Etiket arşivi: Abdurrahman Iraz

Hem korkmayınız, RİSALE-İ NUR yasak olmaz!

Haftalardır genelde sosyal medyada olmak üzere bir kısım medyada “Risale-i Nur yasaklanıyor” diye etrafı velveleye verip sözüm ona Nur risalelerine sahip çıkma gayretkeşliğinde yarışa girdiler. Halbuki bunlardan bir kısmı Risale-i Nuru sadeleştirme adı altında tahrib ve tahrif edenleri ve muharref kitablarını çarşaf çarşaf yayınlıyor, Risale-i Nur’un aslından hiç bahsetmiyor. Bediüzzaman’ın kendi kitaplarında vekil ve varis olarak tarif ve takdim ettiği ağabeylerin ısrarlı feryatlarını duymazlıktan geliyor. Hatta bu ağabeylerin büyüklerine yazdıkları mektubu da buyüklerine ulaştırmak yerine “neşriyatla ilgili yetkili kişi filanca kişidir isteyen onunla görüşsün” diyerek ağabeyleri sıradan bir insanla görüştürmek suretiyle, itibarsızlaştırmak ve önemsizleştirmek gayretinde idiler. 

Peki ne oldu da şimdi, eskiden “pir-i mügan” (en yaşlı meyhaneci, saki) olan Bediüzzaman’a şimdi “Üstadımız” demeye başlamış ve “imdat Risale-i Nur yasaklanıyor”, “uyanın ey ümmeti muhammed” diye feryada başlamışlardır? 

Evet artık hem bu soruların cevabını hem de gerçekten ne oluyor bunu irdelemek lazım. Risaleler yasaklanıyor mu? sorusunun bendeki bilgilerle cevabını vermeye çalışayım.

Öncelikle şunu söylemem lazım; ben Üstadıma tam güvenmişim ve bu güven ile Üstadımın her dediğine bila tereddüt “sadakte ya üstazi” diyorum. Madem ona güveniyoruz onu dinleyelim. 

“Hem korkmayınız, RİSALE-İ NUR yasak olmaz; Hükümet-i cumhuriyenin meb’usları ve erkanlarının ellerinde mühim risaleleri ik-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. Inşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o nurları, mahpuslara, ekmek ve ilaç gibi tevzi edecekler.” 

Evet sadakte ya Üstadım. İşte bugün aynen buyurduğun gibi hapishanelerde “ekmek ve ilaç gibi” dağıtılıyor. Fakat kendilerini cam fanusa hapsedenler elbette göremezler. İşte Üstad da onlara “Ey Paşa! Başit başında buz tutu. Görmediğin şeyi inkar etme. Her şey senin malumatında münhasır değildir, vesselam!” diye 80 sene öncesinden sesleniyor. 

Farz-ı muhal olarak diyelim ki bu hükümete güvenmiyorsunuz, diyelim ki bu hükümet risalelere düşman, yine yasaklayamaz. Önce Üstadımıza güvenmeyi, teslim olmayı ve anlamayı öğrenmeliyiz. Şimdi bazıları “senden mi öğreneceğiz” diye sölyeniyorlardır; hayır Risale-i Nurdan hep birlikte öğreneceğiz.

Gelelim asıl konumuza; dünyanın en önemli eserlerinin başlarında olan Risale-i Nur ortada sahipsiz kalınca ve müellifinin muhtelif mektup ve tahşidatına rağmen, herkes sanki kendileri yazmışlar gibi sayfalarında diledikleri gibi kalem oynatmaya başlayıp olan olmayan mektupları istedikleri yerlere koyup istediklerini çıkarmaya başlayınca, hele hele birileri, bilerek, kasten ve taammüden tahrif ve tahribe başlayınca, yürekleri, vicdanları kalbleri ‘cız’ edenler, yapılan vicdansızlıktan dolayı uykusu kaçan ve yüklendikleri ağır vekalet ve veraset sorumluluğunun altında ezilenler, yani derdi olan, dert çekenler ve bütün feryatlarına rağmen, seslerine, vicdansız tahrifat, tahribat ve tezviratçıların kulak tıkadığı, o mübarek zatlar son olarak hükümet erkanından yardım istemek mecburiyetinde kalmışlardır.

