Etiket arşivi: hastalar risalesi

Cuma Namazı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 5. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

CUMA SABAHI abdestlerini alıp otomobile atladıkları gibi merakla Petersburg’un yolunu tuttular. Heyecanlıydılar. Çünkü ilk defa bütün Müslümanlar’la birlikte namaz kılacaklardı. Yolda, akıllarına takılan soruları Abdülveli’ye sormaya devam ettiler.

Şehre vardıklarında adresi bulmak için hayli vakit kaybettiler. Tam camiye vardıklarında namazın kılınıp cemaatin camiden çıkmakta olduğunu gördüler. Cumaya yetişemediklerini anlayınca üzüldüler. Yetkili biriyle görüşmek istediler. Cemaat kendilerini imama yönlendirdi. İmam, Türkiye’den yeni gelmiş bir gençti. Karşısında heyecanla sorular sorup bir şeyler öğrenmek isteyen Ruslar’ı görünce heyecanlandı, cemaate seslendi:

– İçinizde Rusça bilen yok mu? Gelin şunlara bir şeyler anlatın!

O sırada tevafuk eseri olarak Azerbaycanlı Emin ile yine Türkiye’den gelen Dr. Ali İhsan Bey oradaydılar. İmamın talebi üzerine yaklaşıp onlara muhatap oldular. Yeni Müslümanlar büyük bir merakla sorularını sıraladılar. Biraz ayakta sohbet ettiler; ardından caminin bir köşesine çekildiler. Zira onlar öğrenmeye açtılar. Anlatılanları can kulağı ile dinlediler.

Sohbet çok hoşlarına gitmişti. Zira sorularına mantıklı cevaplar veren kişilerle karşılaşmışlardı. Bu yüzden Emin’le Ali İhsan’ı ısrarla Novgorod’a davet ettiler. Ali İhsan yanında bulunan Rusça Ayetü’l-Kübra’yı kendilerine hediye etmek istedi. Fakat Ruslar, kitabın ismine ve mahiyetine bakmadan:

– Bizim bütün sorularımıza cevap veren bir kitabımız var. Başka kitaba ihtiyacımız yok. Fakat sizin sohbetiniz çok güzel, ne olur gelin, bize anlatın, diye yalvardılar. Aslında sordukları soruların cevapları o kitaplarda vardı. Ama bunu bilemezlerdi. Ali İhsan, bu derece makul düşünen insanlara en iyi hediyenin Risale-i Nur’lar olduğunu düşünerek kitaplardan takdim isteğini tekrarladı. Fakat her defasında aynı cevapla karşılaştılar:

– Bizim kitabımız var. Siz bize sohbete gelin! Buna pek bir anlam veremeseler de daha fazla üstelemediler. Evet, Yirmi Üçüncü Söz gönüllerinde öyle bir taht kurmuştu ki, adeta ona rakip olabilecek bir kitabın varlığına razı olmuyorlardı. O kadar ki, kendilerine verilen kitabın, ismine ve yazarına bile bakmadan, “Bizim kitabımız var!” diyorlardı. Bunun farkına varan Emin ve İhsan da ısrar etmediler, ama davetlerine mutlaka katılacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldılar.

İlginç Manzara

SOFİA VALENTİNOVNA’NIN yattığı üç yüz iki numaralı odanın önüne gelen Abdülkerim ve Resul kapıdan içeri girdiler.

İçeride onları beklenmedik bir manzara bekliyordu. Sofıa Valentinovna yatağı üzerinde oturmuş, başını iki eli arasına alarak derin düşüncelere dalmıştı. Kendinden geçmişçesine hoparlörden gelen sesi dinlemekteydi. Evet, daha üç gün önce stüdyoda kaydederken kendini kaptırdığı Yirminci Mektup’tu bu! Sofİa önce hayal gördüğünü sandı. Hatta bir ara sesin beyninin içinden gelip gelmediğine şüphe etmişti. Başını kaldırıp Abdülkerim’le Resul’ü karşısında görünce, rüyadan uyanır gibi oldu.

Abdülkerim elindeki hediye paketini masanın üzerine bırakırken Resul de cebinden çıkardığı Hastalar Risalesini masaya koydu. Her ikisi birden “Sofia Hanım geçmiş olsun!” dediler! Sofia Valentinovna’nın gözlerinden sel gibi yaşlar aktığını görünce ayrı bir şaşkınlık daha yaşadılar.

Resul gözlerine inanamadı. İçinden, “Mucize olarak taştan suyun akmasına inanırdım, ama bu kadının gözünden yaş geleceğine inanmazdım” diye geçirdi. O soğukkanlı adam Abdülkerim de neye uğradığını şaşırmış bir haldeydi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Adeta aralarında sessiz ve sözsüz bir konuşma başlamıştı. Diller lâl kesilirken, kalpten kalbe kurulan gizli bir hat ile çok şeyler ifade edildi.

Neden sonra Sofia, biraz kendine geldi. Bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Dilinden şu cümleler güçlükle döküldü:

– Benim onca dostlarım ve yakınlarım var. İki gündür burada olduğum halde, hiçbiri ziyaretime gelmedi. Fakat siz, en uzak sandığım, hatta düşman bildiğim kişiler, beni ziyarete geldiniz!

Sofia bunları söylerken tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Abdülkerim’le Resul de çok etkilenmişlerdi. Konuşacak halleri kalmamıştı. Sessizce oradan ayrıldılar. Öylesine etkilenmişlerdi ki, yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı.

