Etiket arşivi: hz. Muhammed

Hz. Muhammed (a.s.m), Kâinat Kitabının En Büyük Ayetidir!

Kâinat ve insan…

Her ikisinden hangisini alırsanız alın, sanki birisi ayna, diğeri o aynada görüntüsü akseden varlık gibidir. Veya sanki birisi dev bir ağaç, diğeri onun tohumudur. Ya da kâinat büyük bir insan, insan da küçültülmüş bir kâinattır.

Bu benzerlikler ve paralellikler maddî planda geçerli olduğu gibi, aynen manevî planda da kendisini gösterir.

Nasıl madde itibarıyla insan, sanki kâinatın bütün özelliklerini içeren bir numune ise, insanın kalbi de, adeta binlerce manevî alemi ana hatlarıyla işaret eden bir harita hükmündedir.

Nasıl insanın zihni ve hafızası, kâinatta maddî ilim bakımından bütün ilimleri öğrenebilecek bir kapasitede yaratılmışsa, kalbi de kâinatta gizli sınırsız hakikatleri elde etmeye, manevî alemlerdeki sırları ve gizemleri bir bir açmaya elverişli bir özellik taşır.

O halde insan, maddesi itibarıyla nasıl kâinat ağacının küçük bir çekirdeği mahiyetindeyse, onun kalbi de manevî alemlerin çekirdeği olarak düşünülebilir ve nasıl bir çekirdek toprağı, nemi ve ışığı bulunca yavaş yavaş neşv ü nemâ buluyorsa, kalp çekirdeği de uygun şartlarda ve gerekli vasıtalarla gelişir, manevî sümbüller verir. Çünkü o tohumcuğun içine ebedî, uhrevî ve haşmetli bir alemin yapı taşları, temel esasları ve özellikleri yerleştirilmiştir.

Kâinat büyük bir insan, insan küçük bir kâinattır.

Kâinat aynı zamanda bir kitaptır. Üzerinde Kâtibini anlatan, gösteren ve öğreten sayısız âyetler vardır. Bu âyetleri okumak, okuyabilmek gerekir. Bunun için bir öğretmen, bir muallime ihtiyaç vardır.

İnsan da İlahî bir kitaptır. Onun üzerinde de sonsuz ve sınırsız âyetler bulunur.

İnsan kâinat kitabını okumak, tefekkür etmek ve yüce Yaratıcıyı bulup tanımak için yaratılmıştır. İnsan, küçültülmüş bir kâinat kitabı olan kendisini okumak, üzerindeki yansımaları ve tecellileri görmek ve müşahede etmek için yaratılmıştır.

İnsan, eşsiz hakikatleri aktaran, yansıtan ve tercüme eden kendisini, kendisi gibi tüm insanları, tıpkı kâinat kitabı üzerindeki âyetler misali okumak, anlamak ve anlatmakla görevlidir.

Bediüzzaman bazı risalelerinde bütün kâinatı ve varlıklar âlemini Kur’an-ı Kebîr ve Furkan-ı Azam olarak niteler. Bunu ifade ettikten sonra da Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kâinat denilen Kur’an-ı Kebîrin “Âyet-i Kübrâsı” ve o “Furkan-ı Âzam”ın “İsm-i Âzam”ı olduğunu zikreder.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

İnsan, işte bu temel ve çok önemli görevlerin yerine getirebilmek için bütün insanlığa bu hakikatleri öğretmek için gönderilen Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olmak, onu okumak, onun okuduklarını dinlemek ve öğrenmekle görevlendirilmiştir.

Kalem-i İlâhînin Mürekkebidir

Gözümüz önünde bulunan varlıklar âlemine büyük bir kitap nazarıyla bakacak olursak, nur-u Muhammedî (a.s.m.), yani Hz. Muhammed’in (a.s.m.) manevî nuru o kâinat kitabının Kâtibinin kaleminin mürekkebi olduğunu söyleyebiliriz.
Kitâb-ı Kebîrin Âyet-i Kübrâsıdır.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Dr. Veli Sırım

kaynaklar,
Sözler / Yirmi İkinci Söz – s.128; Lem’alar / Otuzuncu Lem’a – s.811.
Mesnevî-i Nuriye – Habbe

Aileye Verilen Önem

Hz. Peygamber’in Aileye Verdiği Önem

İnsan için cemiyet, cemiyet için de aile ne kadar önemli ise Hak Din’in ve son ve en kâmil tebliğcisi ve uygulayıcısı Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de aileye o kadar önem ve değer vermiştir. Çünkü O’nun tebliğ ve tatbik ettiği dinin vâzı’ı ile kâinatın yaratıcısı birdir; Vahid, Ehad, Hakîm ve Alîm olan Allah’ın iki eseri (din ve insan) arasında çelişkinin bulunmaması, birinin diğerine elbise ile vücut gibi uyması tabiidir.

