Etiket arşivi: Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif Ersoy’u Anlamak ve Değerler Eğitimi

Mehmet Akif ümit, azim ve medeniyet şairi idi.

Onun gibi dev bir sanatkârı okumak, anlamak ve yorumlamak insanı yükseltir, özellikle genç nesle büyük erdemler kazandırır.

Akif zor zamanlarda yaşadı, zor işler başardı.

Milli Eğitim Bakanlığı okullarda değerler eğitimi çalışması yapıyor. Değerler eğitimini Mehmet Akif gibi büyük düşünür, yazar, şair, âlimleri anlatarak vermek çok daha etkili olur.

Mehmet Akif’in ölmez eserler vermesinin sebebi neydi? Neden durmadan çalışmayı ve terlemeyi tercih etti? Neden durmadan ter döktü, durmadan okudu ve yazdı?

Onun bir sevdası, derdi, davası, gayesi vardı.

Osmanlı Devletinin yıkılışını gördü, Osmanlının küllerinden Cumhuriyet kuruldu. İstiklal Savaşı’nın kazanılmasında onun çok büyük emeği vardır. Anadolu’yu karış karış gezdi. Halkı işgale isyan etmeye ve kurtuluş savaşı vermeye teşvik etti.

Geleceğe ümitle baktı, insanlara gelecek ümidi aşıladı. Şöyle der:

mehmet akif ersoy türk bayrağıÂtiyi (geleceği) karanlık görerek azmi bırakmak;

Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.

Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir;

Davran sana eller de senin baş da senindir.”

İnsanımızı zorluklarla mücadele etmeye çağırdı. Kendisi zor işlerin yapılmasına öncülük etti. Safahat’ta şöyle der:

Azmiyle ümidiyle yaşar dünyada hep yaşayanlar;

Meyus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.

Henüz herkes gibi dünyada hakk-ı hayatın varken

Hani herkes gibi azminde sebatın?”

İnsanları harekete geçiren düşünceleri ve inançlarıdır. İnsan ümitle bir işe koyulmaz o işi başarıyla bitiremez. Mehmet Akif göre en önemli motivasyon unsuru azim ve imandır.

Hüsrana rıza verme, çalış, azmi bırakma!

Kendin yanacaksan bile evladını yakma!”der.

Akif’e göre ümitsizlik her türlü başarıya engeldir. İnsan ümit sahibi olmalı, azim ve inançla çalışmalı. Neticede Allah inanan ve çalışan insana yardım eder.

Ye’s (ümitsizlik) öyle bir bataktır ki düşme, boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.”

Mehmet Akif, aynı zamanda iman ve inanç şairi idi. Ona göre insan ümidini inancından alır, gücün kaynağı iman ve inançtır. Akif, Kur’an Müslümanıdır. Esasen kendisi hafızdır. Arapçası mükemmeldir. Bütün ilhamını Kur’an’dan alır.

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı!”der.

Safahat, Kur’an âyetlerini açıklayan şiirlerle doludur.

İman ve inancın yanı sıra Mehmet Akif çalışmaya çok önem verir. Alın teri onun için çok mühimdir.

Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası;

Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası.

Hüsrana rıza verme, çalış, azmi bırakma!

Kendin yanacaksan bile evladını yakma!

Feryadı bırak, kendine gel çünkü zaman dar!

Uğraş ki telafi edecek bunca ziyan var!

Akif, ilme önem verir, ilmin insanı ve milletleri yükselttiğini bilir. Bu konuda şöyle der:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını;

Veriniz mesainize de son süratini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.

İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin;

Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için,

Kendi mahiyet-i ruhiyeniz olsun kılavuz.

Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsun.”

Millet olarak kendi öz benliğimizi korumalı, kimliğimizi kaybetmeden Batı’dan ilim ve sanatı almalı; yükselmek için durmadan çalışmalıyız.

Not: Harun Karakuş, Safahat ezberleterek öğrencilere Akif’i tanıtma ve anlama çalışması yapıyor. Birçok eğitimci öğrencilerin tembelliğinden, ilgisizliğinden, öğrenme aşklarının olmamasından şikâyet ederken Harun Bey, Safahat’tan şiir ezberleme yarışması düzenliyor ve ezberleyenleri ödüllendiriyor. Akif’in kişilik, kimlik ve sanatı üzerinden değerlerimizi çocuklarımıza kazandırma çalışması yapıyor.

Harun Bey, geçen sene Safahat hafızları yetiştirmek için proje yapmıştı. Bu yıl yeni bir proje ortaya koydu. Safahat’tan 16 şiir seçerek bunları ezberleyen öğrencilere ve ezberleten öğretmenlere ödül veriyor. Özel Enderun Lisesi adına yapılan organizasyon harika bir proje. Bir’den 30’a kadar olan öğrencilere çeşitli para ödülleri veriliyor.

