Etiket arşivi: eğitim

Medresetüzzehra Müfredatında Örnek Bir Ders Uygulaması

Bediüzzaman’ın Medresettüzzehra projesi sevindirici bir şekilde, hamiyetli STK’larımızın da katkısıyla devletin gündemine alındı son günlerde.

İnşaallah bu medeniyet projesinin, maddi örnekleri de, sadece Van’da değil yakında yurdumuzun ve dünyanın pek çok bölgesinde tesis edilecektir.

Medresetüzzehra projesi esasında birbirinden, müsbet ve menfi diye ayrıştırılmış “ilmin” yeniden “vahdetini” esas alan bir projeydi.

Esasında Kur’an-ı Kerim’in kâinat ve varlık anlatımının, yeniden günümüz şartlarına uygun bir şekilde diriltilmesiydi gerçekleştirilen.

Yani bu proje sadece Türkiye tarihi için değil, dikkatli incelendiğinde “dünya bilim tarihi” açısından milad sayılabilecek bir “müfredat” önermektedir insanlığa.

Medresettüzzehra müfredatı, klasik eğitim sistemlerinin etkisinde kalınarak söylendiği şekilde; Fen derslerinin ve dini derslerin ayrı ayrı dersler halinde okutulması değildir esasında.

Çünkü Bediüzzaman, aslında Fen derslerinin de Allah’ı anlatan dersler olduğunu kat’i bir şekilde belirtir:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” (Asa-yı Mûsa)

O halde Bediüzzaman’ın Medresettüzzehra projesi bambaşka bir âli amacı gütmektedir ve onun arzuladığı uygulama klasik eğitim sistemlerinin de fevkindedir:

Şark Üniversitesinin bir nevî programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nur’dur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.” (Tarihçe-yi Hayat)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman Risale-i Nur örnekliğinde ortaya konulan bir ders müfredatından bahsetmektedir. Çünkü Risale-i Nur’da fen ve din, binlerce yıllık ayrılıktan sonra gerçekten “imtizac” etmiştir.

Bediüzzaman’ın Fen ve dini ilimlerinin “imtizac” etmesi gerektiğini sık sık vurgulayışı da “ilmin” Kur’ânî vahdetini yeniden tesis edebilmek içindir:

Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münazarat)

Burada geçen imtizac ve iftirak kavramları, fazla da açıklamaya lüzum bırakmayacak şekilde açıktır. Kastedilen kesinlikle ayrı bir “Kelam” dersi ve ayrı bir “Fen” dersi değildir.

Esasında fen bilimleri ve dini bilimler diye bir ayrım da yoktur. Herhangi bir fen dersi öğretileceği zaman, Yaratıcı’nın varlığı ortaya konularak, dini kaynaklar referans alınarak öğretilmelidir.

İşte Kur’an-ı Mucizul Beyan’ın insanlığa öğrettiği ilim anlayışı gerçekte budur. Çünkü “bâtılı tasvir sâfi zihinleri idlal eder.”

Bir Fen bilimi dersi, din ve imandan mücerred olarak anlatıldığında akılda, kalpte tamiri güç şüpheler doğar.

Sonra verilecek, o dersten ayrı bir Kelam ya da Akaid dersi, kalbi ve akli yaraları çok güç tedâvi eder.

O halde mesela “Biyoloji” dersi, Allah’ın isim ve sıfatlarından kopuk bir şekilde “objektif-bitarafane” denilen ama aslında “tesadüf, evrim, tabiat” hesabına çalışan bir üslupla anlatılmamalıdır.

Fen ve dini ilimlerin imtizacı işte tam da bu noktada kendisini gösterecektir. Çünkü “İmtizac” ilimlerin ayrıştırılması anlamındaki “iftirak” kelimesinin tamamiyle zıddıdır.

İmtizac, katışma, karışma, birleşme, uyuşma, iç içe geçme anlamlarını ifade eden bir kavramdır ve Bediüzzaman tarafından elbette boşuna kullanılmamıştır.

O halde şekerin suyla mükemmel imtizacı gibi, dini ilimler de fen bilimleriyle imtizac edecektir. Medresetüzzehra projesinin önerdiği müfredat budur.

Bu “imtizac” dışında uygulanan hiçbir uygulama Medresetüzzehra olarak anılsa da, Medresttüzehra projesinin maksadına uygun olmayacaktır kesinlikle.