Çok şükür ki Risale-i Nur büsbütün bozulmadan müellifinin istediği doğrultuda gerekli tedbirler, olabildiğince, yani gövdenin içindeki kurtlara ragmen sağlığına hukuk içinde kavuşmak üzeredir. Peki bu nasıl olacak? Burada konular biribirinden kopuk olduğu için maddeler halinde sıralamaya çalışacağım. 

1-Üstadımızın vekil ve varisleri hükümetten bu yıkım faaliyetlerinin durdurulması için yardım talebinde bulununca, Kültür Bakanlığı nezdinde bir çalışma başlatılmış ve nüsha birliği ile birlikte neşir yetkisi için son aşamaya gelindiği bir sırada, biri sanırım 1987’de diğeri de ondan bir kaç yıl sonra o zamanki Yargıtaydan çıkarttıkları “Bediüzzaman’ın talebeleri onun resmi vekil ve varisleri değiller” kararıyla farklı bir durum ortaya çıktı. -Ki, bunların ikisi de risaleleri içinde bir sürü ekleme ve çıkarmalarla neşreden yayınevleridir. Düşününki kaç sene once Yargıtaya dava açıp kazanıyorlar. Ve dikkatle takib ediyorlar. Son anda getirip o mahkeme kararlarını Kültür Bakanlığına ibraz ediyorlar. Tabi yetkilendirme işi olamıyor.

Çünkü evet Risale-i Nurda Üstadımız bu ağabeylere yetki ve vekalet veriyor ama kanun noterden vekalet istiyor.

2-Herkesin çok konuştuğu bandrol ve telif eserleri, mülkiyet haklarını kapsayan, fikri, sınai haklar kanunu var ve bu eserler bu kanunun kapsamı içerisindedirler. Bu eserlerle ilgili herhangi bir işlem yapılması için, hem nesebi varisler ve hem de bizim manevi dediğimiz, kanunun atanmış dediği varislerin hepsinin toplanıp bir arada müracaat etmeleri lazım. Bunu da maalesef farklı endişe ve mülahazalardan dolayı sağlanamadığından istenen karar çıkarttırılamıyor. Zira kanuna göre hak sahipliği iddia etmek için müellifin bütün yasal varisleri bir arada müracaat etmeleri lazım. Hatta bu yapılan tahrifat ve tahribata engel olunamamasının tek sebebi hak sahiblerinin belli olmamasındandır. Eğer hak sahibi belli olsa idi hemen mahkemeye müracaat edilerek eserin değerinin kaybedildiğini, itibarsızlaştırıldığını iddia ederek hem maddi hem de manevi tazminat ve ceza davası açmak ve yapılan sahteleştirmeyi durdurmak mümkün olacaktı.

3-Hak sahibi belli olmayınca vatan ve devlet kültürü için değerli ve önemli sayılan eserlerde devlet otomatik olarak, kültür varlıklarını koruma kanunu kapsamında hak sahibi olmakta ve kendince değerli gördüğü eserleri koruma altına almaktadır. Dolayısı ile yeni çıkarılan torba kanunda sadece Risale-i Nur değil daha bir çok telif eser hakkı mevcuttur. Bunların arasında müellifi bilinmeyen, ya da varisi olmayan veya varisleri anlaşamayan birçok kitab ve müzik eserleri de mevcuttur. Zamanla telif edilmiş fakat bir şekilde yayınlanmamış fakat “memleket kültürü için öneme haiz” eserler var. Bunlarla birlikte mesela Vahdettinin kızının bestelediği çok güzel bir salat-u selam varmış bu güne kadar bu sebeplerden dolayı yayınlanamamış. Bunun gibi memleket kültürü için faydalı görülen yüzlerce eser var.