Konuşsalar, sanki içine girdikleri o lahutî halin büyüsü bozulacak, sırrı kaybolacaktı…

Gece Boyu

Resul dershaneye vardıktan sonra uzun süre gördüklerinin etki¬sinden kurtulup kendisine gelemedi. Bir türlü hayalini ondan ayıramadı. Düşündü, düşündü. Gece uykusu kaçtı. Aklında, hayalinde hep Sofia vardı. Karşılaştıkları esnada, o soğuk ve haşin kadın geldi gözlerinin önüne… Ardından Kur’an nurunun sıcaklığında eriyip akmış son hali. Bir insan, hele onun gibi katı kalpli biri bu kadar kısa zamanda böyle değişebilir miydi? Bu soruya cevabı kendi iç dünyasında verdi: “Allah’ın hidayeti yetişirse, evet!

Resul’un Sofia hakkındaki kanaatleri tamamen değişmişti. Ona karşı beslediği kırgınlık, küskünlük, yerini şefkat ve acımaya bırakmıştı. Öyle ki, “Neden ona o kadar kırıldım ve düşmanlık ettim?” diye kendini suçlamaya başladı.

Keşke onun yerine nefsimi suçlasaydım. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala’ diyebilseydim. O hakaretlerini nefsime alıp birer ihtar ve ikaz olarak kabul edebilseydim” dedi.

Resul, Sofia’nın kendisine bağırmalarını bile artık başka türlü yorumlamaya başlamıştı.

İlk karşılaştıklarında o bağırmalarıyla adeta kendisine:

– Nerde kaldınız? Neden daha önce bu hakikatleri bana yetiştirmediniz? Neden hayata veda edeceğim zamana kadar geciktiniz, der gibi olduğunu düşündü.

Resul’ün o gece boyunca, yaşadıklarından bu dersleri çıkardı, durdu.

Alo Resul!

Ertesi sabahın ilk vakitlerinde, Resul’ün telefonu çalmaya başladı. Gece boyu gözüne uyku girmediğinden isteksizce telefona uzandı.

-Alo?

– Resul, sen misin?

– Evet buyurun!

– Ben Sofia Valentinovna!

– Ne, Sofia Valentinovna mı?’

– Evet, ta kendisi… Radyoevindeyim, sizi bekliyorum. Abdülkerim’i de getirmeyi unutma!

Resul önce rüya gördüğünü sandı. Sofia’nın sesi hiç de hastalıklı değildi. Oysa akşam sesi çıkmayacak derecede durumu ağırdı. “Bir yanlışlık olmasın” diye düşünerek,

– Sahi, siz Sofia mısınız?

– Evet, Sofia’yım ve radyoevindeyim.

– Akşam hastanedeydiniz, nasıl olur efendim?

– Çabuk gelin, her şeyi size burada anlatacağım!

Resul, telefonu kapattı, rüya görmediğinden emin olmak için odada ileri geri giderek duvarlara dokundu. Uyanık olduğuna kanaat getirince şaşkınlığı daha da arttı. Acaba kendileri çıktıktan sonra ne olmuştu? Ölümcül hasta olan Sofia hastaneden nasıl çıkmıştı? Oysa başhekim durumunun çok ağır olduğunu, en az dört ay daha hastanede kalacağını söylemişti. Ayrıca hastanede güçlükle çıkan sesi, eskisi gibi dinç çıkıyordu. Üstelik sabahın erken saatinde radyoevinden arıyordu! “Bu nasıl iştir?” diye başladığı sorular zinciri Resul’ün zihninde dolanıp durdu. Hemen Abdülkerim’i aradı:

– Alo, Abdülkerim…

– Buyur Resul!

– Az önce Sofia Valentinovna aradı. Bizi radyoevinde bekliyor.

– Ne! Radyoevinde mi?

– Evet radyoevinde!

– Bir yanlışlık olmasın Resul?

– Hayır, bizzat aradı, sesi de çok iyiydi, “Her şeyi orada size anlatacağım” dedi.

Abdülkerim de şaşkındı. Çünkü akşam bıraktıkları kadının sabah hastaneden çıkmasına imkân yoktu. “Bunda bir iş var” deyip, arabasına atladığı gibi dershanenin yolunu tuttu. Resul zaten çoktan hazırlanmış, dış kapının önünde kendisini bekliyordu. Hemen radyoevine doğru hareket ettiler.

– Nedir bu işin aslı sence Abdülkerim?

– Vallahi anlayamadım, kadın ölümcül hasta idi?

– Hem de sesi eskisi gibi, hiç hasta değilmiş gibi çıkıyordu. Bu işte bir iş var! Hele bir gidip bakalım.

devam edecek…

Dördüncü Gün

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 4. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ABDÜLKERİM VE RESUL, olup bitenden habersiz olarak ertesi sabah yine stüdyoya geldiler. Resul, tam saat dokuzda kayıt odasındaki yerini aldı. Kafasını kaldırıp camekânın arkasına baktığında Sofia Valentinovna’nın yerinde olmadığını, yerine başkasının baktığını gördü. Derin bir nefes aldı. İçinden:

– Oh be, o kadından kurtuldum. Bugün rahat okuyacağım, diye geçirdi.

Kayıt her günkü gibi stop lambasının yanıp sönmesi ile sürüp gitti.

Ve son gün

Planladıkları şekilde kayıt çalışmalarında son gün gelmişti. Resul, masanın başına geçtiğinde yine Sofia Valentinovna’nın olmadığını fark etmiş, o gün de rahatça okumasını sürdürmüştü.

Beş kasetlik çalışma o gün bitmişti. Resul, yine de Sofia’yı merak etmişti. Kayıt odasından çıktığında ses yönetmenine sordu:

– Sofia iki gündür yok, nereye gitti?

– Duymadınız mı?

– Hayır, ne oldu?

