Etiket arşivi: musibet

Her musibet kendi günahımızın sonucu mudur?

Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir. Üstelik günahlarınızın birçoğunu da Allah affeder. (42:30)”

”Ben 35 yaşımdan beri 20 yıldır OKB, vesvese hastasıyım. Yukarıdaki ayeti okuyunca “Bu hastalık benim günahım yüzünden olmuş” diye mi düşünmem gerek? Bir de sakat doğan çocuklar var, onların günahı yok… Ya da bir yaşında yanan bir çocuğu düşünürsek… Başına bir dert gelmiş ama günahsız; nasıl anlamamız lazım? Bu ayete göre, “Bazı musibetler sizin yaptıklarınız yüzünden başınıza gelir” denilmemiş, “hepsi” denmiş… (Elif)”

Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkün.

yıldırım şimşekBirincisi: insanın başına gelen musibetler, kendi eliyle işlediği günahların sonucudur. Üstelik Allah birçok günahı baştan affediyor. Yoksa her hatanın karşılığı dünyada verilseydi, insan felaketten felakete sürüklenirdi.

Peygamberimiz, bu âyeti Hz. Ali’ye şöyle açıklıyor: “Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık, bir musibet veya bir bela sizin kazandıklarınızdandır. Allah, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış ise Allah bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerim’dir.”

Âyetin ikinci anlamı da başa gelen musibetler ya insanın sabrının sınanması, ruhen olgunlaşması, sevap ve yüksek mertebeler elde etmesidir veya günahlarının bağışlanmasına vesiledir.

Bu âyet nazil olduğunda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kamışın yaralanması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışlaması ise daha çoktur.”

Sizde vesvesenin olması, sizin bir günahınızın sonucundan öte, Allah’ın bir sınamasıdır, bir imtihandır, bir sabır denemesidir. Vesvese şeytandan olduğuna göre, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır; bu yönüyle ibadettir, sevap kazanmanıza bir vesiledir.

Vesveseyi, şüphe ettiğin bir şeyin aslını öğrenmeye sebep olduğu için Peygamberimiz, “Vesvese imanın ta kendisidir” buyurarak meselenin bu yönüne de işaret eder.

Vesveseden kurtulmanın en pratik yolu, önem vermemek, üzerinde durmamak, gözünde büyütmemek, korkmamak, endişeye düşmemek, onu şeytandan gelen bir kuruntu olarak bilip Allah’a sığınmaktır.

Bazı çocukların sakat doğması veya bir yaşındaki bir çocuğun yanması gibi musibetleri farklı düşünmek gerekir.

Bu çocukların hiçbir suçu ve günahı yoktur. Bir kere her şeyin sahibi Allah’tır. Yüce Allah yarattığı bir varlık üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bunun mutlaka bir hikmeti, kaderî bir boyutu vardır.

Bir an için kendi tasarrufumuz altındaki varlıklar üzerinde istediğimiz işlemi yaptığımızı düşünelim:

Tavuğu alıyoruz, kesiyoruz, etini pişiriyoruz, misafirlerimize ikram ediyoruz. Tavuğa haksızlık mı etmiş oluyoruz?

Kuzuyu tutup kesiyoruz, etini kebap yapıyoruz, kuzuya eziyet mi ediyoruz?

Bütün bu soruların tek bir cevabı var: Hayır, iyi yapıyoruz.

Neden mi? Çünkü bu varlıklar bizim için yaratılmış, istediğimiz gibi onları kullanabiliyoruz.

Çocukların başına gelen musibetler de bir zulüm ve haksızlık değildir. Onlar için bir azap ve eziyet hiç değildir.

Çünkü onları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Rahmeti, şefkati ve sevgisi ile yaşatan da O’dur.

Allah onları daha çok seviyor ve daha çok düşünüyor. Onlara hastalık, kaza ve musibet gibi bazı sıkıntılar veriyorsa, daha büyük sıkıntılardan kurtarıyor. Hayatın zorluklarına alıştırıyor. Daha çetin ve zor engelleri aşmak için bir geçiş oluyor.

Zaten hayatın başına gelen her şey güzeldir. Önemli olan kimden geldiğini bilmektir.

Mehmet PAKSU

Cennete Giren Fazilet Sahiplerine Melekler Sorarlar?

Peygamberimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinden şöyle buyurmaktadır:
     
Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

“Faziletiniz nedir?”

