Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

Risale-i Nur’u Diyanet’e kazandıran başkan: Ahmet Hamdi Akseki

Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı, görev yaptığı zor dönemde İslam aleyhine yapılan tahribatı en aza indirmek için çalışan âlim Ahmet Hamdi Akseki vefatının 69. yılında rahmetle anılıyor.

Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Garpçılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi. Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi‘ye karşı samimi duygular besledi. Said Nursi’den Risâle-i Nur isteyince iki takım el yazması gönderildi.

Akseki, Başkanlığı döneminde ısrarla kendisine Risâle-i Nur gönderilmesini istedi

Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı, karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman’a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir. 

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Ankara’da (1950) bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman’a selam söylemiştir. 

Diyanet olarak Risale-i Nur’u tedricî tedricî neşrine çalışacağız

Bu görüşmeden sonra Ankara’dan ayrılıp Emirdağ’a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki’ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra şu notu göndermiştir:

“… kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi. … mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birden bire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi. 

Akseki: Bediüzzaman’ın eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içindedir

Akseki’nin görüşlerini aktaranlardan birisi de uzun süre Risâle-i Nur hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi’dir. Hem Şerafettin Yaltkaya hem de Ahmet Hamdi Akseki’nin Başkan bulundukları dönemlerde kendileriyle görüştükten sonra yaklaşımlarını aktarmaktadır. Yaltkaya’nın; “Diyanet Riyaseti Kur’an ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez” şeklindeki ifadelerine karşılık daha sonra başkanlık yapan Akseki şu ifadeleri kullanmıştır:

“Üstadın hayatı, eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfi milliyetçilik ve ırkçılık yoktur…”

Akseki bu ve benzeri ifadeleri kullanırken o sırada yanında bulunan Nazif Paşa; Üstadı 31 Mart hadiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla Avcı Taburlarının itaate getirdiğini söylemiştir. 

Görmez’den Akseki-Said Nursi muhabbetine vurgu

Görev yaptığı sürede Risale-i Nur’un Diyanet bünyesinde neşredilmesinde büyük emekleri olan Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez de Akseki ile Bediüzzaman arasındaki münasebetlere vurgu yapmıştı. 

Görmez, “Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanı iken Said Nursi için şunları söylemiş. ‘Ey medresede arkadaşım. Ders halkalarında kardeşim. Kur’an’ın hakikatlerini genç nesillere anlatmak için bu eserlerin sahibi sensin.’ Bu sözlerin karşısında Said Nursi’nin cevabı ise, Ahmet Hamdi Akseki’ye görevini hatırlatarak, ‘dinsizlik cereyanının revaçta olduğu dönemde Diyanet dairesinin vazifesidir’ demiştir. 

Risale-i Nur’un bir kısmını neşretmeyi arzulamasına rağmen ömrü yetmemiştir

Yine Görmez, Diyanet tarafından basılan Risale-i Nur eserlerinin önsözünde aynı muhabbete şöyle değinmişti:

“1947 yılında Diyanet İşleri Başkanı Merhum Ahmed Hamdi Akseki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye yıllarından beri tanıyıp dostu olduğu ve devrin ulemâsı arasındaki yüksek mevkiini takdir ettiği Bediüzaman’dan ısrarla bir takım Risâle-i Nûr Külliyatı istemiştir. Ancak o günlerde Külliyât’ın elyazması ve bazı nüshalarının teksir olması münasebetiyle tashih gerektiği ve 1948-1950 yılları arasında Bediüzzaman’ın Afyonda hapiste bulunmasından dolayı ancak 1950 yılında bir takımı Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilmek üzere, iki takım hâlinde gönderebilmiştir. Merhûm Ahmed Hamdi Akseki eserlerin bir kısmını neşretmeyi arzulamasına rağmen buna ömrü yetmemiştir.”

Said Nursi’den Akseki’ye gönderilen mektup

Afyon hadisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki, Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur eserlerini, bir takımını Diyanet İşleri Kütüphanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağı’na geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı. (Emirdağ Lahikası)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri; Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların, zarurete binaen ruhsata tâbi ve azîmet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azîmeti terk edip ruhsata tâbi oluyorlar?” diye, Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat, üç dört sene evvel, yine şiddetli, kalbime, size tenkitkârâne bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ‘ehvenüşşer’ düsturuyla, mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah kefaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi.

Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, sizi Nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmi ve muhafız olacağınızı düşünerek, üç sene evvel mükemmel bir takım Risale-i Nur’u size vermek niyet etmiştim. Fakat şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil; fakat ekseriyet-i mutlaka eczaları Nur şakirtlerinden gayet mühim üç zatın on-on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim.

Buna mukabil onun mânevî fiyatı da üç şeydir:

Birincisi: Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için, mümkünse eski huruf, değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi otuz tane teksir edilmektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.

İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirtlerisiniz. Onlar sizin hakikî malınızdır. Münasip görmediğiniz risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız.

Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’ân’ımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab edilsin ki, tevafuktaki lem’a-i i’câziye görünsün. Hem baştaki Türkçe târifatı ise, o, Kur’ân ile beraber tab edilmesin, belki ayrıca bir küçük risalecik olarak ya Türkçe veya Arabîye güzelce çevirip öylece tab edilsin.

Ahmet Hamdi Akseki kimdir? İşte hayatı

Antalya’nın Akseki ilçesinin Güzelsu nahiyesinde 1886 yılında dünyaya gelen Ahmet Hamdi Akseki, 5-6 yaşlarında Kur’an okumaya başladı ve ilk Arapça derslerini Mecidiye Medresesi’nde Abdurrahman Efendi’den aldı.

Birçok ilim yuvasında eğitim gören ve tahsili boyunca geçimini mühür kazıma işi ile sağlayan Akseki, 1905’te İstanbul’a giderek Medresetü’l Mütehassısin’de doktora eğitimi aldı ve birincilikle mezun olup 32 yaşında 3 fakülteyi tamamladı.

Akseki, Medresetü’l-Mütehassısin’in son sınıfındayken Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyye-i Şahane’ye din dersleri, din felsefesi ve ahlak dersleri hocası olarak tayin edildi.

Ayrıca 1908’den sonra yazı hayatına başlayan ve bazı makaleleri “Beyrut” ile “Mısır” gazetelerince alıntılanan Akseki, Balkan Harbi’nden önce Sebilürreşad dergisinin Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini yaptı. Akseki, izlenimlerini “Bulgaristan Mektupları” başlığı altında bu dergide yayımlandı.

Milli Mücadele’yi yazı, vaaz ve konferanslarıyla destekledi

Milli Mücadele için Anadolu’ya geçerek yazı, vaaz ve konferanslarıyla Anadolu harekatını destekleyen Akseki, Ocak 1922-Kasım 1923 tarihlerinde Ankara Lisesi’nde ulum-i diniyye muallimliği yaptı. Akseki, bu görevi yürütürken Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi.

Akseki, medreselerin müfredat programlarını ıslah ederek hazırladığı rapor ve layihalar ile Darülhilafe medreselerinin sayısını 13’ten 38’e çıkardı.

Akseki, Diyanet İşleri Reisi Mehmet Rifat Börekçi’nin isteği üzerine 1924’te Diyanet İşleri Reisliği Hey’et-i Müşavere azalığına tayin edildi. Akseki, bu görevi sırasında Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” tefsiri ile “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi”nin yayıma hazırlanması için çalıştı.

Öte yandan, 1920 yılında kurulan Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetinin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı gerekçesiyle 1925’te Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Akseki, cemiyetle ilgisi bulunan 11 kişinin idama, bir çoğunun da ağır hapse mahkum edildiği mahkemede, suçsuz bulunarak beraat etti.

Dini, Batı kalıpları içinde değerlendirenlerle mücadele etti

Kur’an’ı ve hadisi esas alarak İslami ilimlerin canlandırılmasını, gelişmelerin ışığında İslami müesseselerin yeniden düzenlenmesini gerekli gören Akseki, bir taraftan hurafe ve batıl inançlar ile diğer taraftan da dini, Batı kalıpları içinde değerlendiren, modası geçmiş bir müessese şeklinde gösterip İslam’a hücumda bulunanlarla mücadele etti.

Akseki, “garpçılık” ve “milliyetçilik” hareketlerine karşı çıktı, Müslüman toplumların kurtuluşu için “İslam birliği” fikrini savundu.

Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle namaz kılınması tartışması

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesiyle namaz kılınması yönündeki temayüllere karşı gelen Akseki, bu yönde bir kanaate sahip bulunan Diyanet İşleri Başkanı Mehmed Şerafettin Yaltkaya’nın isteği üzerine rapor hazırladı. Akseki, raporda, Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle namaz kılınması uygulamasının, dini ve ilmi hiçbir dayanağı bulunmadığını ortaya koydu.

Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Akseki, İslam dini ve ahlakı ile ahlak ilmi üzerine yazdığı eserler ile halkın uzun süre ihmal edilen dini bilgi ihtiyacının karşılanmasında büyük hizmet verdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı yanındaki camiye adı verildi

Başkan yardımcısıyken Diyanet İşleri Başkanı Yaltkaya’nın ölümü üzerine 1947’de bu göreve getirilen Akseki, 9 Ocak 1951’de Ankara’da vefat etti.

Naaşı Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilen Akseki, resmi hizmetinin yanı sıra 70’e yakın eser kaleme aldı.

