Etiket arşivi: çocuk

Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç?

Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir.

Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir.

Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz.

Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.”

 “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.”  “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler.

Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”

Senai Demirci

Çocuklarımızın Kuran Eğitimi

Aile içinde ister büyük ister ufak olsun her bireyin mükellef olduğu bir vazife vardır. Ancak en büyük vazife anne babaya düşmektedir. Çocukların tahsili ve onlara dinlerini güzelce öğretmek, meslek sahibi yapmak, güzel ad takmak, sünnet etmek, evlenme çağına geldiğinde salih/saliha biriyle evlendirmek ve evlilik hakkında bilgilendirmek gibi mesuliyetler anne babanın çocuklarına karşı görevleri arasındadır.

Anne babanın çocuklarına karşı sorumlu oldukları en önemli görevlerinden birisi de; onlara iyi bir eğitim verebilmektir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, “Evladın ana-babası üzerinde üç hakkı vardır: Doğduklarında güzel bir isim vermek, eğitim öğretimlerini yaptırmak, evlenme çağına gelince de evlendirmektir” buyurmaktadır.

Çocuğun gelişmesi ve yetişmesinde anne-babanın rolü çok önemlidir. Bir anne-baba çocuklarının sadece dünyevi ihtiyaçlarını değil uhrevi kazançlarını temin yolunda da gayret göstermelidir. Kuran-ı Kerim’de, “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun” (Tahrim, 6) buyrularak kişinin ailesinden sorumlu olduğuna işaret edilmiştir.

Ancak ne yazık ki çağımızın insanı, kendi öz evladını bile sudan sebeplerle ihmal eder duruma gelmiştir. Geleceğimizin teminatı, dünya hayatının ziyneti ve Allah’ın emaneti olan çocuklarımızı ruhen ve bedenen sağlıklı bir şekilde yetiştirmek hepimizin görevidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz” (Tirmizi) buyurur. En güzel terbiye elbetteki İslam ahlakı, onun da anahtarı Kur’an-ı Kerim’dir. Bu açıdan, yetişen nesillerimizi Kur’an-ı Kerim ile tanıştırmak büyük önem arz eder. Çünkü Kur’an, insanlar için bir hidayet kaynağı, gönüllere şifa ve Allah’tan bir rahmettir.

KUR’AN ÖĞRENMEYE NE ZAMAN BAŞLAMALI?

Eğitimcilerin bildirdiklerine göre, çocukluğun 3 ila 6 yaş arası Kur’an harfleriyle tanışma çağıdır. Çünkü bu çağda çocuk 1,5 ila 2 yaşında başladığı konuşmayı, kelime hazinesini ve telaffuz yeteneğini geliştirmektedir. Ayrıca bu çağda çok soru sorması, öğrenmeye ne kadar elverişli ve hazır olduğunu göstermektedir. Bu yaşlar öğrenmeye adeta aç olan çocuğa Kur’an öğretmeye başlamak için güzel bir zamandır. En önemlisi bu yaşlarda çocuklarda görsellik daha ön planda olduğu için Kur’an harflerini çok daha çabuk öğrenip hafızasına yerleştirebilmektedir. Zaten şu anda dil bilimciler çocukların birden fazla dil öğrenebilmesi için 3 ila 6 yaş arasının iyi değerlendirilmesi gerektiğini bildirmektedirler.

