Etiket arşivi: eğitim

Vicdan hep doğruyu söyler. Bediüzzaman çağın vicdanıdır

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı çağa damgasını vurmuş büyük bir şahsiyet… Yirminci yüzyıl Türkiye’sini değerlendirirken onun izlerini görmemek mümkün değil. Bediüzzaman sadece Türkiye’de değil dünyada yaşanan değişimlere de etki etmiş bir isim. Zaman geçtikçe de hem Türkiye hem de dünya üzerindeki etkileri artarak devam ediyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada sayıları giderek artan milyonlarca takipçisi bunun en büyük göstergesi…

Hal böyle olmasına rağmen gerek Bediüzzaman’ın kendisi gerekse telif ettiği Risale-i Nur hakkında yeterince bilimsel çalışma yapıldığını söyleyebilmek zor. Bediüzzaman ve onun başlatmış olduğu hareket hakkında sosyolojik, psikolojik, felsefi anlamda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Ancak son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar bu alanda bazı eksikleri gidermeye başladı.

Bu son çalışmalardan birisi de Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan tarafından kaleme alındı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Nesil Yayınları arasında çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” isimli eserinde Bediüzzaman’ın yetiştiği ortamları, yaşadığı olayları, sosyal çevresini, liderlik özelliklerini, ortaya koyduğu fikirlerini ve bunların topluma yansımalarını bilimsel metotlar ve veriler ışığında inceliyor. Eser, Bediüzzaman’ı ve onun fikirlerini anlama açısından tam bir başucu kitabı ve kaynak bir eser olacak nitelikte… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Bediüzzaman’ı ve fikirlerini anlamak isteyen birisinin mutlaka bu kitabı okuması gerekir.

Niçin “Çağın Vicdanı”?

Vicdanın “ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın ‘vicdanî normlarını’ tanımlamış ilginç ve sıra dışı bir kişilik. Eserleri ‘fen ilimleri ile din ilimlerini’ bir arada açıklama iddiasındaydı, muhakkak incelenmeliydi. Din ve bilimi bu derece barıştırmayı başarmış ‘hazine eserler,’ pozitif bilim bakışıyla eleştirilerek ve yorumlanarak değerlendirilmeliydi” diyor.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığı “keşif yolculuğu“nda Risale-i Nur eserlerinin olağanüstü bir rehberlikle zihnini ve yolunu açtığını ifade eden Prof. Tarhan, “İlginç olarak yeni psikoloji bilgileri ve sosyal sinirbilim verileri ile Bediüzzaman’ın öğretisi arasında müthiş benzerlikler vardı. Nursî’nin başlattığı hareket ve bıraktığı eserler, sadece dinî bir hareket ve eserler değil; psikolojik, sosyolojik, felsefî boyutlarıyla birlikte, ilginçtir, ‘sosyal nörobilimi’ öngörmüş bir hareket ve eserlerdir” ifadelerini kullanıyor.

Prof. Tarhan, “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını kaleme alma gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da bulduğum bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım, çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Herkes benim kadar şanslı olamayabilir; gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Bediüzzaman Said Nursî, eserleri ve ortaya koyduğu hareketle ilgili yaptığı değerlendirmelerden bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve benliği

Bediüzzaman’ın özgeçmişine baktığımızda, egosunu geliştiren şartların zor ve değişik ortamlar olduğunu görürüz. Bitlis’e yaya olarak yedi saat uzaklıkta, Nurs köyünün yoksul ortamında büyümüştür. O dönemde Doğu’da eğitim olarak sadece medrese sistemi bulunmaktadır. Ağabeyleri o medreselere gidip eğitim alırlar. Said Nursî de o medreselere kısa dönem de olsa devam eder, fakat eğitim sistemini sorgular. Daha küçük yaşlardan itibaren muhalif tarzı dikkat çekmeye başlar. Bu tutumu annesini endişelendirirken, babasının ise yüreklendirici etkisi görülür.

Bediüzzaman’ın babası Mirza Efendi’nin tarlaya gidip gelirken başkalarının ekinlerini yememesi için hayvanlarının ağızlarını bağladığı anlatılır. Bunun gibi ciddi ahlakî değerler, onun hayatına model olmuştur. Formel akademik bir eğitim almamıştır fakat ahlakî eğitimin ön planda olduğu bir ortamda büyümüştür. İyi insan olmanın temel alındığı şartlarda yetişmiştir.

Çocukluk travması olan kişiler, duygusal ihmal yaşamış, herhangi bir şekilde değersizleştirilmiş, aşağılanmış, mutluluğu dışarıda aramış olabilirler. Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda duygusal örselenme ve travma diyebileceğimiz bir veri yoktur. Tam tersine koruyucu, şefkat veren annelik tarzı ile ilme ve okumaya yönlendiren baba ve ağabeylerin cesaretlendirici tavırları görülmektedir. Bu konuda kendisi de, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” demektedir. Hayatında dengeli ve akıllı cesaret örnekleri görülmektedir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 25-26)

Eğitimde Bediüzzaman modeli

Üç ayrı zamanda gerekli girişimlerde bulunduğu halde bir türlü istediği üniversiteyi kuramayan Said Nursî, bütün vatan sathını mektep yaparak, evleri üniversite haline getirir.

Fen bilimleri ve din ilimlerini birleştiren küçük küçük dershaneler kurmayı başarır. Bu hareketin ölçülerini, standartlarını belirler ve ‘lahika’ adını verdiği, mektuplarını bir araya getiren kitaplarında yazar. Bununla ilgili uygulamalar konusunda talebeleriyle mektuplaşarak dershane tarzındaki evlerde din ilimleri ile pozitif ilimlerin birlikte işlenebileceği eğitim modelini oluşturur.

Bediüzzaman Modeli de denilebilecek, formel olmayan bu eğitim tarzı, formel eğitimin dinî bilgilerdeki eksiğini de tamamlar. Formel yoldan hayata geçiremediği eğitim modelini Bediüzzaman, enformel, yani gayriresmî ama meşru bir yolla, yasalara aykırı olmayacak şekilde uygular ve öğrenciler yetiştirir. Bu öğrenciler sadece lise, üniversite talebeleri değildir.