Akseki’nin başlıca eserleri arasında “İslam Dini”, “Dini Dersler 1-2”, “İslam Dini Fıtridir”, “İslam Dini Tabii ve Umumi Bir Dindir”, “Ahlak Dersleri” ile “Askere Din Kitabı” yer alırken yayınlanmış ve yayınlanmamış çok sayıda eseri bulunuyor.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığınca kurumun binasının yanına 2012’de inşa edilen ve aynı anda 6 bin kişinin ibadet edebildiği camiye Akseki anısına, “Ahmet Hamdi Akseki” adı verildi.

www.NurNet.org

Kaynak:RisaleHaber

İstiklal Şairi Mehmet Akif  ve Bediüzzaman Said Nursi

İstiklal Şairi Mehmet Akif  ve Bediüzzaman Said Nursi

Yakın tarihin bilenen simalarının yolları aynı zaman diliminde kesiştiği malumunuzdur. Dönemin çalkantılı hadiseleri ve sıkıntılı durumları yakın simaları ya yakınlaştırmış veya birbirinden uzaklaştırmıştır. Hatta öyle ki, son şeyh-ül islam Mustafa Sabri Efendi ve İstiklal Şairi Mehmet Akif gibi zevat ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmışlar. Elmalılı Hamdi bazı zevat da evinde inzivahayatı sürmüş. İskilipli Atıf Hoca gibi niceleri de İstiklal Mahkemelerinde can vermiş. Bediüzzaman Said Nursi ise ülkenin muhtelif yerlerine sürülmüş ve bir nevi sürgün hayatı yaşamıştır.

Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yolları son dönem Osmanlı  zamanında kesişmiştir. Rus esaretinden dönen Bediüzzaman, Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye’de ilmine münasip bir mevkide vazifelendirilmişti. Ama Bediüzzaman, bu vazifeyi ısrarlar ile kabul etmiştir. Aynı dönemde Mehmet Akif’te Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye baskatipliğine atandı. Osmanlıda manevi hayatın kalbi hükmünde bulunan bu kurumda daha nice tanıdık simalar beraber bulundu aynı çatı altında. Bu da bize gösteriyor ki, Osmanlı milletin manevi hayatını daima ıslah ve irşat faaliyetleriyle diri tutmak emelinde olmuştur. Münevver olan zümreyi, onlara layık mevkide vazifelendirmiştir.

Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye ise bir islam akademisi gibi faaliyet göstermekteydi. Müntesipleri içerisinde bazı isimleri ise, Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed Cevdet, Hafiz Ismail Hakki, Muhammed Hamdi gibi, dönemin meşhur ilim ve fikir adamları yer aldı. Bu münevver zümre hamiyet-i diniye ile say u gayret içinde hareket ettiler.

Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye Cemiyetin gayesi; Osmanlı ve İslam Aleminde ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve Islam’a yapılan hücumlara karşı İslamiyeti müdafa etmektir ilmi olarak. Herkesin çok rahat ulaşabileceği bir mahiyette olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyeye gerek vatandaşlar gerekse yabancılar tarafından sorulan sualler ilgili komisyonlarda görüşülerek resmen cevap verilmekteydi. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye sadece bununla da sınırlı değil, basın yoluyla yapılan hücumlara cevap verilmeye çalıştı. Diğer taraftan üyeler muhtelif gazetelerde makaleler yayınlayarak, ferdi olarak da İslam’a hizmet etmeye çalışıyorlardı.

Cemiyetin faaliyetlerinden birisi de özellikle insanları ikaz etmek maksadıyla neşredilen beyannâmelerdir. Hayâ ve nâmus hakkında neşredilen beyannâmede; ahlâk kânunlarına, en ince noktalarına varıncaya kadar mutlak itaat etmenin, insanların en önemli vazifesi olduğuna işaret edildi. Ahlâk kânunları içinde yer alan en önemli hasletlerden birinin hayâ olduğu, bu ve benzeri hasletlerden uzaklaşmanın insanı insanlığından uzaklaştıracağına vurgu yapıldı. Bu tebliğ ve irşat faaliyetleri gerçekten meyve verdi. Toplumda islâmi hayata yönelme ve sui ahlâktan uzaklaşmalar görüldü. Bediüzzaman gibi zevat biliyorlardı ki,Bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, Bolşevik olamaz. Belki anarşistolur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.[1]

Eşref Edip’tir. 1952 yılında kaleme aldığı makalesinde, “Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkif’ler, Naim’ler, Ferîd’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî mes’elelerden konuşur; onun konuşmasındaki celadet ve şehamet, bizi de heyecanlandırırdı.”[2] İfadeleriyle Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye çatısı hakkında bize ipucu veriyor.

