Amerika’dan Hizmet Mektubu Var

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahu ve Berakatuhu,

Amerika-Washington DC’den kıymettar siz Abilerimize binler selam ederiz…

Elhamdulillah her geçen gün dünya, İslamiyet’in lehine dönüyor ve Kuran-ı Hakim envarını etraf-ı aleme neşrediyor. Bunun bir numunesi olarak da,  Washington DC Nur Dersanemizde,  Risale-i Nur hakikatleri  neşrediliyor, muhtaç gönüller etrafında bir araya geliyor.

Nur Dersanemizden ve buradaki Kur’an hizmetlerimizden tahdis-i nimet ve şükür suretinde ve siz kıymettar Abilerimizin dualarını istirham niyetiyle bir parça bahsetmek isteriz.

Nur Dersanemiz yaklaşık bir sene önce açıldı ve Washington’da merkeze yirmi dakika mesafede bulunmaktadır. Kısmen üniversite yüksek lisans öğrencileri, kısmen dil okulu öğrencileri olmak üzere 5 kişi kalıyoruz. Her Pazar akşamları İngilizce Risale-i Nur dersleri olmakta, bu vesileyle Nurlar bu bölgede neşrolunmaktadır. Her gece yatsı namazının akabinde ise, biz dersane talebeleri olarak kendi aramızda mütalaalı dersler  yapmaktayız. Rabbim bu dersaneyi ve bu dersanedeki hizmetleri münkeşifane daim ve kaim eylesin. Amin.

2010 Mart ayında iki sınıf arkadaşımızla başlattığımız Risale-i Nur derslerimiz her hafta mütemadiyen devam ediyor ve Elhamdulillah simdi katılanların sayısı yirmiyi aşmış bulunuyor. Bu derslerimiz vesilesiyle yaşadığımız bir kaç güzel hadiseyi paylaşmak isteriz.

Pazar derslerimiz vesilesiyle çok hoş nurlu sohbetler olmakta ve Kur’an hakikatlerinin Risale-i Nur vesilesiyle insanlar üstündeki te’sirini bilmüşahede görmekteyiz. Derslerimiz e Risale-i Nurdan bir parçayı önce dönerli olarak okuyoruz ve daha sonra paragraf paragraf okuyarak mütalaa ediyoruz.Risale-i Nur’un hocası  yine Risale-i Nur’dur” kaidesiyle takip ettiğimiz bu sistem insanlar üstünde çok güzel tesirler uyandırmakta ve derste herkesi hep aktif tutmaktadır.

Risale-i Nur hizmetlerini Amerika’da dersanemiz vesilesiyle geçen sene tanıyan bir kardeşimiz, derslerimizi mütemadiyen takip ediyor ve Nurların ehemmiyetini hissetmesiyle birçok arkadaşını dersanemize davet ediyor. Kendisi Nurları henüz tanımış olmasına rağmen, kısa sürede Nurları sahiplendi ve birçok arkadaşının Nurları tanımasına vesile oldu ve oluyor. Elhamdulillah, mübalağa etmiyorum, neredeyse her gelişinde yeni birilerini daha getiriyor. Hatta bu kardeşimiz çalıştığı yerdeki yöneticisini derse davet etti, şimdi o da derslere mütemadiyen devam ediyor.  Hatta gecen haftaki dersimize bu iki kardeş müşterilerini de davet etmişler, müşterileri de dersimize iştirak ettiler. Rabbim bu kardeşlerimizi hizmette muhafaza ve muvaffak eylesin. Amin.

O yönetici arkadaşımız, Nurları henüz tanıdı ve henüz Müslüman değil ama derslerimize her hafta katılıyor. Geçen haftalardaki dersimizde 23. Sözü mütalaa ederken şöyle hoş bir hadise yaşadık ki; Bu kardeşimiz 23. Söz’deki dua konusunu kendisi Birinci Söz’den açıklayarak izah etti. Hâlbuki, Birinci Sözü bundan 5 – 6 ay önce mütalaa etmiştik. Bilmüşahede anladık ki, Risale-i Nur kendini muhtaç zihinlere nakşediyor. Biz ona dersteki paylaşımlarından dolayı teşekkür edince, o da cevap olarak “Bediüzzaman çok iyi bir yazar, İslamiyeti gerçekten çok güzel anlatıyor” diye cevaplandırıyor.