Kuran eğitimi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli bir konudur. Kur’an’ı öğrenmek, okumak, onunla amel etmek ve gelecek nesillere aktarmak Müslümanlığımızın temeli ve en güzel göstergesidir. Bu sebepledir ki Peygamber efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde bizleri Kur’an okumaya ve onu öğrenmeye teşvik ederek şöyle buyurmuşlardır: “Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim)
Yine Peygamberimiz (s.av), “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir” (Buhari) buyurarak, Kur’an öğrenmenin ve öğretmenin de faziletine dikkat çekmiştir. Şu gerçektir ki, bu gün gençliğin Kur’an okuyamayışının temel sebeplerinden biri de anne ve babaların, vaktinde çocuklarına bu eğitimi vermeyişleri veya Kur’an öğrenmeleri için çaba göstermemeleridir. Bakıldığında gençler, yaşları ilerlemiş olmasına rağmen Kur’an okuyamayışlarını üzüntüyle ifade ettikten sonra bu durumda olmalarının sebebinin, vaktinde anne ve babalarının kendilerini yönlendiremeyişi olduğunu belirtmektedirler. Çocuklarının Kur’an’ı öğrenmesine vesile olan anne babalar için şu hadis-i şerif yeterlidir aslında: “Kendisine dua eden hayırlı bir evlat sahibi anne–babanın amel defteri kapanmaz.” (Müslim)

TATİL FIRSATI İYİ DEĞERLENDİRİLMELİ

Tatilin yan gelip yatmak olmadığını, “Boş kaldığın zaman hemen (başka) işe koyul” (İnşirah, 7) ayetinde anlıyoruz. Çocuklarımız için; Kur’an-ı Kerim gibi dinlendirici ve ferahlatıcı bir kitaba yönelmek tatillerinde en hayırlı iş olacaktır. Kur’an’ı öğretmek için tertiplenmiş olan yaz kurslarını, kendimiz ve çocuklarımız için fırsat bilmeliyiz. Rasulullah (s.a.v) Efendimiz, Kur’an okumak için bir araya gelen topluluk hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın evlerinden bir evde (cami ve mescidlerde) Allah’ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bir araya gelen topluluk üzerine huzur iner, onları rahmet kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah Teala, onları kendi katındakilerle birlikte anar.” (Müslim)

Rabbimizin kitabı olan Kur’an-ı Kerim’i ve dini bilgileri öğrenmek için, yaz tatili güzel bir fırsattır. Yaz kursları, cami-çocuk buluşmasını sağlayarak bazı dini görevlerin manevi bir hava içerisinde uygulandığı zamanlardır. Çocuklarımız, ailelerinde ve okullarında öğrendikleri dini bilgilerini, bu kurslarda uygulayarak pekiştirirler. Yaşayarak öğrenirler. Dini uygulamalarda önemli bir yeri olan dua ve namaz sureleri de daha çok bu kurslarda ezberlenmektedir. Kur’an-ı Kerim okumayı bilenlerin çoğunluğu, Kur’an okumayı ilk defa yaz Kur’an kurslarında öğrenirler. Temel dini bilgilerini de genellikle burada alırlar.

EVLADINA KURAN ÖĞRETEN ANNE BABANIN MÜKAFATI

Gözlerimizin aydınlığı olan yavrularımız, Rabbimizin bizlere birer lütfu ve emaneti olarak, tertemiz bir yaratılışla dünyaya gelmişlerdir. Yüce Allah’ın ilk emri: “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku…” (Alak, 1) olduğuna göre çocuklarımıza, kitapların en yücesi Kur’an’ı öğretmek bizlere yüce Rabbimiz’in hoşnutluğunu kazandıracaktır. Sevgili Peygamberimiz: “Kim Kur’an okur ve onunla amel ederse, kıyamet günü anne ve babasına, ışığı güneş aydınlığından daha parlak bir taç takılır ve yine onun anne ve babasına değeri dünyalara değişilmez iki elbise giydirilir. Onlar: ‘Bize niçin giydirildi?’ diye sorduklarında; kendilerine: ‘Çocuğunuzun Kur’an öğrenmesinden dolayı diye cevap verilir” (Ebu Davud) buyurmaktadır.

Unutmayalım! Ağaç yaş iken eğilir. Çocuklarımızın Kitap’ını, dinini öğrenmeye vesile olmak, her anne-babanın görevidir. Anne-baba Çocuklarına Kur’an öğretmekle yavrularının dünya ve ahiret saadetine nail olmalarına ve huzurlu bir ömür sürmelerine yardımcı olmuş olur.

