Etiket arşivi: nefis

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

BedizzamanUhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin

Boş Sözler, Boş İşler

“Kişinin İslâmî güzelliklerinden biri de, malayani şeyleri terketmesidir.” Hadis-i Şerif
Mağazalarda alıcıyla satıcı arasında yapılan kıyasıya pazarlıklar ne kadar ibretlidir!?.. Birisi malının kıymetini bilmektedir, beriki parasının değerini. Her ikisi de bu ticaretten mutlaka kârlı çıkmak için çalışırlar. Şimdi şu soruyu soralım kendi kendimize:
Paramız ve malımız için gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini hayatımız, ruhumuz ve aklımız için gösteriyor muyuz? İşte bu büyük sermayelerin boşu boşuna harcanmasına “malayani” deniliyor.
“İki büyük sermaye ziyana uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman” Hadis-i Şerif
Malayani, yani kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işler … Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan şeyler, işler, konuşmalar” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, İlâhî rızayı esas alan ve meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgul olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.
Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her halde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”
Nur Külliyatında dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir. Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş boş değildir; azap yüklü ve ceza doludur.
Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir. Nur Külliyatında “malayani” konusu sıkça işlenir. Nur Müellifi iki risalesi hakkında özel birer not düşmüştür. Birincisi İhlas Risalesidir, düştüğü not ise “bu risale, lâakal,” yani en az, “on beş günde bir defa okunmalı” şeklindedir. Diğeri ise Meyve Risalesinin Dördüncü Meselesidir. Bu Risale için, “Meyvenin Dördüncü Meselesini çokça okuyunuz” tavsiyesinde bulunur.
Malayani hastalığının bir ilacı olan bu risalenin, en can alıcı paragrafını aynen aktarmak isterim: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” Şuâlar
İnsan kendi nefsiyle sürekli beraberdir. Bu beraberlik kabir âleminde ve ahiret hayatında da devam edecektir. İnsan, cüzi irade ve hürriyet nimetleri sayesinde kendi nefsini dilediği gibi yönlendirebiliyor. Bu en küçük dairede en büyük söz onundur. İstediği yere gitmekte, dilediği işi görmekte, arzu ettiği kitabı okuyabilmektedir. Ama bir sonraki daire için bunu söylemek çok zordur. İnsan, kendi aile fertlerini istediği gibi yönlendirme şansına çoğu zaman sahip olamaz. Çünkü onlar da insandırlar, onların da nefisleri ve cüzi iradeleri vardır. Şeytan onların da peşindedir; dünya, onları da durmadan kendine çağırmaktadır. İnsanın bu dairede yapabileceği tek şey, doğru ve faydalı olanı, onlara güzel bir şekilde anlatmaktan ibarettir.
Şehir dairesinde, insanın tesiri çok daha aşağılara düşer. Bütün şehir halkını istediği yöne sevk etme şansına sahip değildir. Memleket ve bütün bir insanlık âlemi için ise, insanın müessiriyeti sıfıra çok yaklaşır. Ama, insan, bu geniş dairelerde kendisine düşen vazifenin cüzi olduğunu çok iyi bildiği halde, onların cazibesine kapılır, onlara daha çok önem verir, onlar hakkında çok daha fazla konuşur, yahut kafa yorar. Bu, insan için büyük bir zarardır; ömür sermayesini boş yere harcamaktır.
İşte Nur Müellifi, insanın nazarını hayatın ve siyasetin geniş dairelerine çeviren malayani afetine, önemle dikkat çekmekte ve bu derdin devası olan söz konusu risalenin sıkça okunmasını tavsiye etmektedir. Bir başka risalesinde ise, bu afetin vahim neticesini şöyle nazara veriyor: “Lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” Kastamonu Lahikası
İnsanın nefs-i emmaresi, malayaniye yatkındır. Çünkü onda ahiret için bir fayda yoktur. Şeytan da insanı küfür, şirk, günah şıklarından hiçbirine sevk edemediği taktirde, onu malayaniye sevk eder. Nefis ve şeytanın bu ortak arzusuna uyan insan, boş konuşmaları saatlerce dinlemekten zevk alır. Aynı insan ilmî bir eseri okuduğunda, yarım saat sonra sıkılmaya ve yorulmaya başlar.
Malayani konusunda, şu hususun da gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Hayatın ve siyasetin geniş dairelerinde vazife almış kimselerin, bu konularla derinlemesine ilgilenmeleri, dünyaya çalışmak demektir ve malayani sayılmaz. Ama, dört senede bir defa oy vermekten öte, siyaset dairesinde hiçbir tesir gücü olmayan insanların, dört yıl boyunca bu konuya büyük zaman ayırmaları malayaninin tâ kendisidir. “Benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mes’elelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur.” Sikke-i Tasdik-i Gaybî
Prof. Dr.  Alaaddin Başar