Safahat’tan şiir ezberleme ve okuma yarışmasına ortaokul öğrencileri katılabiliyor. Başvurular 19 Nisan’a kadar yapılacak. 4 Mayısta yazılı, 11 Mayısta sözlü sınav yapılacak. Yarışmayı bir jüri değerlendiriyor. Öğrenci ve öğretmenleri yarışmaya katılmaya, Akif’i okuma, anlama çalışmasına davet ediyorum. İrtibat: 0332.237 81 08; cep 0554 898 24 36

Ali Erkan KAVAKLI / Moralhaber.net

Said Nursi ve Akif, kürtaj için ne demişti?

Başbakan Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir” açıklamasıyla başlayan tartışmada son noktayı Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez de geçtiğimiz gün yaptığı açıklamayla koydu. Görmez de “Kürtaj cinayettir ve haramdır” diyerek Diyanet’in tavrını net biçimde açıkladı.

Kürtajın İslam’a göre “haram” ve “cinayet” olduğuna dair son noktanın aslında 93 yıl önce aralarında Bediüzzaman Said-i Nursi’nin de olduğu Dârü’l-Hikmet’il-İslâmiye isimli teşkilat tarafından konduğu ortaya çıktı.

Gazeteci-yazar Sadık Albayrak’ın ilk baskısını 1974 yılında yaptığı ve 1998 yılında da genişlettiği “Son Devrin İslâm Akademisi” isimli kitapta, kürtajla ilgili çok çarpıcı bir belgeden söz ediliyor.

25 Ağustos 1918 tarihinde V. Mehmet Reşat ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi zamanında; Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye isimli teşkilat, son devirlerde gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerekse İslâm Âleminde ortaya çıkan bir takım dinî meselelerin halli ve İslâm’a yapılan hücûmların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması amacıyla kurulmuş.

İşte Albayrak kitabında o teşkilata dair çarpıcı belgeler açıklamış. Teşkilatın amacına ilişkin ise Albayrak kitabında şu ifadelere yer vermiş:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun karışık ve Batı hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamanda ahlâk ve imânı elde tutmak bu teşkilâtın en başta gelen vazifelerinden biri idi. Mekteplerde talebeler İslâm ahlâkına aykırı bir tarzda muallimler tarafından yetiştirilmeye çalışıldığı takdirde kendi selâhiyetini kullanarak gerekli mercilere müracaatla Maarif’in dikkati çekiliyordu.

Basında İslâm’a yapılan hücûmlara ve İslâmı, hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor ve cezalandırılmaları kızlarının terbiyesi hususunda gerekli tedbirlerin alınması için hem Şeyhülislâmlığa ve hem de devlet makamlarına müracaattan aslâ geri kalınmıyordu.

Bu teşkilâta tâyin olunan azalar azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, kuruluşunda görüleceği gibi dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zatların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilâtın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, ahlâk ve kelâm) girebilecek olanların ilmî bir kariyere sahip olmaları icab ediyordu. Zira, Dârü’l-Hikme’de fıkıh, ahlâk ve kelâm namlarında üç komisyon vardı. Ve bu komisyonlar kendilerine taallûk eden meseleleri üçer kişilik azalar halinde, enine-boyuna müzakere eder ve karara bağlarlardı.

Neşredilen ‘Ceride-i İlmiye’ adlı mecmua son derece büyük faydalar sağlamış ve her tarafa dağıtılmasına çalışılmıştır.”

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ DE M. AKİF ERSOY DA ÜYESİ

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye tam 4 yıl hizmet etmiş bir teşkilat… Dört yıllık çalışması içinde de Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye teşkilâtı 222 toplantı yapmış. Bu süreçte Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye 26 üye atanmış… O isimler arasında Bediüzzaman Said Nursî ve İstiklal şairimiz M. Akif Ersoy da yer alıyor.

Sadık Albayrak’ın kitabında işte bu teşkilatın üyeleri, aldığı kararlar orijinal belgeleriyle sergileniyor. O belgelerden biri de “kürtaj” ile ilgili..

93 YIL ÖNCEKİ KÜRTAJ KARARI

Kürtaja o dönem “iskat-ı cenîn” deniliyor. Yani çocuk düşürme…

Sadık Albayrak’ın kitabında yer alan belgeye göre çocuk düşürmeyle ilgili 22 Kasım 1919 tarihinde “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin aldığı karar metni şöyle:

8- İskat-ı cenîn adet-i seyyiesinin aile hayatı arasında açtığı rahnelere dair Hey’etçe kaleme alınan beyannamelerden altı nüsha yazılarak Matbuat Müdüriyeti vasıtasiyle gazetelere tebliği tezkir edilmiştir. 22 Taşrinisani 1335.