4-Peki çıkarılan kanunla koruma altına alınan Risale-i Nur bundan sonra basılamıyacak mı? Elbette basılacak, kanun komisyondan geçmiş, önümüzdeki hafta da meclis genel kurulundan çıkınca altında şu ibare yazılır. “Bunu bakanlar kurulu yürütür.” Bakanlar kuruluna gelince, kurul yönetmelik taslağını hazırlayıp Diyanet’e gönderecek. Tabi burada herkesin aklına aynı soru geliyor. “Tamam bugün basılacak da yarın bu hükümet, bu diyanet yok diyelim, ne olacak?” Şimdi bu soru senin benim aklıma geliyor da bu büyük olayı takib edenlerin aklına gelmedi mi? Hüsnü Bayram ağabey, Abdullah Yeğin ağabey bu yaşlarına rağmen onlarca defa Ankara’ya gidip geldiler. Onun da tedbirini elbette aldılar. Şu anda ağabeylerin kontrolünde Diyanet’e verilecek nüsha çalışması yapılmakta, İnşaallah 1-2 hafta içinde Diyanet’e teslim edilecek ve bundan sonra bütün Risale-i Nur Diyanet tarafından basılacak. “Peki bu bağıranlar ne olacak” derseniz onlar da basacak. Diyanet sadece tesbit edilen metin ve kompozisyonun orjinalliğini muhafaza noktasında kontrolü sağlayacak.

Üstadımızın iki noktada tahşidatı var bunlar da tamamen sağlanmıştır. 

1-Risale-i Nurun sıhhati
2-Tayinat.

Aşağıda Üstadımızın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki Hazretlerine yazdığı mektubu okuyunca göreceksiniz ki Üstadımızın vasiyeti aynen bitamamiha yerine getirilmiştir. Tabiki ilk başlarda 50 yılın alışkanlığının yıkılması güç olacaktır. Fakat ben yine bu eserlerde Hz. Ali nin (r.a) ve Üstadımızın tasarrufunun devam ettiğine inanıyorum. İnşaallah her şey çok güzel olacaktır. Eğer Üstada hak ettiği gibi inanıyorsak; “Ümitvar olalım zira Şu istikbal inkilabatı içerisinde en yüksek gür seda islamın sedası olacaktır.”

SAADET VE MUHABBETLE KALINIZ

Afyon hâdisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur eserlerini; bir takımını Diyanet İşleri Kütübhanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ’a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı:

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi!
Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi’ ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirlerine, benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azimeti terkedip ruhsata tâbi’ oluyorlar?” diye Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Üç-dört sene evvel kalbime size karşı tenkidkârane bir teessüf geldi. 

Birden ihtar edildi ki:
“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı “ehven-üş şer” düsturuyla bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı ruhsatlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur” diye kalbime şiddetle ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazarıyla bakmağa başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, Nurlara benim bedelime hakikî sahib ve hâmi ve muhafız olacağınızı düşünerek ve üç sene evvel sizin ısrarla bir takım Risale-i Nur’u istemenize binaen vermek niyet etmiştim. Şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil, Nur şakirdlerinden üç zâtın onbeş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için, şiddetli hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zâtın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim. Buna mukabil onun manevî fiatı üç şeydir:

Birincisi: 

Siz -mümkün olduğu kadar- Diyanet Riyaseti’nin şubelerine, mümkünse eski harf, değilse yeni harf ile ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyaseti’nin şubelerine yirmi-otuz tane teksir ederek göndermektir. Çünki haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyaseti’nin vazifesidir.

İkincisi: 

Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirdlerisiniz; onlar sizin hakikî malınızdır.

Üçüncüsü: 

Tevafuklu Kur’anımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab’edilsin ki, tevafuktaki lem’a-i i’caziye görünsün.

Said Nursî 

(Tarihçe-i Hayat-615, Sekizinci Kısım (Isparta Hayatı)

Abdurrahman Iraz

Risale Haber

Üstadın talebelerinden sadeleştirme tepkisi

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çalışmaları Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi.

Açıklama, Risale-i Nur Külliyatından “Lem’alar” adlı eserin … Yayınları tarafından “sadeleştirilerek” yayınlanması üzerine kaleme alındı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı tarafından imzalanan bildiride, bu durum, eserin “üslûbuna müdahale” olarak nitelendirilirdi.

Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından yayınlanan bildiri aynen şöyle:

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.

2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.

3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!

4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.

5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?

6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.

