Etiket arşivi: nefis

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu

Üstad Bediüzzaman’ın Hayatından Örnekler

 

          1-  Eski Said, devrinde, hiç kimsede bulunmayan bir cesaretle, gözünde hiç kimseden korkma diye bir şey yokmuş. Ermenilerle savaşırken hiçbir zaman sığınağa girmemiş Hatta Rusya’da esir olduğu zaman, Çarın yeğeni General Nikola Nikoloviç esirleri ziyaret etmek için Üstadın kaldığı kampa geliyor, General kampa girince herkes ayağa kalkar. Üstad kalkmaz çar kalkmadığını fark eder. tekrar geri döner gene kalkmaz, o zaman tercüman vasıtası ile sorar, beni tanımıyor mu? Üstad, tanıyorum fakat ben islam alimiyim, kâfire kalkamam, buna karşılık esir kampında bulunan Türk subayları aman hocan sakın yapma. Üstad onlara: Siz işime karışmayın. Ondan sonra Nikola Nikoleviç, hemen hey’et topluyor, Üstadı idam etmeye karar veriyorlar, bu karara karşılık Üstad hiç rengini bozmuyor. İdam edecekleri sırada Üstattan soruyorlar bir isteğin var mi ?  Cevaben var iki rekât namaz kılayım. Kıl cevap alınca abdest alıp namaz kılarken General yaklaşıyor, sen af olundun. Anladık ki, sen  Rus ordusuna hakaretten bunu yapmamışsın, Dinine bağlılığından yapmışsın.

          İngilizler İstanbul’u işgal ettikten sonra Anglikan klisesinin baş Papazı Darül Hikmeti İslamiyede bulunan alimlerden dalga geçercesine soru soruyor. Diyor altı soruma altı yüz kelime ile cevap isterim? Cevaba hiç kimse yanaşmıyor. Üstatta darülhikmeti-islamiyede Aza imiş. Demiş: Toplayın gazetecileri. Gazeteciler karşısında Üstadın cevabı şöyle olmuş: Altı yüz kelime ile değil, altmış kelime ile değil, altı kelime ile de değil bir Tükürük ile. Tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine. Ondan sonra Üstadın ölümü 100% iken, ve Üstad bir yerden geçerken İngiliz askerleri pusu kurdukları halde: Üstad geçiyor onlar görmüyorlar ve rahat rahat geçiyor.

          Ademde vücut vücutta adem örnekleri:

          2- Yeni Said devrinde çok farklı bir hayat yaşamış. Risale-i Nurların yayılması için,her şeye sabretmiş hükümet adamlarının en ağır işkencelerine sabretmiş 28 sene sürgünlere. Hatta dünya kanunlarına göre hücre hapsi en çok 20 gün olduğu halde Üstad Bediüzzamanı üç ay hücre hapsinde tutuyorlar. Bütün bu ağır işkencelere duçar olduğu halde sabrediyor. 19 defa zehirledikleri halde, Allah Üstadı öldürmemiş. Aynı davadan 1500 defa suçsuz olduğuna hüküm veriliyor beraat ediyor. Tekrar sürgünlere mahkemelere alındığı halde Risale-i Nurları hedefine ulaştırmak için sabrediyor.

          Şimdi bakın ne demek: ademde vücut vücutta adem. Üstadımız tevazuun-alçak gönüllülüğün zirvesine ulaşmak için, kendini aşağıya çekmek için  Risale-i Nurlarda ifade ettiği bazı cümleler hakikatle alakası yoktur.

          Sizlere bunlardan bir kaç örnek vereyim. Mesela; Risale-i Nurda bir yerde: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini islah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise, ben nefsimden başlarım.” Yani Üstadın nefsinin derecesi en alçak derece olan Nefsi emmare de midir. Nefis terbiyesinin altı derecesi vardır. Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mulhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Razıye, ve Marziyye. Hayatı ile takvada herkese örnek olan Üstadımız Nefis terbiyesinde hiç ilerleyememişmidir Nefsi Emmarede mi kalmıştır?…

          Bir yerde:  “Dedim: Ey nefis ! Cehli mürekkep içinde, tenbellik düşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil “BEŞ İKAZ”ı benden işit…” Bu doğrumu? Üstad cehli mürekkep içinde mi kalmış.

Bir yerde:  “Ey gafil Said!” Diyor. Ben bunu okurken aklımı  kullanırsam gafil Said diyemem Gafil Abdülkadir. Veya gafil nefsim dersem, icabını yapmış olurum.”

          Bir yerde: “Ben kendimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. kim isterse(bu nasihatı) benimle beraber dinlesin.” diyor buda doğru değil.

          Bir yerde: Sizin ihlasınız beni de ihlasa soktu. Yani Üstad İhlaslı değilmiş biz Üstadı ihlasa sokmuşuz öylemi?

          Hele bir yerde: “Siz bilseniz ben nasıl günahkâr biriyim. hepiniz yanımdan kaçacaksınız.” Allah Allah Üstad günahkâr biri ise: bizim halımız ne olur. Evet kardeşler ADEMDE VÜCUT VÜCUTTA ADEM budur. Üstad bize insan nasıl kibirden-gururdan kurtulur diye, bizlere hayatı ile çok iyi örnek olan bir şahsiyettir. Evet! Var olmak için kendini yok sayacaksın.  Başkasını değil kendini kötüleyeceksin. Hatta kendine iftirada atabilirsin. Başkasının kütülüğünü ağıza almak Dinimizde yasaktır. O gıybettir (Kardeşinin ölü etini yemiş gibi bir günahtır.) Ki o günahı yaptı isen, onun azabından kurtulman için, Gıybetini yaptıgın kimseden halallık almak şartı var.

