müçtehid ve müceddidlerdir. Öyle ise, hakiki, sadık, samimi, dürüst, müttaki bir dindar, içtimai, siyasi yol haritasını kendisi belirlemez, ilim sahibine, otoritesine, yani müceddide sorar.

  • “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl Suresi, 43.)
  • İlim sahipleri, “Verrasihune fil ilmi/İlimde derinlik sahibi”[3] ve
  • “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.”[4] hadis-i şerife göre müçtehid ve müceddidlerdir.

Öyle ise, hakiki, sadık, samimi, dürüst, müttaki bir dindar bir insan içtimai, siyasi meslelerde kendi başına hareket edemez meselelerini, ilim sahibi olan müceddide sorar. Tabi herkesin gözünde kendi âleminde bir müceddid / müçtehidi vardır. Maddi meseleler bir şekilde hal olur; ama manevi meselelerdeki hata / ihmaller manevi mesuliyetleri de akabinde getirecektir. Yani kimi manevi önder seçeceğine insan hassas olarak davranmalıdır. Bir yerden peynir bile alacakken bazı yerlere içeriğine bakıp hassas davranan insan manevi meselelerde cesur davranıp başına buyruk hareket etmesi tam bir felakettir.

  • Risale-i Nur Külliyatı “bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…”[5]

Buna biz safdiline inanmış da değiliz. Bunu makamı ve ilmi olan bir çok kimse de ifade etmektedir. Mesela Eski fetva Emini Ali Rıza Efendi[6] şunu ifade etmektedir.

  • “Bedîüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük bir hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda ve mahrumiyet içinde tam bir feragat-ı nefs ettiğini ve onun Risale-i Nur’u müceddid-i din olduğunu kat’iyyen tasdik ederim. Cenab-ı Hak onu muvaffak eylesin, âmîn!”[7]
  • Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.[8]

Biz Risale-i Nur Külliyatını okuyanlarca Bediüzzaman Said Nursi ahirzamanın fıkh-ı ekberini elinde tutacak olan Mehdi-i Azamdır. Eserleri olan Risale-i Nur külliyatı namındaki telifatı sadece iman dersi değil, içtimai meselelerde de ders verir ve bir muslih olarak ders verir. Bu suretle Bediüzzaman hazretlerinin tebliği eserleri durana dek devam edecektir. Zaten fertler gelip geçer eserleri baki kalmaz mı? Derler ya sen kuşu değil uçuşunu hatırla.

Bediüzzaman Hazretlerinin;

İmani ve İslami eserleri: Sözler, Lemalar, Mektubat, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, İşarat-ül İ’caz olarak..

İçtimai Hayata dair: Münazarat, Hutbe-i Şamiye, Divan-ı Harb-i Örfi, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Emirdağ, Kastamonu, Barla lahikaları ve bunlardan terkip edilmiş olan Beyanat ve Tenvirler, Şualar. Ve bu reçetelerin yekünu Eski Said Dönemi Eserleri olarak Asar-ı Bediiyye namıyla tab edilmektedir.

  • “Risale-i Nur talebesi; imanî bahisleri okur, ehl-i salat ve takva olur, fakat başka cereyanlara aldanabilir. Eğer, meslek ve meşrebe dair mevzuları, lahikaları okursa, aldanmaz.”[9]

Sadece imani bahisleri okuyanlarda çeşitli içtimai meselelerde keşmekeşler olabilir çünkü üç sac ayaklı olan hizmetin sadece bir kısmını esas alarak hayatına devam ediyor. Böyle bir keşmekeş yaşamaması ancak keramet olur zaten. Bu sac ayak İmani bahisler, Lahikalar ve Müdafaalardır.

İmani ve İslami meselelerde Risale-i Nur Külliyatının bahislerine kimse itiraz etmemektedir ve edemezde, çünkü iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır.”[10]

  • Bizlerin bu zamanda ihtiyacı, tahkik-i imandır. Akıl, ruh ve kalbimizi, bütün manevi cihazatımızı nur-u imanla doldurmalıyız. Çünkü insanın 30-40 yaşlarına kadar kabiliyet ve istidatları alışkanlık haline gelir. Bu yaşa kadar nur-u imanla meşgul olmak elzemdir.”[11]
  • “Lâhika Mektupları: Lâhikalarda geçen siyasi mektuplar, şahsa değil umuma yazılmıştır. Üstadımızın hususi neşrettiklerine nazaran, çok kısa, hatta bir satır olarak umuma neşrettiği mektuplar vardır. Mektuplar ihtiyaca binaen yazılmıştır.”[12]
  •  Lahikalardaki mevzuular, aynen bu zamandakilere de hitap eder.”[13]
  • Üstadın Mektupları: Üstadın 2 çeşit mektupları vardır. Biri hususi… Diğeri: Kıyamete kadar Nur talebelerini herbir mes’elede tenvir edecek mektuplardır.

Üstad bu ikincileri ayırmış ve neşretmiştir. Bu mektupları kim okursa, ona hitap ediyor, yoksa eskiden yazılmış, hususi mektup değildirler. Onun için, Nur Talebelerine hitap ederken “Aziz, Sıddık,.. kardeşlerim” diyor. Ben de bu mektupları okuduğumda veya okunduğunda “Lebbeyk Üstadım” diyorum.”[14]

  • “Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi; Risale-i Nur eserlerinde ve Lahika mektuplarında, Risale-i Nur’un meslek ve meşreb düsturlarını sarihan, vazıhan, mücmelen vâ’z ve beyan etmiştir.
  • Nur Talebeleri; Risale-i Nur eserlerini ve Lahikaları devamlı okuyarak ve bilhassa ameli ve tatbiki hakikatları not edip (halen, kalen, fiilen ve kalemen) bu Kur’anî düsturlarla amel ederse veya ihlasla amil olmaya cehd ederse; Kur’anî, imanî ve mücahidane (Nur-u Kur’an hizmeti) olan Risale-i Nur hizmetinde, ömrü boyunca muvaffak olur. Ve bu muvaffakiyetinde bilerek veya bilmeyerek herhangi bir varta’ya düşmez. Sair şeylerin usulleriyle hareket etme varta-i azimine düşerek, ömür dakikalarını zayi etmez ve ettirmez…”[15]
  • “Hiçbir müfsid [bozguncu, yoldan çevirici] ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür [veya gösterir cerbeze sahibi olduğu için]. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette [hayatta, hizmette..] geziyor…”[16]

Siyasi ve içtimai meselelerde ortaya çıkan keşmekeşlerin en temel sebebi bu kaideleri tatbik etmemektir.