Hüseyin Okur / Semerkand Aile Dergisi

Silgi Yiyen Çocuk

Elimden oyunumu ve yazlık elbiselerimi aldığı için sonbaharı pek sevmezdim. Bir de, okulların başladığı bir mevsim olduğundan tabii. Çocukluk günleri malum; bir günümüz bir hafta kadar uzun gelirdi bize. İşte o uzun günlerin bitmez zannedilen yaz tatilinin peşinden eylül çıkagelirdi. Eylül; tatile veda, okula merhaba demekti…Bahçemizdeki kavak ağaçlarının yaprak döküm mevsimiydi. Bir yandan ağaçlar soyunuyor, kuru dallar iskelet şeklini alıyorlardı. Sadece dut ağaçlarının yaprakları direniyordu, sonbaharın son ânına kadar. Bir yandan kısalan günler ve biten tatil, diğer yandan ise sürprizler ve meraklar karmaşası içinde okulun yolunu tutuş. Birinci sınıfta refakat eden, okulun kapısına kadar getiren babaanne ya da yakın biri yok artık. Önce ilkokul iki de bu ilgiler azalıyor. Üçüncü sınıfta ise, tamamen yalnızlaşıyorsunuz. Eh okulu da tanıdığınıza göre, bir de sınıf başkanıysanız benim gibi, havanız değişiyor birden. Belki de bize güven duydukları için, ilk yılların takip ve ilgisi kalmıyor. Sevdiğim bazı arkadaşlarımdan sınıflarımız ayrıldı diye çok üzülürdüm…Bir müddet sonra buna da alışırdık. Hiç olmazsa aynı okuldayız diye teselli bulurduk. Aklım sokaklarda ve oyunlardaydı. Alışkanlıkları terk etmek kolay mı? Ama yine de yeni öğretmen, yeni sınıf ve yeni arkadaşlar heyecan uyandırmıyor değildi. Pırıl pırıl giysilerimiz, özenle kaplanmış defterlerimiz bir başkaydı. Çantaya tüm kokusunu sindiren kalemler ve silgiler unutulur mu hiç? Hâlâ hatırlarım hafızama sinmiş bu kokuyu. İçime uzun uzun kokusunu çektiğim pembe silgiler vardı. Sekizgen köşeli, parmak kalınlığında, köfteye benzerdi. İnsanın yiyesi gelirdi onları. Bu pembe silgiler, o günlerde başıma çok iş açmıştır.. “Sakın Ağzındakini Çıkarma!” Bir gün Necla Öğretmen sınıf arkadaşlarımızdan birini sözlüye kaldırmıştı. Ezberlediği çarpım tablosunu dinliyordu. Ben de dalmışım. Alışkanlık işte, ısırdığım silginin ufalanmış parçalarını ağzımda gezdiriyordum. Öğretmenim birden bana doğru bakıp, “Öyle kal!” dedi. Ne yapacağımı bilemedim. “Sakın ağzındakini çıkarma” diyordu. Eyvah ki eyvah. Silgiden başka bir şey olsaydı ağzımda, onu yutardım ama şimdi ne yapabilirdim. Bu hâlimle bir yanda bütün sınıfa karşı rezil olmak vardı. Bir yanda da utancımdan ağzımdaki silgi parçalarını kimsenin görmesini istemiyordum.Her şeyi göze alıp, başımı sıranın altına doğru eğdim ve ağzımdaki silgi parçacıklarını yere tükürdüm. Benim ağzım boşalmıştı ama öğretmenimin ağzı, yüzü öfkeyle dopdoluydu. Ne vardı bu kadar büyütülecek, anlamadım gitti. Ben onun yerinde olsaydım, daha koca bir silgi verirdim öğrencimin eline kimseye çaktırmadan. “Boş vakitlerinde evde devam edersin” diye, bir de işi espriye vururdum. Öyle olmadı maalesef. Sanırım o gün Necla Hanım da çok kötü bir günündeydi. Orta boylu, ağır vücut yapısıyla iki yana sallana sallana hışımla yanıma geldi. “Aç bakayım ağzını” dedi. Ağzımda bir şey olmadığımı görünce, öyle bir tokat aşketti ki, hatırladıkça hâlâ sol yanağımda o acıyı duyarım. Keşke bunları yaşamasaydım ve sizlere de anlatmasaydım. Ama olmuyor işte, hayat böyle acısıyla, tatlısıyla güzel. Bu tatsız günler de, diğer tatlı ve güzel günlerin kıymetini bilmek için bir ölçü oluyor sanki. Öfke ile kalkan zararla oturur derler ya, her ikimiz için de kayıp bir gündü…

