Etiket arşivi: hz. Muhammed

Sen vazifeni yap, inayet Allah’tandır

Cenab-ı Hak, Yüce Kitab’ında şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddi bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik payesine yükseltilmiş ve o payeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Onlar için mecburi istikamet, risalet yolunda yürümektir. İşte ayet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alakalı hususların gereğini tam eda etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor.

O devirde insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyor, ellerini ayaklarını bağlıyorlar, o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye.. o devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” diyordu. “Bu senin konumunun gereği. Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, Seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.

Düşmanlarla Çevrili Bir Dünya

Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebu Leheb’in evine gitmiş, hem Ebu Leheb ve hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimiz’i kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat, peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebu Leheb ve eşi “en azgın düşmanlar”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi kabile ve ülke planında da Efendimiz’in etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti. Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı O’nun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı.

Bu ayet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler; ama Sen endişe etmemelisin. Allah’ın, Seni koruyacağına dair va’di var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.

Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer, biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lazımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle-böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkündür, muhtemeldir.

Bizler İnayet Altındayız

İşte, Üstad’ın “Kardeşlerim biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır.” dediği gibi siz vazifenizi halisane yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâlühu) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından sıyanet edecektir.

Evet, biz de Allah’ın (celle celâlühu) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ızdırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; O’nun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, O’na karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa, mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… o daire içine alınıyor, onlara sıyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa, biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer, o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa, hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak, o bizim kusurlarımızdan, olmamız lazım geldiği gibi olamayışımızdandır.. zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığından dolayıdır.

1- Cenâb-ı Hak, her peygambere özel bir donanım olarak, iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiştir.

2- Getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne düşman olmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah, O’nu koruyup gözetiyordu.

3- Unutmamalıyız ki, biz de vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… safına girdiğimiz zaman Cenab-ı Hak bizi de görüp gözetecektir.

Kaynak: Samanyolu Haber

Hz. Peygamber’i (s.a.v) anlatmak

Kutlu Doğum Konferansı için davet edildiğim yerlerden birinde protokol konuşması yapan herkes konuşmasını kısa tuttu. “Sözü sahanın uzmanına bırakıyorum.” diyerek topu bana attı. Nihayet kürsüye davet edildim. Besmele’den sonra sözlerime şöyle başladım:

Hakkında çok düşünmüş, çok konuşmuş, çok yazmış hatta bu hususta kitap çıkarmış bir kardeşiniz olarak diyorum ki: Allah Resülü Efendimizi anlatmak ne hakkım, ne de haddim. Ama neyliyeyim Rabbim bu görevi ifa etmem için bu gün benim burada olmamı takdir buyurmuş. Ben de beni buraya gönderen Rahmet-i Sonsuz’dan bu zor işi başarabilmek için bana kolaylıklar ihsan etmesini, engin lütfundan niyaz ediyorum.

Ona benim hamdim kâfi gelmez. Başta Kendi hamdini, sonra bütün peygamberlerin, özellikle bütün hamidlerin sultanı son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) hamdini kendisi’ne takdim ediyorum. Konumuz ve kâinatın konusu olan Sevgili Peygamberimiz’e de sonsuz salat ve selamlarımı arz ediyorum.

Hz. Peygamberi anlatmak, gerçekten sanıldığı kadar kolay değil. O’nu en iyi tanıyan ve anlayanlar dahi O’nu anlatmakta aciz kaldıklarını itiraf etmişler. Mesela Hassan b. Sabit: “Ben sözlerimle Hz. Muhammed’i (s.a.v) övemedim; Hz. Muhammed’i (s.a.v) övmekle sözlerime değer ve kıymet kazandırmış oldum.” demiştir.

Hassan bin Sabit’in (r.a) bu sözünü, 19. sözünün başına koyan Çağın Büyük Düşünürü, bana göre emsali bulunmayan 19. sözü için: “Bu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) güzellikleridir.” diyerek sözündeki güzelliğin sırrını açıklamış, Sözler’ine gelen güzelliğin o güzelden geldiğini ilan etmiştir.