Nur derslerine katılan arkadaşlarımızın çok hoşumuza giden bir hasletleri de dersten sonra  kitabı geri vermemeleri. Yine geçen haftalarda ki derslerimizde tevekkül  bahsini mütalaa ettik. Derslerimize ikinci defa katılan bir arkadaşımızın 23. Söz’deki tevekkül bahsi o kadar hoşuna gitti ki, dersin sonunda kitapları geri toplarken, kitabi geri vermedi ve “bu kitabı eve gidince tekrar okumak istiyorum, içinde ki bahisler çok hoşuma gitti” dedi… Aynı hadiseyi dersimize ilk defa katılan 71 yaşındaki dindar bir Hıristiyan ile de yaşadık; biz kitapları topladıktan sonra, gidip kitaplıktan okuduğumuz kitabi geri aldı ve evine götürüp okumak üzere bizden istedi.

David ismindeki 71 yaşındaki bu zat ilk katıldığı dersten sonra bize aynen şunları ifade etti: Burada yapmış olduğunuz bu faaliyetten dolayı gerçekten çok etkilendim. Beni burada en çok etkileyen ise hepiniz genç yaştayken toplanıp Allah’tan konuşmanız, O’ndan bahsetmenizdir.  Ben simdi 71 yaşındayım ve maalesef ben gençliğimi sizin gibi geçiremedim. Ancak 40 yaşındayken felsefeye ilgi duymaya başlayıp, sonrasında dine yöneldim.

Aklımda, “ben kimim ve nereye gidiyorum” gibi soruların cevabını ancak dinde bulabildim ve ancak o vakitten beri dinimi yaşıyorum.  Siz de biliyorsunuzdur ki bu sorular hemen hemen herkesin aklını kurcalamaktadır.  Şu da var ki, Müslümanlar, Hıristiyanların 3 tanrı inancına sahip olduğunu bilirler. Oysaki ben Tek Tanrı’ya inanıyorum ve İsa’yı (as) Tanrı’nın oğlu olarak değil O’nun kulu ve peygamberi olarak kabul ediyorum.

Rabbim, Üstadımızın bahsettiği gibi hakiki dindar Hıristiyan olan bu zata İslam’ı bütün hakikatleriyle nasib etsin. Amin.

Allah’a defalarca hamdolsun. Risale-i Nur hakikaten Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir ki her milletten insanın kalbine gayet mükemmel tesir ediyor. Arkadaşlarımızın bu teşekkürleri ve şükranları doğrudan Allah’a ve Üstadımıza aittir ve bu teşekkürler, bu memnuniyet Risale-i Nur’un kıymetini gösteriyor diye telakki ediyoruz. Rabbim derslerimize katılan bu kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın, abilerimizin hakiki birer Nur Talebeleri olmalarını ve derslerimizde, hizmetlerde daim olmalarını nasib etsin. Amin.

Derslerimizin sonunda Cevşen okumaya başladık. Baktık ki bu feyizyab münacat kalbleri fethediyor. Hatta bir gün arabamda sesli Cevşen dinlerken kırmızı ışıkta durduğumda, yan arabadaki iki Amerikalının bu kudsi ses o kadar hoşlarına gitmiş ki, kırmızı ışıktayken bana bunu ifade ettiler ve dinlediğimin ne olduğunu benden sual ettiler.