Eminim, aynı el o sıralarda yeni doğmuş çocuğuna şefkatle dokunurken, onu tutup sevip, okşarken, bana attığı o bir tokat için çok acılar hissetmiştir. Kendi çocuğuna yapabilir miydi bunu? Asla… Peki ama bana neden? Yaptığım şey yanlış ise, uyarması gerekmez miydi? Sekiz yaşında bir çocuğun, işin doğrusunu ondan öğrenmek hakkı değil miydi? Benim hayatıma mutlaka unutulmaz güzellikler katan öğretmenim, bir tokatla siliniverdi dünyamdan. Onca güzel anılar varken, yaşadığım bu tek acı olay yüzünden; bütün o yılı ve üçüncü sınıfın tamamını sildim hafızamdan… Ağlamak Benim de Hakkım ŞİMDİ ağlamak istiyorum… Öğretmenime haksızlık ediyorum belki de… Bana mutlaka sayısız faydası dokunmuş olan bu insanı, bir tokat attı diye nasıl da acımazsızca silmişim defterimden. Bunu geç de olsa telâfi etmeliyim.

Siz, siz olun, ne yapılırsa yapılsın affetmesini bilin. Bazen büyüklük, küçüklerde kalmalı… Benim gibi öğretmenini affetmek için kırk yıl beklemeyin lütfen olur mu? Yıllarca yüreciğim bu acıya nasıl da dayanmış, hayret… Bu olayı yaşamaktan daha da acısı affetmemekmiş meğer bunu bildim. Affettim öğretmenim, ebediyen affettim sizi. Suçlu bendim ama bunun suç olduğunu bilecek, yanlış olduğunu gösterecek biri çıkmadı karşıma. Elimden tutmalıydınız, doğru davranışı göstermeliydiniz. Buna rağmen affettim sizi, lütfen siz de affedin beni. Dualarım ruhunuza ulaşır inşaallah… Sevgili, öğretmenim benim.

İşte böyle arkadaşlar. Bakın o günlerden kalma en acı bir hatıra bile sonunda tatlıya bağlandı değil mi? Barışmak güzel, yüz yüze olmasa bile güzel. Hem bizim küsmelerimiz hani mendil kuruyuncaya kadardı canım. Ne çabuk unuttuk. Hâlâ mı affetmeyelim bize A’yı, B’yi, hayatı, yaşamayı öğretenleri. Lütfen bu hatıra anlattığım kadarıyla kalsın, sizler bundan başkaca bir olumsuzluk dersi çıkarmayın olmaz mı? Ben sevdiklerimle bir müddet konuşmasam bile, onları dualarımdan silmedim hiçbir zaman. Çünkü küsmek bile, ancak birbirini sevenlerin arasında olan şeydir. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında ne küslük, ne dargınlık olabilir ki. Sevgili öğretmenimle aramızdaki bu anıyı, bugün bir kez daha hatırlamamızın sırrı, onunla tekrar görüşme arzusundan doğmuştur belki de. Hatıralar hatırlandıkça, güzel tarafından bakıldıkça, ne kadar da doyumsuz bir zevk veriyor insana. Dışarıdaki eylül güneşi ne kadar solgun olursa olsun, içinizdeki güneş parlayacak ve ısıtacak sizleriAbdülkadir Geylâni’nin; “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular” özdeyişini hatırlamanın tam da sırası. Rabbim neşenizi hiç eksik etmesin. Hayatınız en güzel hatıralarla dolu dolu geçsin inşallah.