– Önceki gün, sizden sonra kendi programını sunarken başına şiddetli bir ağrı saplandı. Bayılıp yere düştü, acile kaldırdılar!

– Ya öyle mi?

– Evet, şimdi hastanede yatıyor.

Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz Resul un ilk sözü:

– Duydun mu Sofia Valentinovna’nın başına geleni?

– Hayır?

– Hastaneye kaldırılmış, tokadı yedi sonunda! Abdülkerim, Sofia’nın hidayeti için içten içe dua etmekteydi.

Bunun bir tokat olarak değil, bir uyanış vesilesi olmasını temenni ediyordu. “Kim bilir, belki de bu ona Allah’ın bir ihsanıdır” diye düşündü ve Resul’e dönerek:

– Hemen ziyaretine gidelim, dedi. Resul ise:

– Abdülkerim, o kadından kurtulduğumuza şükür!

– Biliyorsun ki, hasta ziyareti sünnettir. Hiç olmazsa bir sünneti yerine getiririz…

Resul, o kadar incinmişti ki, Sofia’nın yüzünü görmek bile istemiyordu. Ama Abdülkerim kararlıydı, kafasına koyduğu şeyi yapacaktı. Resul, onu atlatmak için bir şeyler düşündü.

– Abdülkerim bu sünneti sen yapsan da beni bıraksan olmaz
mı?

– Olmaz, beraber başladık, beraber gideceğiz…

Resul, Abdülkerim’i vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayınca, yavaştan almaya, işi geciktirmeye çalıştı:

– Abdülkerim, hele şöyle bir dershaneye varalım. Biraz dinlenelim, ondan sonra düşünürüz. Abdülkerim, her şeyi hizmete endeksli düşündüğünden;

– Tamam dershaneye uğrayalım. Hastalar Risalesi yeni çıktı. Ne güzel, onu da alır kendisine hediye götürürüz. İyi aklına geldi, dedi.

Abdülkerim hizmete öylesine motive olmuştu ki, Resul’ün zaman kazanmak için dershaneye uğrama teklifini bile yine hizmet için kabul etti.

Dershaneye vardılar. Resul içeri girdi, öteye beriye gidip gelerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Fakat Abdülkerim oralı değildi, ayakkabılarını bile çıkarmadan kapıda bekliyordu. Resul kendisini içeri davet etti. O ise:

– Oyalanma da Hastalar Risalesini al gel, dedi.

Resul, “Bu adamdan kurtuluş yok!” deyip Hastalar Risalesini alıp çıktı.

Fakat sanki bir adım ileri, iki adım geri gitmekteydi. Sofia’dan o kadar nefret etmişti ki, adını bile duymak istemiyordu. Hep “Bir engel çıksa da gitmesek” diye düşündü, durdu. Bu atmosferde hastaneye vardılar. Zihni bahane aramakla meşgul olan Resulün aklına yeni bir fikir geldi:

– Abdülkerim gel seninle hastanenin başhekimine çıkalım. Bu Yirminci Mektup kasetini verelim. Belki hastalara dinletir, ne dersin?

Abdülkerim hizmet olacak tekliflere asla karşı çıkmazdı: Çok iyi bir fikir, hemen çıkalım, dedi.

Sadece Üç Kitap mı?

ABDÜLVELİ ne kadar da değişmişti! “Demek iyi bir Müslüman olabilmek için böyle olmamız lazım” diye düşündüler. İlk intibaları hayranlık doluydu. Arkadaşlarını muhabbetle kucakladıktan sonra arabalarına atlayıp süratle kaldıkları yere gittiler.

Sabırsızdılar. Vakit kaybetmek istemiyorlardı. Yolda giderken:

– Anlat bakalım, ne gördün, ne öğrendin? Dinimizle ilgili bize ne getirdin, diye soru bombardımanına tuttular.

Arkadaşlarının şevk ve heyecanı Abdülveli’yi de etkilemişti. Yol yorgunluğunu unutmuş, anlatmaya başladı. O anlattıkça, arkadaşları hayranlıkla dinlediler. Adeta çölde susuz kalmış da suya yeni kavuşmuşlar gibi büyük bir alaka ile ona kulak verdiler. Tam üç gün, üç gece göz kırpmadan dinlediler.

Bir defasında Nikolay, bir ara arabasına atlayıp evine gitmeyi düşünmüş, yarı yolda “Ya ben yokken çok mühim şeyler anlatır da kaçırırsam” deyip tekrar geri dönmüştü. Bu halleriyle, Asr-ı Saadet’te taze nazil olan Kur’an hükümlerini öğrenmekte birbiriyle yarışan sahabilere benziyorlardı.

Günlerdir yaptıkları sohbetle dinleri hakkında bir hayli bilgi elde edinmişlerdi. Anlatılanlar bittikten sonra:

– Peki, Aleksandır, biraz da bize getirdiğin kitaplardan söz et! Bize hangi kitapları getirdin bakalım, deyince ciddi bir itirazla karşılaştık.

– Artık Aleksandır yok, Abdülveli var!

– Tamam Abdülveli!

– Şimdi kitaplardan anlat bakalım. Bize hangi kitapları getirdin?

Abdülveli o zamana kadar elini atmadığı çantasının fermuarına uzandı. Arkadaşlarının meraklı bakışları altında, çantasından Kur’an-ı Kerim’in aslını çıkararak gösterdi:

– Bakın arkadaşlar, bu Kur’an‘ın aslıdır. Bunu size aslından, yani Arapça’sından öğreteceğim. Bu bir… Arkadaşlarının meraklı bakışları altında onu bir kenara koydu.

Sonra ikinci bir kitap daha çıkardı. Bir hazine keşfeder gibi gözleriyle onu takip ettiler. Abdülveli:

– Bu da Namaz İlmihali‘dir. Namazın nasıl kılınacağını anlatır. Size bunu da öğreteceğim, deyip onu da yana koydu.