Resul-i Ekrem’in örnek uygulamasında kemaliyle tecelli eden İslâm’ın, aileye verdiği yer ve önem şu tedbirler ve talimat tablosunda açıkça görülmektedir:

1. Allah Teala’nın insanlığa örnek olarak sunduğu sevgili Resulü bizzat evlenmiş, aile kurmuş; baba, dede, eş, kayınpeder, enişte gibi aileye bağlı sıfatlarla örnek davranışlar ortaya koymuştur. İlk evliliğini yirmi beş yaşında iken, kendisinden onbeş yaş büyük ve dul olan bir hanımla (Hatice annemizle) yapmış, elli yaşına varıncaya kadar bütün gençliğini bu tek hanımıyla yaşamış, çevresinde yaygın bir adet olmasına rağmen ikinci bir eş edinmemiştir. Neslini devam ettiren çocuklarının da annesi olan sevgili eşi vefat ettikten sonra yaşlı, genç birden fazla hanımla evlenmiş ve geride kalan onüç yılını bu hanımlarına manevi zenginlik ve mutluluk bahşederek geçirmiştir. O’nun gençliğini yaşlı, dul ve tek hanımla geçirmesi evlilikte cinselliğin önüne geçen amaçların bulunduğunu ve gerektiren ciddi bir sebep bulunmadıkça ailenin tek hanımla kurulacağını göstermektedir. Daha sonraki eşlerini edinmesinde her birine ait siyasî, ictimai, ahlâkî, dinî sebepler ve hikmetler vardır. Ayrıca ümmetinde birden fazla hanımla evlenme bir sosyal vakıa olacağından bunlarla, Allah’a kulluk çerçevesinde bir aile hayatı yaşamanın eşi bulunmaz örneği verilmiştir…

2. Evlenmeyi teşvik etmiş, Allah’a daha fazla ve daha iyi kulluk edebilmek için evlenmeyi, aile hayatını terketmek isteyenleri bundan vazgeçirmiştir. Sahabeden üç kişi Resulullah’ın eşlerinden birine O’nun günlük ibadet hayatını sormuşlar, durumu öğrenince kendi ibadetlerini az bulmuşlar ve o andan itibaren kendilerini ibadete vermeyi kararlaştırarak; birisi gece sabahlara kadar namaz kılmaya, ikincisi her gün oruç tutmaya, üçüncüsü de aile hayatı ile ilgisini kesmeye azmetmişlerdi. Hz. Peygamber yaptıklarını öğrenince yanlarına geldi ve şöyle buyurdu: “Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah’tan korkar ve O’nun koyduğu sınırlara riayet ederim, fakat (aynı zamanda) nafile oruç tuttuğum da olur, tutmadığım da, gece namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenir aile hayatı yaşarım; imdi kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir.” (Buhari, Nikâh, 1). O gençlere hitaben şöyle buyuruyor: “İmkân bulanlarınız evlensin; çünkü gözü ve iffeti en iyi koruyan evliliktir…” (Buhari, Nikâh, 2-3.)

Resulullah’ın talimatından çıkan sonuca göre imkanı müsait ve evlilik hukukuna riayet edebilecek olan kimselerin evlenmeleri gereklidir.

3. Evlenmeyi kolaylaştırmış, şeklini, şartlarını ve maddi külfetini asgariye indirmiştir. Şahitler huzurunda yapılmak veya vekillerinin yahut da velilerinin bir araya gelerek irade beyanında bulunmaları (seninle evlendim, seni eş olarak kabul ediyorum gibi örf ve adete uygun bir ifadede bulunmaları) evliliğin oluşması için yeterlidir. Erkeğin kadına vereceği veya borçlanacağı mal (mehir) sembolik düzeyde olabilmektedir. Akit esnasında mehrin zikredilmemiş olması akdin sıhhatine mani değildir.

4. Evlenmek, aile kurmak isteyip de maddi, manevi engeller yüzünden bunu gerçekleştiremiyenlere yardımcı olmuş, evlenmelerini sağlamıştır. Kendileri bir gün ashabı ile birlikte bulunurken bir kadın yanına gelmiş ve mehirsiz olarak O’nunla evlenmek istediğini bildirmişti. Peygamberimiz (s.a.) kadına baktı, sonra tekrar başını önüne eğdi, kadın O’nun, evlenme konusunda bir hükme varmadığını görünce bir kenara oturdu. Sahabeden biri ayağa kalkarak “Ya Rasûlallah! Eğer siz onunla evlenmek istemiyorsanız benimle evlendirin” dedi. Efendimiz -adama- kadına verecek birşeyinin olup olmadığını sordu, olumsuz cevap alınca da “Git bir ailene bak, belki birşeyler bulursun” dedi, adam gitti ve eli boş döndü. Resulullah “Bak, demirden bir halka da olsa olur” dedi, adam gidip aradı yine eli boş döndü ve “Demirden bir halka yüzüğüm de yok, yalnızca üzerimdeki alt giysim (izarım) var” dedi (adamcağızın üst giysisi bile yoktu). Efendimiz “Alt giysini nasıl vereceksin; sen giysen o giyemez, o giyse sen çıplak kalırsın” dedi, adam yerine geçip oturdu, aradan uzunca bir süre geçince de ümidini keserek kalkıp gitmeye yöneldi. Peygamberimiz onu geri çağırtarak Kur’an-ı Kerim’den ezbere bildiği kısımların olup olmadığını sordu, birkaç sureyi ezbere bildiğini öğrenince de şöyle buyurdu:

Haydi al da git, bildiğin surelere karşı bunu sana veriyorum” (Buhari, Nikah, 14).