Peki o beyanname nedir?

İşte kürtajla ilgili o beyanname:

“Fuhşun artması, münakehatın eksilmesi, sarî hastalıkların müstevli bir seyir alması, muharrebelerin birbirini takib etmesi gibi bir çok âmillerin tesiri ile İslâm nüfusu müthiş bir surette azalıyor. Hayat mücadelesine atılan milletler için tabiî görülecek bir hal varsa o da, mevcut nüfuslarının mütemadiyen artmasıdır. Medenî cemiyetlerden hangisinde olursa olsun bu artışın günün birinde durması hâdisesi bile içtimaî bir maraz telâkkî edilerek esbabı tetkîk olunur, tedâvisine çalışılır. Maalesef bizim mütefekkirlerimiz bu felâketin önüne geçmek için ciddî çalışmalarda bulunmuyorlar.

Son zamanlarda bir çok taraflardan aldığımız mektublar, çocuk düşürme kötü âdetinin, aileler arasında çoğaldığını ve bu yüzden bir çok validelerin sıhhatı, bir çok mâsumların hayatı heder olduğu bildiriliyor. Çocuk düşürmek şeriat nazarında cinayettir. Bu cinayeti istihfâf etmek, hiç günahı olmayan bir mâsumu kendi eli ile boğmak şefkatli bir valideye asla yakışmaz. Allah’tan korkan bir aile reisi için de hayat arkadaşının böyle bir hareketine rıza göstermek kabil-i afv olamaz. Gençlik, cahillik, tecrübesizlik sebebiyle meş’um bir göreneğe kapılıp da karınlarındaki yavrularını öldüren valideler iyi bilmelidirler ki; bu cinayetin cezasını daha dünyada iken çekeceklerdir: Evet, çocuk düşürmek çoğu zamanlar validenin hayatını bitiriyor. Şayet onu bitirmezse sıhhatı üzerinde telâfisi kabil olmayan rahneler açıyor. Artık vücut en ufak bir ârızanın te’siri ile en mühlik, en müzmin hastalıkları kabule müheyyâ bir hale geliyor. İslâm Şeriatı’nın cinayet telâkkî ettiği, tıbbın katî surette men eylediği bu mühlik, bu meş’um göreneğe yakalarını kaptırmamalarını şeriatın siyaneti, İslâm cemaatının selâmeti ve kendilerinin hayat ve sıhhatı namına bütün ailelere kemal-ı ehemmiyet ve samimiyetle tavsiyeyi vecaipten addederiz.”

O TEŞKİLATIN ÖNEMİ NEDİR?

Sadık Albayrak’ın “İslam akademisi ve Yüksek İslam Şurası” diye tanımladığı “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” teşkilatı, dini meselelerde en selahiyetli yani son sözü söyleyecek bir kurumdu. Albayrak kitabında o kurumun önemini şöyle anlatıyor:

“Ama ne yazık ki dört senelik bir ömrü olmuştur. Şayet yaşatılmış olsaydı, bugün hem biz ve hem de İslâm Âlemi bulunduğu keşmekeşten kurtulmuş olurdu kanaatindeyiz.”

BEDİÜZZAMAN’IN ÜYELİK BELGESİ

Sadık Albayrak’ın 38 yıl önce yazdığı “Son Devrin İslâm Akademisi” kitabında yer verdiği belgeler gösteriyor ki, kürtajla ilgili “haram” kararına imza atan isimlerden biri de Bediüzzaman Said Nursî idi.

Time Türk

İnsanlık Tarihinin En Büyük İnkılabı

Eğitim aşk, şevk, sabır ve gönül işidir; büyük hüner ve maharet ister. İyi eğitimci, gönüllere girmeyi bilir. Gönlüne giremediğimiz çocuğun kafasını aydınlatamayız. Gönüllere hükmedemeyen, beyinlere hükmedemez. Eğitim, gönül kazanma ve gönüllere taht kurma mesleğidir. Bütün devirlerin en çok sevilen, en etkili ve en başarılı eğitimcisi, İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Suffe Okulu” adı verilen bir okul açtı. Okumaya, öğrenmeye ve ilme çok önem verdi. O sadece çocukların değil, büyüklerin de öğretmeni idi. Sadece küçüklere değil, büyüklere de İslam’ın güzelliklerini, hakkı ve hakikati anlattı. İslam hakikatini bütün insanlığa ders verdi