Onlar da: “zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk  (şefkat) ile davranırdık” diye cevap verirler.

Bediüzzaman Hazretleri sabırla alakalı şöyle diyor: “Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.1

“Taat üstünde sabır”Bir müminin Cenab-i Allah’ın emrettiği şekilde sıkılmadan, nefsin gayri meşru isteklerine karşı gelerek ibadetlerini devamla kılınmasıdır. Samimi ve daimi kılınan bir ibadet elbette güzel ahlakı da beraberinde getirir. Düzgün ahlaka sahip birinin hem kendine, hem ailesine hem de topluma faydalı olur,

İbadeti devamla ifa eden biri, bunca zamandan beri ibadet ve iyilik yaptım biraz ara vereyim dememek lazım, Çünkü ecel gizlidir ne zaman geleceği belli değil, uhrevi hayat için ne kadar ibadet yapılırsa o kadar kardır. Taatta yorulma, iyilikte ara verme yok, devam var.

“Masiyyetten sabır”  Günah işlememeye sabretmektir. Nefis daima kötülükleri arzu eder.  Bugünkü ortamda ahlaksızlığın, hayâsızlığın, haram ve günahların çoğaldığı ve bu ahlaksızlığın zemini de hazır olmasına rağmen günahlardan korunarak “nahy-i anil münker” yani dinimizin yasakladığı, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak kalmak ancak sabırla mukabele etmekle olabilir. Böylesi güçlü sabrın kaynağı da ancak hakiki imanla olur.

“Musibete karşı sabır” Halık-ı Rahim bu dar-ı dünyada insanın terakkiyatı için birçok imtihanla tabi tutmaktadır. Uhrevi terakkiyenin en önemli sebepleri olan hastalık, açlık, fakirlik, kaza ve musibetlerdir, sabır ve şükür etme noktasında insanı tecrübe eder,  böylece Allah’a tevekkül etme,  O’nun verdiği musibet ve kaza takdirine razı olma metaneti öne çıkmaktadır; şeytan, musibetzedenin nefsiyle, kalbiyle meşgul olur,  kaderi tenkid ettirmeye çalışır. Şeytanın bu vartasından ve itirazından kurtulma çaresi ancak kadere teslim ve musibete karşı sabırlı olmaktır.

Vakti  zamanda köy komşularımızdan  biri rahmetlik olur. Adamın eşi hem  genç hem de  bir kaç çocukla ortada kalınca,  merhumun ağabeyi dul olan yengesiyle ikinci evliliği yapar. Bu evlilikten rahatsız olan eski hanımı Gülnaz teyze  inat olarak namazı bırakır,

Komşuları, “Gülnaz, neden namazı bıraktınız?”

Gülnaz, “inadına namazı bıraktım” der.

Aslında Gülnaz teyze namazlı, niyazlı, çocuklarına dini vecibelerini öğreten, itikatlı; misafirperver, köyde de çok sevilen biri, her nedense kumaya tahammülü olamayınca eşinin inadına bir kaç gün namazı askıya almakla tepkisini gösterir,

Gülnaz teyzenin kocası bir müddet sonra fani dünyadan baki dünyaya irtihali vaki olur, ruhunu Rahman’a teslim eder.  Gülnaz teyze hem kazaya bıraktığı namazlarından Allah’a karşı mahcubiyetten hem de kocasına yaptığı tepkiden duyduğu pişmanlığını akan gözyaşları gösteriyordu.

Gülnaz teyzenin hadisesinden önemli bir kıssa!

Teyzenin evvela, Allah’a sığınarak hem ibadetine devam hem de vaki olan hadiseye karşı sabırlı olmasıydı; lüzumsuz ve zararlı tepkiler sonradan üzüntüye neden oluyor, önemli olan dünyevi musibetleri büyütmeden şükürle mukabele ederek Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü: “dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor.” 2

Allah sabredenlerle beraberdir.”3 Ayet-i Kerimenin mealinde de anlaşıldığı üzere Allah (cc) insanları sabra davet etmektedir. Akıllı olan bu davete icabet edip kadere teslim olmaktır. Onun için taat üstünde sabır, masiyyetten sabır ve musibetlere karşı sabır etmek hem musibetzedeye bir teselli hem de Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olur.