Sıra yanında getirdiği üçüncü kitaba gelmişti. Bu kitap hacim olarak hepsinden daha küçüktü.

– Bu da bizim bütün sorularımıza cevap verecek bir kitaptır! Bunu da hepimiz okuyacağız, deyip sustu. Onlar şaşkınlıkla,

– Hepsi bu kadar mı? Başka yok mu?

– Bu kadar!

– Nasıl olur, altı ayda üç kitap mı getirdin?

– Evet!

– Bizi hayal kırıklığına uğrattın. Sen gittikten sonra biz İslamiyet hakkında belki yüz tane kitap okuduk. Senin bize kolilerle kitap getireceğini beklerken sadece üç kitapla gelmen bizi şaşırttı!

Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından, kitapları merakla tetkike koyuldular. Nikolay, Yirmi Üçüncü Sözü eline aldı, bir müddet kendi kendine okuduktan sonra sesli olarak okumaya başladı. İfadeler orijinaldi, dinlerken hepsi dikkat kesildi. İmanın ve küfrün mahiyetleri arasındaki karşılaştırma, inkârın karanlığını bütün dehşetiyle yaşayan bu ihlâs sahibi insanlara çok orijinal gelmişti. Bu kitap adeta içlerinden geçeni okuyordu. Dinledikçe onda kendilerini buldular. Tarif edemedikleri ulvi bir duygu ruhlarını sarmıştı. Okuma bittikten sonra herkes merakla elini küçük kitaba uzattı. Abdülveli bir teklifte bulundu:

– Bir dakika arkadaşlar. Bundan elimizde sadece bir tane var. Nereden alacağımızı da bilmiyorum. En iyisi bunu yazarak birer tane kendimize çoğaltalım!

Anadolu’da ilk ortaya çıktığı zaman da bu kitapların kaderi elle yazılarak çoğaltılmak değil miydi? Fakat onlar bunu şimdilik bilmiyorlardı…

Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve hemen yazmaya koyuldular. Yirmi Üçüncü Söz’den birer nüsha yazıp çoğalttılar. Asıl nüshanın başına bir şey gelmesin, diye itina ile sarıp kütüphanenin üst bölümünde bir yere sakladılar.

Altıncı namaz mı?

Abdülveli Kur’an’ı, kısa sureleri ve beş vakit namazı arkadaşlarına öğrettikten sonra,

– Ha unuttum, bir de Cuma namazı var, deyince hep birden:

– Yoksa altıncı bir namaz mı bu, diye şaşkınlıkla sordular:

– Hayır, bu haftada bir kılınan namazdır. Cuma günü büyük ve merkezi bir camide bütün Müslümanlar’ın katılımıyla kılınır.

Novgorod’da kilise çoktu, ama maalesef bir tek cami yoktu. Cuma kılınacak en yakın yer ise, en az iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Dinlerinin bir emrini öğrenip yerine getirmek için uzaklık akıllarına bile gelmiyordu. İlk cumayı Petersburg’ta kılmaya karar verdiler.

***

Sizi Kim Gönderdi?

ASLINDA BAŞHEKİME gitme teklifi, Abdülkerim’i oyalamak ve zaman kazanmak için Resul’ün zoraki uydurduğu bir şeydi. Sonucu düşünülmüş bir şey değildi.

– Kime niyet kime kısmet, derler ya… Sofia’yı ziyaret, bir anda başhekimi ziyarete dönüşmüştü. Başhekimin odası giriş katındaydı. Koca binadan içeri girer girmez kendilerini başhekim odasının önünde buldular. Abdülkerim kapıyı çaldı.

– Buyurun!

İçeriye girdiler. Başhekim elli yaşlarında olgun bir bayandı.

– Hayrola, sizi kim gönderdi, diye sordu.

Resul, “Allah gönderdi” dememek için dilini tuttu.

– Şey… Efendim, aslında biz Sofia Valentinovna’yı ziyarete gelmiştik. Başhekim:

– Ha o zavallının durumu çok kritik. Beyin tümörü teşhisi konuldu, en az dört ay burada kalır!

Abdülkerim ve Resul yakinen tanımasalar da Sofia’nın hastalığına üzülmüşlerdi. Başhekim:

– Sizi dinliyorum, dedi.

– Efendim, bizim yanımızda Sofia Hanım’la yaptığımız bir kaset çalışması var. Eğer uygun görürseniz, hastalara onu dinletmek için size verelim.

Çekinerek sundukları teklifi başhekim büyük bir alaka ile karşıladı.

– Aaa tabi, verin bakalım, nasıl bir şey? Olaylar beklenmedik şekilde gelişmekteydi.

Yeni hazırladıkları Yirminci Mektup’un kasetini başhekime uzattılar. Başhekim kaseti dinlemeye başladı. Girişte meşhur Çağrı filminin fon müziği vardı.

– Aaa… Bu Şark müziği!

– Evet.

– Çok güzel. Ben de böyle bir şey arıyordum!

Resul, hayret ve sevinçle Abdülkerim’in yüzüne baktı:

– Efendim devamında hastalara hoş gelecek ifadeler de var, dinleyin isterseniz. Başhekim dinlemeye devam etti. Yirminci Mektup‘un o teselli edici ifadelerini dinlerken:

– Tamam, bunlar tam istediğim gibi, hastalara moral verecek şeyler… Başhekim tüm hastaneye yayın yapan düğmeyi açtı. Bir anda sekiz katlı hastanenin bütün odalarında, koridorlarında Yirminci Mektup dinlenmeye başlandı.