Suffa Okulu yatılı idi. Dersler camide yapılıyordu. Okuldaki öğrenci sayısı 70 ile 400 arasında değişti. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine getirilen hediye, zekat ve sadakaları onlara aktardı. Başlangıçta buradaki sahabîlere kendisi öğretmenlik yaptı. Daha sonra yetiştirdiği öğrencilerden öğretmenler atadı. Ubade İbn Samit, öğrencilere Kur’an ve yazı yazmayı öğretti. Abdullah İbn Said İbni’l-As, güzel yazı dersi verdi. Muallim Mirdas, çocuklara öğretmenlik yaptı. Cübeyr İbn Hayatissekafi, kitap okumayı öğretti.(1)

Aziz Nebi (s.a.v.) hem gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi oldu.(2) Okuma yazma bilmeyen ve okulu, gazetesi, kitabı, televizyonu olmayan, öğrenme kültürü bulunmayan bir topluma öğretmenlik yaptı. Çok zor şartlarda çalıştı. Literatüründe “eğitim” olmayan bir toplumu eğitti.

Kaba, ilkel, vahşî ve en kötü âdetlere sahip bir milleti 23 sene gibi kısa bir sürede dünyanın en kibar, en nazik, en medenî, en adaletli milletine dönüştürdü; onları dünyanın başına sultan yaptı. İçlerinden âlimler, hükümdarlar, sanatkarlar, kahramanlar çıkardı.

Öylesine etkili hakikatleri anlattı ki onu öldürmeye gelenler onda dirildi. Onu öldürmek için kılıç kuşanan ve yola koyulan Hz. Ömer (r.a.), onun getirdiği Kur’an hakikatlerini ders aldıktan sonra birdenbire değişti. Kanlı kinli Ömer gitti, yerine kalbi Allah aşkı, Peygamber aşkı, hakikat aşkıyla dolu, merhamet abidesi bir Ömer geldi. Bu değişim sayesinde Ömer (r.a.), dünyanın en adaletli halifesi ve hükümdarı oldu.

Muhteşem şair Mehmet Akif Ersoy, onun adalet anlayışını ve sorumluluk duygusunu anlatırken şöyle der:

Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu;

Gelir de adl-i İlahî Ömer’den sorar onu!”

İslam’dan önce peygamber öldürmeye azmedecek kadar katı kalpli olan Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra memleketinde kurdun kaptığı koyundan kendisini sorumlu tutacak kadar yumuşak kalpli, merhametli ve adaletli hâle geldi.

Onun (a.s.m.) getirdiği ölmez hakikatler, en katı kalpli insanları en merhametli insanlar hâline getirdi. O, mükemmel bir eğiticiydi. Ashabını en iyi şekilde terbiye etti ve yetiştirdi. Sırf Hz. Ömer’de meydana gelen değişiklik sebebiyle ona “dünyanın en başarılı ve en güzel eğitimcisi” dense yeridir.

Zira sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak, bu zat, büyük ve çok âdeti, hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, görünüşte küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda kaldırıp yerlerine öyle yüksek seciyeleri, kan ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak yerleştiriyor ve tespit ediyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.”(3)

Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.v.), puta tapma, intikam, faiz, zina, içki gibi pek çok âdeti, görünüşte küçük bir kuvvetle, kısa bir sürede kaldırmış ve yerlerine en güzel âdetleri, hem de o vahşî insanların damarlarına yerleştirircesine, yüreklerine kazımıştır.

Bu inkılâbın tarihte benzeri yoktur.

Arapların tarihi incelenirse İslam gelmeden önce dünya çapında hiçbir başarıya imza atmadıkları görülür. Kabileler hâlinde yaşarlardı, kabileler arasında kavga ve savaşlar hiç eksik olmazdı. Birbirlerine düşman kabileleri ve yağmacılığı ile meşhur bir millet idiler; kadın ve kızları insan yerine koymaz, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. İslamiyet’le şereflendikten sonra birden değiştiler ve şu hasletlere sahip oldular:

1. Birbirleriyle kardeş oldular.

2. Güzel ahlak sahibi oldular. Kumar, içki, adam öldürme, faiz, zina, fesat çıkarma, haksız yere kan dökme gibi yüzlerce kötülüğü terk ettiler.

3. Kur’an’ın getirdiği yardımlaşmayı, bağışlamayı, zekat ve sadaka vermeyi, hak sahibine hakkını vermeyi, zayıfları ve mazlumları korumayı benimsediler.

4. Allah rızasını hedef edindiler. Hayırda ve takvada yarıştılar.

5. İlim, sanat, marifet ve medeniyette ileri gittiler.