Esnaf, köylü, çiftçi vatandaş da bu grup içinde yer almaktadır. Önce yazarak, sonra müzakere ederek, onlarla birlikte defalarca okuyan Bediüzzaman, bu okumalardan kendisinin de istifade ettiğini her zaman dile getirir. Böylece kendi kitaplarının da talebesi olur. Uyguladığı bu yöntemde hem ortaya çıkarttığı hakikat, hem de kullandığı metot kendisine özgüdür. İslam tarihinde bu metotla Kur’an’ın ve imanî bilgilerin öğretildiği başka bir hareket tarzına rastlanmaz.

Bediüzzaman’ın bu metotla yetişen talebeleri Anadolu’nun her tarafına yayılır; birçoğu hapislere girer, yargılanırlar ve beraat ederler. Fakat sonunda Bediüzzaman’ın bu eğitim tarzı ve fikirleri Anadolu’da ciddi kabul görür.

Bediüzzaman geliştirdiği eğitim modelini hayatının gayesi olarak belirlerken meslekî egosunu tatmin etmemeyi seçmesi dikkat çekicidir. Çok iyi bir alim imajı vermek isteseydi, klasik bir tefsir yazardı. Bediüzzaman, baştan sonuna kadar Kur’an’ın tefsirini yazmak için; her ayetin mucizeliğini göstermek gerektiğini biliyordu. Onun için sadece klasik ve lafzî bir tefsir yazmadı. Anahtar bir tefsir olarak Risale-i Nurları yazdı. Meslekî hocalık yahut da kendi egosunu tatmin gibi bir yolu seçseydi, büyük bir klasik eser ortaya çıkarır; bu eseri de kütüphanelerin ve ilahiyat fakültelerinin başköşesinde referans kitabı olarak bulunurdu. Bediüzzaman böyle bir yolu tercih etmedi.

Bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gören Said Nursî aktivist olarak da hareket etmiştir. Kendi egosunu ve meslekî kariyerini ikinci planda tutup, davasını, ideallerini ve sosyal ihtiyaçları birinci planda tutmasına gerekçe olarak ise ihlası göstermektedir. Kendi şahsî ihtiyaçlarından çok daha önemli olarak toplumun ihtiyaçlarını görmesi, Bediüzzaman’ın çağdaş ilim adamlarından farklı yönünü ortaya koyar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 32-33)

Bediüzzaman’ın öğrenme modeli

Bediüzzaman’ın kendini geliştirme faaliyetinde dikkati çeken önemli bir özelliği daha vardır. Sıralı, formel bir eğitim almayan Said Nursî’nin okuması çok iyi, fakat yazması kötüdür. Bu öğrenme modeli onun farklı bir eğitime tabi olduğunu gösterir.

Tıpta disleksi diye bilinen bir öğrenme bozukluğu vardır. Albert Einstein, Leonardo da Vinci gibi ünlülerin disleksili olduğu bilinmektedir. Disleklili kişilerin özelliği, yazılı ifade konusunda çok başarılı olmamaları, fakat sözel ifade konusunda yüksek başarı gösterebilmeleridir. Yazarak ifade edemediklerini sözel olarak ifade edebilirler. Bu durumda disleklisi kişilerde farklı bir öğrenme modeli ortaya çıkar. Sözel ve görsel öğrenmenin yüksek olduğu, fakat yazılı ifadenin düşük olduğu bu kişilerin beyninde farklı bir öğrenme modelinin ve deha adacıklarının olduğu görülür. Bu kişiler okudukları bir parçayı hemen akıllarında tutabilirler, bir sayfayı okuyup beş dakika sonra aynısını tekrar edebilirler. Bediüzzaman’da da görülen bu öğrenme modeli, onun bu çağda farklı bir yöntem geliştirmesini sağlamıştır. Bilgileri çok kolay aklında tutabilmiştir. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi adlı eserini yazarken, binlerce hadis içinden Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili üç yüzün üstünde hadis-i şerifi kaynakları ve ravileriyle birlikte nakletmiştir. Bu risaleyi yazdırırken yanında hiçbir kitap bulundurmadığı gibi, eserin yazımını çok kısa bir sürede tamamlamış ve hiçbir yazım hatası da yapmamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 33-34)

Formel eğitimden uzak kalmanın avantajları

Bediüzzaman’ın bu özelliği Hz. İbrahim’in gençlik dönemiyle benzerlik gösterir. Kahinler Nemrut’a bir erkek çocuğunun dünyaya gelip, büyüdükten sonra onun saltanatına son vereceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut da yıllarca erkek çocuklarını katleder.

Hz. İbrahim işte o dönemde doğar. Babası da, Nemrut’un putlarının bakımından sorumlu kişi olduğu için, onun çok yakınındadır. Hz. İbrahim’in annesi bu durumdan haberdar olduğu için onu Urfa yakınlarındaki bir mağarada toplumdan kopuk bir şekilde büyütür. Böylece toplumdan kopuk olduğu için putlara tapmadan büyümüş olur. Ergenlik dönemine kadar sadece annesiyle konuşarak, sosyal öğretileri ve o dönemin formel eğitimini almadan yetişir. Bu nedenle toplumu ve o dönemin değerlerini sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olur.

Mağaradan çıktıktan sonra, bir Rabbin var olması gerektiğini düşünmeye başlar. Putlara baktığında, onların hiçbir gücünün olmadığını görür ve onların durumunu sorgular; çünkü, diğer yaşayanlar gibi, küçük yaşta öğrenilmiş bir bilgiye sahip değildir. Eğer diğer insanlar gibi küçük yaştan itibaren öğrenilmiş bilgiyle yetişseydi, oradaki değerleri sorgulayıp onların dışına çıkamayacak, diğer insanlar gibi kalacaktı.

Bediüzzaman’ın da hocalarının dizinin dibinde saatlerce, günlerce oturup öğrenememesi ve böylece formel eğitimin dışında kalması, onun Hz. İbrahim gibi, genel akışın dışında ve bu akışı sorgulayabilen bir kişi olmasını sağlamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 35-36)

Bediüzzaman’ın hiperaktif kişiliği

Bediüzzaman’ın icraatlarına baktığımızda hiperaktivite özellikleri görülür. Hiperaktivitede beyinde deha adacıkları oluşur. Bazı konularda çok başarılı olurken bazı konularda yetersiz olurlar. Aşırı hareketliliği, yüksek zekâsı ve hafızası, padişaha gidip kafa tutabilecek seviyede dürtüselliği ve fevriliği, ideali için gireceği riskleri fazla düşünmemesi onun hiperaktif olduğunu gösterir.