Gerek Akif’in gerekse Bediüzzaman’ın birbirleri hakkındaki ifadelerinden aralarında sıcak bir ilgi ve muhabbetin olduğu anlaşılmaktadır. Akif, değerli ediplerin bir arada bulunduğu bir mecliste,  “Victor Hügolar, Shakspeareler, Descarteslar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’in bir talebesi olabilirler.”[3]sözleriyle takdirlerini bildirmektedir. Buna karşılık, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde de büyük şairin adı ve şiirlerinden iktibaslar yapmıştır. Bu karşılıklı bir jest değil, hakperestliktir.

Bediüzzaman; “Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Sirani ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Akif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalade takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz…”[4]ifadelerine yer vermektedir.

Akif’in, “O nuru gönder ilahi, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin afak’i, bir sabah ister.”  

“Dogrudan dogruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.” [5]

şeklindeki niyaz ve arzuları Risale-i Nur’la hayat buldu. Akif’in arzusu, ilhamını direk Kur’an’dan alan Risale-i Nur’la gerçekleşti. Merhum Mustafa Sungur Ağabeyimiz ise, bu mısraları okuduğunda “hemde beyne alem olmuş.” İfadesini kullanmıştı.

Mustafa Kemal, şifre ile dönemin manevi mimarlarına haber vererek Ankarada Kuva-yı Milliye çevresinde toplamak için Bediüzzaman, Akif, Hoca Fatin gibi zevatı da şifreli mektuplarla Ankara’ya davet etmiştir.

Mehmet Salih Yeşiloğlu Ağabeyin Akif’e sorduğu sualler ise El Yazma Emirdağ Lahikasında geçmektedir.

Hattâ Darülhikmet’te merhum şair Mehmed Âkif demiş ki: ‘En büyük âlim odur ki, bu tefsiri anlasın; değil ki emsalini yapabilsin.’

Hakikaten ben de merhum Mehmed Âkif gibi derim: Dehşetli eski harp içinde avcı hattında, bazan da at üzerinde îcazdaki i’cazın en ince münasebatını görmek, onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğuk içinde avcı hattında o incecik i’caz münasebetlerini herşeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said’in hakikaten hizmet-i Kur’aniyede harika bir fedakârlığıdır. Hattâ Yeni Said’in 30 sene bu acib zamanda gazeteleri okumamasını ve 10 sene ikinci harbi bilmemesini, sormamasını ve idam niyetiyle hapisliğinde Kur’an esrarını yazmaktan vazgeçmemesini ve bütün tehlikeleri hiçe saymasını; o Eski Said’in ilmî ve manevî fedakârlığını, Yeni Said’in bu 30 senedeki fedakârlığından daha harika gördüm.”[6] Bu mektupta Akif, Risale-i Nur’a taktirkar senaları da görülmektedir.

Bu vesile ile Milli Şairimizi ve Bediüzzaman Said Nursi’yi rahmetle yad ediyoruz.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1]Şualar ( 516 )

[2]Tarihçe-i Hayat ( 626 )

[3] Sözler ( 764 )

[4] Emirdağ Lahikası-i ( 164 )

[5]Tarihçe-i Hayat ( 626 )

[6] El Yazma Emirdağ Lahikası

 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Risale-i Nur’dan ‘Bismillah’ dersini duyan iki yaşındaki Sofia’nın tepkisi

Esselamunaleyküm

Orta Amerikanın önemli ülkelerinden Guatemala’dan bütün abi ve kardeşlerimize selam ediyoruz. Evet daha yeni bir havadis mektubu yazmıştık. Fakat Hüsnü ağabey ile beraber olduğumuz Güney Amerika seyahati sonrası katıldıgımız Meksika – Guadalahara Kitap Fuarından müjdeli ve güzel haberler ve akabinde Guatemala ziyaretimizi de paylaşmak istedik.

Zira bu hizmetimizde bizim payımıza düşen buralarda bilfiil koşturmak olsa da, dualarını her zaman hissettiğimiz kıymetli ağabey ve kardeşlerimiz ile de manen beraber olduğumuzdan, bu havadisleri bilmeleri hakkı, bizim de bu güzel haberleri yazmamız boynumuzun borcudur diye telakki ediyoruz.

Nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk

Uzun zamandır katılmayı arzu ettiğimiz, Dünyada ilk beşte, Güney Amerika’nın da en büyük kitap fuarı olan Meksika-Guadalahara’da bu sene yer bulmaya muvaffak olduk. Güney Amerika’da çok fuarlara katılmış, Latin halkının ilgi ve alakasını defaetle müşahade etmiştik.

Fakat yaklaşık 130 milyon nüfusu ile bölgede İspanyolca konuşulan en kalabalık ülke olan Meksika fuarına ilk defa katılmamızdan dolayı nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk.

Daha fuarın ilk günlerinden itibaren anladık ki, zaman ve mekan değişse de bu asrın insanının manevi yaraları değişmiyor, muhtaç oldukları Kur’ani devaları farkından olmadan aramaya devam ediyorlardı. Bulanlar adeta bağrına basıyor ve hemen bu nurlardan istifadeye başlıyordu.

Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor

Mesela, fuarın ilk günlerinde iki genç Meksikalı ve annesi standımıza gelmişti. Anne, Küçük Sözler’in arka kapağındaki kısmı okumaya başladı;

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü, ölüm değişmiyor; firak bekaya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Sanki sadece stand değil, binlerce ziyaretçinin olduğu fuar bir anda boşalmış, abla orada tek başınaymış da sessizce bütün benliğiyle bu sözleri okuyordu. Gözleri doldu ağlamaklı oldu, belki de son cümleleri bitiremedi.

Ona sorduk, niye bu kadar duygulandınız? Dedi ki; “Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor.”

Hamdolsun, önce küçük kitaplardan alan bu ablamız br kaç gün sonra tekrar gelip kalan büyük kitaplardan da aldı, Rabbim istifadesini artırsın, hidayet versin, amin…

Hem Kur’an’ını hem de nurları aldı

Daha bir yıl önce Müslüman olan başka bir Meksikalı kardeşimiz de Kur’an-ı Kerim almak için fuara geliyor. Meksika bölümünü tamamen tarıyor ama Kur’an bulamadığı için üzgün bir vaziyette evine dönüyor. Sonra kendi kendine diyor ki, “niye uluslararası bölüme bakmadım, yarın gidip oraya bakayım bulamazsam bile en azından gittim, aradım, bulamadım derim” diyor.

Ertesi gün geldiğinde ise hasbel kader bizim standımızı buluyor, Kur’an-ı Kerimi görüyor ve heyecanla Kur’an-ı Kerim istediğini söylüyor. Fakat elimizde kalan son Kur’an olduğundan, başkalarına da göstermek için kullandığımızı, bir çok isteyen olduğu halde veremediğimizi söyledik.

Bunu duyunca çok üzüldü. “Fakat madem sen Kur’an-ı Kerim’i bulmak için bu kadar çaba sarfettin, tekrar fuara geldin, biz inanıyoruz ki bu kitabın sahibi zaten sensin” deyince bu kardeşimiz gözyaşlarına hakim olamadı ve ağlamaya başladı.

Sonrasında standımızdaki Risale-i Nurdan İspanyolca vecizeleri okurken de gözyaşlarının aktığını görüyorduk. Kur’an-ı Kerim’i bulmak için standa gelen sonra da hem kendisini hem de bu asra bakan en güzel dersini bulan kardeşimiz fuarın son günü tekrar gelip hem Kur’an’ını hem de nurları aldı, Rabbim istifadesini artırsın, amin.

Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri

Kuzey Amerika’dan fuara gelip risale alanlar, Guadalahara’dan uzak eyaletlerde yaşayan, tekrar bu kitapları nereden bulacağım deyip küçük bir valizi risalelerle doldurup gidenler, farklı üniversitelerden gelip, risalelerin çok etkileyici olduğunu söyleyip kendileri ve üniversiteleri için nurları alanlar, cebindeki son parayı risalelere vermekten çekinmeyen lise talebeleri, Küçük Sözler’den Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri ve niceleri…

Bunlar ve bunun gibi daha onlarca hikaye aslında bize şunu söylettiriyordu; “Elhamdulillahi, iyi ki gelmişiz.”

Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış

Bu arada anlatmadan geçemeyeceğimiz, fuarın halka açık olmadığı, sadece profesyonellerin geldiği günlerdeki bir ziyaretçinin söyledikleri hakikaten çok kıymetliydi. Uzmanlık alanı İspanyolcaya çevrilen eserlerin editörlüğü ve tashihi olan bu ziyaretçimiz girişinde “La koleksiyon Risale-i Nur de Turkia” “Türkiye’den Risale-i Nur Külliyatı” yazan standımıza giriyor ve üç kitap seçip rasgele farklı yerlerden okuyor.

Biraz okuduktan sonra biz sormadığımız halde şu itirafta bulunuyor. “Ben bu kitapları aslında tenkit niyetiyle okudum ki  nerelerde nasıl hatalar var bulayım, size göstereyim. Fakat hiçbir hata bulamadım. Bence bu okuduğum tercüme maksadına tam ulaşmış, vermek istenilen mesajı açık, net ve direk olarak okuyucuya ulaştıran mükemmel bir çalışma.”