7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.

8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı.

Abdurrahman Iraz / Risale Haber

İntihar Etmek Üzereyken Cep Telefonuna Gelen Mesaj

İntihar etmek üzereyken cep telefonuna gelen mesajla dünyası değişen Filipinli Sally hanımın sözleri…

Filipinler’de hizmetlerle ilgilenen M. Rıza Dalkılıç’ın oraya ilk defa gittiği zamanlarda bir İngilizce öğretmenleri var. Sonradan Müslüman oluyor. Adı Sally Tayabana. Salli Arapçada namaz kılmak anlamında. Sally hanım Müslüman olduktan sonra Saliha ismini aldı. Türkiye’de bulunan Saliha hanım ile İslamiyetle tanışmasını konuştuk. Tercümeyi M. Rıza Dalkılıç yaptı.

HAYATIMIN TAMAMINI RİSALE-İ NUR HİZMETİNE VAKFETTİM

Saliha kardeşimiz kendisini nasıl tanıtır?

Filipinlerin kuzey adalarında Katolik bir aileden dünyaya geldim. Altı sene evvel babamı kaybettim. Annem 76 yaşında ve hayatta. Kuzey adalarında kendi köyümüzde ikamet etmektedir.

Eğitiminiz nedir?

Filipinler Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. Filipinler Üniversitesi dünyanın en büyük 500 üniversitesinden biridir. Asyanın en iyi üniversitelerinden birisidir. Ondan sonra yabancı uyruklulara öğretmenlik yapıyorum.

İngilizce mi öğretiyorsunuz?

Evet. Yabancı insanlara daha çok Kore ve Japon ağırlıklı insanlara İngilizce öğretmenliği yapıyordum. Müslüman olduktan sonra hayatımın tamamını Risale-i Nur hizmetine vakfettim.

Risale-i Nur’u ilk defa ne zaman, nerede duydunuz?

Risale-i Nur’u Türk öğrencilerimden 2003’ün, Ekim veya Kasım ayı başlarında öğretmenliğe daha başlamadan önce ev ziyaretinde duydum. Bana 20. mektubu vermişlerdi.

Hangi vesile ile o eve gittiniz?

Arkadaşlarım beni ikaz etti, “bunlara karşı dikkat et” diye. Bunun üzerine eve gittim. Kaldıkları evi görmek istedim bunlar nasıl yaşıyorlar diye.

“MÜSLÜMANLARIN TERÖRİST OLMA İHTİMALLERİ OLABİLİR” DİYE UYARILMIŞTIM

İlk defa gençler size geldi, siz de onların evine gittiniz?

Ne yaptıklarını öğrenmek istedim. Hakikaten buraya İngilizce öğrenmek için mi geldiler yoksa başka bir maksatları mı var bunu öğrenmek için gitmiştim. Normalde öğrencilerin evine gitmem. “Türkiye gibi gelişmiş bir ülkeden gelen insanların İngilizce bilmemesine imkan yok bunlar İngilizce biliyorlardır. Başka bir maksat için Filipinler’e gelmişlerdir. Belki de Ortadoğu, Irak, Arap ülkelerinden birisi de olabilirler. Müslümanlar, dolayısıyla terörist olma ihtimalleri olabilir” diye uyarılmıştım.

Eve gittiniz ne ile karşılaştınız?

İçeri girdiğimde –erkek öğrenciler oldukları için- evlerinin çok karışık, darmadağın, kirli olacağını düşünüyordum. İçeri girdiğimde çok şaşırdı. Evin çok düzenli, tertipli olduğunu, arkadaşların çok kibar ve misafirperver olduklarını, evin içersinde büyük bir kütüphane ve dışarıdan çok kitapların olduğunu gördüm.

Kitapları görünce ne düşündünüz?

Bu kadar kitabı görünce ilk aklıma gelen şey “bunlar bu kitapları buraya satmaya mı gelmişler, yoksa bu kitapları okumaya mı gelmişler” oldu. Fakat benim anlamadığım bir dilde yazılmış bu kitapları açtığımda içimde şiddetli bir “ben bu kitapları anlamak için her şeyi yapacağım, yapmam lazım” gibi bir his uyandı. Bilmediğim bir dilde yazıldığı halde.