Hiperaktif özelliğinin yansımalarını Bediüzzaman’ın eğitiminde de rastlıyoruz. Yüksek zekâsı nedeniyle formel eğitimi almadı. Medreselerde on-on beş senede alınan eğitimi o yüksek zekâsıyla üç-dört ayda öğrendi. Gittiği eğitim kurumlarında son sınıf öğrencilerinin kitaplarını okuyup, hocalarından imtihan etmesini istedi ve başarıyla geçti. Yüksek zekâsı ve hafızasıyla hiperaktivitesini kapattı. Medreselerde okuma sebatını, elinde olmayan nedenlerden dolayı gösteremedi. Eğer zekâsı ve hafızası olmasaydı okuyamazdı. Bu özelliği onu farklı kılarak formel eğitimden, medresenin klasik itaat sisteminden uzak tuttu. Böylece ona medrese sistemini sorgulama hakkını verdi. Aynı Hz. İbrahim’in mağarada, mevcut düzenden uzak yetişerek kurulu düzeni sorgulaması gibi. Her iki şahsiyet de kurulu düzeni tartıştı. Hz. İbrahim, kurulu ibadet sistemini sorgulama becerisi kazandı, Bediüzzaman ise kurulu eğitim sistemini sorgulamayı başardı.

Bediüzzaman’ın bu farklılığı aynı zamanda kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Çoluk çocuğa karışıp, klasik bir din alimi olup, idealist ve teorik bilgiler kazandıran fikir ve düşünce adamı olmayı tercih etmedi. Toplumsal ihtiyacı şahsî tatmininden önceye alarak aktivist ve eylem adamı oldu. Öğrenme modelinin farklı olması farklı bir alim olmasına, farklı bir öğrenme sistemini sorgulamasına dolayısıyla yeni bir akımın oluşmasına ve bu akıma lider olmaya kapı açtı. Böylece onun öğrenme modelindeki eksik yönü, onda şans haline geldi.

Ayrıca bir davası ve adanmışlığı olduğundan, yüksek zekâ ve hafızanın yanı sıra öğrenme modelinin farklılığı bir akımı başlattı. Bediüzzaman, asırlardır tasavvufun ve medresenin yaptığı toplumu dinî yönden aydınlatma faaliyetinin, bu çağa uygun bir şekilde yapılmasına vesile oldu.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 37-38)

Bediüzzaman’ın iletişim yönü

Bediüzzaman Said Nursî 1907’de İstanbul’a geldiğinde kaldığı Şekerci Han’daki odanın kapısına “Bütün sorulara cevap verilir, hiç soru sorulmaz” diye yazı asar. Bu davranışın psikososyal analizinin iyi yapılması gerekir. Doğu’dan şiveli, yöresel kıyafetli bir alim gelir. Osmanlı ulemasının asırlardır yetiştiği ve ilmiye sınıfının bulunduğu İstanbul’da bu kişiyi kim dinleyebilirdi? Osmanlı’da maliye, mülkiye, ilmiye gibi sınıflar vardı. İlmiye sınıfında gördüğü yanlışlardan birisi de taassuptu. Bu taassup nedeniyle ezberi bozabilmek için sıra dışı bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İlmiye sınıfının dikkatini ve ilgisini çekip yeni sorular sordurtmak, yeni yorumlar yaptırtmak, yeni düşünce kalıpları oluşturmak gerekirdi. Günümüzde basının yaptığı medyatik ilgi gibi, Bediüzzaman da ilmî bilgisini sergilemek ve ilmiye sınıfı arasında merak ve hayret duygusunu uyandırmak istemişti.

Bu yöntem esasen din alimi için çok tehlikelidir. Bir hadis-i şerifte mealen, “Bir insana musibet olarak parmakla gösterilmek yeter; Allah’ın korudukları müstesna” buyurulmaktadır.

Parmakla gösterilmenin musibet olduğu kabul edilen bir din anlayışında Bediüzzaman’ın kendisini duyurmak istemesinin sebebi, davasını ve ideallerini ön plana çıkararak merak ve hayret duygularını uyandırmaktır. Bunu da ihlasla yaptığı için Yaratıcı’nın koruma kalkanı içerisinde olduğundan, şöhretin musibetlerinden samimiyetinin ve ihlasının verdiği manevî zırhla korunmuştur.

Kitaplarının bir kısmının da soru-cevap şeklinde olması, önemli özelliklerindendir. Mesela “Şeytanla Münazara” başlığında, ona bazı sorular sordurtup kendisi cevabını verir ve konuyu bir noktaya ulaştırır. Sokratik sorgulama denilen bu tarz, bilimsel bir metodolojidir. Bu yolla yeni sorular sordurtarak bilgi ve düşünceyi geliştirmiştir. Böylece, bu yöntemi dönemin alimleri ve siyasileri ile ilişki kurmada iletişim yöntemi haline getirmiştir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 39-40)

Bediüzzaman’ın duygusal okuryazarlığı

Bediüzzaman duygusal okuryazarlığı güçlü biridir. Bu özelliği sayesinde karşı tarafın duygularını okuyup anlayarak, ona uygun cevap verebilmiştir. Empatik iletişimde, karşı tarafa kendini yakın hissetmenin yanı sıra onunla yukarıdan aşağıya değil, yatay ilişki kurmak gerekir. Güvenin oluşması için karşı tarafın anlaşılması, dinlenmesi ve ona değer verildiği duygusunun oluşturulması gerekir. Bediüzzaman talebeleriyle arasında empatik iletişimi çok iyi kullanabilmiştir. Sınıfsal bir üstünlük düşündürtmeden eşitler ilişkisini başarıyla sürdürmüştür. Bir taraftan koskoca padişaha itirazını hiç çekinmeden dile getirirken, diğer taraftan eserlerini yazan köylülere çay ikram etmiştir. Çelişki gibi görünen bu davranış onun ‘ego odaklı’ değil, ‘ego ideali odaklı’ yaşadığını gösterir. Davası için padişaha kafa tutabildiği gibi, ümmî birine çay da götürebilmiştir.