Selim Gündüzalp

Çocukta Zeka Oluşumu

Dünyada, kıskanmadan insanın kendisinden daha iyi olmasını istediği tek varlık, kendi çocuğudur.

 Bize anne ve babalar tarafından en sık sorulan sorulardan biri de çocuklarının zekâ düzeyi ile ilgili sorulardır.

 –         Acaba eğitimle çocuğumun zekâsı artar mı?

–          Eğitimin yeri, anne ve babadan daha mı önemli?

–          Zekâ sadece doğuştan anne ve babanın genlerinden alınan bir özellik mi?

–          Zekâyı en çok etkileyen faktörler nelerdir?

Bu soruları çoğaltmak mümkün.

Her anne baba haklı olarak çocuğunun rahat, huzurlu, başarılı ve zeki olmasını ister. Bunun içinde onların iyi eğitilmeleri ve başarılı olmaları için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar.

Öncelikle vurgulamamız gereken şey; bütün çocukların belli bir potansiyele sahip olarak doğduklarıdır. Ancak bu potansiyelin aktif hale getirilmesi ve var olan yetilerin daha fazla gelişmesi için aileye büyük görevler düşüyor. Çünkü zekânın oluşumunda etkili olan unsurlar arasında;

 –         Annenin hamilelik döneminde yaşadıklarının %20

–          Anne ve babadan geçen genlerin etkisinin %35

–          Doğumdan sonraki çocukların yetiştikleri çevrenin etkisinin %45 olduğu ispatlanmıştır.

İstatistikî verilerden de anlaşılacağı üzere çevrenin zekâ üzerindeki etkisi azımsanamayacak kadar çoktur.  Diyelim bir insanın boyu genlerinde 170 santimetre. O çocuk iyi beslenirse 1.70 santimetreye kadar boyu uzayacaktır. Aksi durumda boyu 1.60 santimetrelerde kacaktır. Zekâ da böyledir. Ortalama insanın IQ´su (zekâsı) 100 civarlarındadır. Çocuğunuzun potansiyel zekâsının 140 olduğunu varsayalım. Çocuk eğitilmediğinde veya olumlu çevresel impulsları alamadığında IQ 100´ler civarında veya daha aşağı seviyede kalacak demektir. Yani aslında var olan potansiyel kullanılmadığı için nakıs kalmış olacak ve deha niteliğindeki çocuğumuz vasat sınırlarda yaşamaya mahkûm olacaktır.

Zekâyı geliştirmenin ilk kuralı kendi potansiyelimizin farkında olmak ve ondan sonraki aşama da baskın olan zekâ tipimizi bilmektir. Bu çocuk eğitiminde de böyledir. Anne-babalar çocuklarının baskın olan zekâ tipini bilirlerse çocuklarının eğitimini ona göre düzenleyebilir ve çocuklarını daha küçük yaştan itibaren kabiliyetlerine göre yetiştirebilirler.

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi zekâ insana bahşedilmiş muazzam bir potansiyel olmasına rağmen, kullanılmadığı veya uygun eğitimlerden geçirilmediği zaman geliştirilemez ve o muazzam potansiyel kullanılamaz. Bunu bir ülkenin yeraltı zenginliklerine benzetebiliriz. O ülkede istediği kadar çok bor madeni, petrol, altın, gümüş yatakları vs gibi yeraltı zenginlikleri olsun eğer bu zenginliklerin farkına varılmaz veya değerlendirilmez ise o ülke iç ve dış borç batağından kurtulup da sosyal refah düzeyine ulaşamayacaktır. Günümüzde de insanlar kendi ve çocuklarının potansiyellerinin farkına varamadıkları için, normal yaşam standart’ının çok altında bir yaşam sürmektedirler.