O’nun ve eşlerinin büyütüp yetiştirerek, cariye ise azad ederek, engeli varsa yardımcı olarak evlendirdiği birçok erkek ve kadın olmuştur.

5. Ailede eşlerin amaca uygun olarak seçilmesi çok önemlidir. İnsanların eş seçiminde kullandıkları ölçüler farklıdır ve çoğu kez geçici hevesler ve zevklerin etkisi sözkonusudur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) Efendimiz ümmetini eş seçimi konusunda uyarmış ve sağlam ölçüler getirmiştir. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kadın dört özelliğinden dolayı seçilir: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; evlilikten hayır görmen için eşin dindarını seç!” (Buhari, Nikah, 15)

Ashabı ile beraberken yanlarından bir adam geçti. Efendimiz “Bu adam hakkında ne dersiniz?” diye sordu, “Bu kişi bir kızı isterse verilir, bir iş için aracı olursa geri çevrilmez, konuşursa dinlenir” dediler. Bir müddet sükut ettiler, sonra müslümanların yoksullarından biri geçti, Efendimiz “Bu adam hakkında ne dersiniz” diye sorunca sahabe: “Bu adam birinden kız istese vermezler, bir iş için aracı olup ricada bulunsa geri çevirirler, konuşsa dinlemezler.” cevabını verdiler. Peygamberimiz “Bu fakir, öbür zengin gibi dünya dolusu insandan daha hayırlıdır.” buyurdular. (Buhari, aynı yer).

Zengin ve güzel bir dul kadınla evlenmek istediğini söyleyerek fikrini soran bir sahabiye kadının doğurgan olup olmadığını sormuş, çocuğu olmadığı cevabını alınca “çocuğu olanı tercih et” buyurmuştur.

Peygamberimizin bu değerlendirmelerine göre eş seçiminde öncelik dindarlık ve ahlaka verilecek, diğer iyi ve güzel vasıflar önem bakımından ikinci sırada tutulacaktır.

6. İstikrarlı, huzurlu, verimli bir aile hayatı için gerekli bulunan hukukî ve ahlâkî düzenlemeleri ilahi irşad doğrultusunda yapmış, aile hayatının değişime açık yönlerini örf, adet ve gelişmelere bırakmıştır. Kitab ve sünnetten hareketle ortaya konmuş bulunan İslâm aile hukuku (münâkehât, mufâraqât) ciltlere sığmayacak zenginliktedir. Ailede roller, yardımlaşma, nafakanın kemmiyet ve keyfiyeti, sosyal ilişkiler gibi konularda değişime açık bulunan hüküm ve uygulamalar örf ve adete bırakılmış, bunların ma’rufa (müslümanların iyi, güzel, uygun bulmalarına) göre yürütülmesi istenmiştir. (Nisa: 4/19).

7. Kurulmuş ailenin fertleri arasında çıkan anlaşmazlık ve problemler ile ilgilenmiş, bütün imkânları aileyi sürdürme ve huzuru sağlama yönünde kullanmıştır. Ümmetini de bozulan aile ilişkilerini düzeltmeye teşvik etmiş, bu maksatla gerektiğinde yalan söylemeyi bile caiz görmüştür (Tirmizi, Birr, 26).

Bizzat kendi yakınlarında, daha doğrusu en yakınında, Hz. Ali ile eşi Fatıma arasında meydana gelen bir kırgınlıkla nasıl meşgul olduğunu şu olayda görüyoruz.

Birinin babası, diğerinin amcazadesi olan Efendimiz bir gün Fatıma annemizin evine gelmiş ve Hz. Ali’yi evde bulamamıştı. Kızına “Amcamın oğlu nerede?” diye sorduğunda şu cevabı aldı: “Aramızda bir şey oldu, bana kızıp dışarı çıktı, öğle istirahatini benim yanımda yapmadı.” Bu cevap üzerine Peygamberimiz birisini, Hz. Ali’yi aramak üzere gönderdi, arayan kişi biraz sonra döndü ve onun mescitte uyumakta olduğunu haber verdi. Efendimiz mescide geldiğinde Hz. Ali hâlâ uyuyordu, üzerinden ridası kaymış, vücudu toprağa bulanmıştı. Sevgili kayınpederi bir yandan mübarek elleriyle vücudundaki toprağı silerken diğer yandan “Kalk toprak babası, kalk toprak babası (Ebu Türab)” diyerek onu kaldırdı, beraber eve gittiler, kırgınlık ortadan kalktı, mutlu hayatın akışı kaldığı yerden devam etti. (Müslim, Fedailu’s-sahabe, 38). Hz. Ali bu tatlı hatırasını yadeder ve en sevdiği adının “toprak babası, topraklı” mânâsına gelen “Ebu-Türab” olduğunu söylerdi.

Yine aynı yüce aileye, müminlerin sevgilisi ehl-i beyte ait bir başka örnek, Hz. Ali’nin, eşi Fatıma üzerine -ikinci bir eşle- evlenme teşebbüsünde ortaya çıkmıştır. Bunun Hz. Fatıma’yı üzeceğini, günaha sokabileceğini (fitne), ailenin huzur ve mutluluğunu gölgeleyeceğini düşünen Hz. Peygamber (sa.) yangını ilk kıvılcımında önlemek üzere derhal harekete geçmiş, “Ali eşi Fatıma’yı boşamadıkça üzerine o kadını alamaz” demiş, sevgili damadı da eşini ve kayınpederini üzmemek, aile mutluluğuna gölge düşürmemek için bu teşebbüsünden vazgeçmiştir. (Buhari, Nikah, 109; Ebu-Davud, Nikah, 13; Avnu’l-Ma’bud, c. VI, s. 76-81).