Araştırmalara göre, en ikna edici ve ideal iletişimin ‘güven uyandıran iletişim’ olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iletişimde, içten davranış hissedildiğinde karşı tarafın beyninde ayna nöronlar çalışmaya başlar. Kişinin beynindeki güvenle ilgili alan, aktif hale geçer. İçten, sıcak, yakın davranış karşı tarafta güven etkisi yapar ve güven duygusunu aktif hale geçirir. Rönenans’ın meşhur heykeltıraşına atıfla ‘Mikelanj etkisi’ adıyla da tanımlanan bu olayda, sanatçı nasıl heykeli ustaca işliyorsa, birbirini seven kişiler de bir arada uzun süre yaşaya yaşaya mimikleri ve jestleriyle birbirlerinin kişiliğini yontarlar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 42-43)

Dünyada tasarımsal varoluş yaklaşımını başlattı

Bediüzzaman hareketinin önemli sonuçlarından bir diğeri de, tesadüfî varoluş anlayışı yerine, tasarımsal varoluş fikrinin Türkiye’den çıkıp dünyada tartışılmaya başlamasıdır. Tasarımsal varoluş tanımı, yaratılış gerçeğinin bilimdeki ifadesidir. Kâinat dışında, kâinat cinsinden olmayan, aşkın bir Yaratıcı’nın olması gerektiğini savunur. Darwin gibi bilim adamlarının ortaya koyduğu tezlerin bilimsel olarak doğrulanan taraflarını reddetmeden, yanlış olan görüşlerini göz önüne çıkaran tasarımsal varoluş hareketinin ülkemizde meyve vermesi, Said Nursî’nin katkılarıyla olmuştur.

Günümüzde artık ABD’de tasarımsal varoluş mu, tesadüfî var oluş mu konuları tartışılmaktadır. Bu tartışmalar din ilimleri ile pozitif bilimlerin bir bakıma birlikte yorumlanmasını sağlayacaktır.

Tartışma usulüne de önem veren Bediüzzaman, Darwin’in kişiliğini hiçbir zaman hedef olarak almamış, hatta adından bile söz etmeden sadece onun fikirlerini ve düşüncelerini ciddi olarak sorgulamış ve yorumlamıştır. Eserlerinden olan Tabiat Risalesi Darwin’in tezlerine cevap olarak yazılmıştır, ama içinde bir kez bile ismi geçmemektedir. Çünkü Bediüzzaman, olumlu ve olumsuz yönleri olan Darwin’in bilim emekçiliğinin farkında olup, kişilik olarak ele almamıştır. Fikirlerini, sembollerini, ideolojilerini konuşmuştur. Bu tarzıyla Bediüzzaman ilim adamlarını kişisel boyutta düşünmediğini gösterdiği gibi, tartışma ahlakının kurallarını da belirlemiş ve ona uygun davranmıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 51)

Gönüllü itaati sağlamak

Ruhsal liderin önemli bir özelliği de rehberlik yaptığı insanlara huzur vermesidir. Takipçileri ile fikirlerini paylaşır, onların fikirlerini sorar, birlikte karar verir ve işlerin yapılmasını sağlar. Bediüzzaman da takipçileriyle birlikteyken, kendi oyunun tek olduğunu söyleyerek katılımcılığın örneğini vermiştir. Kendi fikirleri için “Mihenge vurun, eğer altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri iade edin” diyerek, birlikte karar vermenin önemi dile getirmiştir. Takipçiler grubu içerisinde duygusal bağ oluşturarak, bir insanın tek başına yapamayacağı işleri birlikte yapmaya sevk etmiştir. Mesela insanlar inançlarının gereklerini yerine getirme, çocuklarına dini anlatma gibi konuları tek başına yapabilirler, fakat bazı işleri tek başına yapamazlar.

Bediüzzaman eserlerinin yazılması ve çoğaltılması sırasında birçok insanı şevke getirmiş ve onları aynı hedef doğrultusunda hareket ettirmeyi başarmıştır. Takipçileri evlerinde çocuklarının bile bilmediği gizli bölmelerde, cam sehpaların altlarına lambalar koyarak, bir çeşit ışıklı manuel fotokopi mekanizması düzeneği hazırladılar. Okuma-yazma bilmeyen bu insanlar anlamadıkları ve bilmedikleri yazıların üzerine, kâğıtları yerleştirip ışıklı sehpalarında Bediüzzaman’ın metinlerini kopyalayarak yazdılar ve çoğalttılar. Matbaanın olmadığı, dinî eserlerin yazılmasının yasak olduğu bir zamanda Kur’an-ı Kerim’in bile çoğaltılması mümkün değilken yüzlerce insanı gönüllü itaatlerle bu işi yapmaya sevk etmiştir. Bu başarı için, ruhsal liderin yaptığı işe kendisinin inanması, takipçilerine de inandırması ve sağlıklı bir güveni koruyabilmesi gerekir. Bütün bunlar Bediüzzaman’ın önderlik vasfını gösterir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 104)

Niçin sakal bırakmadı?

Said Nursî eğer sakal bırakmış olsaydı yine dine hizmet ederdi, ama modernistlerin önyargılarını dağıtmakta zorlanırdı. Şu anda eserlerini takip edenlerin büyük kısmı okumazdı, özellikle Batı kültürüyle yetişenler uzak dururdu. Mesela Yusuf İslam’ın hiçbir siyasi faaliyeti olmadığı halde, sadece kıyafeti Usame b. Ladin’e benzediği için ABD’ye giriş vizesi verilmedi.

Bediüzzaman’ın modernistlere karşı öykünmek, hoş görünmek gibi bir niyeti asla yoktu, eğer öyle biri olsaydı onların fikirlerine karşı ölümüne mücadele vermezdi. Bediüzzaman, sakal bırakmamanın psikososyal boyutunu düşünerek hareket etmiş ve elindeki hakikatleri en geniş kitleye, nasıl en etkili ve en yararlı hizmetle sunabilmenin yollarını aramıştır. Elinde pırlanta değerindeki hakikatleri aktarabilmesi için sakal bırakmamayı iletişim ve ikna metodu olarak kullanmıştır.