Yine çağımızın Hz. Muhammed (s.a.v) Sevdalısı, “Sonsuz Nur” adıyla ortaya koyduğu iki ciltlik eserinde Efendiler Efendisi’ni anlattığı halde kendi kendine soruyor ve: “Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Hayır. Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, mecnun olur, yollara düşerdi.” demiştir. Onlar böyle derken Allah Resûlü’nün bendelerinin bendesi olan ben, O’nu nasıl anlatabilirim veya anlatabildim, iddiasında bulunabilirim.

Bir insan düşünün, okyanusa parmağını batırıyor, geri çekiyor. Okyanustan bu insanın parmağına bulaşan ne ise, bizim Efendiler Efendisi hakkındaki anlattıklarımız işte o kadardır.

ONU ASIL ANLATILABİLİR Kİ?

Hayatında malayanisi olmayan, yani ciddiyetsiz ve lüzumsuz işi bulunmayan, gayr-i meşru eğlencelere tenezzül etmeyen,

Heva ve hevesden konuşmayan, konuşmaları ya vahiy, ya da vahiy kontrollü olan,

Zikirsiz, fikirsiz ve şükürsüz hali olmayan,

Sîreti-sûreti, kalbi-kalıbı, halkı-hulku, içi-dışı, sözü-sohbeti, hali-dili, eli-yolu, adı-yadı, Kitabı ve Dini güzel olan,

Kendisinden önce geçmiş bütün zamanların zulüm ve ahlaksızlık birikimini 23 sene gibi çok kısa zamanda söküp atan,

Bütün peygamberlerin özellik ve güzelliklerinin doruk noktasında bulunan,

Geçmiş ve geleceğe ait ilimlerle donatılan,

Her güzel insanın ve her güzel kitabın ilham kaynağı olan, sözleri ve ahlakıyla kendisinden bahseden her kitabı ve her insanı süsleyen,

Hayatında karanlık kalmış bir noktası dahi bulunmayan, her noktasından güzellikleri görülen, hem Hakk’a, hem de halka karşı görevlerini en güzel yapan, tükenircesine gayret sarfeden, bununla beraber “tam yapamadım Allahım!” diyen, inleyen, affını isteyen, hep mahcup ve mahzun yaşayan,

Duadan, istiğfardan ve niyazdan bir an uzak durmayan,

Yaşamaktan çok yaşatmayı, yemekten çok yedirmeyi, içmekten çok içirmeyi, giymekten çok giydirmeyi seven,

Muhtaçların sıkıntıları için borçlanan, borçluların borcunu üstlenen,

Hiç kimseye hakaret etmeyen, kendisine hakaret edenleri affeden,

Kendisine kan kusturanların düzelmesine, İslam’la tanışmalarına, Allah’la barışmalarına dua eden…

Bedevilere dahi medenice muamele eden,

Şakalarında dahi ders, ibret ve letafet bulunan,

Namazını vaktinde, hem de cemaatle kılan, savaşta dahi olsa bundan taviz vermeyen, namazını kazaya bırakmayan,

İncinen ama incitmeyen, incitenleri affeden,

Hanımlarına, arkadaşlarına, çocuklarına vefalı, şefkatli davranan,

Eşlerin birbirine Allah’ın emaneti olduğunu söyleyen, ihaneti, hiyaneti ve aldatmayı haram kılan,

Çocukların cennet kokusundan olduğunu, kızının saçlarını koklayıp, onların arasından cennetin kokusunu aldığını, üç kızı veya üç kız kadeşi olup onlara iyi davrananlara cennetin vacip olduğunu söyleyen, bunları kız çocuklarının hor görüldüğü, diri diri kumlara gömüldüğü, kuyulara atıldığı devirlerde ifade eden,

Olumlu inkılaplarıyla insanlığın yüzünü güldüren…

Kendisinden önce geçen peygamberlerin ve kitapların müjdelediği ve Allah’ın övdüğü