8. Çocukların eğitim ve istikballerinden birinci derecede aileyi sorumlu tutmuştur. Allah Teala’nın “Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim: 66/6) buyruğunun nasıl yerine getirileceğini ümmetine öğretmek üzere hem kendi ailesinde uygulama örnekleri vermiş, hem de değeri zamanları aşan sözler söylemiştir:

Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. Yönetici çobandır. Aile reisi erkek ailesinin çobanıdır. Kadın evin ve çocuğun çobanıdır… Hasılı hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz.” (Buhari, Nikah, 90).

Hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın, sonra ana-babası onu yahudi veya hıristiyan, yahut mecusi… yaparlar. Tıpkı bir hayvanın kendi cinsinden ve azası tam bir yavru dünyaya getirmesi gibi, siz onda hiçbir eksiklik görür müsünüz? Fakat kendiniz onun kulağını, kuyruğunu keser değiştirirsiniz.” (Müslim, Kader, 22-25).

Çocuk yedi yaşına gelince ona namaz kılmasını telkin edin, on yaşına gelince zorla da olsa kıldırın.” (Ebu Davud, Salat, 24).

Malik b. el-Huveyris anlatıyor: Ben ve aynı yaştaki genç arkadaşlarım Resulullah’ın yanına gelmiş, yirmi gün kadar kalmıştık. Kendileri çok merhametli ve anlayışlı idiler, ailelerimizi istediğimizi veya özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordular, onları kendisine bildirdik, şöyle buyurdular: “Aile ocaklarınıza dönün, onlarla beraber kalın, bildiklerinizi onlara öğretin, gerekli talimatı verin… Namazı beni kılarken gördüğünüz gibi kılın, namaz vakti girince biriniz ezanı okusun, en büyüğünüz de size imam olsun.” (Buhari, Salat, 18).

9. Yakından uzağa bütün aile fertlerinin aile bağlarına, bu bağın gerektirdiği hukuk ve edebe riayet etmelerini emretmiştir. Bu emir, muhtaç olan akrabanın geçimini sağlama (nafaka) gibi konularda bağlayıcı bir kanun hükmündedir. Şöyle buyurmuşlardır:

Öncelikle annenin rızasını gözet ve ona iyi davran, öncelikle annene, öncelikle annene, sonra babana, sonra da yakınlık derecelerine göre diğer akrabana.

Amellerin en değerlisi vaktinde kılınan namazdır, sonra ana-babaya iyi davranmaktır, sonra da Allah yolunda cihaddır.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: Ben Allah’ım, ben Rahmanım (Rahmetimin sınırı yoktur), akrabalık bağını yarattım ve ona kendi ismimden bir isim vererek “rahim” dedim. O bağı devam ettirenle bağımı devam ettiririm, kesenle de bağımı keserim.

Üç kızı veya üç kızkardeşi olup da onlara karşı iyi davranan, onları hoşnut tutan herkes cennete girer.

Bir kimsenin çocuğunun terbiyesi ile meşgul olması sadaka vermesinden daha hayırlı ve ecirlidir.

Hiçbir kimse çocuğuna, güzel ahlaktan daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 1-10, 33).

10. Ailenin bir okul, bir ibadethane, sıcak ve aydınlık bir yuva, bir sığınak, bir sosyal rabıta birimi ve bir keyfiyetli nüfus üretim kaynağı olabilmesi için diğer aile fertlerinden önce karı-koca arasında karşılıklı sevgi, saygı ve şefkatin bulunması gerekir. Bu sebeple birbirini sevmeyen, birbiri ile geçinemiyen, birbirinin haklarına riayet etmeyen çifti bir arada tutmanın mânâsı yoktur. Bu gerçekten hareket eden İslâm, başka çare kalmadığında boşanmaya izin vermiş, bunun da aile sırlarını dışarıya açmadan, İslâm kardeşliğine ve geçmiş hukuka zarar vermeden yapılmasını istemiş, bu maksatla aile meclisi ve hakemlik kurumuna yer vermiştir. (Nisa: 4/35).

Allah Resulü’nün boşanmaya, aile bağına son vermeye bakışını şu cümlesi beliğ bir şekilde ifade etmektedir: “Allah’ın en sevmediği helal, boşamaktır.” (Ebu Davud, Talak, 3).

Ve Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “… Kadınlara iyi davranın. Onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa bilin ki, bir şey sizin hoşunuza gitmediği halde Allah sizin hakkınızda onu çok hayırlı kılmış olabilir.” (Nisa: 4/19).