Cenab-ı Allah(cc) tüm mü’minlere sabr-ı Cemil ve hüsnü hatime versin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

Kaynaklar:

1- sözler, 21.ci söz

2- şualar, 13.cü şua

3- Bekara /153

İsrail’in (Yahudilerin) Filistin’e yaptığı zülümler daha ne kadar sürecek !?

Bugün İsrail’in (yahudilerin) Filistin’e yaptığı zülümler yer göğe sığmıyor. Bu nereye kadar sürecek. Allah neden yardım etmiyor?

Değerli Kardeşimiz;

Musibet kelimesi, daha çok, insana isabet eden hastalık, bela, sıkıntı gibi elem ve keder verici hâdiseler için kullanılır. Ve bunlarla insanoğlu, sabır imtihanına tabi tutulur. Bir hadis-i şeriften aldığımız müjdeye göre, lambanın sönmesiyle yeniden yanması arasında çekilen cüz’i bir sıkıntı bile günahlara kefaret oluyor. Hastalıklar, musibetler, özellikle umumî afetler, bunları sabır ve rıza ile karşılayan bir kulun manevî makamını yükseltiyorlar; kalbini safileştiriyor, ruhunu olgunlaştırıyorlar.

Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” Lem’alar

Her hastalık, her musibet ayrı bir sabır imtihanıdır. Bu imtihanı kaybeden insanlar, kadere itiraz etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Kaderin ince sırlarını bilmenin insan idrakinin çok ötelerinde olduğu, Kur’an-ı Kerimde, Hz. Musa’nın(a.s.) bir kıssasıyla müminlere ders verilir. Bu kıssada Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın(a.s.) seyahatlerine yer verilir. Kısaca özetleyelim:

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen, “hâdiselerin hikmet yönünü bilme,” hususunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir büyük veli, yahut bir peygamber. Hazret-i Musa (a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddeder ve sözünü şöyle tamamlar: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?

Hz. Musa’nın(a.s.) “İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: “Ben bir konuda sana bilgi verinceye kadar benden hiçbir şey sorma!” Bir gemiye binerler. Hz. Hızır, gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa(a.s.) dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır’ın ikazı üzerine, “unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme…” diyerek özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır, küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa, buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm: “Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme” der.

Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır, o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı tamir eder, doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, “arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim” der.

Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuk büyüyünceye kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır. Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.

Allah kelâmında yer almış bu kıssadan almamız gereken en büyük ders şu olsa gerek: “Hz. Musa gibi büyük bir peygamber bile, hâdiselerin altında yatan İlâhî hikmetleri tam olarak bilemediğine göre, biz boşuna kendimizi yormayalım.

Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızır’ı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak, o, bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu; bunlar ise ya nefislerinin isteklerini aktarıyorlar, yahut kendi his ve heveslerine tercüman oluyorlar. Nur Külliyatında, “Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler” buyurulur. Hakikat ehli denilince en başta peygamberler hatıra gelir. Onlar bile gaybî şeylerden, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bildirdiği kadarına vâkıf olabilirler. Peygamberlik görevlerini yürütürken, olayların zahirine bakar, İlâhî emirlere uygun olup olmadıklarına nazar eder, ona göre hükmederler. Hâdiselerin altında yatan bütün hikmetleri bilmeleri, bazen, bu kutsî görevlerinde aksamaya yol açabilir. Bu hikmet içindir ki, kendilerine her şeyin iç yüzü ve hikmet yönü tam olarak bildirilmemiştir.

İşte bu kıssa bunun en güzel bir örneğidir. Kıssanın ayrı bir yönü üzerinde de durmak isteriz: Seçilen üç olay âdeta birer semboldür. Birincisi “mala gelen zararları” ikincisi “cana, çoluk çocuğa, akrabalara gelen musibetleri” üçüncüsü de, “İslâm düşmanlarının dünyada nâil oldukları nimet ve ihsanları” temsil ediyor.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, kıssada geçen üç olayla Hz. Musa’nın(a.s.) başından geçen üç olay arasında ilgi kurar. Bunlardan birisini nakledelim: Hz. Musa’yı da annesi bir sandığa koyup Nil nehrine atmıştı. Ama bu atışın “Zahiri helâk, batını necat idi”. Yani görünüşte annesi onu boğulmaya terk ediyordu. Halbuki, o böylece ölümden kurtulmuş, bununla da kalmayıp Firavunun sarayına yerleşmişti. Hz. Hızır’ın gemiyi yaralaması da böyle idi.