Koridora çıktıklarında hastabakıcıların, doktorların ve hastaların, sesi ilgiyle dinlediklerini görüp, sevinç içinde şükrettiler.

Meğerse başhekim, 20 gün önce göreve başlamıştı. Hastanede bir yenilik yapmayı, hastalara bir şeyler dinletmeyi tasarlamıştı. Tevafuk bu ya, çalışma tam bu esnada eline geçmişti.

O gün Resul’le Abdülkerim üst üste tevafuklarla karşılaştılar.

Bir süre sonra Resul, bu hizmetin heyecanına kapılıp Abdülkerim’in Sofia’yı unuttuğunu sanarak çıkış kapısına doğru yöneldi. Fakat Abdülkerim unutacak biri değildi. Hemen Resul’ün önüne geçti:

– Hop nereye! Dön bakalım bu tarafa, Sofia’yı ziyarete!

– Yahu Abdülkerim, ne güzel hizmet oldu. Ağzımızın tadını bozmadan şuradan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Olmaz, biz onu ziyaret için buraya geldik ve unutma ki, bu hizmet de onun yüzünden oldu!

Abdülkerim, Resul’ün koluna girip onu Sofia’nın odasına doğru yürüttü. İhlâs sırrı ile iki halis kardeşin kuvveti on bir gücünde olduğunu, birlikte hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Bu ihlâs sırrını yakaladığından olsa gerek, Abdülkerim, teşebbüslerinde daima muvaffak oluyordu.

devamı edecek….

Bir Nefes Sıhhat

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

İnsan oğlu, varlık âleminin en nazdar, en âciz, en fakir, en muhtaç varlığı…

O kadar âciz ki, başındaki yükü kaldıramaz, en ufak şeylerden rahatsız olur, sevinir, üzülür, duygulanır, gururlanır, yalvarır, yakarır, acziyetini sergiler de; bazen çocuk misali ağlar, ah eder, vah eder…

Çok geç kalmadan bir opersyon geçirmesi gerekiyordu. Düşündü, sordu, sorguladı ve karar verdi.

Endişeleri vardı, ama hayatın sahibini sorgulamaya inancı ve edebi elvermiyordu. Teslim oldu müsebbibül esbabın kudret elinde sebeplere…

Kolunda serum takılıydı. Hareket kabiliyeti kısıtlı da olsa, başta namaz olmak üzere ubudiyet görevlerini aksatmamalıydı…

Sabahın huzur vaktinde doğruldu, serumunu kapattı ve refaketinde lavaboya giderek abdestini aldı, kıbleye, âlemlerin Rabbine yöneldi. Öylesine bir iç huzura kavuşmuştu ki, sağlıktaki lezzeti anlamaya çalıştığı gibi, çoğu zaman insanların idrakten ve kıymetini anlamaktan uzak durdukları sağlıktaki ibadetin de değerini düşünürken, bir anda Şafi-i Hakîkiden şifa bekleyen tüm hastaların silüetleri hayalinde canlandı.

Sehpanın üzerinde duran Hastalar Risalesine baktı, içindeki devaları bir kez daha gözden geçirdi, böyle bir bakış açısı lutfeden Rabb-ı Rahimine sığınarak kul olduğunu bir kez daha damarlarına kadar hissetti.

Kendisine dua siparişi verenleri de içine katarak cümle Ümmet-i Muhammed’in (sav) hastalarına ve onların içinde kendisine de şifa dileğinde bulundu. Öylesine hazin ve mahzun yakarışlarda bulundu ki, bir nefes alışverişine bağlı olan hayatının Mâliki ve Mutasarrıf-ı Hakîkisine iltica etti.

Ecel birdi ve asla tagayyüre tabi değildi. Başında ağlanılan nice hastalar kurtulmuş, nice sağlıklılar ebedî hayata intikal etmişlerdi.

Hastalık dert değil, bir nevi dermandı. Ömür dakikalarından bol ürün elde edilmesine vesileydi.

Tesbihattan sonra, “bir de Yâsîn okuyayım” dedi.

Görevli hemşire geldi, ameliyat önlüğünü bırakarak hazırlanmasını söyledi. Kefenden farkı, yeşil olması, bir de alt çamaşırın üzerinde kalmasıydı. Eh yine de biraz sonra dalacağı dünyanın ölümün bir nevi keşif kolları mahiyetindeki nevm âlemine, uyutulma moduna girecekti…

Ne de olsa, sadece dar zamanlarda değil, geniş ve sağlıklı hayat dairelerinde de okumaya ve duaya alışıktı dili… Okudu, okudu, okudu…

Operasyon hücrelerinin yanından geçirilirken selamlaştı, kolaylıklar diledi, görevlilere espiriler yapmaya çalıştı:

– “Hastanenin en iyi bölümünde görev yapıyorsunuz…

Oradan bir görevli:

-“Bak dişim ağrıyor, yine de görevimin başındayım..” diyerek fedakârlık ifşasında bulunuyordu.

Yanında ameliyata alınmak üzere bekletilen 13 yaşlarındaki bir talebeye dönerek ne ameliyatı olacağını sordu:

-“Bak, beni tanımadın mı? Ben de öğretmenim. Hiç merak etme canım, inşaallah şifa bulup okuluna devam edeceksin” diyerek moral aşıladı.

Bu moral dersi, orada bekleyen tüm hastalar için bir teselli kaynağı olmuştu âdeta.

Ve tavanda asılı ışıkların altına geldiğinde, narkoz uzmanının birkaç sorusuna cevap verdi. Hayatında asla nikotin ve alkol almadığını ifade ederek, âdeta narkozun dozunda dikkatli olunmasını sanki ima ediyor, ama görevlilerin bu işin farkındalıklarına da inanıyordu.