Sonuç: Genişten dara doğru birbiri içine girmiş, biri diğerini tamamlayan ve koruyan insanlık, ümmet, kavim, kabile ve aile halkalarının çekirdeğini İslâm’da vazgeçilmez bir kurum olarak aile teşkil etmektedir. İslâmın ve Hatemu’l-Enbiya Efendimizin (s.a.) ona verdiği önem ve bu önemle mütenasib eğitim, yönlendirme ve düzenlemeler sayesinde İslâm ailesi, asırlar boyu kendisinden bekleneni vermiştir, vermektedir.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Peygamberimize Yazdığım Bir Mektup

Bir güneş gibi doğdun karanlık dünyamıza.

Bir yağmur gibi indin kuruyan toprağımıza.

Bir pusula oldun, yolunu ve yönünü kaybetmişlere.

Bir ölçü ve denge oldun ölçüsüz ve dengesiz hayat sürenlere.

Bir avukat oldun; çaresizlere, mağdurlara, mazlumlara.

Bir imam oldun, mü’minlere.

Bir hatip oldun, tüm insanlığa.

Bir komutan oldun; düzensiz, başıboş ordulara.

Merhametli bir baba oldun insanlık ailesine.

Sevgili bir dede oldun Hasan-Hüseyin torunlarına.

Vefalı, sadık bir eş oldun Hatice’ne, Ayşe’ne.

Sevgili ve doyulmaz bir baba oldun Fatma’na, Rukıye’ne, Kasım’ına, İbrahim’ine.

Başlarını okşadın, saçlarını kokladın onların. “Kızım senin saçlarının arasından cennetin kokularını alıyorum.” buyurdun. Gülücüklerle karşıladın hep onları, öpücükler kondurdun onların ve torunlarının gül yanaklarına.

Şefkatli ve sabırlı bir öğretmen, bir eğitmen oldun; her yerde ve her zaman herkesi eğittin; yaşına, başına, makamına ve rütbesine, cinsiyetine ve milliyetine bakmadan. Senin öğrencilerin arasında yediden yetmişe herkes vardı.

Hiç kimse ateşlere yanmasın ve cehenneme düşmesin diye makas gibi açtın kollarını, haykırdın: “bu cadde çıkmaz sokak” dedin. Bu uğurda dayanılmaz eza ve cefalara göğüs gerdin. Tükürük savuranlara, taş atanlara, yollarına diken serenlere sen, hep gül attın. Çünkü sen âlemlere rahmettin. Bu yüzden Rahmeti Sonsuz, Seni, kendi isimleriyle andı. Benim Habibim Raûf’dur, Rahîm’dir; dedi, çok şefkatli ve çok merhametlidir, buyurdu.

Bir gün, “Beni, malınızdan, canınızdan ve çocuklarınızdan da çok sevmedikçe mü’min olamazsınız.” buyurdun. Yerden göğe kadar haklıydın. Çünkü Allah, Senin, bize canlarımızdan, daha yakın, daha önemli olduğunu söylemişti. Allah, Senin hürmetine kâinatı yaratmıştı. Bu sebeple biz, varlığımızı sana borçluyduk. Âlem var oluşunu Sana borçluydu, ümmet Seninle dünya ve ahiret saadetine, cennetine kavuştu. Bu sırrı anlayan herkes gibi Akif: “Dünya neye sahipse onun vergisidir hep/ Medyun Ona cemiyeti, medyun Ona ferdi.” dedi ve herkesin, elindeki bütün varlığı ve meziyetleriyle Sana borçlu olduğunu ilan etti.

Hiç kimsenin meşru’ arzusuna yok demedin. Çünkü sen insan oğlunun en cömerdi idin. İnsanlara öğlesine yanılmaz ve yanıltmaz bilgiler sundun, öylesine muhteşem gerçeklerle onları baş başa bıraktın ve öğlesine mükemmel bir eğitim verdin ki, Senin yetiştirdiğin insanlar medeni milletlere reis ve üstad oldu.

Sen bir toplum mühendisi idin. Allah, Seni bir şâhid, adil bir hakem ve hâkim, yumuşak dilli ve hikmetli bir uyarıcı, bir müjdeci, ısıtan ve ışıtan bir kandil olarak göndermişti.

Sen, üstünlerin hukukunu kaldırdın. Onun yerine hukukun üstünlüğü ilkesini getirdin. Hak ve adalet, haya ve edep, doğruluk ve samimiyet, ilim ve marifet, çalışma ve gayret Senin sisteminin can damarı, beyni ve omurgası oldu.

Bir tarafta elbisendeki yırtıkları yamalayacak, hayvanlarını sağacak ve ev işlerine yardım edecek kadar mütevazı, diğer tarafta dünya devlet başkanlarına mektuplar gönderip onları ve halklarını İslamiyet’e davet edecek kadar izzetli, metin ve kararlı idin; yabancı heyetleri kabulünde diploması kurallarına vakıf ve vakur bir diplomattın.

Da’vet ve tebliğ operasyonların 23 sene gibi kısa zamanda meyvesini verdi. Şirkin yerini vahdet, küfrün yerini iman, zulmün yerini adalet, kin ve nefretin yerini hürmet ve muhabbet, kavganın yerini barış, anarşi ve terörün yerini huzur, güven ve kardeşlik aldı. Kısaca inkâr ve cehalet çağı kapandı; iman ve ilim çağı açıldı. İnsanlık ahlaksızlık ve bedeviyetten kurtuldu, ahlak ve medeniyete kavuştu.