Bunların neticesi olarak kısa sürede yeryüzünün en efendi, en adaletli, en dayanışmacı toplumu oldular. Bütün dünyaya hükmeden muhteşem devletler kurdular. Hem de uzun asırlar yaşayan ve dünyaya medeniyet öğreten devletler kurdular. İspanya’da kurulan Endülüs Emevî Devleti 800 sene yaşadı ve bütün dünyaya ilim, hikmet, sanat, medeniyet ve insanlığı öğretti.

Asr-ı Saadet, muhteşem bir inkılap gördü. Aziz Nebi’nin (s.a.v.) getirdiği hakikatler o çağı öylesine değiştirdi ki cehalet devri kapandı, bütün vahşîlikler sona erdi, haksızlıklar bitti. Bunların yerini “saadet devri” aldı.

İnsanları değiştirdi. Katı kalpler yumuşadı, kinin yerini sevgi aldı, düşmanlıklar kardeşliğe dönüştü.

Millî şair Mehmet Akif Ersoy bu değişimi “Bir Gece” adlı şiirinde çok güzel anlatır:

BİR GECE

On dört asır evvel yine böyle bir geceydi

Kumdan, ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.

Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi.

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî,

Bir kerre zuhur ettiği çöl, en sapa yerdi.

Bir kerre de mamure-i dünya, o zamanlar

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün afakını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika, derdi.

Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi.

Bin nefhada insanlığı kurtardı o masum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi.

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki zeval aklına gelmezdi, geberdi.

Âlemlere rahmetti, evet, şer’î mübini,

Şehbalini adl isteyenin yurduna serdi.

Dünya neye sahipse onun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet…

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!(4)

Bütün zamanlar içinde sadece o devre “asr-ı saadet [saadet çağı]” dendi.

Bugün dünyanın en gelişmiş ve ilerlemiş ülkesi kabul edilen Amerika’da suç işleme oranı, akıl almaz derecede yüksek. Televizyon ve gazete haberlerine göre Amerika hapishanelerinde iki milyon suçlu bulunuyor. Nüfus bakımından dünyanın en kalabalık ülkeleri olan Çin ve Hindistan’da bile hapishanelerde bu kadar suçlu bulunmuyor.

İlim ve teknolojide ileri gitmek, insanlık, ahlak ve medeniyette ileri gitmek anlamına gelmiyor. İnsanları güzel ahlak sahibi yapmak, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. Nefislerini terbiye edemeyenler, medeniyet ve güzel ahlak sahibi olamazlar.

Aziz Akif ne güzel söyler:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan’ın,

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.

Allah sevgisi, ahiret inancı, cennet ümidi olmayan insanların nefislerini terbiye etmesi zordur. Amerika’da suç oranlarının yüksek olması, Avrupa’da intihar oranlarının yüksek olması, Batı’nın ahlak, huzur ve erdem fakiri olduğunu göstermeye yeter.

Bilim ve teknolojik üstünlüğe dayalı Batı medeniyeti, Batı toplumlarını zengin etti, fakat mutlu etmedi. Asya, Güney Amerika ve Afrika kıt’aları, Batılıların sömürgesi durumuna düştü, fakirleşti. Batı medeniyeti, insanların ihtiyaçlarını çoğalttı ve daha da fakirleştirdi.

İnsanlık, Aziz Peygamberimizin (s.a.v.) getirdiği İslam medeniyetine bugün her zamankinden daha çok muhtaç. Bugün yeniden onun eğitim ve terbiye anlayışına ihtiyacımız var.

Evlerimizin gülü olan çocuklarımızın büyüyünce dikene dönüşmemesi için Güllerin Efendisi’nin (s.a.v.) eğitim metotlarını bilmeli ve uygulamalıyız. O kolaylaştırdı, zorlaştırmadı; sevdirdi, nefret ettirmedi.

Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretmen ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurur Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.).(5)

Biz de sevmeli ve sevdirmeliyiz.

Kolaylaştırmalıyız, zorlaştırmamalıyız.

Çocuklarımıza ve insanımıza, insanî ve İslamî değerleri sevdirmeliyiz. Onlara düşmanlığı değil, sevmeyi öğretmeliyiz. Almayı değil, vermeyi öğütlemeliyiz. Temeli sevgi ve kardeşlik olan bir dünya kurmalıyız. Evlerimizi, Allah Resulü’nün (s.a.v.) evi gibi cennet yuvalarına çevirmek için çaba harcamalıyız.

İstersek yapabiliriz. Bunun için öğrenmeli ve öğrendiklerimizi hayata geçirmeliyiz.