Çocuğumuzun zekâsının (IQ) ne kadar olduğunun yanı sıra, nasıl bir zekâ türüne sahip olduğu, onu tanıma ve ona vereceğimiz eğitim açısından çok önemlidir. Günümüzde çocuklarımızın kapasitesini öğrenme adına en çok merak edilen konulardan biridir çocuğun zekâ düzeyi (özelliklede IQ). Oysa yapılan son araştırmalarda zekânın düzeyinden ziyade zekânın tipinin önemli olduğu ispatlanmıştır.

Yalnız burada özellikle yapılmaması gereken önemli bir husus; anne ve babaların çocuklarının baskın zekâ türünü tespit edip ille da ona göre meslek seçmeleri konusunda çocuklarını zorlamamalıdırlar. Çünkü çocuğun zekâ tipi, onun ileride hangi mesleği seçeceğinden çok, hangi yöntemle öğrenebileceğini ortaya koyar. Örneğin çocuğunuzda müzik zekâsı var diye ille de çocuğa müzik aleti almak veya konservatuara yazdırmak zorunda değilsiniz. İki saat matematik çalışıyorsa, bir saat de müzik dinlemesine imkân vermelisiniz.  Eğer anne ve babalar bunu yaparlarsa çocuk matematiği daha çok sevecektir.

Harward üniversitesi profesörü; Howard Gardner’in araştırmasına göre biyolojik temele dayanan sekiz farklı zekâ vardır. Çoklu zekâ teorisi denen bu araştırma her çocuğun bireysel farklılıklarını değerlendirmeyi temel alır.

Zekâ’nın Bölümleri

Sözel Zekâ: Kelimeleri etkili kullanma yeteneğidir. Bu çocuklar dinleyerek öğrenmeyi sever, duygu ve düşüncelerini sözel ifadelerle aktarırlar. Masal, hikâye ya da fıkra anlatmaktan çok zevk alırlar. İyi yazarlar, iyi anlatırlar, kitap okumayı severler. Anne-babanın onu konuşturmaya çalışması faydalı olur. Bu türden daha çok şair, yazar, gazeteci ve politikacı olur.

Sayısal (Mantıksal/Matematiksel) Zekâ: Sayıları akıllıca kullanmak ve sebep sonuç ilişkisi kurabilme yeteneğidir. Eskiden yapılan zekâ testlerinde sadece bu zekâ türü ölçülüyordu. Sebep-sonuç ilişkisi kurmayı ve “neden” demeyi severler, çok soru sorarlar. Bu çocuklar hesap yapmayı, sayı saymayı, mantık yürütmeyi, bir makineyi söküp nasıl çalıştığını görmeyi sever. Dama, satranç gibi düşündüren oyunları oynamaktan çok zevk alırlar. Bilim adamı, matematikçi ve bilgisayar programcısı olma ihtimalleri yüksektir.

Görsel Zekâ: Etrafındaki objeleri hayalinde canlandırma ve değerlendirme yeteneğidir.  Bu çocuklar işittiği bir şeyi değil de, gördüğü bir şeyi daha iyi akılda tutarlar. Yaşıtlarına kıyasla çizimleri ve resimleri güzeldir. Yapboz, labirent gibi görsel faaliyetlerden çok hoşlanırlar. Film ve slâyt gösterileri eşliğinde öğrenmeyi severler. Eğilimli oldukları meslekler; ressam, mimar, fotoğrafçı ve dekoratörlüktür.

Bedensel/Kinestetik Zekâ: Kişinin kendisini ifade etmesinde ve bir şeyler yapmakta bedenini kullanma (dans, mimik, pandomin) yeteneğidir. Yerinde duramazlar, spora ilgileri fazladır. El becerileri gelişmiştir. Çok rahatlıkla tamir işlerini yapabilirler. İyi taklit yaparlar. Bu çocuğa öğretirken atölye çalışması yaptırmak gerekir. Sporcu, aktör, dansçı, heykeltıraşların çoğu bu zekâya sahiptir.