Seni görenler Sana doymadı, Seni göremeyenler de Senin hasretinle yandı. Kâinatın yıkılışı karşısında tüyleri ürpermeyecek kadar yiğit olan Ömer, Senin vefat haberin karşısında yıkılıverdi. Kılıcını çekti, çıldırmışçasına: “Kim Muhammed öldü derse başını vururum.” diyordu. Diyordu amma elinden de bir şey gelmiyordu. Ömer ağlıyordu, Ebubekir ağlıyordu, ashap ağlıyordu, yer ve gök ağlıyordu. Çünkü Sen onların hepsinin varlık sebebiydin. Çünkü Sen hepsi için rahmettin, berekettin, saadettin, cennettin. Çünkü Sen hepsinin ve alemlerin Rabbinin sevgilisi idin.

Vahyi aldığın ilk günlerde sevgili eşin Hatice validemiz Seni alıp gözleri görmeyen yaşlı amcası Varaka’ya götürmüştü. Başından geçenleri dinleyen Varaka: “Sen ahir zaman peygamberisin, halkı yeni dine davet edeceğin günlerde genç olsaydım, kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman sağ olsaydım da sana yardım etseydim.” demiş, ömrünün buna yetmeyeceğinden dolayı da ah çekip inlemişti.

Bismark’a, Goethe’ye, Bernard Shaw’a, Lamartin’e, Mevlânâ’ya, Yunus’a ve Seni göremeyen bütün bir insanlığa: “Ahhh!..” dedirten Senin sevdan ve Senin hasretindi. Herkes Seni soruyor ve Seni arıyordu.

Yunus’a: “Arayı arayı bulsam izini/ İzinin tozuna sürsem yüzümü/ Hak nasip eylese görsem yüzünü/ Ya Muhammed canım arzular Seni.” dedirten Senin hasretindi.

Mevlânâ’ya: “Seçilmiş Muhammedin yolunun toprağıyım.” dedirten, Senin hasretindi.

Habeşistan kıralı Necaşi’ye: “Bu saltanata bedel keşke Hz. Muhammed’in hizmetkârı olsaydım.” dedirten, Senin hasretindi.

Senin için göz yaşı döken Füzûlî’ye: “Arızın yâdıyla nemnak olsa müjganım nola/ Zayi olmaz gül temennasıyla vermek hâre su.” Yani gül yanağının hasretiyle ağlasam da kirpiklerim ıslansa ne iyi olur. Çünkü gül elde etmek temennisiyle dikenlere su vermek kayıp sayılmaz, dedirten, Senin hasretindi.

Bernard Shaw’a. “Ben inanıyorum ki, Muhammed’in benzeri yani Onun ahlâk ve karekterinde bir adam şimdiki dünyaya reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin sorunlarını çözer, bu karmakarışık dünyada genel barışı ve mutluluğu sağlar.” dedirten, Senin hasretindi…

Goethe’ye: “Kardeş! Ayırma bizi koynundan, yoksa bizi çöllerin kumu yutacak…Hepimizi alıp koynuna, eriştir bizi Yüce Yaradan’ına.” dedirten Senin hasretindi.

Alman Başbakanı Prens Bismark’a: “İnsanlık Senin gibi seçkin bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Ya Muhammed! Senin çağdaşın olamadığımdan dolayı üzgünüm. Manevî huzurunda tam bir hürmetle eğiliyorum!” dedirten Senin hasretindi.

Ve Bediüzzaman’a: “”Böyle bedi’ bir kainatta, böyle bir Zat lazimdir. Yoksa, kâinat ve eflak olmamalidir.” dedirten Senin hasretindir.

Kimse Sende kusur bulamadı. Düşmanların bile Sana inanmadıkları halde Sana hayrandılar. Çünkü Seni Allah terbiye etmişti. Yüce Allah, “Şüphesiz Sen saygın bir ahlâk üzere bulunmaktasın” “ Onun önüne geçmeyiniz,” “ Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayınız,” “ Ona itaat eden Allah’a itaat etmiş olur,” “ Beni seviyorsanız Ona uyun” gibi âyetleriyle Kendi katında Senin hatırının ne kadar üstün olduğunu ortaya koyarak insanların dikkatini çekiyordu.

Sen, ahirete irtihal edeli 14 asır oldu. Ama sevdan gönüllerimizde hâlâ taptaze ve dipdiri duruyor. Günde beş vakit adın, Allah’ın adıyla beraber okunuyor. 14 asırdır dünyanın gündemi Sensin. 14 asırdır ilim adamları, fikir adamları Seni konuşuyor, Seni inceliyor, Sana olan hayranlıklarını ve sevdalarını dile getiriyorlar. Çünkü Sen:

Güzellerin en güzeli, faziletlilerin en faziletlisi, şereflilerin en şereflisi, nurluların en nurlusu, büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdi, sesçe en yükseği, vasıfça en parlağı, zikir ve fikir bakımından en mükemmeli, şükür ve ibadet bakımından en muhteşemi, sîret ve sûret bakımından en güzeli idin. Sen, yerde ve gökte övülen Efendiler Efendisi MUHAMMED’din. Sanki Sen, Allah ahlâkının ve Allah sevgisinin Muhammedleşmiş, yere inmiş şekli idin. Sen âlemin hem çekirdeği ve hem de meyvesi idin. Cismin itibariyle en sonra geldin, peygamberlerin sonuncusuydun ama ruhun ve nurun itibariyle en önceydin. İbtida ile intihayı, başlangıçla sonucu birleştirdin. Senin getirdiğin esasları ve koyduğun kuralları asırlar eskitemedi.