Yine benzer bir hadiseyi 5-6 yaşlarındaki küçük bir çocukla daha yaşadım. Arabamda Cevşen dinliyordum. Arabamın teybini kapatmadan 5 dakikalığına park edip ayrıldım. Dikkat ettim ki küçük bir çocuk bana mütebessim bir sima ile bakıyor ve el sallıyor. 5 dakika sonra geri geldim ve gördüm ki o çocuk hâlâ arabama bakarak arabamdan gelen Cevşen’i dinliyor. Daha sonra annesi bana dedi ki: Çocuğum arabanızdan gelen sesi çok beğendi ve siz gittiğinizden beri onu dinliyor. Elhamdulillah o küçük çocuk Rasulullah’ın (asm) bir münacaatı olan Cevşen’i anlamasa da, bilmese de masum kalbi o sesteki nuru hissetmiş ki o sesi muntazıran dinliyor.

Bu olaylardan sonra derslerimizin akabinde Cevsen okumaya başladık. Cevşeni 3 parcaya ayırdık, her hafta bir parçasını okuyoruz. Bilhassa Arap kardeşlerimizin çok hoşuna gidiyor, onların sesiyle dinlemek de bizim çok hoşumuza gidiyor, derslerimize ayrı bir feyz katıyor.

Dersanemizde kalan bir kardeşimiz, internet üzerinden İslamiyet’i araştıran insanlarla tanışıyor, onlara Kur’an ve Nurları anlatıyor, gönderiyor. Bu kardeşimiz komşu eyaletten tanıştığı birisine İslam’ı ve Nurları anlatıyordu. Daha sonra o kişiyi dersanemize davet ettik ve o da 4 saatlik mesafeden, 5 günlüğüne dersanemize ziyarete geldi.

Cody ismindeki bu arkadaşımız, Hıristiyan olduğunu, İslamiyet’i araştırdığını; Hıristiyanlıktaki inançların ve ibadetlerin onu tatmin etmediğini, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sav) inandığını, İslamiyet’e yakın olduğunu fakat zihninde hala bazı sualler olduğundan bahsetti. Bu 5 gun zarfında, onu dersanemizde ağırladık, İslamiyet hakkındaki merak ettiği meseleler üstüne konuştuk, suallerini Nurlar vasıtasıyla mümkün mertebe cevaplandırdık.

O ziyareti zarfında onu camiye götürdük ve o da Hıristiyan olmasına rağmen bizimle beraber namaz kıldı. Ve aradan birkaç ay geçtikten sonra, bize Müslüman olduğu haberini verdi. Ona, “Dinini nasıl İslamiyet ile değiştirdin?” diye sorduğumuzda, o bize “Ben dinimi değiştirmedim, ben İslamiyet’e geri döndum cevabını veriyor.” Ve şimdi yeni ismi Bilal.

Bunların yanı sıra, hayat-ı içtimaiyedeki hal ve hareketlerimiz ve bilhassa vakti gelince herhangi bir yerde seccademizi serip namaz kılmamız çok büyük hizmet ediyor.

Gayr-ı Müslimler İslamiyet’i Müslümanların ahvalleriyle tanıyorlar. Müslüman isminde olan ama İslamiyet’i asla yaşamayan insanların hal ve hareketleri en büyük elemimiz, biz de buna mukabil en iyi ahlakta İslamiyet’i yaşamaya gayret ederek İslamiyet hakkındaki oluşturulmuş kötü imajı kırmaya çalışıyor İslamiyet’i lisan-ı halimizle de anlatmaya gayret ediyoruz.

Hülasa, “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!” Rabbim bu vazifemizi hakkıyla yerine getirmemizde yardımcımız olsun.  Üstadımızın Amerika ile ilgili birçok beşareti var ve hakikaten Amerikalıların da bilmeseler de kültürlerinde ve yaşantılarında birçok İslamî hasletleri var. Bu beşaretlerin tahakkuk etmesi duasıyla dua eder, dualarınızı bekleriz.

Washington DC Nur Talebeleri

www.NurNet.org

Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn ve Türkiye’deki Nurculuk Hareketi

[Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.]

Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir

Kaynak: Emirdağ Lahikası

Kadın ve şefkat

Şefkatin gerekliliği

İnsan  şefkate muhtaçtır. Ücret beklemeden ihtiyaçlarının karşılanmasına, zayıflığına bedel korunmaya, yaramazlıklarında bağışlanmaya… İnsanın şefkatli ellere ihtiyacı vardır ve  farkında olmadan büyür Rahmanür-Rahim’in rahmet kucağında. Evet, “İnsanlarda, zaaf ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakitte şefkate muhtaçtır.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 136).

İnsanın özüne doğru yolculuk yaptığımızda fıtratın kaynağından çıkan membadan öylesine hayattar bir rayiha yayılır ki, her yeri temizler, güzelleştirir. Bu yayılan tatlı rayihaya; ivazsız sevgi, samimiyet, merhamet, acımak, menfaat ummamak kısaca, ”insanın en lâtif ve şirin seciyesi olan şefkat…” (Şualar, s. 20.)  diyebiliriz. İnsan, şefkat görmekten lezzet duyduğu gibi, gösterebilmekten de lezzet alır. Şefkat göstermek, ahlâklı insanın bir vazifesidir. Bu lâtif vazife, aynı zamanda lezzetlidir de. Bu lezzetin neşesiyle şefkatli insanın kalbindeki samimî muhabbet büyür. Muhabbet ise iyiliklerin davetçisidir ve onları daimileştirir. Ferdî ve umumî güzellikler ortaya çıkar.

Ailede şefkat

Aile kurumu, şefkatin varlığı ile hayattardır. Karşılıksız, fedakârca, samimî muhabbet, şefkatten gelen ahlâkın yüksek hakikati ile oluşur. Fedakârlıklar insanda tükenişe değil, aksine yenilenmeye, tazelenmeye ve daha güçlü bir yapılanmaya vesile olur. Nasıl ki çözümler, sorunların ortaya çıktığı ortamlarda üretilir. Fedakârlıklar da bir nevi insanı durağanlıktan kurtaran üretim faaliyetleridir diyebiliriz. “İşte bir zat bu ihlâslı muhabbeti böyle tarif etmiş: “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum.” Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır…”(Mesnevi-i Nuriye, s. 145.)

Aile hayatı, rüşvetsiz ve ücretsiz muhabbet ile varlığını sürdürür. Bediüzzaman, ailenin, insanlığın dünya hayatında en kapsamlı merkez, en esaslı zemberek ve dünya saadeti için bir cennet, bir sığınak olduğunu vurgular. Herkesin hanesinin, kendisi için küçük bir dünya olduğunu ve o hanede aile hayatının ayakta kalabilmesi için; samimî, ciddî, fedakârca hürmet ve merhametin gerekli olduğunu izah eder.

*  *  *

Kadın fıtratı

Kadın, “şefkat ve cemalin mazharıdır.” (Barla Lâhikası, s. 188.) Bu mazhariyet itibarıyla Nur eserlerinin muhtelif yerlerinde kadının, “şefkat kahramanı” ve “şefkat madeni’ oluşundan bahsedilir. Cenab-ı Allah, “Erkek çocuk kız gibi değildir” (Al-i İmran Suresi, 36.) diyerek bu nazik taifenin farklılığına dikkat çeker. Bediüzzaman’ın ifadesiyle kız çocuk belki de “en sevimli mahlûk”tur. Zira, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Oğlan çocuğunu seviniz. Kızlar kendi kendini sevdirirler,  fıtraten sevimlidirler” buyurmuştur. (Keşfü’l-Hafa, 1:54.)

Güzellik iltifat, sevimlilik sevilmek ister. Mahlûkatın içinde en sevimli olabilmek, bir ayrıcalıktır. Kadının dünya yüzünde müstesna bir varlık olarak, üzerine başka nazarları toplaması kaçınılmazdır. Burada hakikî bir korunmanın altında mahremiyetin kadın için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Buna paralel olarak kadın, sığınma ihtiyacı ile himaye altına girmeyi talep eder. Fıtraten zayıflığı da buna eklenince, hayatını idame ettirmek noktasında bir yardımcıya ihtiyaç duyar.