Parola şu olmalı: “Sevdir, sakın nefret ettirme!

Kolaylaştır, sakın zorlaştırma!

Ali Erkan Kavaklı / Öğretmen Hattı

Kaynaklar:

1. Peygamberimizin Tebliğ Metotları, 2/240.

2. Sözler, s. 216.

3. Sözler, s. 216.

4. Safahat, s. 500.

5. Müslim, Talak 29/1428.

Mehmet Akif ve Bediüzzaman

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE MEHMED AKİF ERSOY

Bediüzzaman ve M.Akif iki güzel insan. Bu gönüldaşlar,  âlem-i İslam da gördükleri hastalıkları bedenlerinde hissetmiş ve tedavi çarelerini düşünmüş iki Lokman hekim…

Şan, şöhret ve makamdan kaçmış mütevazi ve alçak gönüllülükte hüsn-ü misal olmuş, hakikatı haykırmada hiç kimseden korkmamış iki  büyük kahraman…

Milletimize fikir ve manevi sahada öncülük etmiş değerleri hayattayken anlaşılamamış, fakat onlar doğruluğuna inandıkları her konuda taviz vermeden hayatlarını geçirmiş milletimizin en zor anlarında ümit kaynağı olmuş kıymetli simalaramızdandır.

İnsan gerek Risale-i Nur’ları gerekse Safahat’ı okurken aynı duyguları hissediyor ve aynı mesajları alıyor. En azından ben bu hissiyata sahip oluyorum. Aşağıda yazacağımız örneklerde sizlerinde aynı şekilde düşüneceğiniz kanaatindeyim. Çünkü bu iki değer, yaşadıkları devirde dine ve manevi değerlere olan lakaytlığa şahit olmuş bundan son derece endişe duyarak Kur’an’a müracaat etmişlerdir. M.Akif bunu;

Kur’an’dan alarak ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

beytini kaleme almasına sebep olurken, sanki bu çağrıyı duyan Bediüzzaman da külliyatındaki bütün hakikatleri Kur’an’dan alarak Kur’an’ı;

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri… Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî Hazînelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası… ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi’ bir KİTAB-I MUKADDES.” olduğunu muazzam bir tarifle ifade etmiştir.

Bizim en ciddi meselelerimizden olan milliyetçilik konusunda Bediüzzaman müstakil bir risale kaleme almıştır. O yazdığı risalede milliyet fikrini müsbet ve menfi olmak üzere ikiye ayırarak ayet ve hadislerin kesin bir şekilde, menfi milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmediğini, müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyetinin, ona ihtiyaç bırakmadığını ifade etmiştir. “ Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.” diyen Bediüzzaman İslam dünyasında Emevileri ve Avrupa’da da Fransız ve Almanları tarihte örnek göstererek bu fikrin geçmişte çok ağır ve elim neticeler verdiğini müşahhas örneklerle ortaya koymuştur.

Aynı şekilde M.Akif Safahat’ta sanki  Bediüzzaman’ın nesir olarak ifade ettiklerini manzum olarak bakın nasıl terennüm etmiştir.

Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydı a milliyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte  yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arap’ın Türk’e; Laz’ın Çerkez’e, yahut Kürt’e

Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anâsır”mı  olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber

En büyük düşmanıdır rȗh-ı Nebi tefrikanın;

Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın!

Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.

Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

diyerek menfi milliyetin  zararlarını adeta ruhunda hissederek mezkȗr beyitleri kaleme almıştır.

Bunun yanında Bediüzzaman bizim en büyük düşmanımızın cehalet, zaruret ve üçüncü olarakta ihtilaf’ı saymıştır.

Fikirlerini hiç kimseden çekinmeden anlatan bu iki mümtaz şahsiyet  dinlenilmediği vakit veya anlaşılamadığı zamanlarda da aynı duyguları paylaşmıştır. Mesela Bediüzzaman şarktaki aşiret reisleriyle olan muhavere ve münazaralarında o yüksek fikirleri idrak edilmediği vakit ;

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin! derken

M.Akif’te benzer şekilde sözleri anlaşılmadığında;

-Siz, ey heyakil-i bȋ-ruhu devr-i mazinin

Dikilmeyin yoluna kârbân-ı âtinin

Nedir tarȋkını kesmekte böyle isti’cal?

Durun, ilerlesin Allah için şu istikbal

Yani; Ey mazi devrinin ruhsuz heykelleri

Gelecek kervanın yoluna dikilmeyin

Yolunu kesmekte acele etmek nedir?

Allah için durun şu istikbal ilerlesin demiştir.