Hamdolsun, bu sözler hakikaten de bizim için bir şükür vesilesi idi. Çok insanlardan duyduğumuz “okuduğumuz bu Sözler bizim kalbimize ve ruhumuza ulaşıyor. Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış” sözleri risalelerdeki manevi tesirin –çok şükür– tercümelere de aynen geçtiğini gösterirken, bu editörün sözleri ile de dil bilgisi ve edebiyat açısından da harika bir tercüme olduğunu ve nurlara tam bir ayna olduğuna kanaatimiz bir kez daha perçinlendi. Elhamdulillahi haza min fadli Rabbi…

“Bismillah” bahsini okumaya başladık 2 yaşındaki Sofia gürültü yapmayı bıraktı

Kitap fuarımız çok güzel irtibatlar, ileriye matuf nice güzel hizmetlerin müjdecisi nevinden onlarca güzel hatıralarla zihnimizde kalacaktı. En son gün yeni Müslüman bir aileyi ziyaretimizde yaşananlar ise nurların kıymetini ve bu diyarlarda hizmete ne kadar ihtiaç olduğunu gösteriyordu.

Daha birkaç gün önce Müslüman olan bir aile bulunduğumuz yerden araba ile yarım saatten fazla uzaklıkta bir yerdelerdi. Aynı gün Guatemala’ya uçak olduğundan program biraz sıkışıktı. O yüzden bizzat gitmek yerine kitap göndermekle yetinelim derken vakit az da olsa bir anda gitmeye karar verdik.

Daha yeni Müslüman olan bu mütevazi ailenin Sofia isminde daha iki yaşına gelmemiş küçük bir kız evlatları vardı. Biz orada iken Sofia uzak duruyor, yaklaşmıyor gürültülü bir şekilde oyuncakları ile oynuyordu. Ne zaman ki Birinci Söz’den “Bismillah” bahsini okumaya başladık Sofia gürültü yapmayı ve oyuncaklarını bırakıp dizimizin dibine gelip sessizce sözleri dinliyor ve o minik elleri ile adeta nurların sayfalarını okşuyordu. Birinci Söz bitene kadar bu hal devam etti.

Evet “Risale-i Nur’un fıtri talebeleri masum çocuklar” idi. Üstadımızın tabiri ile, “Bu masumların akılları derketmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kablel vuku ile hissediyor ki; Risale-i Nur’la bunlar hem imanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiş.”

Bu masum Sofia belki ilklerdendi ama inşaallah daha nice Sofiaların, Mariaların, Lusiaların da küçük bir numunesi idi…Rabbim sayılarını artırsın, amin…

Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin

Bu tatlı hatırarla yadedeceğimiz Guadalajara’yı geride bırakıp sıra Orta Amerika ülkelerin’den Guatemala’ya gelmişti. Daha önce İstanbul’da bir programda tanıştığımız İslam Kültür Merkezi başkanı bizi havaalanında karşıladı.

Burada hem farklı camilerde görev yapan Mısırlı hocalar ile tanışıp onlara Risale-i Nurların İspanyolca ve Arapça tercümelerinden hediye ettik hem de Guatemala ve Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde kullanılmak üzere bin adet Küçük Sözler’den baskıya girdik. Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin inşaallah, amin….

İnşaallah sözlerin baskısı biter bitmez yakın zamanda medrese-i nuriye açılan Kosta Rika’ya gidip hem medreseyi hem de oradaki Müslüman kardeşlerimizi ziyaret edeceğiz. Çıktığımız bu seyahetin külli hizmetlere vesile olması için dualarınızı bekliyor, vakti ve imkanı olan ağabeylerimizi tekrar Latin Amerika’ya davet ediyoruz, vesselam.

Kaynak: RisaleHaber 

 

www.NurNet.Org

Yarım Asır Öncesi ve Şimdi…

Büyük İslâm Mücahidi Bediüzzaman Said Nursî’nin bugün dünyanın her tarafında  sayıları milyonlarla ifade edilen talebeleri arasında çok sayıda doktor talebeleri de vardır. 
    
Babam Dr. Sadullah Nutku’nun Bediüzzaman’ın o doktor talebeleri arasında en tanınmışardan biri olmasında, 1955 yılında Risale-i Nurlar’ı tanıdıktan ve onun müellifi Bediüzzaman Said Nursi’ye talebe olduktan sonra, sırasıyla Bâb-ı âli’de, Sabah, İtttihad ve Yeni Asya gazetelerinde, vefatına kadar yıllarca devam etmiş olan sağlık köşesi yazarlığı esnasında okuyucularının suallerine  hem tıbbî cevaplar vermesinin ve hem de bilhassa Kur’an ve Hadislerden süzülmüş manâlar halindeki Risale-i Nur derslerinden “manevî tedavi” mahiyetinde nakiller yapmasının, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (şimdiki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) doktorluğunun, Risale-i Nur derslerine çok defa iştiraklerinin ve çok sayıdaki dinî amaçlı seyahatlerinin  de rolü olmuştu. 
    
Ben, o yıllarda  gazetelerdeki ilk yazısından itibaren yıllarca, onun sağlık köşesi yazılarının editörlüğü, redaktörlüğü ve sağlık köşesi yazarlığı yaptığı gazeteye ulaştırılması işleriyle ilgili yardımcısıydım. 
    