 

Dedikodu Hastalığı

Toplumumuzda dedikodu niçin bu kadar yaygınlaşmış?

Her kötülük gibi bunun kaynağını da nefiste aramak gerek. Dedikodu nefsin çok hoşuna gider. Nefis, faydalı bir eseri yarım saat okumaya, yahut faydalı bir sohbeti bir saat dinlemeye tahammül edemezken, sıra dedikoduya geldi mi saatler dakika gibi olur. O halde ikinci bir soru daha ortaya çıkıyor:

Dedikodu nefsin niçin bu kadar hoşuna gidiyor?

Bu sorunun cevabını Hz. Yusuf’tan (as.) dinleyelim: ‘(Bununla beraber) ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis daima kötülüğü emredendir; meğer ki Rabbimin merhamet edip koruduğu (bir nefis) ola.’ (Yusuf Suresi, 53)

Hadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, gıybet ve haset insanın salih amellerini yakıp mahvediyorlar, tıpkı ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi. Bir müminin güzel işlerini anlatmak ise müminler arasında sevgi ve hürmet hislerini geliştiriyor ve kişiye sevap kazandırıyor. İnsanı bu sevaptan mahrum etmek için, kıskançlık ve haset duyguları harekete geçiyor. Önümüzde iki yol var, birinde mümin kardeşimizi gıybet edip salih amellerimizi yakıp mahvetmek, diğerinde ise onu sevip, ondan övgü ile söz edip sevap hanemizi kabartmak. İşte kötülüğü emreden nefis, insanı birinci yola sevk eder ve mahveder.

Nefsimizi seviyorsak ona acıyalım ve onu bu zararlı yoldan vazgeçirmek için şu gerçeklerle yüzleştirelim:

‘Sen kendini seversin. Öyle ise gıybet etmemelisin. Çünkü gıybet anında zehirli bir lezzet alsan bile, o anda haset damarının kabardığını, sinirlerinin gerildiğini çok iyi biliyorsun. Bunlar ise seni içten içe rahatsız ediyor.’

Sen rahatını seversin. Başkasının seni gıybet etmesinden rahatsız olursun. Yaptığın gıybet er veya geç karşı tarafın kulağına gidecek ve ondan çok daha ağır bir mukabele görmekle rahatsız olacaksın.’

Sen menfaatini seversin. Gıybet etmekte bu dünyada bir menfaat elde etmediğin gibi ahiret yurdundaki ebedî saadetine de büyük darbeler vuruyorsun. Bu ise akıl kârı değil.

‘ Sen dünyayı seversin. Gıybetle geçirdiğin vakitlerini dünya saadetin için harcasan daha kârlı çıkacaksın.

Önemli bir nokta: Kötü bir söz, karşı tarafın durumuna göre farklı sonuçlar verir. Bir erin bir başka ere söylediği kötü sözle, yüzbaşıya, albaya, generale söylediği kötü bir sözün cezaları farklılık gösterir. Gıybet için de benzer bir durum vardır. Bir mümini gıybet etmekle bir alimi, bir müçtehidi, bir müceddidi, bir sahabeyi gıybet etmenin, sonuçları gibi cezaları da aynı değildir. İslam’a hizmet eden kişiler hakkında yapılan gıybet, insanları o kişilerden uzaklaştırmaya, dolayısıyla da İslam’a karşı yabanileşmeye götürür. İnsanlara hidayet yolunu kapamayı netice veren böyle bir cinayeti işlememeye azami dikkat göstermemiz inancımızın ve vicdanımızın gereğidir.