Demek ki, Medresettüzzehra’nın fakültelerinde okutulacak “Fen” derslerinin müfredatı, Risale-i Nur örnekliğinde olduğu gibi yeni bir “mümtezic” ve “müttehid” (Birleştirici) dille kaleme alınmalıdır.

Yazımın sonunda, Medresettüzzehra’nın ders müfredatlarına örneklik teşkil etmesi açısından, kusurları çok da olsa birleştirici dille yazılmış bir “müfredat” örneğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

YÖNERGE: Şark Üniversitesinin bir nevî programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nur’dur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır. Hem Münâzarât Risalesi’nin rûhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medresetü’z-Zehra’nın hakîkati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur medresesine bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği halde ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu.

Bir hiss-i kable’l-vukû ile o nûranî hakîkati maddî sûretinde arıyordu. Sonra, o hakîkatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad (merhum), on dokuz bin altın lirayı, Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehra’ya verdi. Temel atıldı, fakat sabık Harb-i Umûmi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakîkate çalıştım. İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medresemize yüz elli bin banknot iblâğ ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandı, o hakîkat geri kaldı. Fakat, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildi. Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde, Risale-i Nur şakirtleri, o alî hakîkatin maddî sûretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. (Tarihçe-i Hayat)

Dersin adı: Biyoloji/İlm-i Hayat

Sınıf: Medresetüzzehra 1

Ünitenin adı: Genetik Bilgi Taşıyan Moleküller

Konu: Proteinlerde çeşitlilik, Protein Sentezinin kontrolü

Süre: 1 ders saati

Öğretme-Öğrenme Yöntem ve Teknikleri: Anlatım, tartışma, ispat, temsil

ÖĞRENCİ KAZANIMLARI/HEDEF VE DAVRANIŞLAR:

HEDEF : Protein sentezinin kavratılması, protein sentezi sırasında tecelli eden esmâ-yı ilâhiyyenin anlaşılması.

DAVRANIŞLAR:

1. Proteinlerin çeşitliliğinin açıklama.

2. Proteinlerin çeşitliliğinin İlahi isimlerin çeşitliliği ile ilgisini açıklama

3. Enzimlerin protein yapısında olduğunu açıklama.

4. Şuursuz, cansız proteinlerin tesadüfen ama bilinçlice hayattar birer tiryak oluşturamayacaklarının Tabiat Risalesi ışığında açıklanması.

5. Protein sentezinin genlerin kontrolünde yapıldığının açıklanması

6. Genlerin gerçekte aciz, kör, sağır, şuursuz varlıkları oldukları, üstelik onların zaten kendileri yapılageldikleri halde bu halleriyle hiçbir şey kontrol edemeyecekleri, genlerin üzerinde tecelli eden “İlim”, “Hikmet”, “Hâkim”, “Hafiz” gibi ilâhi isimler gösterilerek ortaya konması.

7-Kur’an-ı Kerim ve hadislerden konuyu açıklayacak hakikatlerin ortaya konulması.

Oğuz Düzgün / Risale Akademi

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Konya’da Sekiz Yıl (Barihudâ Tanrıkorur)

Şimdi Süleyman Dede ile karşılaştığım için çok şükrediyorum. Eğer beni müslüman bir memlekete dâvet etmemiş olsaydı, İslâm’ın yaşanmadığı bir ülkede o ilk çile yıllarımı atlatamazdım. Amerika’da olsaydım, beni koruyan bir toplum olmayacaktı.

Burada bir çocuk, ilk doğduğu andan itibaren müslüman bir çevrede büyüyüp yetişiyor. Ben ise, bambaşka bir toplumda doğmuştum. Herşeye en başından başladım: elimi yıkamak, abdest almak, çamaşır temizlemek (şartlamak) vb… Yirmi dokuz yaşımdaydım, ama âdeta yeni doğmuş birisi gibiydim. Bana Süleyman Dede’nin âilesi, Ferişte Teyze her şeyi öğretti. Bizi hamama götürdü, temizliği ve guslü öğretti.

Süleyman Dede, yeni müslüman olan erkeklerle bizzat ilgilenir, onlara ilk anda gerekli olan herşeyi, en ince teferruatına kadar öğretir; sonra da Kur’ân-ı Kerîm okumasını, akaid, hadis ve ilmihâlini iyice öğrenmesi için bir hocaya teslim ederdi. Böylece onlar akıllarına takılacak her şeyi sorup İslâm hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilirlerdi.