Allah, kendisine layık ibadetin en büyüğünü Sende gördü. İsimlerinin tecellilerini en iyi Sende seyretti. En tatlı niyazı Senden işitti. En derin tefekkürü, en derin haşyeti, en kudsî muhabbeti, en geniş merhameti, en büyük marifeti, Sende buldu. Onun için Seni hem en yakını, hem de Alemlere rahmet seçti.

Demek Seni böylesine ihtişamlı ve şanlı kılan; Senin ihtişamlı zikrin, Kâinat çapında şükrün, derin mârifetin, coşkun aşkın ve Ezelî Sevgili’ye olan kara sevdan, fevkalade takvan ve ibadetin idi. Bu vadide Seni geçen olmadı. Onun için büyüklükte de Seni kimse geçemedi. Ne insan, ne peygamber, ne de mukarreb bir melek…

Ey şanlı ve Kur’an’lı bülbülümüz! Sana layık olamadık, bıraktığın mirasa sahip çıkamadık, emanetlerine sadık kalamadık, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek alamadık. Seni ve getirdiğin Kur’an’ı hakkıyla okuyamadık. Geriledik, sefil olduk. Kala kala elimizde bir bükük boyun, bir kara yüz, bir de pişmanlık dolu işte bu itiraflar kaldı. Kıtmirin olarak kapında bekliyoruz. Seni sevenlerden birinin. “Mücrimim gerçi Muhammed Mustafa hayranıyım.” Dediği gibi ben de diyorum: Suçluyuz ama Seni seviyoruz ya Resûlallah! O alemi kuşatan rahmetinle bir kere daha bize elini uzat Ya Resûlallah! Mübarek elinle Mekke’yi müşriklerden, Kâbe’yi de putlardan temizleyen Allah’a bir kere daha ellerini kaldır ey Allah’ın Rasûlü! kaldır da Yüce Allah, İslâm âlemini sana layık hale getirsin, emanetlerine emin kılsın, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek almaya muvaffak eylesin. Despotların, zalimlerin, Firavunların, Nemrutların, Ebucehillerin şerrinden kurtarsın.

İçimizden dokuz yaşında dokuz lisan bilen, 21 yaşında çağ açıp çağ kapayan Fatihler, Yavuzlar, Akşemseddinler ve Ebussuudlar çıksın. Ülkemizi ve milletimizi tekrar kaybettiğimiz zirvelere kavuştursun. Ey Hicazlı Sevgili! Sana kâinatın zerreleri sayısınca salat ve selam olsun.

Ey Hakiki Mahbûb’un Sevgilisi! Hiç ender hiç halimle Sana bir mektup yazma cüretini gösterdim. Kurtuluşuma ve şefaatine vesile olacağını umduğum bu mektubumu, Senin hasretinle yanan sevdalılarından bir Garib’in mısralarıyla bitirmek istiyorum. Ve Onun makbul yakarışının arkasına sığınarak sesleniyorum:

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül,

Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül,

Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül,

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül.

Vehbi Karakaş

O’nun Ardından (Şiir)

Hiç kimse O’nun kadar, dünyada sevilmedi
O’nun gibi bir insan, bu dünyaya gelmedi

Bu kadar zaman geçti, sevgisi eksilmedi
Ancak bedbaht kişiler, kıymetini bilmedi

Hala adı dipdiri, dolaşıyor dillerde
Çünkü “MUHAMMED” adı, şifadır gönüllerde

Rekorlar kitabında, en çok O’nun adı var
Çünkü O bir sevgili, her kesin gönlünde yar

Hiç kimsenin ölümü, O’nun kadar yakmadı
O’nun kadar hiç kimse, yetimler bırakmadı

Eşi Ümmü Seleme, o anı anlatıyor
Olayı anlatırken, Annemiz şöyle diyor:

“O vefat ettiği gün, bir araya toplandık
O gece sabaha dek, uyumadan ağlaştık

Sabahın seherinde, gürültüyle irkildik
Ansızın kazma- kürek, seslerini işittik

Ashabı hep beraber, durmadan ağlıyordu
Ev halkının feryadı, yürekler dağlıyordu

Adeta tüm Medine, tek bir hıçkırık olmuş
Üzüntüden ashabın, rengi sararmış solmuş

Deprem olmuştu sanki dünya sarsılıyordu
Resul vefat etmişti, Rabbine gidiyordu”

Derken Bilal okudu, sabahın ezanını
Sahabeler toplandı, kuşattı her yanını

“MUHAMMED” dediğinde, kimse dayanamadı
Yürekler parçalayan, feryatlarla ağladı

Cenazenin defninden, sahabe dönüyordu
Kızı Hazreti Fatma, onlara soruyordu

“O’nu toprağa gömüp, nasıl geri geldiniz
O gülün bedenine nasıl kıyabildiniz”