Bir rahmet peygamberini,

Bir haya ve edep peygamberini,

Bir nezaket ve zerafet peygamberini,

Bir ilim ve fazilet peygamberini,

Bir güzel ahlak ve medeniyet peygamberini,

Bir adalet ve hukuk peygamberini,

Bir barış ve kardeşlik peygamberini,

Bir düzen ve disiplin, bir plan ve program peygamberini,

Bir faaliyet ve aksiyon peygamberini,

Bir diyalog ve iletişim peygamberini,

Dünya ve ahiret halklarının muhtaç olduğu bir peygamberi elbette anlatmak kolay değil. Bunlardan başka bir de Peygamberi anlatmak için, Onu anlamak, tanımak ve Ona (s.a.v) kara sevda ile sevdalanmak gerekir. Bunu da hepimize lutfetmesini Latif-i Kerîm’den niyaz ediyorum. Allah Teala bizleri affeylesin. Onun (s.a.v) şefaatine layık ve nail eylesin.

PROBLEMLERİMİZİN TAMAMI ASLINDA TEK BİR PROBLEMDİR

Bir zaman Zonguldak’ta “Problemlerimizin Çözümünde Hz. Peygamber’in Yeri” konulu konferansımda söylediğim bir cümleyi bu gün de söylemek istiyorum: “Problemlerimizin tamamını tek bir probleme indiriyorum. O da: Bütün insanlığın son kitabı olan Kur’an’ı ve onu bize getiren, hayatıyla yaşayan Peygamberimiz Hz.Muhammed’i (s.a.v) tanıyamayışımız ve o ikisine karşı görevlerimizi yapamayışımızdır.

Şahsî hayatımızın, aile hayatımızın, toplum hayatımızın, siyasî hayatımızın, ticaret hayatımızın, eğitim hayatımızın ruhu HZ. MUHAMMED (s.a.v), aklı da KUR’AN’dır. Hangi insanda, hangi ailede, hangi toplumda, hangi siyasette, hangi ticarette, hangi eğitimde bu ikisi, yani Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Muhammed (s.a.v) yoksa; o insanda, o ailede, o toplumda, o siyasette, o ticarette, o eğitimde kıyamet kopmuştur.

Bir kitap düşünün 114 suresinin başında Bismillahirrahmanirrahim bulunsun, rahmetten şefkatten, adaletten ve hikmetten, ihlasdan ve îsardan, insan haklarına ve emanete riayetten bahsetsin, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söylesin, bir peygamber düşünün, besmelesiz başlanan işlerde rahmet ve bereket olmadığını söylesin, kendisi som rahmet, som adalet, som huzur ve güven, som vefakârlık ve fedakârlık olsun; siz yerdekilere acıyın ki, göktekilerde size acısın, merhamet etsin, buyursun. Böyle bir kitabın ve böyle bir peygamberin müminleri neden problemlerle boğuşur, neden anarşi ve terörden yakasını kurtaramaz, şaşarım.

Ya Kur’an ve Peygamber anlattığımız gibi değil, diyeceğiz, hâşâ! Bunu dememize imkân yok. Bütün dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneşi inkâr gibi bir akılsızlık ve nankörlük olur bu. Ya da bizim imanımızda ve teslimiyetimizde problem var diyeceğiz, tevbe istiğfar edeceğiz, yeniden kelime-i şehadet getirip Müslüman olacağız, yeniden kelime-i tevhidi söyleyip imana gireceğiz. Hiç şüphesiz bize gerekli olan ve yakışan da budur. Yani yeniden iman seferberliği başlatmak, ilimli ve ahlaklı müminler topluluğu oluşturmak olacaktır. İşte bunun içindir ki Çağın Büyük Düşünürü: “Ben, mesaimi yalnız iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum.” demiştir.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Makamların Zirvesi, “Kulluk Makamı” !..

Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir. O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı.