Bazen aynı mukaddes davaya hizmet eden kişiler arasında da bu hastalığın bir başka yolla nüksettiğine şahit oluruz. Dava arkadaşında gördüğü bir yanlış tutumu başkalarına anlatarak onun gıybetini yapan kişi, şöyle bir savunma mekanizması geliştirmeyi de ihmal etmez: ‘Ben bunları nefsim için değil davaya zarar gelmemesi için söylüyorum.’

Nur Külliyatında gıybetin bazı özel durumlarda caiz olacağı nazara verilirken bunlardan birisi şöyle dile getirilir: ‘Şekva suretinde bir vazifedar adama der; tâ o münkeri ondan izale etsin.’ Burada iki önemli şart söz konusudur:

Birisi, şikayeti yaptığımız makamın o kötülüğü önlemeye yetkili olması.

İkincisi, maksadımızın dava arkadaşımızı kötülemek değil ondaki bir kötülüğün giderilmesi olması.

Demek oluyor ki, o kardeşimizin hatasını, onu düzelmeye güç yetiremeyecek kişilerle konuşmak gıybettir; ama yetkili kişiye aktarmamız gıybet değildir. Yetkili kişiye aktarma yaparken de niyetimiz onu kötülemek olursa yine gıybetten kurtulamıyoruz; niyetimiz o kardeşimizden söz konusu kötülüğün giderilmesi ve onun manevî kurtuluşu olmalı.

Nur Külliyatı’nda, gıybetin caiz olduğu özel maddeler sayıldıktan sonra şu kayda yer verilir: ‘İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.’ Karşıya zarar verme, onu gözden düşürme, ona karşı beslediğimiz kötü hisleri tatmin etme gibi art niyetlerden uzak olan ve sadece hak için, maslahat için yapılan şikâyetler gıybet olmuyor.

Gıybet, gerçekte işlenmiş bir hatayı başkalarına aktarma şeklinde olabileceği gibi, çoğu zaman, ‘su-i zan’, yani ‘yanlış yorumlama, olaya menfî yönden bakma’ sonucu da ortaya çıkabiliyor. Gerçekte yanlış olmayan bir hareket, yanlış yorumla ile hata kabul ediliyor, daha sonra bu yanlış kanaat üzerine de gıybet bina ediliyor. Su-i zannın kaynağı kişinin kendi mizaç bozukluğudur. ‘Kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan bahanesiyle başkalara teşmil etmesin.’ (Mesnevî-i Nuriye) Bu çok önemli bir mihenk taşıdır. Birisinin yaptığı hayırlı bir işi tenkit ederken, onun bu işi menfaat karşılığı yaptığını söyleyen kimse ‘su-i zan’ etmiş olur.

Yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı gibi, bu zannın kaynağı da ‘o kişinin menfaat düşünlüğüdür.’ Yani, o adam kendi iç aleminde şöyle bir değerlendirme yapmış olur: ‘Ben bu işi yapsam menfaat için yaparım. Demek ki bu adam da bu işte bir menfaat gözetiyor.’

Hucurât Suresi birçok içtimaî meselenin ve sosyal problemin birlikte yer aldığı ibret dersleriyle dolup taşan bir sure. Onuncu ayette, ‘müminlerin kardeş olduğu ve aralarında bir problem çıktığında ıslah yoluna gidilmesi gerektiği’ ders veriliyor. Bu ayeti hemen takip eden ayetlerde, sanki İslâm kardeşliğini zedeleyen hastalıklar sıralanıyor. On birinci ayette bir topluluğun diğerine ‘lakap takması’, ‘onu alaya alması’ yasaklanıyor. On ikinci ayette ‘su-i zan, tecessüs (kusur araştırma) ve gıybet’ yasaklanıyor. Bu ayetin mealini aktarmak istiyorum: ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü, zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin(gıybet etmesin)! Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.’ (Hucurât, 12)

On üçüncü ayet-i kerimede bütün insanların, başlangıçta bir erkekle bir dişiden yaratıldıkları hatırlatılarak ‘ırkçılık’ belasına düşmemiz yasaklanıyor. Sanki bu ayetlerde Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarına zarar veren kötü hasletler küçükten büyüğe doğru sıralamış gibi: ‘Bir topluluğu alaya almak.’ ‘Birbirini kötü lakapla çağırmak.’ ‘Su-i zan beslemek,’ ‘Birbirinin kusurunu araştırmak.’ ‘Gıybet yapmak.’ ‘Irkçılık davası güderek kendi ırkından olmayanlara üstünlük taslamak, onlarla yardımlaşma yerine düşmanlık yoluna girmek.’ Gıybet, bu tehlikeler zincirinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Yani ırkçılık dışında, diğerlerinin tümünden daha tehlikeli.