Hülasa edecek olursak Bedizzaman Said Nursi ve Mehmet Akif Ersoy soysal hayatta gördükleri eksiklerin temel sebebini İslami esaslardan ayrılmaktan kaynaklandığını düşünürler. Zira Bediüzzaman ve Akif milletin hastalığının kaynağını za’f-ı diyanete(dini hassasiyetlerde zayıflamaya) bağlarlar. Bu duygu ve düşünceyle halka güven verip harekete geçirmek için bazı ayet ve hadisleri Bediüzzaman nesir olarak Akif’te manzum olarak asrın idrakine uygun şekilde yorumlaya çalışmışlardır. Yukarda mezkur olunan misaller bu ortak düşüncenin bir-iki örnekleri nevindendir.

Hamiyet sahibi bu iki kahraman simanın eserleri okunduğunda hep aynı dertle dertlendiklerine şahit olacaksınız…

Ahmet Gözütok

www.nurnet.org

Risale-i Nurları neden tekrar tekrar okuyoruz? (2)

6- Tekrar tekrar okunmasının bir sebebi de, Bediüzzaman’dan ve onun meydana getirdiği eserlerinden, 7’den 70’e herkesin istifade edebilmesidir. Hatta dünyanın bir çok yerlerinde yapılan sempozyumlarda ilan edilmesidir, muhtelif dallarda ihtisas görmüş kariyer sahibi muhtelif milletlerden bine yakın profesörün tasdikini görmüş eserler olmasıdır. Onlardan biri olan Süriyeli Muhammed Ramazan Elbuti, sempozyumda o kalabalık halkın huzurunda: “Ben kırk seneden fazla bir zaman diliminde profesörüm. Bediüzzamanın talebesi olmasa idim hayatım boşa gitmişti” diyebilmesidir. Zaten İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’da, bir ifadesinde: “Şekspirler ve arkadaşları ancak Bediüzzamana talebe olabilirler“, demiş.

7- Peygamberimiz (a.s.m.), 1400 sene önce, “Allah (c.c.) her asırda bir müceddid-i din gönderecektir” buyurmuş. Bediüzzaman Hazretleri bu haberdeki tebşirata mazhar olmuş bir şahsiyettir. Bunun delilini şöyle izah edebiliriz; Hicri on üçüncü asırda, dinin müceddidi Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri olduğuna bütün âlimler ittifak etmişlerdir, O Zatın doğum tarihi Hicri 1193 tarihine isabet eder. Bediüzzaman Hazretlerinin doğum tarihi ise tam 100 sene sonra Hicri 1293 tür. Mevlana Hazretleri Müceddidliğine 1224 te başlamış. Bediüzzaman Hazretleri ise, tam 100 sene sonra 1324 te başlamıştır. Mevlana Halid Hazretleri 20 yaşında iken bütün ulemanın fevkinde bir mevki kazanmış. Bediüzzaman Hazretleri ise, daha 14 yaşında iken o zamanın uleması tarafından ona zamanın harikası manasında Bediüzzaman unvanı vermişlerdir. Böylece üç noktada Bediüzzaman Hazretleri tam önceki asrın müceddidi ile birleşip, ondördüncü asrın müceddidi olduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta Mevlana Halidi Bagdadi Hazretlerinin torunu, Ankaralı Asiye hanımla cübbesini Bediüzzaman hazretlerine verilmesini vasiyet etmiş ve verilmiştir.

8- Nasıl ki bir doktor hastasının tedavisine başlamadan önce teşhisini koyar, ondan sonra tedaviye başlar. Aynen onun gibi, her müslüman, asrının problemini bilecek ki az yarayla kurtulsun. Buna binaen, bu zamanda ister ahlaksızlığın, ister sahtekârlığın ve ister ibadetsizliğin ana sebebi, iman zayıflığından başka birşey değildir. Bu eserlerin tamamı da iman esaslarını ispatladığı için, onları çok okumak ihtiyacı hissediyor ve çok okuyoruz.

9- Bediüzzaman Hazretleri risalelerde diyor: “Ya halledilmesine ihtiyaç yokmuş veya halledemediklerinden ötürü, daha önce çözülmemiş 100 meseleyi Risale-i Nurlar çözmüştür”, halbuki Risale-i Nurları okuyan insaflı âlimler “100 değil, belki beş yüz adet halledilmemiş dini meseleyi Risale-i Nur eserleri halletmiştir” diyorlar.

10- İhtisas sahipleri diyorlar ki: Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerifler dışında, eski zamanın ihtiyacına cevap vermek için yazılan eserlerin 15 sene tahsili ile insana kazandırdıkları iman kuvveti ve dine bağlılık. Risale-i Nur, bazısına 15 günde bazısına 15 haftada o kuvvet ve bağlılığı kazandırıyor.