Bediüzzaman gibi bir dinî liderin sakal bırakmaması ve evlenmemesi onun içini yakan büyük bir fedakârlıktır. Modernizmin fırtınasına maruz ve bu yüzden mağdur olan genç kuşakların zihinsel kalıplarını, düşüncelerini, değer yargılarını aşıp, elindeki gerçekleri onlara sunmak için istemeye istemeye bu sünnetten vazgeçmiştir. Kendi kemalatı, tefeyyüzü, manevî makamlarda ilerlemesi için değil, genç kuşakların elindeki hakikatleri alıp kabullenmesi için çabalamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 112)

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

İman eğitimi “yanmak”la olur…

O…

Kurratu ayn” yani gözbebeğiniz…

Saflığın, berraklığın ve temizliğin diğer adı…

O, fıtrat üzere yaratılan paha biçilemez bir cevher…

Cennet bahçesinin nazik ve nazenin ”inci tanesi”…

O, avuçlarınızdaki minicik bir nur tanesi…

Kim bilir, belki de kurtuluşunuzun sırlı bir anahtarı…

Ve siz…

Ne mutlu ki, onun annesi ve babası olmaya layık görüldünüz… Kavli ve fiili dualarınız neticelendi de o size bahşedildi, bağışlandı, lütfedildi. İnanması çok zor, ama gerçek değil mi? Milyonlarca insan içinden sadece siz, ikiniz…

Acaba böylesine kıymetli bir cevherin muhafazasında yükümlülüklerimizin farkında mıyız? Sonu olmayan hayat telaşının içinde, o cevherin içine dercedilmiş nurun inkişafı için neler yapıyoruz?

Hal böyleyken, nur çekirdekleri kâinata meydan okuyabilecekken neden bazıları ağaç olamadan ziyan oluyor? Çekirdeğin içindeki nur neden kuvvete dönüşemiyor? Ağaç olma yolundaki bu çekirdeğin muhafızları ne yapıyor, ya da ne yapmıyor?

Muhafız kendisinden bekleneni yapmazsa?

Muhafız muhafızlığını yapmazsa bu çekirdek yüreğindeki tonlarca ağırlıktaki yükle yaşamak zorunda kalır. Endişeler, kaygılar, korkular, mutsuzluklar… Bunalır, daralır. Altından inşa edilen gönül sarayı her türlü hayvanatın istilasına açık hale gelir. Sarayda sultanların tahtını haşereler alınca da, hisler devre dışı kalır. Nihayetinde canavarlaşır. İncitmekten, kırmaktan ve tahrip etmekten çekinmez hale gelir. Çünkü artık yüreği hissetmemektedir.

Anne ve baba sorgulamaya başlar kendini. “Yemedik yedirdik, bak şu hayırsız evlada” deyiverir bir çırpıda… Lakin sorulması gereken soru bu mudur? Gerçekten hayırlı anne-baba olabildik mi? Nerede yanlış yaptık? Evladımız duyarsız davranışlarıyla daha dünyadayken “davacıyım ailemden” mi diyordu acaba?

Çok çalıştık. Giymedik giydirdik. En güzel okullara gönderdik. Özel hocalar tuttuk. Kurs kurs dolaştırdık. Yetmedi yurt dışına yolladık. “Mesleğin bileziğin olmalı. Yoksa ileride ezilir, benim gibi olursun” dedik. Daha neler demedik ki? Fıtratındaki gizemi keşfetmek gibi bir derdimiz yoktu zaten.

Nihayetinde sadece aklını ve zihnini eğittik. Fakat hisleri, yüreği ve ruhu ikinci planda kaldı. Ruhuna ulaşamadık. Hissî melekelerini geliştiremedik. “Aklı ve kalbi eş zamanlı eğiterek bu ikisinin kaynaşmasıyla, hakikatin tecelli edeceğini düşünmedik. Ödevlerini yapsın, derslerinde başarılı olsun” da gerisi önemli değildi. Ödüller koyduk hedef için… Olmazsa ayrıcalıklarından mahrum (!) bıraktık. Hep çocuğumuzu eğitmeyi düşünürken, asıl eğitilmesi gerekeni eğitemedik.

Annelik ve babalık hayatımızın neresindeydi? Dünyaya dönük o kadar çok planımız vardı ki; anne-babalığı da kulluğumuz gibi aradan çıkarıverdik. Düşünmeden, hissedemeden… “Çalışıyor musun, mesleğin ne?” diye sorduklarında “Evet, çalışıyorum. Mesleğim annelik” demeyi yediremedik nefislerimize…

Çocuğumuz bizi yanına çağırdığında, ihtiyacı varken; bırakamadık haberleri, gazete makalelerini, dizileri ve sahte insanların renkli yaşamlarını. “Bir şey yaptım size göstereceğim” dediğinde, gidemedik o an yanına. “Her sanatkâr sanatını göstermek ister” hükmünü anlayamadık. “Hımmm” dedik baktık geçtik, ama göremedik! Bizim de bir hayatımız olmalıydı. Çocuğumuz tarafından esir alınmamalıydık ya! Kafamızı dağıtmalıydık televizyon ekranlarında, sosyal paylaşım sitelerinde. Sürekli birlikte mi zaman geçirecektik yani. Bir an önce uyusun diye gözünün içine baktık. Eşimizle baş başa (!) zaman geçirebilmeliydik ne de olsa.

Yıllar geçti, devran değişti. Bu sefer biz onu çağırmaya başladık. O zaman da evladımız meşguldü artık. Aradığınız kişiye ulaşılamıyordu…

Ne yazık ki, evladımızı ecdadımız gibi koyamadık hayatın merkezine.

Koyanları da suçladık, aşağıladık. Torunlarımız olunca, biraz fark ettik kaçırdıklarımızı, yaşayamadıklarımızı ve yaşatamadıklarımızı… Lakin tren çoktan kalkmıştı artık…

Muhafızdan istenen asıl şey neydi?