Makamların zirvesi Allah’a kulluk makamıdır!

Bu bakımdan Peygamberler, önce kul insandırlar. Allah’a kulluğun zirvesindedirler.

Peygamber Efendimiz de (asm) Allah’a kullukta zirve noktadaydı.

Şöyle de diyebiliriz: Peygamber Efendimiz (asm) en kul bir kuldu!

Nitekim Kur’ân da onu (asm) önce kul olarak takdim ediyor: “Kulunu bir gece Mescid-i haramdan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren Allah münezzehtir.” 1

Bu âyette kul ifadesi ile Hazret-i Muhammed (asm) kast edilmiştir.

Teşehhütte ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir.

O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı, kulluğunu bildi, kulluğunu gösterdi ve kulluğunda örnek oldu.

Çünkü risâlet sadece O’na mahsus bir istihdamdır.

Kulluk ise, bütün insanların içinde bulunduğu, bulunması gerektiği, bulunmakla yükümlü olduğu ve bu sebeple de Mahkeme-i Kübra’ya çıkacağı, hesap sorulacağı ana caddedir.

Herkes kulluktan hesap verecektir.

Bu sebeple onun (asm) önce kulluğu gelir.

Ardından, kulluk zemininde risalet abidesi yükseliyor.

Bu sebeple bizim için de ubudiyet, yani kulluk sıfatı her sıfattan önce geliyor.

Önce kul olduk mu, Cenâb-ı Hak duâmızı kabul eder ve bizi katında yükseltir. Bizi korktuklarımızdan emîn, umduklarımıza nail eder.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuyor mu; “Kim ki mütevazı olursa, Allah onu yükseltir.” diye.

İşte, tevazuun kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Merhametin kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Vefanın, emniyetin, emanete riayetin, ilmin, hikmetin, doğruluğun, sadakatin, yükümlülüğün kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Güzel ahlâkın kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir. Kur’ân bu sebeple ona (asm), “Sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.” 2 buyuruyor.

Keza bunun için Kur’ân “Sizin için Resûlullah’ta bir güzel numune-i imtisâl vardır.” 3 buyuruyor ve bizi O’nun (asm) güzel ahlâkını öğrenmeye ve yaşamaya dâvet ediyor.

Arsız bir kadın vardı. Sözleri diken gibi insanlara batardı. Konuştu mu edepsizce konuşurdu. Ona buna lâf atmaktan pek hoşlanırdı.

Bu kadın bir gün Resulullah’ın (asm) yanından geçiyordu.

Resulullah (asm) ise o anda bir seki üzerinde bir taşın üzerine oturmuş; sulu et yemeği yiyordu.

Kadın arsızca:

“Şuna bakınız! Nasıl da oturuyor! Bir kulun oturduğu gibi oturmuş, kulun yediği gibi yiyor!” diye çattı.

Peygamber Efendimiz (asm) ise:

Benden daha kul bir kul var mıdır?” buyurdu. Kadın: “Kendisi yiyor da bize yedirmiyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

Gel; sen de ye!” buyurdu. Kadın:

O halde kendi ellerinle bana ver! ” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona kendi eliyle yemek yedirdi.

Kadının arsızlığı devam ediyordu:

O ağzındaki lokmayı benim ağzıma koy!” dedi.

Resulullah Efendimiz de (asm) mübarek ağzındaki lokmayı kadının ağzına koydu.

Kadın bu lokmayı yedikten sonra hayâ ve edep timsâli bir kadın oldu. Ölünceye kadar artık hiçbir edepsizlikte ve hayâsızlıkta bulunmadı. 4

Bu örnekte geçen, “Benden kul bir kul var mıdır?” sözü kulaklarımızda küpe olmalıdır.