11- Bunlar başka kitaplardan nakil olmamalarıdır. Çünkü Bediüzzaman hazretleri hapishanelerde ve sürgünlerde Risale-i Nurları yazarken, Kur’an-ı Kerimden başka eser yanında bulundurmamıştır. Bu eserler yegane Kur’an semasından ve Âyet-i Kerime’lerin yıldızlarından nazil olmuş eserlerdir. Bunun için yakînim var ki islama saldıran bu yangınların ve bu fırtınaların karşısında insan ancak bu eserleri okumakla ve bu topluma dahil olmakla kendini kurtarabilir. Çünkü Risale-i Nur insana öyle sağlam bir iman, bir itikat temin ediyor ki, insan onunla her şeyde Allah’ın Rububiyetini ve rahmet eserini görebilir ve o kuvvetle rahatsız eden sıkıntılara göğüs gererek onları hoş karşılar. Böylece, kendi şefkatini Allah’ın şefkatinin önüne sürmez. Hatta bu dünyada da huzur ve rahat içinde yaşamak isteyen bu eserleri okusun. Çünkü bu kitaplar bu zamanın ihtiyacına cevap veren yegane Kur’an tefsirleridir.

12-Bediüzzaman Hazretlerinin keramet-i ilmiyesindendir ki bu eserleri çok okuyoruz. Her ne kadar maddi kuvvetle erişilemeyeceği hadiseler onda çok vuku bulmuşsada, onlar bizi fazla kendine bağlamamaktadır. Mesela ellerini kelepçeleyip jandarma başka bir yere naklederken, namaz vaktinde jandarmadan namaz kılması için kelepçeyi çözmesini istemiş. Jandarma, “hoca mahkum olduğunu bilmiyor” diye, dalga geçmeye başlarken, Bediüzzaman Hazretleri kelepçeyi çözerek jandarmaya verince, jandarma şaşırarak yaptığına pişman olmuş ve demiş, “şimdiye kadar ben senin muhafızın idim, bundan sonra sen benim muhafızım ol. Bana hakkını helal et” der. Bunun için bile, Bediüzzaman Hazretleri, namazın kerameti kelepçeyi çözdü der. Buna benzer ileride olacak çok hadiseleri kerameti ile bilmiştir. Mesela: İnsanlar yirmi küsur sene aya gitmeden önce: “Ey katre içinde giren hakim feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünü ile, felsefenin merdiveni ile, tâ kamere (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak Kamer kendi zatında kesafetli, zulumatlıdır. (karanlıktır) Kamerin ne zıyası (ışığı) ne hayatı var.” demiştir.

Yine Risale-i Nurdaki: “Yıkılmış bir mezarım var ki” cümlesinin manasını, Bediüzzaman hazretleri ölmeden önce hiç kimse anlamamıştı. Fakat öldükten birkaç ay sonra, jandarmalar mezarını yıkıp cesedini uçakla başka bir yere naklettikten sonra o manayı herkes anlamış ve hakikaten yıkılmış bir mezara sahip olduğunu görmüşler.

Bunlara benzer daha birçok meseleler var, fakat Risale-i Nurun okuyucuları, onun ilmi kerametinden ötürü Nur eserlerine bağlanıp onları okuyorlar.

13-Risale-i Nur eserlerinin ortaya serdiği inkâr edilmez deliller haricinde hangi eserdeki malumatla ateistin karşısına çıkabilirsin? 20 sene Arapça tahsil eden hoca efendinin biri bana: “Biliyor musunuz biri bana ne dedi“, ne dedi Hocam? “Ben Allaha inanmıyorum” dedi. Peki ona ne cevap verdin? “Nasıl öyle diyebilirsin? Bak Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerimde: “Kul hü Vallahu Ehad Allahus-samed, diyor” dedim. Peki Hocam sen ona İhlas suresini okumakla işi hallettin mi? “Peki ne diyeyim“? Hocam ona Risale-i Nur okuyacaksın. “Hangi kitaptan okuyayım?”. “Hocam sen önce kendine okuyacaksın, ondan sonra bu gibiler karşına çıktığı zaman cevabını vermeyi bileceksin” dedim. Bunun gibi Risale-i Nur eserlerini okuyan bir çok hocalar şöyle diyorlar, “Biz bu eserleri okumadan önce, profesörler şöyle dursun, herhangi soru soracak korkusuyla, ilkokul öğretmenin karşısına bile çıkamazdık. Şimdi çok değiştik”.

Abdülkadir Haktanır

www.albnur.com