Tek şey, evet tek şeydi…

Yanmak…

Çekirdeğin içindeki nur ancak ve ancak muhafız yandıktan sonra inkişaf edecekti, kuvvete dönüşecekti de, sultan edecekti sahibini…

Hani bir talebe sormuştu şeyhine:

Rüyamda Güllerin Efendisini görmeyi çok arzuluyorum. Salavatlar, dualar ediyorum da, göremiyorum bir türlü. Ne yapmalıyım?

Şeyhin önerisi çok ilginçti, fakat denemeye değerdi. O akşam çok aşırı tuzlu yemekler yenecek ama kesinlikle su içilmeyecekti.

Formülü uygulayan talebe, sabaha dek pınarlardan, çeşmelerden, derelerden kana kana su içti rüyasında.

Suyun aşkıyla yandı. Rüyasında suyu gördü.

Talebe formülü öğrenmişti.

Yanmak…

Peki, biz yanıyor muyuz? Ya da ne kadar yanıyoruz? Alev alev mi? Kendimiz için, evladımız için ve diğer nur taneleri için… Yandığımız dertler ne?

İman yanmaktır. İman eğitimi yanma eğitimidir, yürek eğitimidir, “akleden ve hisseden bir kalp” inşasıdır. Yanma seviyemiz ölçüsünde yol kat edilen bir eğitimdir. Kalbi hisseder hale getiren bir eğitimdir. Yoksa bir et parçası olan kalp hissetmekten acizdir. Bu yüzden buyrulduğu üzere “Kalpleri vardır, hissetmezler; kulakları vardır duymazlar; gözleri vardır görmezler…

İşte bu kadar hayati mevzu… Çekirdekteki nur, iman aşkıyla yanınca açığa çıkıp kuvvete dönüşecek. Çekirdeğin içindeki o nur kuvvete dönüşünce, hayat yolculuğu huzur ve sükunet içinde nasıl da emniyetli geçecek; ah bir bilsek! Dünyanın sıkıntıları, tazyiki, baskısı boğmayacak.

Zorluklara isyan etmeyecek. Engellere takılmayacak, engellerden nasıl atlayacağını düşünecek. Çünkü onu seven, koruyup kollayan, hiç yalnız bırakmayan, gece gündüz her an ulaşabileceği sonsuz kudrete sahip biri olduğunu bilecek. Mutluluğu ve mutsuzluğu başına gelen olaylara endekslemeyecek. “Bir şey ya güzeldir ya da neticesi itibariyle güzeldir” nidasıyla yoluna devam edecek. Hem ta ötelerde de yine huzurla istirahat edecek.

Telkinat hal diliyle başlar

Bir çocuk dünyayı anne-babası aracılığıyla tanır ve anlamlandırır. Onların sunduğu pencereden izler kâinatı. Her an anne-babasını izleyerek insan-kâinat ilişkisini çözümlemeye çalışır. Gören gözler, duyan kulaklar ve hisseden bir kalp anne-babanın en büyük mirasıdır çocuğuna. İşte bu hal dili ile yapılan telkinat ise yürek eğitiminin püf noktasıdır. Yani hem hizmet etmesi beklenen bir memur, hem de hizmet edilen bir misafir gibi yaşamak… Önce ikramları tefekkür edip sonra hitap makamında mukabele etmek…

İşte anne anneliğini, baba babalığını yaparken ev sahibinin izni dairesinde, misafir gibi davranarak, an be an bu mirası aktarır çocuğuna… Bu da ancak kâinatın dikkatli bir seyircisi olmakla ve kâinat kitabının mütalaasıyla mümkündür. Bu mirasın aktarımında bize sunulan güzellikleri tabii bir şekilde karşılamamız çocuğu duyarsızlaştırır. Tam tersine günlük yaşamda sıradanlaşan, normalleştirdiğimiz şeylerin aslında ne kadar hayret verici olduğunu fark edip, fark ettirebilmek ise duyarlılığı artırır.

Bir başka deyişle; kâinattaki hadiseleri, harikulade bedî sanatları hayret makamında seyretme yeteneğidir imanî duyarlılığı artıran. Hani tıpkı bir yaşındaki çocuğun, karı ilk gördüğü an, verdiği tepkideki şaşkınlık ve hayret gibi.

Nur ağacının ilacı: Şefkat

Hal diliyle yapılan telkinatın gücü şefkat nispetinde artacaktır. Çünkü çocuğun beklediği, anladığı ve kavrayabildiği tek lisandır şefkat… Nazik, güler yüzlü, incitmeyen, hataları yüze vurmayan, ayıplamayan, kıyaslamayan, kalp kırmayan, tenkit etmeyen, hakarette bulunmayan ve kötü söz söylemeyen “Gül Ülkesi”nin lisanıdır şefkat… Şefkatte ikna vardır, zorlama yoktur. Şefkat lisanında çocukla iletişim kurabilmek ”çocuk işi” değildir. Hatta bir mana büyüğünün ifadesiyle ”Bir çocukla konuşup söz anlatmak bir filozofla konuşmak” kadar zordur.

Hasılı yerinde, mevsiminde ve zamanında kullanılmak şartıyla nur ağacının her derde deva ilacıdır şefkat… Ve içinde şefkati barındırmayan her eğitim hiç hükmündedir.

Kendisini ve şefkatini yürek eğitimine yanarak adamış bir annenin ilk adımı çocuğuyla sağlıklı bağlanmayı tesis etmektir. Çünkü çocuk gözünü açtığı ilk andan itibaren annesine bağlanırken, aynı zamanda Yaratan’a da bağlanmaktadır. Çocuk ağlar, annesi koşar. Acıkır, annesi koşar. Nazlanır, annesi koşar. Hastalanır, annesi koşar. Sonra gün gelir, o çocuk da Yaratan’ına koşar.

Çocukluk evresinde engellemeler koymak değil, aksine onun önü açmak gerek! Çünkü çocuk kâinatı tanıma ve keşfetme sürecine başlamıştır artık. Sürekli eleştirilerle, yasaklarla, bitmek bilmeyen ve esnetilemeyen kurallarla kendimizden soğutmamak gerek! “Ne yaparsa yapsın, onu çok seviyorum. Çünkü emredilmiş onu sevip korumam” diye düşünebilsek!

Atlanmaması gereken bir diğer husus da; çocuğuyla bağlanmayı tesis edebilecek bir annenin arkasında da aslan gibi bir baba olduğu gerçeğidir.