          3- Üstadın tamamına yakın hayatı! Esarette savaşta hapishanelerde geçtiği için Evlenememiş. Görünüşte evlat bırakmamış. Amma 20.000.000. Nur talebesi onun manevi evlatları sayılırlar.

          Nurlara muhabbeti olan bir tarikatçi Nur talebelerine demiş: Ben Said Nursi yi çok seviyorum, fakat sakallı olsa idi daha çok sevecektim. Bir Nurcu kardeş ona demiş: Said Nursi Hazretleri diyor: Ben sakal bırakıp sonra sakalımı kesse idiler ben ölürdüm. Senin sakalını kesseler sen ölürmüsün? Yok. O zaman konuşma sus.

Risale-i Nurları tanımayla müşerref olan Pek Muhterem Erkek Kardeşlerim! Ve Muhtereme kız kardeşlerim! Bizler Çok bahtiyar kimseleriz Allahımıza ne kadar şükretsek azdır ki: Asrın Müceddine talebe olmuşuz. O yetmedi Ahır zaman Mehdisine talebe olmuşuz. Aman da’vamıza Sadakatla, Sebatla, İhlasla sımsıkı sarılalım. Allahımız bize verdiği bu büyük nimetin şükrünü bilelim. Eğer bu nimetin şükrü nedir sorarsanız? Bunun şükrü: 1- hiç terk etmeden Tadili erkânla namazımızı kılalım. Haftada en az 3-4 gün derslere katılalım. Günde en az 5 sahife Risale-i Nurlardan okuyalım ve Kur’an ve Cevşen gibi manevi ortaklıktan bizde hisse alalım. Allah bizleri son nefesimize kadar bu da’vadan ayırmasın. Çünkü Hiçbir şeyin yalnız başlamakla kıymeti olmadığı gibi, bunun da neticesini almak için devamda ciddi olalım.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Ey Nefis! (Şiir)

vicdan.nefisNeden daima kötüyü emredersin ey nefis?

Şeytan ile birlik oldun amacın ne ey habis?

 

Bakıyorum senin gayen beni çukura atmak

Değerlerimi gasp edip üç beş kuruşa satmak

 

Mevcut varımı yoğumu yok etmektir muradın

Bütün hayatım boyunca peşimi bırakmadın

 

Yeter senden çektiklerim baş belası ey nefis

Sana uymak ne kötüdür, ne murdar şey ve ne pis

 

Amacını bildiğimden kendimi teslim etmem

Allah’a tevekkül ile boyun eğip pes etmem

 

Zira sana ve şeytana boyun eğen gafildir

Senin dediğini yapan her daima rezildir

 

Ey Allah’ım bizi nefse ve şeytana kul etme!

Ve sapıtmış zümrelerin içine duhul etme!

 

Bizi nefis ve şeytanla baş başa hiç bırakma!

Bizi Cennete dâhil et, Cehennem ile yakma!

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

(13.08.2013 – Salı)

Kurt ve Nefis

Bir gün bir çoban annesi ölmüş bir yavru kurtu görür. Onu evcilleştirmek için alır ve ahıra götürür. Sütlü bir koyun, ona süt vermeye ve annelik yapmaya başlar. Kurt zamanla büyür ve bu kurt bir gün ahırdan ağzı kanlı çıkar. Çoban onu görünce “ inşaallah anneni yemedin” der. Çoban ahıra girer ve anne koyunu parçalanmış bir halde görür. Çoban da kurdu öldürür.

Hikâye burada bitti ancak “her kıssadan alınacak bir hisse vardır” derler. İşte insanın nefsi bir kurt gibidir. Ne kadar ihtiyacını karşılaşan da en sonunda o yapacağını yapar. Yani senin ebedi hayatını öldürmeye çalışır. Dolayısıyla hiç kimse hiçbir zaman nefsine güvenmemelidir.

Bilindiği gibi Hz. Yusuf, zindanı zinaya tercih eden iffet abidesi bir peygamberdir. O bile nefsine güvenmemiştir. Bediüzzaman bu konuda ne güzel söylemiş : “Düşman istersen nefis yeter. Evet, nefsine güvenen belayı bulur, zahmete düşer. Nefsine güvenmeyen safayı bulur; rahmete gider.”

Ayrıca mümkün oldukça nefis ile baş başa kalmamaya çalışmak lazımdır. Çünkü nefis bir kurt gibi güçlü ve kurnazdır. Seni mağlup etmenin bir yolunu bulur. Nitekim Peygamberimiz (sav) “Ey Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma ” diye dua ve niyazda bulunmuştur.

Cenabı Hak, bizi nefis ve şeytanın şerrinden muhafaza eylesin.  Âmin…
Yazımızı Peygamber Efendimizin konu ile ilgili bir hadisi şerifi ile bitiriyorum: “En büyük cihat, nefis ile yapılan mücadeledir.”

İbrahim Yardım
İlahiyatçı-Yazar

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…