Hülasa: Hiç kimse kendi indi, hissi, şahsi, hevesi, nefsi, nakıs, konjonktürel, siyasi görüş ve yaklaşımlarını Risale-i Nur Hizmetine, Bediüzzaman Hazretlerine izafe etmeye, amiyane tabirle yamamaya sahip değil! Hizmetin prensipleri hizmet içindedir. Harici metodlarda aramak veya ihdas etmek nurculuktan feragat etmek demektir. Ben bu sözleri yazıyorum gene mihenge vuracak olan bu satırları okuyanlara aittir.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Bir dava adamından notlar (118)
[2] Nahl Suresi (43)
[3] Al-i İmran Suresi, (7)
[4] Ebû Dâvûd, Melâhim (1)
[5] Tarihçe-i Hayat (60)
[6] Son dönem Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerindendir. Medrese eğitimini en üst seviyeye kadar tamamlandıktan sonra birçok görevde bulunmuş ve İstanbul’da Fetva Eminliği de dahil, çok önemli mevkilerde hizmet vermiştir. O da çağdaşları gibi tarihimizin üç önemli devrini yaşamıştır. (1861-1943)
[7] Tarihçe-i Hayat (307)
[8] Barla Lahikası (146)
[9] Bir dava adamından notlar (130)
[10] Emirdağ Lahikası-1 (180)
[11] Bir dava adamından notlar (101)
[12] Bir dava adamından notlar (102)
[13] Bir dava adamından notlar (116)
[14] Bir dava adamından notlar (148)
[15] Bir dava adamından notlar (127)
[16] Münâzârât (49) / Hizmet Rehberi (161)

Ramazan bayramınızı tebrik ederiz

Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu cehennem azabından kurtuluş olan mübarek Ramazan-ı Şerifi uğurladık. Ramazan bayramına bizleri kavuşturan Allah’a hamd ve şükürler olsun.

Ramazan Bayramının müminler arasında ayrı bir yeri vardır. Risale-i Nur eserlerinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup ’ta “Ramazan Bayramı, her gün tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibi, tutulan bir aylık orucun toplu bir iftar sevincini ifade eder.” Şeklinde beyan edilmiş.

Ramazan ve Kurban Bayramları Hicretin 2. yılından itibaren idrak edilmeye başlanmıştır. Ramazan Bayramı, bağışlanmış olmanın bir sevinç işaretidir. Bu bağışlanma müjdesini insanlara melekler veriyor. Allah’ın Resulü (asm) buyurmuş; “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler:‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emr olundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emr olundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı alınız’.

Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi şöyle seslenir:

‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilân edilir” buyurmuştur. O zaman Ramazan bittiği için değil, günahlarımızın af olduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz.

Hadis-ı şerifte buyuruldu ki:“Bayram sabahı Müslümanlar toplanınca Allah’ü Teâlâ, meleklere, “işini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir? Diye sorar.

Melekler de “ücretini almaktır” derler.

Allah’u Teâlâ da: ”Siz şahit olunuz ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlım hakkı için istediklerinizi veririm” buyurdu. (Beyhaki)

Resulullah (asm); “Bayramınızı tekbir (Allahuekber) getirmek suretiyle süsleyiniz.” buyurmaktadır. Dünyanın dört bir tarafına dağılan sayıları iki milyarı aşan Müslümanların aynı anda tekbir getirdiklerini düşündüğümüzde, karşımıza muhteşem bir tablo çıkmaktadır. Yeryüzü âdetâ tek bir ağız olmakta, tekbir getirip namaz kılar gibi bir hale bürünmektedir.

Bayram günleri, ulvî duyguların coştuğu, sevgi ve saygının mü’minler arasında canlandığı güzel günlerdir. Bayramda dargınlar barışır, barıştırılır, kalpler muhabbet, uhuvvet ve şefkatle dolup taşmalıdır. Şefkatte de insanlığa rehber olan peygamberimiz (asm) bilhassa Bayram günlerinde yetimlere sahip çıkar, onları himaye ederdi. Babası bir savaşta şehid olan, kimsesiz kalan Abdullah adında bir çocukla alâkadar olmuş, eve götürmüş, bütün ihtiyaçlarını temin etmiştir.

Bayram, yardımlaşmanın en güzel misalleriyle süslenmelidir. Bayram günlerinde, öncelikle anne- babalarımızı, aile büyüklerimizi, akraba ve komşularımızı ziyaret ederek onların gönlünü almalıyız. Ramazan’da elde ettiğimiz kazanımları ve güzellikleri bayram sonrasına da taşıyarak rahmet ve bereket iklimini yaşamaya devam etmeliyiz.

Ramazan Bayramı tüm âlem-i İslâm’a, bugün İsrail zalimin zulmü altında ezilen Filistin halkına hayırlara ve kurtuluşa vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, Ramazan bayramınızı NurNet adına tebrik ederiz.

08.04.2024

Rüstem Garzanlı

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version