Onun kulluğunu kendimize rehber kabul etmeye Sünnet-i Seniyye diyoruz. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Sünnet-i Seniyye edeptir. …Edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir.” 5

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim! Bizi Kendine kul eyle! Nefsimize kul eyleme! Bize Resulullah’ın (asm) örnek olduğu kulluğu, edebi ve ahlâk-ı hamideyi öğret! Bizi edepsiz ve ahlâksız kılma! Taksiratımızı affet! Hatalarımız dolayısıyla bizi tecziye etme! Âmin!

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 1.

2- Kalem Sûresi: 4.

3- Ahzab Sûresi: 21.

4- Heysemi, IX/21 (Taberani, Ebu Umame’den); Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/112.

5- Lem’alar, s. 59.

Kaynak: NurDergi.com

Bedeli en yüksek para: İsraf

Bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

Nasıl ki, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.

İsraf nimeti küçümsemektir

İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.

Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.

Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.

İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.

Manevî bir dilencilik

Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).

Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Efendimiz müsrifin namazını kılmadı;

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.

Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

  • İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
  • İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
  • İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.

Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.

İsraf şeytanların kardeşidir

Kur’ân şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” Çünkü “israf edenler şeytanların kardeşleridir.

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:

Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.

Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:

Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa’d, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi

İsraf hem candan hem maldan ediyor

İmam Nevevi’nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa “mekruh” saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.

Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz.

Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.

Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm

Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:

“Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’”

Hadiste geçen “zulmetmiş olur” tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar “sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur” anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.

Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.

Kenan DEMİRTAŞ

İnsanlık Tarihinin En Büyük İnkılabı

Eğitim aşk, şevk, sabır ve gönül işidir; büyük hüner ve maharet ister. İyi eğitimci, gönüllere girmeyi bilir. Gönlüne giremediğimiz çocuğun kafasını aydınlatamayız. Gönüllere hükmedemeyen, beyinlere hükmedemez. Eğitim, gönül kazanma ve gönüllere taht kurma mesleğidir. Bütün devirlerin en çok sevilen, en etkili ve en başarılı eğitimcisi, İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Suffe Okulu” adı verilen bir okul açtı. Okumaya, öğrenmeye ve ilme çok önem verdi. O sadece çocukların değil, büyüklerin de öğretmeni idi. Sadece küçüklere değil, büyüklere de İslam’ın güzelliklerini, hakkı ve hakikati anlattı. İslam hakikatini bütün insanlığa ders verdi

Suffa Okulu yatılı idi. Dersler camide yapılıyordu. Okuldaki öğrenci sayısı 70 ile 400 arasında değişti. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine getirilen hediye, zekat ve sadakaları onlara aktardı. Başlangıçta buradaki sahabîlere kendisi öğretmenlik yaptı. Daha sonra yetiştirdiği öğrencilerden öğretmenler atadı. Ubade İbn Samit, öğrencilere Kur’an ve yazı yazmayı öğretti. Abdullah İbn Said İbni’l-As, güzel yazı dersi verdi. Muallim Mirdas, çocuklara öğretmenlik yaptı. Cübeyr İbn Hayatissekafi, kitap okumayı öğretti.(1)

Aziz Nebi (s.a.v.) hem gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi oldu.(2) Okuma yazma bilmeyen ve okulu, gazetesi, kitabı, televizyonu olmayan, öğrenme kültürü bulunmayan bir topluma öğretmenlik yaptı. Çok zor şartlarda çalıştı. Literatüründe “eğitim” olmayan bir toplumu eğitti.

Kaba, ilkel, vahşî ve en kötü âdetlere sahip bir milleti 23 sene gibi kısa bir sürede dünyanın en kibar, en nazik, en medenî, en adaletli milletine dönüştürdü; onları dünyanın başına sultan yaptı. İçlerinden âlimler, hükümdarlar, sanatkarlar, kahramanlar çıkardı.

Öylesine etkili hakikatleri anlattı ki onu öldürmeye gelenler onda dirildi. Onu öldürmek için kılıç kuşanan ve yola koyulan Hz. Ömer (r.a.), onun getirdiği Kur’an hakikatlerini ders aldıktan sonra birdenbire değişti. Kanlı kinli Ömer gitti, yerine kalbi Allah aşkı, Peygamber aşkı, hakikat aşkıyla dolu, merhamet abidesi bir Ömer geldi. Bu değişim sayesinde Ömer (r.a.), dünyanın en adaletli halifesi ve hükümdarı oldu.