Hz. Hızır, Hz. Musa’ya(a.s.) “kendisiyle arkadaşlık etmeye güç yetiremeyeceğini” söylemekle ona ilk gaybî haberi de vermiş oluyordu. Bu haberini bir teselli cümlesiyle tamamlamıştı: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?” Bu teselli cümlesinde aynı zamanda büyük bir müjde de saklı: “Kadere itiraz etmemek şartıyla, insanoğlunun musibetler karşısında gösterdiği sabırsızlıktan dolayı ceza görmeyeceği müjdesi…

Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette aciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı…

Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, aciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.” Mektûbat

Başta da belirttiğimiz gibi, bu kıssadan alınacak en büyük hisse, “insanın İlâhî hikmetleri ve kaderin derin sırlarını anlamadaki aczini hissetmesidir.

Ahmet Avni Konuk şöyle buyurur:

Bir abd bir belâya giriftar olunca, onun eleminden Hakk’a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk’ın gayrına şikayet etmeyip, nefsini zapt etmeli. Şikayet eden kimse, … kazaya değil makzi olan şeye razı olmamış bulunur. Halbuki bize, ‘makzi olan şeye razı olun’ diye hitab olunmadı.

Filistindeki müslümanların çektikleri sıkıntılar onların ahiretleri noktasında düşünüldüğü zaman büyük mükafatlara mazhar olacaklardır. Allahu Tealanın direk azab etmemesinin hikmetine gelince;

Bunun bir cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

İşte imtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraber içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir r.a. ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabiliyorlar.

2- Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allahın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları ve nasıl oldukları sorulacak olsa, “çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz” diyeceklerdir.

Bunların bedenlerine yapılan çirkinlikler ise sadece dünya yönüyledir. Ahirette onların hiç bir eseri olmayacaktır. Siyaha boyanmış bir çekirdek ağaç olunca, onun çekirdeğindeki siyahlık ağacın, yaprak, çiçek ve meyvelerinde olmayacağı gibi, bu dünyada değişik zulümlere uğrayan masum insanların ahiret alemlerinde hiç bir eseri ve izi kalmayacaktır.

3- Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanların istikballeri noktasından da bir rahmet olacağı düşünülebilir. Gerek kendileri gerekse de aile, eş ve dostları açısından bir rahmet eseri olarak Allahın değişik rahmet tecellilerine mazhar olabilirler.

İşte hiç günahı olmadığı halde başına böyle zulümler gelen çocuklar ve kadınlar da kendilerine yapılan bu zulümlerden dolayı, gerek dünyada gerekse ahiret alemlerinde öyle büyük sıkıntılardan kurtulacaklar ve öyle büyük rahmetlere gark olacaklardır ki bunu anladıklarında şikayet bir tarafa çok şükredecekler ve Allahın sonsuz rahmeti karşısında memnun ve mesrur olacaklardır. Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

Selam ve dua ile…
Kaynak: Sorularla İslamiyet

 

Amerika Sandy Kasırgası ve Düşündürdükleri

”Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.” (14.Lem’anın ikinci makamı)

”Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlûkatın gurûbunu, hem insanın vefâtını, hem dünyanın Kıyâmet ibtidâsındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.’‘ (9.söz)

”Umumi musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir.” (14.söz)

”…her musîbette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. ” (Lemeât)

” Dedim: Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti, şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semâvâttan indirdi Tûfan, tâun misâli, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musîbet, bütün beşer musîbetiydi.” (lemeat)

Yukarıdaki yaptığım alıntılar eşliğinde düşünecek olursak kainattaki olayları daha iyi anlayabiliriz. Çıkardığım dersler şöyle:

Kurbanlarımıza rağmen tüm Anadolu’da görülen sel ve aşırı yağışlar bana, Kurbanlıklarımız hak katında kabul görmedi mi yoksa dedirtti.

Amerika’da 60 milyonluk bir bölgeyi kapsayan SANDY felaketi karşısında tüm sistemlerimizin ve devletlerimizin ve onların tüm gizli açık güçlerinin acziyetini ve zilletini anladım.

Dünyanın akşam vakti denilen harabiyeti öncesi vakitlerin ve sonunun yaklaştığı zamanlarını hatırlatarak bin nasihate bedel ders verdi ve veriyor.