Rabbimiz, bizim kardeş olduğumuzu beyan ettiği ve onu bozan her kötülükten bizi sakındırdığı halde, nefsin arzusuna kapılarak dedikodu yolunu tutmak, rıza çizgisinden büyük ölçüde sapma göstermektir. Çünkü, Allah bizim birbirimizi sevmemizden razı oluyor; hemen hepsi ‘kibir’ çekirdeğinden çıkan bu kötü hasletlerden değil. Kibir kula yakışmaz ve Allah kibirlenenleri sevmez.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Sultan 2. Mahmud’un Aldığı Ders!

07Sultan Mahmud tebdil-i kıyafet yapıp gezerken tıkanan lağım kanalını açmakla uğraşan bir adamın konuşması dikkatini çeker. Adamın yaptığı iş çok müstekreh olduğu için Padişahın midesi bulanır.Tam bu esnada lağımcı küreği daldırır, çıkarır. Ortalığa fena bir koku yayılır. Bu kokudan lağımcı da etkilenerek seslenir: Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pislikten daha kötüsünün içerisine sokarım.”, der.

Sultan hayretle yanındaki adamına sorar:

Bu adamın söylediğini işittin mi?

İşittim efendim.

Kendisi dizlerine kadar pisliğin içerisinde olduğu halde kör nefsi daha hangi pisliğe sokabilir ki?

Adamın işinin bitmesinin ardından takip ederler. Evine girip temiz kıyafetlerle çıkan lağımcı, esnaf kahvesine oturarak okkalı bir kahve ısmarlar. Sultan Mahmud ile yaveri Sait Efendi usulca yaklaşıp selam verirler. Lağımcı Usta masaya davet eder. Konuşma başlar:

Merhaba ağa.

Merhaba, buyurun der, iki kahve daha söyler.

-Çalıştığın yerden beri seni takip ediyoruz.

-Hayrola! Yapılacak bir iş mi var? Herkese sorun, Sarı Mehmet dedin mi herkes tanır beni.

-Hayır, bir işimiz yok ancak çalışma esnasında bir sözünü çok merak ettik. Demiştin ki: “Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pisliğin içerisine sokarım.”Halbuki sen zaten pisliğin içerisinde idin. Nefsi daha nereye sokacaksın ki?

Lağımcı gülerek cevap vermiş:

Ben zenaatlerin en pisini yapıyorum ama alnımın teri ile hayatımı kazanıyorum. İşim bitince de yıkanıp ağa oluyorum, kendi saltanatımın padişahı oluyorum. Sultan Mahmut bile bana vız gelir. Kokudan tiksindiğim vakit nefsime “seni bu pislikten daha kötüsüne sokarım”, sözümden muradım, “bir yere uşaklığa girerim, seni emir altına aldırırım” demektir. Şimdi anladınız mı?

Sultan, adamına işaret eder, o da bir kese altın uzatır, ama lağımcı itiraz eder,

Ben bir iş görmedim ki karşılığını alayım, der.

-Bu, iş karşılığı değil. Padişah ihsanıdır. Hani biraz önce Sultan Murad bile bana vız gelir demiştin ya, işte onun ihsanıdır.[1]

Nefsin firavunluğunu ve onun korktuğu tek noktayı anlatan bu hikayeyi manidar bulduğumuz için paylaşmak istedik. Emir altına girmek istemeyen nefsi, lağımcı Sarı Mehmet Usta, uşak olma, emir altına sokma tehdidi ile haddini bildirip, pisliğin içerisinde temizlenme dersi verir.

Fazla söze gerek var mı?

Mehmet Çetin

mehmetcetin.de

[1] Hilmi Yücebaş,  Ref’i Cevat Ulunay’ın Hayatı Hatıraları Eserleri, sh. 128, Arkın Dağıtım. 1968