HAYATIN HER SAFHASINDA NASIL ALLAH OLUR?

Sonra nasıl gelişti?

Bu ilk tanışmadan sonra baktım bunlar iyi insanlar, kötü insan değiller. Düzenli, tertipli insanlar. Zarar gelebilecek insanlar gibi gözükmüyorlar. Beni o ilk günde etkileyen hususlardan bir tanesi de tamamen farklı bir hayat tarzına sahip olmalarıydı. Mesela ders günleri konuşulurken Cuma günleri derse kalamayacaklarını çünkü Cuma günü mescide gitmelerinin gerektiğini söylemişlerdi. Ne zaman merak ettiğim bir şeyi sorsam, cevap sürekli dinden geliyordu. “Şunu ne için böyle yapıyorsunuz?”, “Bu bize dinimizin emri.” “Niçin böyle yapıyorsunuz?” “Çünkü Allah böyle söylüyor.” Bu beni çok meraklandırdı.

 Bu kadar genç insan sürekli her şeyde “bu bize dinimizin emri, bunu böyle yapmamızı Allah emrediyor” diyorlar. Allah kimdir, nasıl bir inanışları var ki, hayatın her bir safhasında, hayatın devamlı içerisinde emri olur. Her şeyde Allah’ın emri var. Hayatın her safhasında nasıl Allah olur? Bu bana İslamı da merak ettirmeye başladı. Son 5 seneye kadar önce dinsiz bir hayat yaşıyordum. Kiliseye gitmiyordum, dini bir hayatım yoktu. Bu kadar dinden uzak yaşıyorken iki tane genç sürekli Allah’a teslimiyetten bahsediyorlar ve öyle görünüyor.

CENAB-I ALLAH’IN ARASINDAKİ O BÜYÜK DUVARLARIN YIKILDIĞINI HİSSETTİM

İlk okuduğunuz Risale-i Nur parçası hangisiydi, nasıl bir etki bıraktı?

İlk okuduğum kitap 20. Mektup oldu. Hissiyatımı dün gibi gayet çok açık bir şekilde hatırlıyorum. Gece yarısı okumaya başlamıştım. Adeta benimle Cenab-ı Allah’ın arasındaki o büyük duvarların yıkıldığını hissettim. Zaten beni Hıristiyanlıktan dinsizliğe iten en büyük sebeplerden bir tanesi şirk kokulu bir din olmasıydı. Lailaheillellah vahdehu la şerike leh kısımlarını okurken, benim de böyle olması gerektiğini bildiğim beni buraya getirebilecek bir inanç sistemi bulamıyordum. Elbette Allah bir olur birden fazla olamaz, başkaları ilah olamaz, biz sıfatlarında hata ediyoruz ama Allah bir’dir. Ama bu vahdet manasını ben nereden bulabilecektim. Aklen buna inanıyorum ama tatminkar bir dinle hiçbir zaman karşılaşmamıştım. İşte 20. Mektubu okurken tatminkar bir şekilde düşündüğüm şeyleri orada daha güzel ifadelerle bulmuş oldum. O gün anladım ki Müslümanların imanı çok daha derin ve derin bir Allah inancına sahipler.

Dalaletin nasıl bir yara olduğunu hissedebilir misiniz benim anlatacaklarımdan bilmiyorum. Düşününki beş seneden beri Allah’ı bilmiyorum, ahireti bilmiyor, dinden habersiz, tüm dini duygulardan kopmuşum. Hayatın, yaşamın bir maksadı yok. Bizden beklenen bir şey yok. Böyle bir vaziyet içerisinde 20. Mektubu okuyorum. Allah’ın bir olduğunu, şeriki olmadığını okuyorum. Dinden kopmuş bir insanım birden bire böyle hakikatlerle karşılaşıyorum, uzun süreden beri başka şeyler de düşünüyordum. Hayatın maksatsızlığı vesaire. Böyle kendimi kaybetmiş bir vaziyetteydim. O esnada gece yarısı yıldızlara bakmaya başladım, kitabın da etkisiyle dedim ki “sen varsın, bu yıldızlar sensiz olamazlar, ne olur kendini bana tanıttır.” Böyle yıldızlara bakıyorken, öğrencimden bana şöyle bir mesaj geldi: “Dinle de yıldızları şu hutbe-i şîrînine, Nâme-i nûrunu Hikmet, bak ne takrîr eylemiş.” Risaledeki “Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme”nin iki mısrası geldi.