Kendisinin bir trafik kazası sonucu dört gün komada kaldıktan sonra 23 Ağustos 1972 tarihindeki vefat gününden başlayarak şimdiye kadar çok kişi tarafından onunla ilgili müstakil bir kitap yazmam benden istenilmişti. Nihayet, vefatından 47 yıl sonra, “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi Dr. Sadullah Nutku-(Hâtıralar-Yorumlar)” adıyla, 16,5×23,5cm ebadında 504 sayfalık bir kitabımı “şahıs yayını” olarak, Aralık 2017’de yayınladım ve şimdiye kadar bizzat satışını yaptım. 
    
Önsöz, Son Söz ve 17 Bölüm’den ibaret  olan o kitabımın çeşitli konularla ilgili bölümlerinden birindeki, yarım asır kadar öncesini anlatan ve bugünkü durumlarla da mukayeseler yapmak için malzeme olabilecek  yazıların alt başlıklarından bazıları şöyleydi:  Gazete ve Dergilerle Risale-i Nur Neşriyatının O Dönemdeki Önemi/ İlk Nur Gazeteleri ve Dergileri/ Bâb-ı Ali’de Sabah, İttihad ve Yeni Asya/ Yeni Asya Gazetesiyle İlgili Bir Yazı/ İttihad’ın  ve Yeni Asya’nın  İlk Çıkışları/ “Gazete Kurulma Devresi”/ Gazete Kurma Şartnamesi Şöyleydi/ Süleyman Demirel İle İlgili Tavır/ Akademik Personel Derslerimiz/ Süleyman Demirel’i Ziyaretlerimiz.
    
Ülkemiz ve İslâm âlemi için  çok önemli olan 24 Haziran 2018 seçimleri yaklaşırken, o kitabımdan şahidi olduğum olaylarla ilgili bazı kısımları nakletmemin  benden istenilmesi üzerine, önce sıcak bakmadığım bu isteği daha sonra red edemeyeceğimi düşündüm.
     
O kitabımda teferruatıyla bahsettiğim, babamla vefatından bir yıl önce, 1971 yılında birkaç kişi birlikte olarak  yaptığımız son Karadeniz seyahatimizde Rize’nin Çayeli kazasına geldiğimizde, Yeni Asya gazetesinin o zamanki Genel Yayın Müdürü Mustafa Polat’ın bir trafik kazasında vefat ettiği haberini telefonla alınca, o günün şartlarında babamın onun yerine vefat etmeye razı olmasıyla ilgili şu sözlerini duymuştuk: 
“- Mustafa Polat’ın Yeni Asya gazetesiyle yaptığı hizmetine devam edebilmesi için, onun yerine birisinin vefatı  gerekseydi, o kişi ben olmayi kabul ederdim..”. 
Bu, onun mukadderata isyanı değil; o zamanki çok zor şartlarda Kur’an ve iman davası uğrunda Risale-i Nur ölçüleriyle İslâmî bir gazete neşriyatı yaplabilmesinin devamı ve başarısı için, kendi dünya hayatından feragat etmeyi bile kabullenmesiydi.
Dr. Sadullah Nutku’nun dünyanın fanî yüzüne muhabbetle bağlanmadan ve bu fanî dünya hayatında “tevehhüm-ü ebediyet”e kapılmadan, Allah’a kullukta yüksek bir makam olduğu için, en büyük nimet olan hayatından feragat” arzusunda bulunması, o tarihten önce damadıyla yaptığı bir şehirler arası otomobil yolculuğunda da olmuştu.
 
Dr. Sadullah Nutku’nun yaklaşık yarım asır öncesindeki Türkiye’nin ortamında ve şartlarında Yeni Asya gazetesi Genel Yayın Müdürü Mustafa Polat’ın vefat haberini duyunca onun yerine kendisinin vefatını kabullenmesinin sebebi, yaklaşık yarım asır öncesindeki Türkiye’nin ortamının ve şartlarının, İslâm’ı yaşayabilmek ve onu tebliğ edebilmek hürriyeti bakımından bugünkü Türkiye’nin ortamı ve şartlarıyla kıyaslanamayacak şekilde çok farklı ve çok geride olmasıydı.
Yaklaşık yarım asır önceki Yeni Asya gazetesi, Türkiye’nin o günkü şartlarında gerekli ve faydalı İslâmî tebliği yapmaya çalışan günlük neşriyatı ile çok mühim bir boşluğu dolduruyordu. O zamanki Yeni Asya gazetesinin Risale-i Nur eserlerinden kısımlar nakletmesi de şimdiki gibi olmasına rağmen, onların yorumlarına dair bazı yazılar ve günlük siyasetle ilgili neşriyat tarzı, şimdiki Yeni Asya gazetesindekilere hiç benzemeyen bazı farklılıklar arz ediyordu.
Dr. Sadullah Nutku için kendi dünya hayatından da daha ehemmiyetlisi, âhirzamanda Risale-i Nurlar vasıtasıyla Kur’an ve iman hizmetiyle doğru İslâmiyeti tebliğ etmek olduğundan, yarım asır kadar önceki Türkiye’nin ortamında ve şartlarında Mustafa Polat’ın başında bulunduğu Yeni Asya gazetesi, bu mevzuda onun çok mühim taraftarlık göstermesi ve destek vermesi icab eden bir vazife icra ediyordu.
    