-“Sana iyi uykular” temennisinin son hecesi olan (r) durağında, bir boşlukta yolculuğa çıkmıştı. Beyaz bulutların arasında, Yâsîn CD sini başa sarmış yeniden okuyordu.

Ölümün kardeşiyle tanışmış, üç saatlik bir kesintiden sonra, tansiyon ve nabzı normale döndürmeye çalışan ekibin arasında çok uzaklardan ve derinden gelen ; “tamam Dr. Bey, nabız altmışa çıktı” sözleriyle Muhyî’nin yeniden diriltici nefesiyle hayata döndüğünü anlamıştı.

Evet, hayat böyledir zaten… Adem ve yokluk düşünülemezdi mü’min nezdinde… Fâni ve zâil perdelerin arkasında yeniden var oluş ve diriliş vardı. Tıpkı gecenin ardından sabahla diriliş, kışın ardından baharla diriliş misâli…

Nefes alıp verememek, verip alamamak… Sadece bu olay bile tek başına, Rabbimize, hayatı bize her an yeniden meccanen bahş eden hayatımızın sahibine ne kadar teşekkür borçlu olduğumuzun bir kanıtıdır.

Ey Rabbimiz! Bizi imanla donatıp, İslâmla yaşattığın için; nefesler verip hayat bahşettiğin için; aklımızı/fikrimizi/dimağımızı kullanmamıza, parmaklarımızı senin rızan dairesinde istihdam etmemize vesile kıldığın için; Kur’ânla tanıştırıp Nur’larla yaşattığın için; Resûlünün Sünnetiyle müeddep kıldığın için; sana eğilen başlarımıza güzel ufuklar açtığın için; Sana teslim olma/tevekkül etme nimetiyle kalplerimizi süslediğin için on sekiz bin âlemin zerreleri sayısınca hamd ve şükürler, akıllarımızın mürebbisi Resûlüne binlerce salât ve Selâm olsun. Âmîn…

İsmail Aksoy

Hastalar Risalesi Finlandiya’ya Şifa Olacak

Bediüzzaman’ın “Sungur benim evlad-ı manevîyemdir” diyerek ‘Fena-Fil-Risale‘ iltifatına mazhar ettiği Mustafa Sungur, (Üstad’ın): “1948’de meşhur Afyon davası nedeniyle Bediüzzaman Said Nursî’nin tevkif edildiğinde tüm zor şartlar ve haksız muameleler karşısında ümidini hiç yitirmeden, kibrit kutularına gizlice El Hüccetüz-Zehra Risalesi’ni yazıp ‘İnşaallah bunu bir zaman Avrupa’da neşredeceğim’ dediğini aktarıyor anılarında. Bir gün Üstad’dan “Ben o bayramları görmeyeceğim, siz göreceksiniz” sözünü işitir Mustafa Sungur. “Hayır Üstad’ım siz de göreceksiniz” şeklinde mukabele eder. O da “Hayır. Ben görmeyeceğim. Sen evladım Sungur, gelir kabrimde o bayramları bana söylersin.” karşılığını verir.

Bediüzzaman’ın haberini verdiği vakit olsa gerek bu günler. Zira bizzat Üstad’ın manevî evladım dediği M.Sungur ile “İstanbul’un Hüsrev’i” dediği M. Fırıncı’nın duası ve himmetiyle aylardır süren hummalı çalışma netice verdi. Dünyadaki ilk Fince risale basıldı. 1946 senesinde Mustafa Sungur, Safranbolu’da genç bir muallim iken, oranın müftüsüne sorduğu soruda saklıydı sanki her şey. “Eskimolar var Sibirya’da, onların hali ne olacak? Onlara tebligat olmamış” demişti.

Sene 2011 ve Bediüzzaman’ın “Elbette, nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hukûmetleri, Kur’an-ı Mucizu’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.” sözü hayat buldu.

Finlandiyalı eski bir gazeteci-çevirmen Heidi Denizhan’ın gayretleri meyvesini verdi. İntihar oranlarının yüksek olduğu, her türlü ahlâkî erozyonun yaşandığı, ateizmin ve çok ciddi varoluşsal sorunların insanları allak bullak ettiği Kuzey Avrupa coğrafyasının, aslen Asyalı olan ülkesi Finlandiya, Nur’ları çok sevdi.

Her şey 81 yaşlarındaki yaşlı akrabasına İngilizce Hastalar Risalesi’ni okumasıyla başlar. Kendisinde çeşitli kanser rahatsızlıkları, alzheimer ve romatizmal ağrılar bulunan yaşlı kadıncağız, risaleden o kadar feyiz alır ki ahirete dair varoluşsal kaygıları izale oluverir. “Demek ki Kur’an bu tarz şeylerden bahsediyormuş bilmiyordum.” der. Kadının fıtrat dinine yakınlaşması bu kitap ile gerçekleşir. Ancak alzheimerın tesiriyle aradan geçen bir haftada her şeyi unutur. Tekrar anlatırlar. Yaşlı kadın bu kez, “Fince bir eser olsa idi bu kadar unutmazdım.” arzusunu dile getirir. Allah bu vesileyle Heidi Hanım’ı bu yola sevk eder. İkinci sebep Heidi ve Emre Denizhan çiftinin sırayla vefat eden iki bebekleridir. Üzüntüden psikolojisi altüst olan ve depresyona giren Heidi Hanım’a kocası İngilizce Hastalar Risalesi’nden ‘Çocuk Taziyenamesi‘ni okur. O andan itibaren kaybettiklerine bakış açısı değişmiştir. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) erkek evladı İbrahim’in vefatında, gözyaşı döktükten sonra ifade ettiği “Göz ağlar, kalb mahzûn olur. Biz, Rabb’imizin rızasına uygun olmayan söz söylemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetmekten dolayı hüzün içindeyiz.” ifadelerini bizzat yaşar. Fakat kadere isyan etmez.