Müzik (İşitsel) Zekâsı: Seslere hassasiyet gösterme kapasitesi ve kendisini müzikle ifade etme yeteneğidir. Nota, solfej bilmeseler bile, melodileri hemen akılda tutarlar. Müzik eşliğinde ders çalışırsa o bilgileri daha iyi akılda tutabilirler. Müzik aleti çalmaya heveslidirler. Müzisyen olurlar.

Sosyal (Kişiler Arası) Zekâ: Başkalarının ruh hallerini, hislerini, duygularını, mizaçlarını anlama kapasitesi ve yeteneğidir. İnsanları tanıma konusunda çok başarılıdırlar. Liderlik özellikleri vardır. Oynayarak, paylaşarak, konuşarak öğrenirler. Onu sosyal ortamlara sokup, sosyal becerilerini geliştirmesine fırsat vermek gerekir. Bu türden daha çok danışman, öğretmen, siyasi lider çıkar.

İçsel Zekâ: Hayal kurmayı, düşünmeyi severler, kendilerinin güçlü ve zayıf yönlerini iyi analiz ederler. Genelde tek başlarına çalışmayı ve oynamayı tercih ederler. İçine kapalı çocuk diye tanımlanırlar. İlgi duydukları şeyler veya hobiler hakkında çok fazla konuşmayı sevmezler. Bu çocukları düşünmeye, oturup kafa yorarak fikir üretmeye,  hayal kurmaya teşvik edebilirsiniz. İçsel zekâya sahip olanlar psikolog ve psikoterapist olmaya daha yatkındır.

 Doğa Zekâsı: Böcekler, hayvanlar, deprem gibi doğa olaylarına karşı ilgi duyarlar. Temiz ve yeşil bir çevre onlar için önemlidir.

Çocuklarımızın daha kolay öğrenmesini istiyorsak bu zekâ türlerini bilip çocuğumuzda baskın olan zekâ tiplerini tespit ettikten sonra eğitimlerini ve öğretimlerini buna göre düzenlememiz gerekir. Örneğin; görsel zekâsı olan çocuklar resimlerle ve video filmleriyle daha kolay öğrenirken, bedensel zekâsı olan çocuklar dokunarak, deneyerek, yaparak daha iyi öğrenirler. Matematik zekâlı çocuklar mantığa dayalı, sebep sonuç ilişkileriyle rahatça öğrenirken, müzik zekâlı çocuklar müzikle, dilsel zekâlı çocuklar ise dinleyerek ve okuyarak öğrenmede daha başarılı olurlar. Sosyal zekâlı çocuklar konuşup, iletişim kurarak, içsel zekâlı çocuklar ise tek başına çalışarak öğrenmekten zevk alırlar.

Zekâ tipi ne olursa olsun her çocuğun kuvvetli ve zayıf olduğu yanları vardır. Çocuk eğitiminde ve öğretiminde tek tip zekâya yönelik programların uygulanması içimizden çıkması muhtemel olan pek çok dahi çocuğun gelişimini engelleyecektir.

Şimdiki aklımız olsaydı; Öncelikli olarak çocuklarımızın baskın olan zekâ tiplerini öğrenir ve bir şeyi onlara anlatacağımız zaman baskın olan anlama tiplerine göre anlatırdık. Üçüne birden anlattığımız ve birinin iyi anladığı diğerinin daha az anladığı konuda daha az anlayanı suçlamaz, bunun sebebinin bizim anlatım tarzımızdan ve çocuğumuzun kişilik özelliğinden kaynaklandığını düşünüp onu daha iyi anlamaya ve onun özelliklerini daha iyi tanımaya çalışırdık.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Ders, İstanbul’da mı, Siirt’te mi ?