Muhteşem şair Mehmet Akif Ersoy, onun adalet anlayışını ve sorumluluk duygusunu anlatırken şöyle der:

Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu;

Gelir de adl-i İlahî Ömer’den sorar onu!”

İslam’dan önce peygamber öldürmeye azmedecek kadar katı kalpli olan Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra memleketinde kurdun kaptığı koyundan kendisini sorumlu tutacak kadar yumuşak kalpli, merhametli ve adaletli hâle geldi.

Onun (a.s.m.) getirdiği ölmez hakikatler, en katı kalpli insanları en merhametli insanlar hâline getirdi. O, mükemmel bir eğiticiydi. Ashabını en iyi şekilde terbiye etti ve yetiştirdi. Sırf Hz. Ömer’de meydana gelen değişiklik sebebiyle ona “dünyanın en başarılı ve en güzel eğitimcisi” dense yeridir.

Zira sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak, bu zat, büyük ve çok âdeti, hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, görünüşte küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda kaldırıp yerlerine öyle yüksek seciyeleri, kan ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak yerleştiriyor ve tespit ediyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.”(3)

Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.v.), puta tapma, intikam, faiz, zina, içki gibi pek çok âdeti, görünüşte küçük bir kuvvetle, kısa bir sürede kaldırmış ve yerlerine en güzel âdetleri, hem de o vahşî insanların damarlarına yerleştirircesine, yüreklerine kazımıştır.

Bu inkılâbın tarihte benzeri yoktur.

Arapların tarihi incelenirse İslam gelmeden önce dünya çapında hiçbir başarıya imza atmadıkları görülür. Kabileler hâlinde yaşarlardı, kabileler arasında kavga ve savaşlar hiç eksik olmazdı. Birbirlerine düşman kabileleri ve yağmacılığı ile meşhur bir millet idiler; kadın ve kızları insan yerine koymaz, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. İslamiyet’le şereflendikten sonra birden değiştiler ve şu hasletlere sahip oldular:

1. Birbirleriyle kardeş oldular.

2. Güzel ahlak sahibi oldular. Kumar, içki, adam öldürme, faiz, zina, fesat çıkarma, haksız yere kan dökme gibi yüzlerce kötülüğü terk ettiler.

3. Kur’an’ın getirdiği yardımlaşmayı, bağışlamayı, zekat ve sadaka vermeyi, hak sahibine hakkını vermeyi, zayıfları ve mazlumları korumayı benimsediler.

4. Allah rızasını hedef edindiler. Hayırda ve takvada yarıştılar.

5. İlim, sanat, marifet ve medeniyette ileri gittiler.

Bunların neticesi olarak kısa sürede yeryüzünün en efendi, en adaletli, en dayanışmacı toplumu oldular. Bütün dünyaya hükmeden muhteşem devletler kurdular. Hem de uzun asırlar yaşayan ve dünyaya medeniyet öğreten devletler kurdular. İspanya’da kurulan Endülüs Emevî Devleti 800 sene yaşadı ve bütün dünyaya ilim, hikmet, sanat, medeniyet ve insanlığı öğretti.

Asr-ı Saadet, muhteşem bir inkılap gördü. Aziz Nebi’nin (s.a.v.) getirdiği hakikatler o çağı öylesine değiştirdi ki cehalet devri kapandı, bütün vahşîlikler sona erdi, haksızlıklar bitti. Bunların yerini “saadet devri” aldı.

İnsanları değiştirdi. Katı kalpler yumuşadı, kinin yerini sevgi aldı, düşmanlıklar kardeşliğe dönüştü.