Bu ihtiyacı, fıtratında bulunan çocuk okşama ve sevme meyilinden gelen annelik vazifesi ile ziyadeleşir. Aciz, zayıf yavruların himayesi ve terbiyesi ile uğraşması bir nevi kendinin de himaye edilip maişetinin bir yardımcı tarafından yapılması ihtiyacını doğurur. Bediüzzaman, ”Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtrî vazifelerinin mayası, şefkattir” der. Bu nedenledir ki,  yeryüzündeki en aciz varlık olan yavruları dünyaya getirme ve onlara bakma liyakati, kadın nev’ine verilmiştir.

Şefkatin  kadınlardaki  farkı

Şefkat,  kadının fıtratında Rahim isminin aynası olarak en parlak surette tecelli etmiştir. Bediüzzaman, “Gördüm ki, Rahim ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki…” der.  Rahim, kelime kökü itibarıyla “rahm”den gelir ve kadın nev’ine derç edilmiş rahim ile kelime yapısı itibarıyla aynıdır. Rabbü’l-Âlemin kadınlık uzvu olan rahmi yaratırken Rahim ismini kadının âleminde ışıklandırmıştır. Rahim ise çokça şefkat, merhamet eder, ivazsız muhabbet vardır, bağışlar. Şefkat, kadının maddî ve manevî yaratılışının özünde vardır.

Nasıl ki, su damlası kendi zatında ışıksız, ehemmiyetsiz iken sâfî kalbiyle yüzünü güneşe çevirse güneşin bir arşı olur, yükselir, ışıklanır. Bunun gibi kadın da ism-i Rahim’in bir nevi arşıdır. Rezzak-ı Rahim, bütün mahlûkatı şefkatiyle rızıklandırken yavruları da annelerin memeler musluğundan gelen ab-ı kevser gibi en lâtif gıda ile gıdalandırır.

Şefkatin kadındaki farkı bir nevi annelik vasfı ile ortaya çıkıyor diyebiliriz. Mahlûkattaki bütün hayat sahiplerinin dişileri için bu geçerlidir. Bitkiler kendi özleriyle yavrularını besler. Dişi aslanın yavruları için aç kalışı belgeselleşir filim karelerinde. “Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır.”

Şefkat insan hayatının her safhasında önemli bir yere sahiptir. Hatta, “Annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.” (Şualar, s. 654.)

Evet, bu fıtrî şefkat ile beşeriyet canlanır, medenîleşir. İnsanlığın terakkiyatı için şefkate ihtiyaç vardır. Çünkü eğitimde tahkir ve tezlil etmeme, sevme, kusurlarına bakmama gibi seciyelerin mukabelesi zorunludur ki, cüz-i irade özgürce dolaşsın, kabiliyetler inkişaf edip   yaratılış gayesine ulaşsın. Risale-i Nur’da şefkatin, “İslâmiyet esasının haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapanları çeviren bir hakikat” olduğundan da bahsedilmektedir.

Doğancan BAKIR   

Risale-i Nur’un dili ve üslûbu

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.

Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, git gide kendi kültür ve irfanında tasarruf edemez hale gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı, karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.

Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk, lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır. Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.

Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.

Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.

Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.

Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak, eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.

Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken, Bediüzzaman, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.

*  *  *

Mehmed Kırkıncı

Kul Hakkı

Kul hakkı, geniş bir kavram. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tespihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler;  İmandan sonra küfre girme, evli olduğu halde zina etme, haksız yere bir insanın kanına girme. Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Sünuhat)

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, Onun kahrına hedef olurum.” diye düşünemiyor. Bunun içindir ki, kendisine İlâhî ikazlar geliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (asm.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir. Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim)

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mümin bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış. Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takip edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.” (Hak Dini Kur’an Dili)

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllik almadıkça bu günahın cezasından kendini kurtaramaz.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor. Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kastedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harap etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında Onun rızası dışında tasarrufa kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullah’a karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâldir. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor. 

Alaaddin Başar

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version