1976 yılında, Konya’da olmak çok zordu. Halk o zaman çok daha muhafazakârdı. Orada Selçuk Üniversitesi de henüz açılmamıştı. Benim hakkımda:

“-Bu kız, burada tek başına ne yapıyor?” diyorlardı.

Hatta bazıları benim bir casus olduğumu düşünüp beni sağa-sola şikâyet etmişlerdi. Şeyh, müridinin mânevî babası oluyor ya, Süleyman Dede de:

“-Bu kız evlenene kadar, ondan ben sorumluyum!..” der ve bu tür insanlara karşı hep beni himaye ederdi. Hatta zaman zaman bana da:

“-Eğer ben vefat ettiğimde sen hâlâ bekâr kalmış olursan, babanın evine döneceksin!.. Burada tek başınasın. Yeni müslüman olmuşsun. Kalbin temizlenmiş, arınmış. Şimdi kim sana ne söylerse inanıyorsun. Toplumu, gerektiği gibi tanımıyorsun.” diye tembih ederdi.

Konya’ya ilk geldiğimde bir müddet otelde kaldım. Daha sonra dul bir hanımla kızının yanında vakit geçirdim. Daha sonra yatılı bir Kur’ân kursunda, küçücük çocuklarla beraber kaldım. Ama hâlâ Türkçe bilmiyordum. Bu yüzden çok zorluklar çektim. Bazen üstü akan, kerpiç evlerde gecelediğim oldu.

Nihayetinde hepsi Allah rızâsı içindi. Tam 8 sene Konya’da kaldım ve sonunda evleneceğim kişiyle tanıştım.

Her Gün Bir İncelik, Bir Güzellik

Nicholson’un 6 ciltlik Mesnevî tercümesini yanımdan hiç ayırmıyordum. Her sabah kalkınca tefe’ül yapıyordum. Yani rastgele bir bölümünü açıyor, okuyor ve:

“-Bakalım, bu gün bana Mevlânâ ne diyor?” diye kendime ders çıkarıyordum.

Yeni müslüman olan bir hanımın en büyük problemi, bütün zorluklarla tek başına boğuşmasıdır. Ancak müslüman bir âile veya müslüman bir çevre içinde olunca, bu dertler büyük oranda azalıyor. Aynı Peygamber Efendimiz’in ashâb-ı kirama en basitinden en önemlisine kadar her merhalede her şeyi öğretmesi gibi, müslüman bir çevre de insana her konuda büyük bir lütuf oluyor.

Konya’da geçirdiğim ilk Ramazan ayını hiç unutamam. Çevremizdeki komşular:

“-Bu kız, bizim memleketimizde misafir. Biz, ondan sorumluyuz!..” derler ve gönlümü almaya çalışırlardı.

Bir yandan da:

“-Sen, burada ilim öğreniyorsun. Eğer gurbet elde ölürsen, şehit sayılırsın!..” diyerek sürekli teşvik ederlerdi.

Ramazan ayında zengini-fakiri, hepsi nesi var, nesi yok bizimle paylaşırdı. Peygamber Efendimiz’in “komşuluk” hakkındaki hadis-i şeriflerini âdeta yaşayarak öğrettiler bana… Çocuklarını sallarken, uyuturken “Huuu!.. Huuu!..” diye ninni söylerlerdi. Bunların hepsi benim için çok güzel birer örnekti.

Ali Kemal Belviranlı hocaya sık sık giderdim. İngilizce bildiği için bana namazı çizerek-yazarak öğretti. Namaz için gerekli bütün duâ ve sûreleri ezberletti.

Konya’da ne yaptıysak kalma problemini çözemedik. En sonunda İstanbul’a gittim. Konya’da yaşamak da hayli zorlaşmıştı. Konya’daki hanımlar genel olarak İngilizce bilmedikleri için onlardan dinî bilgiler açısından istifade edemiyordum. Ancak onlardan dikiş-nakış, oya vs. öğrendim. Çeyiz bile yapmaya başlamıştım.

Bir de yaptığım bazı şeylerde hanımlar sadece:

“-Günah!..” diyorlardı.

Ben de acaba “gelenek-görenek” mi, yoksa “Allah’ın kesin bir emri” mi diye soruyordum. Bana kesin bir cevap veremiyorlardı. Hep sabrediyordum. Hemen her gün Mevlânâ’yı ziyaret ediyordum. Süleyman Dede de beni böyle üzgün görmeye dayanamıyordu. Sonunda İstanbul’a gittim.