Takdir eden, şartsız seven, gören gözeten, koruyan kollayan, ailesini dinlemekten sıkılmayan bir baba… Yemeğin tuzunu, evin dağınıklığını mevzu etmeyen, açık aramayan bir baba… Eve gelip kapıyı çaldığında “Bakalım bu gün niçin bağıracak” diye eli ayağı korkudan titrerken, çil yavrusu gibi kaçılan bir baba değil; aile fertlerinin sevgiden kalbi titreyerek kapıya koştuğu bir baba olabilmek…

Formulü tekrar etmek gerekirse:

Yanan bir anne…

Yanan bir baba…

Ve…

Kâinata meydan okuyabilen bir nur tanesi…

Berrin Göncü Işıkoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Çocuğun Yetiştirilmesinde Okulun Rolü

Çocuktaki dini duygunun gelişmesinde etkisi olan çevre faktörlerinden birisi de okuldur. Risale-i Nurlar, okullardaki eğitimde yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye etmenin, çocuğun dinden uzaklaşmasına sebep olduğuna dikkati çeker. Bunun doğru formülünün, fen derslerinin yanında din derslerinin de verilmesi olduğunu belirtir ve şöyle der:

Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru funun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, o iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile şüphe tevellüd eder’’.

Aslında, okullarda okutulan fen dersleri, kendi dilleri ile devamlı Allah’tan bahsetmekte, bir Yaratıcıyı tanıtmaktadır. Mesela coğrafya dersi dağlardan, ovalardan, denizlerden, ırmaklardan bahseder. Biyoloji dersi bitkileri, hayvanları ve bütün canlı varlıkları konu alır. Uzay bilimi ise yıldızlardan, fizik-kimya tabiattaki kanunlardan, elementlerden bahseder.

Neticede bunların hepsi, Allah’ın sonsuz ilmini, iradesini ve kudretini gösteren eserlerdir. Bir eser ise, ustasız olamaz. Kâinat Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaptır. Yeryüzü ise, onun bir sahifesidir. Bütün bilimler de, bu kitabın manalarını okuyup anlamaya çalışıp çabalarlar. Onun için bir bilim adamı olan Nobel ödülü sahibi Pakistanlı fizikçi Abdüsselam, fen bilimleri ile ilgili çalışmaları: “Allahın sanatlarını anlama gayreti” diye ifade eder.

Astronomi Alimlerinden Edward Young ise; “İnanmayan astronom delidir.” Diye hükmetmiştir. Meşhur bilim adamı Newton: “Hiçbir şeye lüzum yok, bir baş parmak bile Allah’ın varlığını ıspata yeter.” Diyor ve ilave ediyor: “Allah’a inanmaksızın kâinatın nizamı izah edilemez.” Yine Bediüzzaman’ın tabiri ile mülhem keşşaflardan Pasteur: “Kâinata, zerre nakş edilen bu harika bilgi ancak Allah’ın nihayetsiz ilim ve kudretiyle olabilir. Marifet bahrine daldıkça imanım kemale eriyor.” Demektedir. Galilei ise beyanında: “Kâinat matematik dille ve geometri yazısıyla telif edilmiş bir kitaptan farksızdır.” Diyor .

Bediüzzaman Hazretleri de kendisini ziyarete gelen lise talebelerinin;

Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ şeklindeki suallerine cevaben:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz…

Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczanesinde bulunan dörtyüzbin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki ziyahat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde- okuduğunuz fenn-i tıp mikyasiyle- Küre-i Arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl-i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Bediüzzaman bu gibi başka misalleri de verdikten sonra konuyu şu şekilde bağlamaktadır:

“İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususî aynasiyle ve dûrbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-i Zülcelâlini esmasiyle bildirir. Sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.” Bunun üzerine bu dersi dinleyen liseli gençler: “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki; tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.’ Demişlerdir.!

İşte çocukların ve gençlerin eğitiminde eğitimciye düşen görev, onların hem kalblerine, hem akıllarına ve hem de ruhlarına hitap edecek tarzda bilgiler vermektir.

Eğitimde sadece akıl dikkate alınırsa, genç nesiller şüpheci, isyankâr ve anarşist olurlar. Yalnız kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Bu dengenin dikkate alınmasına ihtiyaç vardır. Hem din ve hem de fen sahasında mütahassıs şahısların yetişmesiyle, bilgili ve faziletli bir millet vücuda gelecektir. İnsanlığı mesut edecek bir medeniyet bu şekilde doğacaktır. Konu ile ilgili olarak Risale-i Nurlar’da şöyle denmektedir:

Bir miletin gençliği, ne zaman Kur’an ve ondan lem’an eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır.

Bunun için çocukların ve gençlerin iman ve İslamiyet ihtiyaçıyla yanan ruhlarını, Kur’an tefsiri Risale-i Nur’un feyizleri ve nurlarıyla doldurmalıdır. Böylelikle, tahkiki bir imana sahip olacak gençlik, Allah’ını, peygamberini, vatanını ve milletini sevecek, o millet birlik ve beraberlik içerisinde hem maddî ve hem de manevî olarak yükselecektir.

Gençlerde Manevi Eğitimin Önemi

 

         Bir milletin gençliği onun geleceğidir. Eğitimli bir gençlik ise  bir toplumun gelecek için en önemli sigortasıdır. Maddi ve manevi  açıdan iyi yetişmiş sağlam bir gençlik temeli  sağlam bir gelecek demektir.

    Bizler gençlerimize çağın gerektirdiği  maddi eğitimi verirken yeterli manevi eğitimi verebiliyor muyuz?

    Matematik ,Fen,Fizik,Kimya,Coğrafya ile zihinlerini bilgi ile dolduruyoruz. Bununla kalmayıp birde bu çocuklarımızı yarış atı gibi görüp onların üzerinde  maddi baskı kuruyoruz.

    Bizler bu gençlere Matematikte logaritmayı öretirken onu dürüstlüğü öğretebiliyor muyuz?

    Gençlere Coğrafyada dağları ve nehirleri öğretirken dağlar gibi bir yüreği ve Irmaklar gibi akmaya namzet bir ruh halini kazandıracak eğitim verebiliyor muyuz?