Risalelerde bahsedilen ‘Korku Azabı’ tabirine bugün en vurucu örneklerden birisi ”Sandy” oldu.

Üstadın 50’lerdeki büyük Eskişehir depremi öncesi yaşanan sürekli dua edişi ve ettirmesi aklıma geldi. Bizler de paratoner olma yolunda gayret etmeliyiz.

Sonuç olarak bu kurban bayramında Suriye ve Arakan’da sular seller gibi akan kan, Kurban kanlarına eşit oldu. Allah Firavunane ve Nemrudane hareket eden zalimleri celali ile tokatladı.

Yeryüzünün Muhammedî gönüllü ve Mesihî soluklu varisleri paratoner olma yolunda her şeylerini ortaya koymalılar.

Ya Rabb! Sen bize azabına, celaline, kahrına sebkat eden rahmetinle muamele eyle. Ve her daim hammadün ve şakirun ve tevvabun kullarından eyle.

Ya Rabb! Sana karşı ihlasla ve tüm Müslüman kardeşlerimize de uhuvvetle bağlanmayı bizlere nasip eyle.

”Ve subbe aleyye rizka sabbete rahmetin. Fe ente RECAAÜ’L ALEMİN VELEV TAĞAT” Evet ya rabbena tüm hata, günah, kusur, asilik ve isyanlarımıza rağmen sen alemlerin ümidisin. Senin kapından başka kapı yok. Mededgâhet ya ilahi!!!

Salih Can

Risale Haber

Allah’ım! Bu bela neden bana geldi?

Başımıza herhangi bir musibet geldiğinde, Allah c.c. dostları ve bazı mütevekkil bahtiyarlar hariç, genelde hepimiz “Eyy Allah’ım! NEDEN BEN?…” ..diye yakınırız. Adeta Yüce yaratıcıyı “Bu musibet, niçin bana geldi? Niçin beni seçtin?” dercesine sorgularız, değil mi?

1999 Yalova depreminden sonra, nasipsiz bazı gazeteler, “..Adalet mi bu?” (HÂŞÂ) gibi ve bu minvalde manşetler bile attılar.

Bir de îman ile müşerref olan bahtiyarlara bakalım…

İlk örnek dünyaca ünlü bir şampiyon olan, Arthur Ashe’den:

“Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından, kendisine mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesinde, şöyle bir soru soruluyordu:

-Tanrı (!) böylesine kötü bir hastalık için, neden seni seçti? Arthur Ashe ise şöyle çok ilginç bir cevap verdi:

-Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 Milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 Bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. İşte o 50 000 000 kişiden ve neticede de o iki kişiden birisi benim.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Yüce yaratıcıya, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım da, şimdi sancı çekerken, Yüce yaratıcıya, ‘Niçin ben’ nasıl derim? Buna hiç hakkım yok…

***

Bu ilginç anekdottan sonra, Hz. Eyyüp A.S.’ın musibetler sonrası verdiği, o harika cevaplarını hatırlamamak mümkün mü?

Çoğunuzun da bildiği gibi, Murâd-ı İlâhî olarak Eyyûb A.S.’a, 60 yaşından sonra (imtihan gereği) peş peşe 5 ayrı musîbet gelir…

1.) Bâbil kavmi askerlerinin, tarlalarında çalışan mâsum Eyyûb kavmini katletmeleri…

2.) Yıldırımlar düşerek, verimli arâzileri ve o arâzilerdeki kavmini yakması…

3.) Eşkiyâların, tarlalarındaki ve dağlardaki kavmini öldürüp sürülerini alıp gitmeleri…

4.) Bu olayların şoku ve etkileriyle kavminin çoğunun, Eyyüb A.S.’a isyânı…

5.) Zelzelede çöken okulun enkâzı altında, beş oğlunun da vefât etmeleri… gibi.

Ben sadece bunlardan birini arz edeceğim:

Bu sonuncu (yani 5 inci) olayı da yerinde incelemek için enkâza giden Hz. Eyyûb a.s., enkâzı elleriyle kazarak oğullarının cansız bedenlerini buldukça, kısa bir süre kendinden geçer…

Her oğlunun cesedinin gözüken kısmını tutup sevdikçe, ağıt yakmaya başlar:

“-Evlâtlarım… Hangi birinizi sevip okşasam?…”

“-Hanginizin üstünlüklerinizi yâd etsem?”