Binbir Günü Geçen Çileler

İstanbul’a her geliş gidişimde biraz daha rahatlıyordum. Bir ara memleketime de gittim. Ama bir tuhaf olmuştum. Kendimi hâlâ Konya’da zannederek herkese güveniyordum. Birşey aldığımda, paranın üstünü kontrol etmiyordum. Halbuki Anadolu’da insanlar, Allah’tan korktukları için paranın üstünü kuruşu kuruşuna ödüyorlardı. Halbuki mesela Newyork’ta herkes birbirini nasıl kandırabileceğini düşünüyordu. İki dünya arasındaki fark, gece ile gündüz gibiydi..

( Devam Edecek.. )

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Eğitimde öncelik ne olmalı?

Çocuklara öğretilmesi gereken “hayır”lar çoktur. Bunların hepsi birden öğretilemez. Mutlaka burada bir hiyerarşi gerekmektedir. Bu noktada hemen belirtmek isteriz; İslâm dini, ta baştan beri, çocuklara önce îmân esaslarının öğretilmesini, sonra da ibâdetlerini yapmaya alıştırılması sûretiyle dinî terbiyenin verilmesini esas almıştır.

Bazı rivâyetlerde Hz.Peygamber: “Çocuklara ilk öğrettiğiniz kelime ‘Lâilâhe illallah’ (Allah’tan başka tanrı yoktur) olsun.” emretmiştir. (1) Kezâ Abdulmuttalib oğulllarından bir çocuk konuşmaya başladığı zaman, şu mealdeki âyeti yedi sefer okutarak ezberlettiği rivâyet edilmiştir(2): “Hamd o Allah’a olsun ki, O, ne bir çocuk edinmiştir ne de mülkünde ortağı vardır.” (3)

Muallim, veli ve öğrenci ile ilgili meseleler üzerinde yazılan ilk te’lîflerden olan Kaabisî’nin risâlesinde: “Kur’ân ve yazı öğretmek maksadı olmadan sâdece başka şeyleri öğretmek için hoca tutmak câiz değildir” denir. (4) İbnu Haldun, kendi devrinde, Kuzey Afrika’da çocuklara önce sâdece Kur’ân öğretildiğini; çocuk Kur’ân’ı iyice öğrenmedikçe hadîs, fıkıh, şiir, Arapça, hiçbir şey öğretilmediğini belirtir. (5) Çocuklara meslek bilgisi de vermenin gereğine dikkat çeken İbnu’l-Kayyim, bunun, “çocuğun muhtaç olduğu her çeşit dinî bilgilerin ta’lîminden sonra olacağını” ayrıca belirtir. (6)

Esâsen Kur’ân-ı Kerîm’de, âile efrâdına öğretilmesi gereken pek çok şey içerisinde sâdece namâzla ilgili açık bir emre yer verilerek: Âilene namâzı emret, sen de namâza sabır ve sebâtla devâm et(7) denmesi, namâzın nasıl öncelikli bir yer tuttuğunu gösterir. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’de, namâzın hayasızlık ve kötülükten alıkoyacağının ifâde edilmesinden (8), dinimiz açısından çocukların fenalıklardan, suçlardan korunmasında önce namâz olmak üzere, din eğitiminin nasıl önemli bir yer tuttuğu anlaşılır. Önceliği dinî terbiyeye veren bir terbiyenin gerçekleşmesinden İmam’ın da sorumlu olduğuna dikkat çeken Kadı Iyaz, gerekçeyi de ilâve eder: “… Zîrâ çocuğun, bilâhare kalbinden sökülüp atılması zor olan bozuk bir mezhep üzere yetişme ihtimâli vardır.” (9)

Kaynaklar:
1-Abdurrezzak es-San’ânî (v. 211 h.), el-Musannaf, Beyrut, 1970, 4, 334
2-İbnu Ebî Şeybe, Ebu Bekr Abdullah İbnu Muhammed (v. 253 h.), Müsnedu İbni Ebî Şeybe, Haydarâbâd, 1966, 1, 348; Abdurrezzak, age, 4, 334
3- İsrâ 111
4-el-Kaabisî, Ebu’l-Hasen Muhammed (v. 403 h.), İslâm’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dâir Geniş Risâle, Çeviri: Süleyman Ateş, Ankara, 1966, s.45
5-İbnu Haldun, Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 538
6-İbnu Kayyim, Tuhfetu’l-Mevdûd, Bombay, 1961, s. 145
7-Tâ-Hâ 132
8-Ankebut 45
9-Teferruat için İslâm’da Temel Eğitim Esasları adlı kitabımız görülmelidir. (Yeni Asya, İstanbul, 1980, s. 45-46)

Prof.Dr.İbrahim Canan

www.sorularlaislamiyet.com

Çocugunuza duygularınızı anlatın

Çocuklarınızla olan diyaloglarınızda onlara ne düşündüğünüzü değil ne hissettiğinizi aktarmalısınız.