Gece yarısı mı oluyor bu olay?

 Evet.

İNTİHAR ETMEYİ DÜŞÜNÜYORDUM

Tam da 20. Mektubun etkisiyle yıldızları seyredip Allah’a kendini bana göster dediğin anda?

Tabi. Orada iki şey arasında kaldım. Birisi hayatımın en mutlu anını yaşıyordum ama aynı zamanda da hayatımın en kötü dönemlerinden de birisini yaşıyordum.

 (M.Rıza Dalkılıç’a olayı sordum şunları anlattı: Biz kitapları Sally hanıma verdikten sonra Erdem abi ile konuşuyorduk. Ben dedim ki ‘biz buraya İngilizce öğrenmeye gelmedik. Zaten hoca bizi terörist gibi görüyor ama hakikaten biz buraya bunun için gelmedik. Biz buraya Allah’ı anlatmaya geldik. Öyle tefeül edelim ne çıkarsa onu telefonla mesaj gönderelim dedik. Normalde Manila’da ışık kirliliği var yıldızlar pek görünmez geceleyin. Ama Sally hanım o gece on binlerce yıldızı gökte gördüğünü söylüyor.)

Kötü şeyler düşünüyordum dediniz. Ne düşünüyordunuz?

Hayatı terk etmeyi düşünüyordum. Bu uzun ve acıklı bir seyahat. Çok ciddi bir çocukluk yaşadım. Küçük bir çocukken bile diyordum “herkes mutlu yaşasın, hayatın bir gayesi olsun, herkes mutlu ve barış içerisinde yaşasın.” Bana yardımcı olacak, kurtaracak olan din idi. Küçükken öyle düşünüyordum. Pazar günleri kiliseye gitmeye ve çok ciddi bir şekilde takip etmeye başladım. İncil dersleri almaya başladım. Kilisedeki yolsuzluklar, İncil’deki bozukluklar, bunun Allah tarafından yazdırılmamış olacağı zihnime gelmeye başlamıştı. Yani Mesela Hz. İsa hakkında soru sormaya başladım. Öğretmenlerime, hocalarıma Hz. İsa kimdir diye soruyorum. Aynı zamanda tanrının oğlu, aynı zamanda tanrı, aynı zamanda şu, aynı zamanda peygamber… Bütün bunlar bir şahısta nasıl toplanır? Ölen birisi nasıl tanrı olabilir? Sonra dediler ki “o bizim günahlarımız için öldü.” Yani günahlarımız için bir tanrının mı ölmesi gerekir? Hem tanrı diyoruz hem de çarmıha gerilmiş bir insandan bahsediyoruz. Yani “iman etmek istiyorsan iman et aklını fazla karıştırma, soru da sorma” demeye başladılar bana.

Aklımın tatmin olmadığı bu meselelerden dolayı kiliseyi terketmek zorunda kaldım. Üniversite hayatımda hocalarımdan bir çoğu komünistti ve ateistti. Sosyalist kitapları okumaya başlamıştık. Baktım onlar hiç Cenab-ı Hakkı düşünmüyorlar, ahireti düşünmüyorlar, belki ben de böyle olsam hiç olmazsa Allah’ı düşünmemeye başlasam kendimi suçlu hissetmeyeceğim. Dinden hariç bazı yollarda kendime, çare arıyordum. Meditasyon gibi şeylerde öyle oluyor. Bir an rahatlıyorsunuz. Başka dinleri de araştırmaya başlamıştım. O an için akli bir rahatlık veriyor fakat o an geçtikten sonra onun bir tesiri kalmıyor.

YILDIZLARLA KONUŞTUM “SİZ BANA BANA YOL GÖSTERİN” DEDİM

Kiliseden uzaklaşıyorsunuz ama yine sonra kurtuluşun dinde olacağını düşünerek başka dinleri araştırıyorsunuz?