Millî şair Mehmet Akif Ersoy bu değişimi “Bir Gece” adlı şiirinde çok güzel anlatır:

BİR GECE

On dört asır evvel yine böyle bir geceydi

Kumdan, ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.

Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi.

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî,

Bir kerre zuhur ettiği çöl, en sapa yerdi.

Bir kerre de mamure-i dünya, o zamanlar

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün afakını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika, derdi.

Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi.

Bin nefhada insanlığı kurtardı o masum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi.

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki zeval aklına gelmezdi, geberdi.

Âlemlere rahmetti, evet, şer’î mübini,

Şehbalini adl isteyenin yurduna serdi.

Dünya neye sahipse onun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet…

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!(4)

Bütün zamanlar içinde sadece o devre “asr-ı saadet [saadet çağı]” dendi.

Bugün dünyanın en gelişmiş ve ilerlemiş ülkesi kabul edilen Amerika’da suç işleme oranı, akıl almaz derecede yüksek. Televizyon ve gazete haberlerine göre Amerika hapishanelerinde iki milyon suçlu bulunuyor. Nüfus bakımından dünyanın en kalabalık ülkeleri olan Çin ve Hindistan’da bile hapishanelerde bu kadar suçlu bulunmuyor.

İlim ve teknolojide ileri gitmek, insanlık, ahlak ve medeniyette ileri gitmek anlamına gelmiyor. İnsanları güzel ahlak sahibi yapmak, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. Nefislerini terbiye edemeyenler, medeniyet ve güzel ahlak sahibi olamazlar.

Aziz Akif ne güzel söyler:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan’ın,

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.

Allah sevgisi, ahiret inancı, cennet ümidi olmayan insanların nefislerini terbiye etmesi zordur. Amerika’da suç oranlarının yüksek olması, Avrupa’da intihar oranlarının yüksek olması, Batı’nın ahlak, huzur ve erdem fakiri olduğunu göstermeye yeter.

Bilim ve teknolojik üstünlüğe dayalı Batı medeniyeti, Batı toplumlarını zengin etti, fakat mutlu etmedi. Asya, Güney Amerika ve Afrika kıt’aları, Batılıların sömürgesi durumuna düştü, fakirleşti. Batı medeniyeti, insanların ihtiyaçlarını çoğalttı ve daha da fakirleştirdi.

İnsanlık, Aziz Peygamberimizin (s.a.v.) getirdiği İslam medeniyetine bugün her zamankinden daha çok muhtaç. Bugün yeniden onun eğitim ve terbiye anlayışına ihtiyacımız var.

Evlerimizin gülü olan çocuklarımızın büyüyünce dikene dönüşmemesi için Güllerin Efendisi’nin (s.a.v.) eğitim metotlarını bilmeli ve uygulamalıyız. O kolaylaştırdı, zorlaştırmadı; sevdirdi, nefret ettirmedi.

Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretmen ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurur Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.).(5)

Biz de sevmeli ve sevdirmeliyiz.

Kolaylaştırmalıyız, zorlaştırmamalıyız.

Çocuklarımıza ve insanımıza, insanî ve İslamî değerleri sevdirmeliyiz. Onlara düşmanlığı değil, sevmeyi öğretmeliyiz. Almayı değil, vermeyi öğütlemeliyiz. Temeli sevgi ve kardeşlik olan bir dünya kurmalıyız. Evlerimizi, Allah Resulü’nün (s.a.v.) evi gibi cennet yuvalarına çevirmek için çaba harcamalıyız.

İstersek yapabiliriz. Bunun için öğrenmeli ve öğrendiklerimizi hayata geçirmeliyiz.

Parola şu olmalı: “Sevdir, sakın nefret ettirme!

Kolaylaştır, sakın zorlaştırma!

Ali Erkan Kavaklı / Öğretmen Hattı

Kaynaklar:

1. Peygamberimizin Tebliğ Metotları, 2/240.

2. Sözler, s. 216.

3. Sözler, s. 216.

4. Safahat, s. 500.

5. Müslim, Talak 29/1428.