“-Sen büyük oğlum, bu güçlü kollarınla, ben fakirlere erzak taşırken, çuvalları sırtına alıp bana yardım edişlerini mi yâd etsem?…”

“-Yoksa, sen küçük oğlum, yorgun argın eve geldiğimde, bu güzel başını göğsüme dayayıp beni dinlendirişini mi?…”

“-Yoksa sen ortanca oğlum!…” ………..

…Derken, birden irkilir! Kendi ağzına bir avuç toprak atarak, önce kendine bir cezâ verir.

Sonra da secdeye kapanarak, tevbe-i istiğfâr etmeye başlar:

“- Eyy Yüce Rabb’im, benim kusurumu affet! Mel’ûn şeytan, çocuklarımın vefâtını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi…

Senin bana emânet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hâdisenin gafletine daldım ve onları bir ân tamamen benim sandım!…

Oysa, bütün Kâinâtın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!…

Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatâdan (zelle’den) dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabb’im!…”

İşte, Yüce Rabbini ve Kâinâtın sahibi olan Allah’ı (c.c.), görüyormuş gibi inanan, bilen ve tanıyan bir peygamberin teslimiyeti…

Ve bizlere göre, “dayanılmaz” olaylar karşısındaki huzûru ve O’nun (c.c.) bizzat “Huzurunda“ymış gibi duruşu…

***

Ayrıca; yukarıda bir kısmı zikredilen felâketlerden sonra, sağ kalan kavmi Eyyüp A.S.’a, ısrarla şöyle sitem ederler:

“.. Ey yüce peygamber, varımızı yoğumuzu kaybettik, artık Allaha (c.c.) bir niyâzda bulun da, bu mallarımız geri gelsin…”

..gibi isteklerinin karşısında, Eyyûb A.S.’ın o hârika ve ibret dolu cevâbı şöyledir:

“- Varımızı yoğumuzu kaybetmedik… Çünkü, HEPSİ ONUNDU!…

Bizleri imtihan etmek için, geçici olarak verdiği emânetlerdi onlar! Sadece onları aldı!…”

“- Bu emânetlerin alınmasıyla bile, hiç mi kalbin kırılmadı..?.” ..diye tekrar soran kavmine:

“- Ben kalbimi Allaha c.c., Dünyaya ait emânetlerin ipiyle bağlamadım ki, onların kopmasıyla benim kalbim de kırılsın… Anamın bağrından çıplak doğdum, toprağın bağrına da çıplak gireceğim…”

***

Sınav gereği; bu musibetlerden başka Eyyüb A.S.’ın vücudu, öyle yaralı-bereli hâle gelmişti ki, çok ciddi ızdıraplar çekiyordu. Hanımı bir gün ona:

-Ey yüce Peygamber, yıllardan beri bu sıkıntıları çekiyorsun da, Yüce Rabbimize “bu hastalığı alması için” niçin niyazda bulunmuyorsun? Der.

Cevap ise daha ilginç:

“- Eyy benim hanımım, Allah c.c. benim vücudumu 60 yıl, benim iradem dışında sağlıklı tutmuşken, sadece şu altı yıllık hastalık için, nasıl şikâyette bulunayım?…

Bu vücut O’nun (c.c.) emaneti değil mi?…

Şunu unutmayalım ki O (c.c)., mülkünde istediği gibi tasarruf eder…”

***

Bütün bunlara mukabil Ebu Cehil’e, Firavun’a v.s. ömür boyu hiçbir musibetin, hatta tek bir diş ağrısının dahi verilmemesinin çok hikmetlerinden sadece birisi: Allah c.c., onların isyanlarına mukabil, onların kendisine el açıp niyazda bulunmalarını dahi istemiyor. Yani onlara, neticesi MUTLAK MÜKÂFAT olacak bir randevuyu vermiyor…

***

Bediüzzaman Hz. duâ-yı âzamın, sadece لَهُ الْمُلْكُ (Lehül mülk)kelimesini şöyle açıklıyor:

-“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün (kulusun), hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et (güvenerek yaslan) , rahmetini ittiham etme (suçlama) . Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…”. ..Vesselâm…

NOT: Google çubuğuna, Mülk umumen onundur Necmi yazınız, Necmi İlgen’den tamamını dinleyiniz. Çünkü, ben sadece tadımlık olarak, yarım paragraf ekleyebildim.

 A. Raif Öztürk