Allah’ı aramaya başladım ama dinler içersinde değil. Çünkü Kiliseye döndüğüm zaman tatminsizlik oluyor ve beni onlara düşman ediyordu. Düşman olmamak için onlardan ayrılayım, kendime başka bir yol seçeyim, Allah’ı kendim arayayım dedim. Kilisenin istediği gibi değil de içimden geldiği gibi ibadet edeyim dedim.

Yani bir Allah’a inanıyorum bir bırakıyorum, bir şükretmek istiyorum bir şükretmemek hali oluyor. Bu gel-gitler yaşadığım dönem içersinde Türkiye’den gelen kardeşlerle buluştum. Yani o 20. Mektubu okuduktan sonra, okuduğum dönem içersinde dışarıya çıktım sanki yıldızlar benimle konuşuyorlar gibi hissettim. Sanki bana bir şeyler söylüyorlar. Yıldızlarla konuştum “siz bana yol gösterin” dedim işte o anda mesaj geldi. Bu benim için büyük bir işaret oldu.

O geceden sonra şu kanaate vardım ki benim aklımda ne sual varsa bu kitapta ve bu arkadaşlarda var. Benim aklıma gelen ne varsa bunlar bana cevap verecekler. Hiç zamanımı boşa harcamadım. Bu noktadan sonra bu arkadaşlara ne soracağım diye düşünmeye başladım.

O GECE MÜSLÜMAN OLMAYA KARAR VERDİM

Hayatımda işaretlere inanıyorum. Her buluştuğumuz, her tanıştığımız insanın hayatımızda önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Ben bilmiyorum ki o gün o aldığım mesaj, bu arkadaşlarla buluşmamız, beni Müslüman edecek. Öyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Fakat büyük bir şeyin olacağı aklıma gelmişti. Ben o hissiyat içerisinde iken bir anda böyle bir mesajla karşılaşmam benim için çok büyük bir işaret. Ama Müslüman olmak gibi bir şey düşünmüyordum. Bir şey olacak diye düşünüyordum. İngilizce bilmiyorlardı. Az bir şey İngilizce konuşuyorlardı. Ben ne zaman bir soru sorsam önce gidip sözlüğe bakıyorlardı bu ne demek istiyor diye, sözlüğe baktıktan sonra hemen risaleden bir kitap getiriyorlardı, “senin sorunun cevabı burada, burayı oku” diyorlardı. Uzun bir süre böyle devam etti.

Risale-i Nuru okudukça imanın o altı rüknüne öyle izahlar var ki şüpheye yer bırakmıyor. Şimdi okudukça hayatımda ne gibi değişikler olacak onları düşünmeye başladım acaba ben bunları okuyorum bunlarda da şüphe yok hepsi doğru söylüyor. Hakikatın ifadesi, ama bundan sonra Müslüman gibi mi giyineceğim, hayatımı nasıl değiştirecek? Bu inancın hayata bakışı nasıl olacak? Yani mesela bir müddet, şöyle düşünmeye başladım; bu anlattıkları şeylerin tamamını ispat edemeseler bile Hıristiyanlar da inanıyorlar. O zaman ben iyi bir Hıristiyan olarak devam edebilirim. Bu Türkler kadarda iyi bir insan olabilirim, diye düşünmeye başladım. Ve Sekizinci Sözü okudum. Sekizinci söz benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Birinci defa okudum, ikinci defa okudum, üçüncü defa, tekrar tekrar okuyorum. O mutsuz insanın kendim olduğumu, dalalette giden insanın ben olduğumu, sol yolun yolcusu ben olduğumu gördüm ve bundan kurtulmanın yolu nedir diye, “Ey bu yerlerin hakimi senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum, sana sığınıyorum, senin rızanı arıyorum” dedim. Bu hakikatleri orada okuyunca, orada bir ayeti kerime beni en fazla etkileyen ayetlerden birisi o oldu, “İnneddine indellahilislam.” Allah katında din İslamdır. O gece Müslüman olmaya karar verdim.

(Devam edecek)

Risalehaber