Üstad Bediüzzaman’ın tavsiyeleri onu kendine getirir: “Aziz kardeşim, senin gibi müminlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur; onun Hâliki dahi Rahîm ve Kerîm’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp cennetü’l-firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat (geçici) elemle karışık bir evlat muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî cennette on milyon sene bana evlat muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer” gibi ifadeler karşısında kendisini toparlar.

Hayra yorulan rüyalar

Karı-koca bazen evden hiç çıkmayarak çeviri işine yoğunlaşır. Bir iki sayfayı çeviri yaptıktan sonra okuduklarında, Heidi Denizhan’ın kaç defa bunu kendisinin yazdığına inanamadığını anlatıyor Emre Bey. Biraz tercüme yapınca bunu Finli insanlara okuyup tepkilerini ölçerler. Müsbet netice aldıkça daha bir aşkla yola revan olurlar. Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. Heidi Hanım’ın da bazı rahatsızlıkları vardır. Hastalar Risalesi derdine derman olur. O günlerde bir rüyasında Hira Mağarası’nı ve etrafında yüzlerce göl bulunduğunu görür. Malum Finlandiya, irili ufaklı 300 bin gölü olan bir ülke. Rüyası hayra yorulur. Daha bir istekle çeviriye devam eder. Eşi Emre Bey ise tam kitabın bitme aşamasında bir rüya görür. O da Hira Mağarası’na elinde bir tepsi ile girdiğini görür. Artık iyice heyecanlanırlar. Adeta karı-koca, Hasan Feyzi (ra) gibi, “Bir zerrecik olsun bulayım.” deyip ararken, Feyzi’nin “Düştüm yine derya gibi bir Nur’a bugün ben.” ifadelerini bizzat yaşamaktadır.

Son tashihatı da yaptıktan sonra kitap baskıya yollanacağı sırada, Heidi Hanım dışarıda sarhoş bir serseri tarafından -hiçbir sebep yok iken- darp edilir. O günlerde rahatsızlıklarından dolayı günlük çeviri mesaisini azaltmıştır. O sebepten bir şefkat tokadı yediğini düşünür. İlahî bir uyarı olarak yorumlar elim hadiseyi. Hastaneye kaldırılır. Tedavi altında iken özel doktoru ve diğer hekimlere yazdıkları Hastalar Risalesi’ni anlatırlar. Allah’ın kendilerini oraya sevk ettiklerini düşünmeye başlamışlardır artık. Doktorlardan bir tanesinin ciddi bunalım içinde olduğunu ve 10 gün öncesine kadar intiharı düşündüğünü öğrenirler. Elinde Hastalar Risalesi olan hastamız, doktoruna reçete verir gibi onun yaralarını sarmaya başlar. Doktor alır ve bir çırpıda okur. Ardından “Madem böyle eserleriniz var, insanlarımıza neden vermiyorsunuz?” diyerek çıkışır hastasına. Hastanedeki doktor ve hemşirelere kitap okutulur bu vesileyle. Ortak kanaat, risalenin dinî bir kaynak olmadığı ve tüm dünya insanlarına hitap eden evrensel bir dili olduğu yönündedir.

Okuyan insanların hemen hepsinin kanaatleri müsbet olunca son kontroller yapılır. Finlandiya’nın ünlü dil bilimci bir profesörü kitabı inceler. Nihayet mutlu bekleyiş sona erer ve Hastalar Risalesi, ‘Viesti Sairaille‘ (Hastalara Mesajlar) isminde kitapçık olarak basılır.

Hıristiyan bir vakıf hastanesinin yaşlılar bakımhanesinde çalışan Ahmet Kul, Hastalar Risalesi’ni alarak, vakfın yöneticilerine kitabı götürüp okumaya karar verir. Yaşlıların sıkıntılar içerisinde olduğunu anlatan Kul, bu eserin çok faydalı olacağını düşünüyor. Emre ve Heidi çifti şimdi oradan gelecek müsbet neticeyi bekliyor. Emre Bey’in bir arkadaşı da risaleyi alarak tanıdığı restoran sahibi Muhittin Tosun Bey’e götürür. Tosun’un eşi Teija Hanım’ın Finlandiyalı ve tahsilli olduğunu öğreniyoruz. İlk olarak başlarından geçen enteresan bir hadiseyi paylaşıyorlar bizimle. Dört yıl evlerinde bir cins tavşan beslerler. Evin bireyi haline gelir ‘uzun kulak’. Bir gün tavşan bir hastalığa yakalanıp felç olur. Veteriner, “Fazla acı çekmesin, öldürelim.” der. Fakat bayan bunu kabul etmez. Alır eve getirir. Aylarca ona bakarak her türlü ilgiyi gösterir. Kucağında uyutur. Yemek yedirir, su içirir. Bir gün eşinin seccadesini alarak tavşanı içine sarar. Muhittin Bey, eve geldiğinde seccadeye sarılı tavşanı görünce biraz morali bozulur. Ama hanımının verdiği cevap üzerine ne diyeceğini bilemez: “Sen burada namaz kılıp dualar ediyorsun. Bu seccadede tesir olacağını düşündüm ve tavşanımı onunla sardım sarmaladım.” Tavşan, mucizevî bir şekilde düzelmeye başlar. Ve tam iki yıl daha sağlıklı olarak yaşar.