Çocuk akşam geç kalmış. Merak içindesiniz. Cep telefonundan da ulaşamıyorsunuz. Nasıl olur da geç kaldığını, neden telefonunu açmadığını söyler sinirli bir şekilde tepki gösterebilirsiniz. Oysa bu aktardıklarınız sizin duygularınız değil. Siz kaygılanmışsınızdır. Onu merak etmişsinizdir. Bütün bu tepkinin yerine ona onu ne kadar merak ettiğinizi, başına bir şey gelmiş olabileceğine dair üzüldüğünüzü, telefonunun şarjı bittiyse yedek bir batarya taşıması gerektiğini anlatırsanız duygularınızı aktarmış ve beklediğiniz anlayışı görmüş olursunuz.

Çocuklarınıza emir vererek veya düşüncelerinizi kabul ettirmeye çalışarak onlarla sağlıklı bir iletişim yakalamanız mümkün değildir. Her zaman duyguların ön planda tutulması sağlıklı iletişim için gereklidir.

Çocuklar olabildiğince yaşayarak öğrenmeliler öte yandan…

Bir çocuğun derslerinde başarılı olması, sosyal yaşamda aktif roller üstlenmesi veya özgüvenini elde etmiş bir birey olarak diğer insanlarla iletişim kurması yaşadıklarıyla doğru orantılıdır. Çünkü çocuklar bizzat tecrübe ederek hayatı öğrenebilirler.

Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder

Çocuğunuza bir şeyi defalarca söylemek sonuç almayı değil sonuç almamayı garanti altına alır. Çocuğunuza bir şeyi yapması konusunda defalarca uyarılarda bulunmak sizin kredinizi tüketir ve üstelik çocuğun söz konusu tutumu sergilemesi konusunda onu motive etmiş olmazsınız. Aksine motivasyonunu kırmış olursunuz. Bir atasözümüz vardır. Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder. Çalış oğlum, çalış kızım, çalış yavrum. Zamanla tepki görmeyen bir etki halini alır bu uyarılar.

Çocuklar anne ve babanın atadığı memurlar değildir. Çocuğun kendi içinden gelerek bir şeyi yapması ile dışarıdan gelen bir istek doğrultusunda harekete geçmesi arasında fark vardır. Kendi isteğiyle çalışmaya başlayacakken ona çalış demeniz onu artık memur olarak atadığınız anlamına gelir.

Ebeveynler; çocuklarının kendilerinin küçük birer modelleri olmadıklarının ve ayrı birer birey olduklarının bilincinde hareket etmelidirler. Hayata çocuğumuz adına kendi gözlüklerimizden bakmamamız gerekir. Onların kendilerini çok daha iyi tanımalarına yardımcı olmalı, onlara bu anlamda fırsat tanımalı ve kendi geleceklerini inşa etmelerine engel olmamalıyız.

Bugün dünyada 1000’in üzerinde meslek vardır. Ebeveynler bildikleri yaklaşık 20 meslek içerisinden çocuklarına meslek seçiyorlar. Çocuklarımızın ilgi alanlarını ve yeteneklerini keşfetmekten çok kendi yaralarımızı kapatmanın ve ideallerimizi çocuklarımızda yaşatmanın peşinde koştuğumuzu anladığımız an çocuklarımıza bu konuda baskı yapmayı bırakıp onları kendi kararlarıyla baş başa bırakırız.

Ebeveynlerin empati kurma becerilerini geliştirmeleri gerekir. Çocuğu öncelikle dinleyerek onun hayata bakış açısını öğrenmeye çalışmak çok önemlidir. Farklı anlayışların, algılamaların ve düşüncelerin varlığını şu örnek güzel bir şekilde açıklıyor sanırım:

Sokrates’in idam edilmesine karar verilir. Eşi nasıl böyle bir şey yaparlar. Haksızlık bu sen suçsuzsun der. Sokrat eşine döner ve şöyle der: “beni haklı yere öldürseler daha mı iyiydi.” Aynı olaya farklı bakış açısını ile bakmanın örneğidir bu.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.