Günlerden Cumartesi.

O akşam Kurtköy Nur hizmetleri ile alakadar olan Kadir ağabey, beni aradı ve “Abi Siirt’e derse gideceğim, bana eşlik eder misin. Merak etme fazla durmayacağız, dersten sonra hemen döneceğiz” dedi.

Şaşırdım tabi. Şaka yapıyor olmalı diye geçirdim içimden ve gülerek, “tabi tabi neden olmasın. Hatta istersen ordan da Amerika’ya gidelim, oradan döneriz” deyince “şaka yapmıyorum, bana eşlik et, kendi gözlerinle gör” dedi.

Fesubhanallah. Var bunda bir iş” deyip kabul ettim.Ve birlikte yola koyulduk. Geldiğimiz yer Kartal’ın Yakacık bölgesinde bir mahallenin camiisi.

Durum böyle olunca dayanamayıp “hani siirte gidecektik.” deyince, o da “hele sabret abi” diye cevap verdi.   İçimden “galiba bu camiden oraya ışınlanacağız” diye geçirdim.

Akşam ezanı okunmaya başladı. Biz de o arada cami cemaatinden birkaç kişi ile tanışmak istedik. Konuşmalarından doğulu oldukları anlaşılınca memleketlerini sorduğum herkes ağız birliği yapmış gibi “Siirt” diyorlardı. Şaşırdım. Kime sorsam aynı cevabı alıyorum.

Namazı kıldık. Ve caminin çayhanesine geçtik. Bir de baktım sandalyelere oturmuş 20 civarında çocuk. Hepsi güzelce oturmuşlar bizi bekliyorlar (onların bir kısmını camide görmüştüm zaten). Biz de onların karşısına oturduk ve Kadir ağabeyin onlara ilk sorusu şu oldu. “Siirtli olanlar parmak kaldırsın”. İnanmayacaksınız ama 17 çocuktan biri hariç hepsi el kaldırdı. Meğersem burası Siirt’lilerin mahallesiymiş. O zaman jetonum düştü tabi.

İstanbul’u İstanbul olarak kabul etmek doğru değil aslında. Çünkü orası Türkiye’nin takendisi. Her şehirden gelenler koloni halinde bir arada oturuyorlar. O nedenle her il için bir iki mahalle mutlaka var İstanbul’da. Karadeniz mahallelerini bilmeyen yoktur.

İşte Kartal’a bağlı Siirt mahallesi de bunlardan biriydi. Akşam namazını kılmak için camisine girdiğimizde, hepsi kürtçe konuşan, kıyafetleri tamamen doğuya uygun olarak giyinmiş, “aranızda kimler Siirtli” diye soracak olursanız hepsin el kaldırdığını görebileceğiniz ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız. Şâfi mezhebine göre namaz ve tesbihat yapılıyor. Kendinizi Adeta doğuda bir kenar mahalle camiinde zannedersiniz.

Caminin çayhanesindeyiz. Saat akşam 21.10 ve ders başlatalı iki hafta olmasına rağmen, derste  tam 17 çocuk var.  Kurtköy hizmetleri ile alakadar olan Kadir ağabey her hafta aynı gün Kurtköy’den Siirt mahallesine gelerek, bu çocuklara nurları ulaştırmaya başlamış. O akşam  Asây-ı  Mûsa’dan bir ders yapılıyor.  Çocuklar da pür dikkat dinliyorlar ağabeylerini.

Hatta geçen hafta yapılan ders ile ilgili sorulan sorulara, okullardaki gibi parmak kaldırarak cevap veriyorlar. Kadir abi de Çikolata ile onları ödüllendiriyor. Maşallah daha ilk haftadan itibaren 15-20 çocuk toplanmaya başlamış. Dua edin. Bu bir çekirdek olsun ve Siirt mahallesinde de çocuklarla başlayarak babalarına da ulaşmayı nasip etsin.

www.NurNet.org