Tosun çifti, inancın ve duanın hastalara pozitif etkisini bizzat görür bu vesileyle. Hastalar Risalesi’nin Fincesi Teija Tosun’a hediye edilince çok etkilenir. Evinin her duvarı kitapla dolu olduğu ifade edilen ve hayatı boyunca kitaptan başını kaldırmayan birisi olarak, Hastalar Risalesi’ni okumaya başlayınca daha ilk sayfadaki “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.” ifadeleri karşısında şoke olur. Bir an duraklar. Bugüne kadar okuduklarından farklı gelmiştir. Ve hemen bir solukta kitabı bitirir. Daha sonra eline kâğıt kalemi alarak eseri tekrar okumaya başlar. Notlar alır. Eşi Muhittin Bey’in ifadesine göre hayatı boyunca kitap okuyan ve bitirince bir kenara koyan eşinin bu davranışı çok anormaldir. Ama asıl şaşkınlığı kitabı hediye eden kişi Abdurrahim Salih yaşar. Hanımefendinin birçok rahatsızlığı bulunduğunu daha sonra öğrenir. İhtiyaca binaen bir ihsan-ı İlahî olduğunu anlar bu hadisenin.

23. SÖZ VE KÜÇÜK SÖZLER DE ÇEVRİLİYOR

Heidi Hanım’ın arkadaşı Katarina, Finlandiya’da tanınan bir yayınevinde çalışmaktadır. Bir gün karşılaşırlar. Ve Hastalar Risalesi projesini duyar. Yayınevinde meseleyi gündeme getirir. Ardından Heidi ile bu kitap üzerinden anlaşma yapmak istediklerini ve tüm Finlandiya’daki kitapçılara kitabı dağıtabileceklerini teklif ederler. Heidi-Emre çifti, hızlı gelişen süreç karşısında şaşırır ve şükrünü nasıl ifa edeceklerini bilemezler. Büyük sevinç yaşayan çift, bugünlerde yayınevi ile bir anlaşma sağlanacağını umuyorlar.

Emre Bey, risaleyi kilise müdavimlerinden Christian adlı bir kişiye okutur ve kanaatlerini söylemesini ister. Bay Christian, kitap karşısında ne diyeceğini bilemez ve “Bu kitap herhangi bir dine mensup değil. Bu kitap dünyadaki tüm insanlara hitap ediyor. Her hastaneye ve her kiliseye vermelisiniz bu kitaptan. Her doktor bu kitabı okumalı.” der.

Emre-Heidi çifti, şu sıralar 23. Söz ve Küçük Sözler’i çeviriyor. Bu hummalı çalışmanın aksamadan devam etmesi için “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır.” sözünden hareketle çok duaya ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar bizlere. Emre Denizhan’a daha ne kadar süre Finlandiya’da kalacaklarını ve Türkiye’ye dönüş yapıp yapmayacaklarını soruyoruz. Verdiği cevap, en az anlattığı olaylar kadar bizi etkiliyor: “Benim için Türkiye sayfası kapanmıştır. Allah’ın izniyle buradan ayrılmayacağım ve vefatım da burada olacak. Önümüzde çok işlerimiz var. Buradaki insanlara faydalı olmak istiyoruz. ‘Yaratılanı seviyoruz Yaradan’dan ötürü’ düsturunca bu ülkedeki insanların elinden tutabilirsek ne mutlu bize. Şimdi internet sitemizi açtık (www.risaleinur.fi) ve pdf olarak kitabımızı yayına verdik. Yaşadığımız bu topluma faydalı olacak şekilde master ve doktora çalışmalarına ilham vereceğine çok inanıyorum bu eserlerin. Toplumbilimcilerin, bu eserlerden reçeteler sunması vakti çok yakındır. ‘Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!’

Risale Haber

Üniversite Risale-i Nur’u Felemenkçeye Tercüme Edecek

Rotterdam İslam Üniversitesinin tanınma süreci, yeni kayıt dönemi ve üniversitenin akademik çalışmaları hakkında Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmed Akgündüz önemli açıklamalarda bulundu. Akgündüz, Risale-i Nur Külliyatının Üniversite bünyesi altında Felemenkçeye tercüme edileceğini söyledi.

RİSALE-İ NUR’UN TAMAMINI FELEMENKÇE TERCÜME EDECEĞİZ

Ve nihayet Hastalar Risalesi Felemenkçe olarak yayınlandı. Yıl sonuna kadar iki dev eser daha yayınlamayı hedefliyoruz. Risale-i Nur’un tamamını Felemenkçe tercüme edip yayınlamaya karar verdik. Bunun için değişik kesimlerden destek geldi. Önce ham tercüme, ardından iki bilim adamının satır satır kontrolü ve ardından Risale-i Nur uzmanları kontrol ediyor. Son olarak başkanı olduğum grup kontrol edip yayınlanıyor.

Sene sonuna kadar derginin 2. cildi, makaleler toplandı editörlere gitti. 2. İslam Kamu Hukuku yani Anayasa, İdare, Mali, Devletler, Ceza hukuku gibi konuları ele alınan İslami Kamu hukuku kitabı. Son eser ise Mektubat’ın 2011 sonuna kadar tercümesi yayınlanacak.

Bediüzzaman Said Nursi külliyatın tercümesini 7 abiye vermiş. Bize “manevi veya maddi muvafakat aldınız mı?” diye sorulabilir. Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur abiden önce sözlü ve şu anda yazılı muvafakat aldık. Bu da Hollanda’da Bediüzzaman Said Nursi’ye gönül veren kişilerin ittifakı ile oldu. Biz Osman Topbaş Hocamız ile ciddi bir mutabakat kurduk. Şu anda seçtiğimiz 4 kitabın tercümesini üstlendik ve İUR ismi altında neşredilecek inşaallah.

Kaynak: Risale Haber