Her sahabe bir yana, sere serpe savruldu
Yaralı gönüllere, sanki oklar vuruldu

Bütün başlar eğikti, bedende deprem vardı
Bütün diller suskundu, çünkü kıymetli yardı

Sahabenin bir kısmı, hiç dayanamadılar
Bu musibetten sonra, orda kalamadılar

Bunlardan biri Bilal, Medine’yi terk etti
Ani bir karar ile gitti Şam’a yerleşti

Bilal o günden sonra, ezan okuyamadı
Çünkü ezan içinde, “MUHAMMED” adı vardı

Şam’da iken bir gece, rüyada O’nu gördü
Yanına çağırarak, hal hatırını sordu

Diyordu ki “Ey Bilal, sen beni üzüyorsun
Komşuluğumdan gittin, ziyaret etmiyorsun”

Bilal hemen uyandı, baktı sağa soluna
Karar verdi ve düştü, Medine’nin yoluna

Medine’ye varınca, etrafına geldiler
Ezan okumasını ısrarla istediler

Ashabın ısrarına, Bilal dayanamadı
Resul’ün aşkı için onları kıramadı

Vakit öğle zamanı, çıktı yüksek bir yere
Allah-u Ekber dedi, sesi gitti her yere

Sesini duyan geldi, toplandı sahabeler
O eski günlerini, beraber yâd ettiler

Resul dirildi sanki dolup taştı meydanlar
Sarıldılar Bilal’e oradaki insanlar

Ezanı bitirince, müminlere seslendi
Teselli etmek için, onlara şöyle dedi:

“Dostlar müjdeler olsun, müjdeler olsun size
Cehennem tesir etmez, O’na ağlayan göze”

Ya Rab Şefaatinden mahrum etme bizleri
O’nun hizmetkârıdır, kulun Ahmet Tanyeri

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Yaptıklarınla Gururlanma

Bir çok insan vardır, yaptığı ile gururlanan. Bir çok insan vardır, yaptığı ile övünen. Bir çok insan vardır, yaptıklarından dolayı insanları küçümseyen.

Bir çok insan vardır, başardıklarını nefsinden bilen. Bir çok insan vardır, Allah’ın ona nasip ettiğinden bihaberdir. Ve çok az insan vardır, yaptığı bütün güzellikleri Allah’tan bilen.

İnsanın yaptığı güzel ve mükemmel şeylerle gururlanmaya ve kendini övmeye hakkı yoktur. Çünkü başardığı iş her ne olursa olsun, o işi nasip eden ve o işin olması için sebepleri yaratan yüce Allah’tır. Meselenin daha güzel anlaşılması için bir ressam örneğini verelim.

Çok ünlü bir ressam, muazzam güzellikte bir tablo yapmış olsun. Ondan sonra bu tablosunu sergilemiş olsun. Sergiye gelen insanlarda tabloyu beğenip, tablonun çok mükemmel olduğunu söylemiş olsunlar. Bu gelişmelerden sonra, tabloyu yapanın kendini üstün görmeye ve gururlanmaya hakkı var mıdır? Hayır, hakkı yoktur.

Çünkü;

1- Tabloyu yapma yeteneğini ona Allah vermiştir.

2- Tabloyu yapmayı Allah nasip etmiştir.

3- Kağıt ve kağıdın ham maddesi olan ağacı yaratan Allah’tır.

4- Kalemi, fırçayı ve boyayı yaratan Allah’tır.

5- Ressamı yaratan Allah’tır.

6- Ressamın o tabloyu yapmak için kullandığı;

a- Gözü yaratan Allah’tır.

b- Ellerini yaratan Allah’tır.

c- Duygularını yaratan Allah’tır.

d- Aklını yaratan Allah’tır.

e- Ayaklarını yaratan Allah’tır.

f- Hislerini yaratan Allah’tır.

7- Ressamın o tabloyu yapmak için esinlediği görüntüyü yaratan Allah’tır.

8- Ressamın o tabloyu yaparken tükettiği oksijeni ve havayı yaratan Allah’tır.

9- Ressamın o an ayakta durması için destek olan iskelet sitemini yaratan Allah’tır.

10- Ressamın o an yaşıyor olmasını nasip eden Allah’tır.

11- Ressamın fırçayı hareket ettirmesini nasip eden Allah’tır.

12- Ressamın o anda vücudunda meydana gelen milyonlarca olayı (solunum, kan akışı, vitamin dengesi…) düzenleyen ve onların doğru çalışmasını sağlayan Allah’tır.

Kısacası bir zerre dahi Allah’ın izni olmadan hareket edemez ve kendi başına bir şey yapamaz. Bir zerre için bu böyle olursa koca insan için böyle olmaması hiç mümkün müdür? Hayır, asla mümkün değildir. O zaman insanın yaptığı güzele şeylerle övünmeye hakkı yoktur. Sadece ve sadece Allaha şükür etmelidir.

Ey Nefsim, Ey ressam efendi ve Ey kabiliyetli kardeşlerim dikkat edelim, şeytanın ve nefsimizin oyununa gelmeyelim. Aklımızı başımıza alalım ve her daim Allah’a şükredelim.

Yüce Rabbim hak yol olan Kur’an’dan ve hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’ın Sünnetinden bizleri ayırmasın ve güzellikler yurdu olan ebedi Cenneti nasip etsin. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org