    Gençlere Biyolojiyi öğretirken kalbin bir et parçası olmadığını yeri geldiğinde bütün insanlığı içine alabilecek bir sevgi ve hoşgörü deryası olduğunu öğretebiliyor muyuz?

    Gençlere tarihi öğretirken tarihimizin savaşlardan ibaret olmadığını ve tarihimizde zorda kalmış insanlara atalarımızın her zaman yardım ettiğini anlatabiliyor muyuz ?

    Gençlere kimyanın formüllerini öğretirken büyüklere saygıyı küçüklere sevginin formülünü öğretebiliyormuyuz.

    Bizler bu gençleri bilgi hamalı görüp onlara yüklenirken ruhsuz ve tamamen maddiyat ile iç içe girmiş,bencil,hazcı ve günü birlik yaşayan bir gençliğin filizlenmesini sağlıyoruz.

    Manevi yönden yoksun yetişen gençler zamanla bu ruh boşluğunu içki ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklarla doldurmaya çalışır. Bazen o kadar ileri gidilir ki çeşitli sapık inançlarla manevi boşluğu doldurmaya çalışır. Özellikle büyükşehirlerde ortaya çıkan Satanizm gibi sapık inançların artması bunun göstergesidir.

    Bir de Televizyon,İnternet,Basın gibi kitle iletişim araçlarında gösterilen aslında toplumdan tamamen uzak olan alışkanlıklar ve yoz ilişkileri hayatlarına aktarmaya çalışmaları ve bu aktarılan yoz ilişkiler sonucunda ortaya çıkan elim sonuçlar geleceğimizin teminatı olan gençler açısından acı bir durumdur. Bu yanlış alışkanlıklar ve ilişkiler sonucu ortaya çıkan olaylar nedeniyle gençlerin kimisi mezara, kimisi hapse, kimisi de tımarhane gibi bir sonla karşılaşmaktadır.

   Birileri çıkıp manevi eğitime karşı çıkabilir. Karşı çıkmaları normal karşılayabiliriz. Çünkü her zaman birileri gençleri kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışmıştır. Manevi yönü güçlü bir gençliği yönlendirmenin zor olduğunu bildikleri için manevi eğitime karşıdırlar.

   Sonuç olarak bir milletin sağlam ve güçlü bir geleceğe sahip olması için maddi ve manevi yönden zengin nesiller  yetiştirmesi lazımdır. Özelliklede manevi yönü eksik nesilleri olan bir toplumu karanlık bir gelecek beklemektedir. Vesselam…

Hamit Derman

 www.NurNet.org

Siz Hala Çocuğunuzu Tehdit Ediyor Musunuz?

Bütün anne ve babalar gibi hepimiz çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmeyi isteriz. Ancak bunu yaparken farklı yöntemler kullanırız. Kimimiz çocuklarımızı katı ve mesafeli kurallarla yetiştirirken kimimiz de daha yumuşak ve samimi yöntemleri seçebiliriz.

Anne ve babaların özellikle ilk 6 yaşa kadar olan dönemde yaptığı en önemli hatalardan biri çocuğu tehdit etmektir. Baskı ya da tehdit yoluyla çocuğun davranışını değiştirmeye çalışmak yapılabilecek en büyük hatadır. Çocuk değersiz olduğunu hissederek öfkeye kapılır. Nedense bazı ebeveynler çocukları ile oturup meselelerini konuşarak, tartışarak halletme yoluna gitmeyip, çocuklarına karşı genellikle anlamsız bir otorite kurmak isterler ve çocukların kendilerinden korkmalarını arzu ederler.

Unutulmamalıdır ki çocuk eğitiminde ve özellikle de ilk 6 yaşa kadar olan dönemde korku ve tehdidin eğitimde yeri yoktur. Çocuk korkutularak tehditle yola getirilemez; sevgi, anlayış ve yumuşaklıkla eğitilebilir. Küçük çocuklar, kendilerine bu çeşit tehditler yapılmasa bile sürekli olarak terk edilme ve sevilmeme korkusu geliştirmeye açık ve uygun durumdadır. Bu kaygı, çocukların düşüncelerini zaten ciddi biçimde etkilerken üstüne üstlük bir de büyükler tarafından tehdit edilmeleri bu korkuların sürekli olarak yaşanmasına neden olacaktır. Çocuğunuzun yapmasını istediğiniz davranışının dişlerini fırçalaması olduğunu düşünelim. Burada ebeveynin yanlış tutumunu şöyle örneklendirebiliriz. “Eğer dişlerini fırçalamazsan sana yatarken kitap okumam veya eğer dişlerini fırçalamazsan seni sevmem gibi.” Oysa ebeveynin çocuğuna şöyle seslendiğini farz edelim; “Yatma zamanı geldi. Yatmadan önce yapmamız gereken en önemli şey neydi? Burada ebeveynin yaptığı şey cezalandırıcı olmadan çocuğuna yatmadan önceki rutinleri hatırlatmak olmuştur.

Birde öyle bir tehdit türü vardır ki bence tehdit ve korkutmaların en tehlikelisi ve ilerleyen yıllarda aile içi iletişimin önündeki en önemli engellerden biri. Çocuğu en çok sevdiği veya sevmesi gereken kişi ile tehdit etmek ve onu onunla korkutmak, yani çocuğu babası ile korkutmak ve tehdit etmek. “Akşam baban bir eve gelsin yaptığın haylazlıkların hepsini bir bir anlatacağım. Sen o zaman görürsün Hanyayı, Konyayı.

Bu tip korkutmalarda çocuğun bilinçaltında baba ile ilgili şu sıfatlar ister istemez oluşmaktadır: “Cezalandıran, şiddet uygulayan, nefret eden…

Şimdiki aklım olsaydı: “Benim için dünyanın en değerli varlıkları olan çocuklarımı, eşimin benimle korkutmasına izin vermezdim. Uygun bir dille onlarla yaşadığı sorunları ben yokken kendisinin de hallede bileceği yöntemlerle çözmesini söylerdim. Bununla birlikte benim olmadığım zamanlarda yaşadığı problemlere ortak olmaya çalışır ve onunda iş ve ruhsal yükünü hafifletmeye çalışırdım.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.