Yarım asır kadar öncesinin Türkiye’sindeki Risale-i Nurlar vasıtasıyla Kur’an ve iman hizmetinin içinde bulunduğu o zor şartları daha iyi anlayabilmek ve bugünün Türkiye’sindeki Kur’an ve iman hizmetinde çok artmış dinî hürriyetlerle hakkı tebliğle gerçekçi bir mukayesesini yapabilmek için, yarım asır kadar öncesine ”zaman içinde seyahat”lerle, o zaman dilimiyle ilgili başka hâtıraların penceresinden de istifade ederek bakmakta fayda olabilir.
   
Evet, Risale-i Nur talebelerinin ekseriyeti  için, Yeni Asya gazetesinin o günkü ehemmiyeti şimdikinden çok farklıydı.
 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir mübarek mevsim nasıl heba edilir?

Dünyanın bir numaralı ömür öğütücüsü siyaset, Üç Ayların en feyizli iki ayını bütünüyle işgal ve heder etmek üzere toplumumuzu esir almış bulunuyor.

Artık gündemimizde “Bir daha asla geri dönmeyecek olan bu faziletli günleri nasıl ebedî bir kazanca çevirebilirim?” sorusu yer almıyor. Şimdi en kıymetli dakikalarımız, derken saatlerimiz, derken günlerimiz ve haftalarımız, sosyal medyanın pisliklerini eşelemek ve birbirimize lâf yetiştirip kibir yarıştırmakla geçiyor. Bütün ins ve cin şeytanları bir araya gelse, milyonlarca insanın himmetini böyle kudsî bir mevsimde dünyanın en seviyesiz tartışmalarıyla hebâ etmek ve böyle bir muhabbet zamanında milleti birbirine düşürmek için bundan daha tesirli bir yol bulabilirler miydi?

Eğer “Memleketin mukadderatını ilgilendiren bu kadar önemli bir meseleden habersiz mi kalalım?” denecekse:

Bu meselelerde hemen herkes ne yapacağını zaten biliyordur. Oy verme günü geldiğinde gider, memleketin mukadderatında sizin payınıza düşen görevi yerine getirir, sonra işinizin başına dönersiniz. Bu geniş siyaset dairesinde her birimize düşen vazife bundan ibarettir. Yoksa, memleketin mukadderatını belirleyecek olan, bizim her gün televizyon başında veya internet dünyasının muzahrefatına batmış şekilde geçirdiğimiz günlerin sayısı değildir. Bu sayı ancak kendi mukadderatımızın belirlenmesinde bir rol oynar; o rol de ortaya çıktığında hangi fırsatları tepip hangi belâları başımıza musallat ettiğimizi anlayıveririz, ama iş işten geçmiş olur! En iyisi, biz şimdiden kısa bir hesap yaparak manzarayı bütün halinde görmeye çalışalım:

Bir örnek olarak, dünkü günümüzden kaç saatini bu şekilde heba etmiş olabiliriz: bir, iki, üç, beş, on?

Oldukça mütevazi bir rakam olarak, üç diyelim. Altmış günün toplamında bu rakam 180 saati bulacaktır.

Sonra da bu altmış günün “kazancını” bulmaya çalışalım:

Hangi konuda bilgimiz arttı? Ne öğrendik? Birinin yardımına mı koştuk? Bir gönüle mi girdik? Defterimizin hayır hanesine ne kadarlık bir yatırım yaptık? Din veya dünya için ne kazandık? Şu kadar kitap mı okuduk? Bu kadar hatim mi indirdik? O kadar hadis mi öğrendik? Bir sanat mı edindik? Lâf ebeliğinden ve sövüşmekten başka bir beceri mi kazandık?

Veya, Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konudaki mükerrer ikazlarından şu ibret dolu mektubu bir kere daha pürdikkat okuyalım:

***

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz: Siyasî geniş daireleri merakla takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz.

Elcevap: Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.

Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken âmi bir adam, beride ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmi bir adamın alâkası, bir geniş daire-i siyaset hatırı için böyle kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir?

Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıpruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, her bir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye, ve hâkeza, çok dairelerden hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o birtek lüzumsuz ve ona göre mâlâyâni olan siyaset cereyanlarına feda etmek dîvanelik değil de nedir?

Ümit Şimşek